Ana Sayfa Blog Sayfa 337

Rapor: Günde 100 madenci, kömür azaldığı için işini kaybediyor

Kömür madencileri, kendi ülkelerinde kömürden çıkış politikası uygulansa da uygulanmasa da, planlanan maden kapanışları ve pazarın daha ucuz rüzgar ve güneş enerjisi üretimine kayması nedeniyle işten çıkarılma ihtimaliyle karşı karşıya. Global Energy Monitor tarafından yayınlanan yeni bir rapora göre, 2035’e kadar günde ortalama 100 işçi potansiyel işsizlikle karşı karşıya.

Küresel Kömür Madeni Takipçi’sinden (Global Coal Mine Tracker) elde edilen veriler, küresel kömür üretiminin kümülatif olarak yüzde 90’ından fazlasından sorumlu olan dünya çapında 4 bin 300 aktif ve önerilen kömür madeni ve projesindeki istihdama türünün ilk örneği bir bakış sunuyor.

Potansiyel iş kayıplarını tahmin etmek için Küresel Kömür Madeni Takipçisi, bir işletmenin bildirilen “maden ömrü“, yani kömür şirketlerinin mevcut kiralamalar, izinler, mevcut rezervler ve diğer ekonomik değerlendirmeler kapsamında sahada ne kadar süreyle kömür çıkarmayı planladıklarını kaydediyor.

Kaynak: Global Energy Monitor

Bu veri seti, dünyada faaliyet gösteren kömür madenlerinde doğrudan istihdam edilen yaklaşık 2,7 milyon kömür madencisini kapsamakta ve kömür endüstrisinin 2035 yılına kadar madencilik sektöründe günde ortalama 100 işçiyi etkileyecek şekilde yaklaşık yarım milyon işi kaybetmesinin beklendiğini ortaya koyarak, yaygın sosyal ve ekonomik çekişmeleri önlemek için harekete geçmenin aciliyetinin altını çiziyor. Rapordan öne çıkanlar ise şöyle:

  • Yaklaşık yarım milyon işçi (414.200) 2035’ten önce faaliyeti sona erebilecek madenlerde çalışıyor ve bu durum günde ortalama 100 işçiyi etkiliyor.
  • İklim taahhütleri veya kömürü aşamalı olarak kaldırma politikaları olmasa bile, 2050’ye kadar, kömür endüstrisinin öngörülebilir kapanışları göz önüne alındığında, faaliyette olan madenlerde yaklaşık 1 milyon kömür madeni işi (990 bin 200) artık mevcut olmayacak ve potansiyel olarak mevcut işgücünün üçte birinden fazlası (yüzde 37) işten çıkarılacak
  • Çin ve Hindistan muhtemelen en çok etkilenecek ülkeler olacak: Çin’in Shanxi eyaleti, 2050’ye kadar yaklaşık çeyrek milyon (241 bin 900) ile küresel olarak en fazla iş kaybına uğrayacak eyalet olurken, Hindistan kömürü, yüzyılın ortasına kadar 73 bin 800 ile en büyük potansiyel istihdam kesintisi ile karşı karşıya olan üretici konumunda.

Çin’in üç eyaleti, dünyadaki kömürün dörtte birinden fazlasını çıkarıyor

Kömür madenciliği işleri, ekonomik faaliyetin çıpası oldukları ve yerel tüketici ve bilgi ekonomilerinde yardımcı işgücü ve istihdamı sürdürdükleri uzak kömür bölgelerinde çok büyük bir role sahip olarak görülüyor.

Bu işçilerin büyük çoğunluğu Asya‘da (2,2 milyon iş) çalışıyor ve kömür madeni kapanışlarının en büyük yükünü Çin ve Hindistan‘ın çekmesi bekleniyor. Çin, dünya üretiminin yarısını oluşturan kömürün yüzde 85’inden fazlasını üreten 1,5 milyondan fazla kömür madencisine sahip.

Kuzeydeki Shanxi, Henan ve İç Moğolistan eyaletleri dünyadaki kömürün dörtte birinden fazlasını çıkarıyor ve küresel madencilik işgücünün yüzde 32’sini (yaklaşık 870 bin 400 kişi) istihdam ediyor.

Hindistan’ta her beş madenciden dördü kayıt dışı işçi

Dünyanın en büyük ikinci kömür üreticisi olan Hindistan ise Çin’in Shanxi eyaletinin yaklaşık yarısı büyüklüğünde bir iş gücüne sahip. Ülkede faaliyet gösteren madenlerde resmi olarak yaklaşık 337 bin 400 madenci istihdam ediliyor, ancak bazı araştırmalar yerel madencilik sektöründe her bir doğrudan çalışana karşılık dört “kayıt dışı” çalışan olduğunu gösteriyor.

Devlete ait Coal India, 2050’ye kadar 73 bin 800 doğrudan işçi ile dünyanın en fazla işten çıkarma potansiyeli olan kömür üreticisi olarak görülüyor ve hükümetlerin kömür işçilerinin geçişlerine yönelik planlamalara dahil olma zorunluluğunun altını çiziyor.

Kömür endüstrisinin kendisi de sektörün öngörülemez geleceğinin sorumluluğunu taşıyor. GEM, önümüzdeki on yıllarda kapanması beklenen madenlerin çoğunun, bu operasyonların ömrünü uzatmak veya kömür sonrası ekonomiye geçişi yönetmek için herhangi bir planlama yapılmadığını tespit etti.

‘Kömür madenlerinin kapanması kaçınılmaz’

Küresel Kömür Madeni Takipçisi Proje Yöneticisi Dorothy Mei, “Kömür madenlerinin kapanması kaçınılmaz, ancak işçiler için ekonomik zorluklar ve sosyal çekişmeler kaçınılmaz değil. İspanya‘da olduğu gibi, karbonsuzlaştırmanın devam eden etkilerini düzenli olarak gözden geçiren uygulanabilir geçiş planlaması yapılıyor. Hükümetler kendi adil enerji geçiş stratejilerini planlarken bu ülkenin başarısından ilham almalıdır” dedi.

Kömür Programı Direktörü Ryan Driskell Tate ise “Adil geçişin sadece lafta kalmamasını istiyorsak çalışanları gündemin ilk sırasına koymalıyız. Teknolojiler ve piyasalar enerji dönüşümüne hazırlanırken, kömür madencilerinin ve toplumlarının benzersiz endişeleri konusunda proaktif olmalıyız” ifadelerini kullandı.

‘Hükümetler kendi paylarına düşen yükü üstlenmeli’

Araştırmacı Tiffany Means de “Kömür endüstrisinde yakın vadede kapanacak madenlerin uzun bir listesi var ve bunların çoğu devlete ait işletmeler. Hükümetlerin, temiz enerji ekonomisine geçerken bu işçiler ve toplumlar için yönetilebilir bir geçiş sağlamak üzere kendi paylarına düşen yükü üstlenmeleri gerekiyor” şeklinde konuştu.

İsrail-Hamas savaşında can kaybı 1500’e yükseldi: İsrail intikam için sivilleri öldürüyor

Filistinli Hamas militan grubunun 7 Ekim sabahı Gazze‘den İsrail‘e karşı saldırı başlatmasından ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun savaş durumu ilan etmesinden bu yana bin 500’den fazla kişi hayatını kaybetti.

Bir İsrail Büyükelçiliği dün (9 Ekim) yaptığı açıklamada İsraillilerden ölü sayısının en az 900’e yükseldiğini ve bunların çoğunun siviller olduğunu kaydetti. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uluslararası sözcüsü Yarbay Jonathan Conricus ise 2 bin 500 kişinin yaralandığını bildirdi. Ölenlerin 250’den fazlasını Gazze sınırı yakınlarındaki Supernova müzik festivalinde militanların kalabalığın üzerine ateş açması sonucu saldırıya uğrayan İsrailliler oluşturuyor.

CBS’in aktardığına göre, İsrailli yetkililer ayrıca Hamas savaşçılarının aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu 100’den fazla rehineyi esir olarak Gazze’ye götürdüğünü açıkladı.

Fotoğraf: Mohammed Abed / AFP
‣ İsrail, 50 yılın en ağır saldırısıyla karşı karşıya: Hamas’ın saldırılarında 700 kişi öldü

140’ı çocuk 687 Filistinli hayatını kaybetti

Dün Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, ölenler arasında en az 11 ABD vatandaşının bulunduğu ve bilinmeyen sayıda Amerikalının da kayıp olduğu doğrulandı.

Gazze Sağlık Bakanlığı ise İsrail’in misilleme hava saldırılarında 140’ı çocuk olmak üzere en az 687 Filistinlinin hayatını kaybettiğini ve 3 bin 700’den fazla kişinin yaralandığını aktardı. 

1973 Yom Kippur Savaşı‘nın üzerinden yaklaşık 50 yıl geçmesinin ardından başlayan Hamas kontrolündeki İsrail’e yönelik koordineli ve çok cepheli saldırı uzun süredir devam eden İsrail-Filistin çatışmasında dramatik bir tırmanışa işaret ediyor.

Fotoğraf: Said Khatib / AFP
‣ İsrail Filistin’in Hamas güçlerine karşı ‘savaş’ ilan etti: Ölü sayısı 256’ya yükseldi

‘Tam kuşatma’ altındaki Gazze Şeridi’nde siviller yardım bekliyor

Dün İsrail, Gazze Şeridi’nde “tam kuşatma” ilan ederek kısa süre içerisinde bölgede elektrik, gıda, yakıt ve suyun kesileceğini belirtti. 

Bölgede yaşayan yaklaşık 2,3 milyon kişinin yüzde 80’i İsrail ile devam eden çatışmalar nedeniyle insani yardıma muhtaç durumda.

Hamas militanları tarafından yönetilen bölgenin hava sahası ve kıyı şeridi İsrail’in kontrolünde bulunuyor. Ayrıca sınırlarından kimlerin ve hangi malların geçebileceği de İsrail tarafından belirleniyor. Komşu ülke Mısır da Gazze sınırından geçiş izinlerini sıkı bir şekilde kontrol ediyor.

Bölge sakinleri, 7 Eylül’den bu yana bölgeye yardım ulaşmadığını bildiriyor. Saldırıların başlamasından bu yana İsrail, Gazze’ye gıda ve ilaç dahil tüm malzemelerin girişini durdurdu.

BBC’nin aktardığına göre, Birleşmiş Milletler’in (BM) Filistinli mültecilere yardım kuruluşu UNRWA sözcüsü Juliet Touma, Gazze’deki insanların mevcut durum karşısında “dehşete düştüklerini” ve hem kendilerinin hem de çocuklarının ve ailelerinin güvenliğinden endişe duyduklarını söyledi.

Fotoğraf: Reuters

‘Elektrik, internet yok; su ve gıda tükenmek üzere’

BM Genel Sekreter sözcüsü Stéphane Dujarric, 10’dan fazla sağlık çalışanının öldüğünü veya yaralandığını ve en az yedi sağlık merkezinin hasar gördüğünü söyledi.

Gazze Şeridi’nde birçok insan şu anda elektriksiz ve internetsiz durumda ve yakında temel gıda ve su kaynaklarının tükenebileceği belirtiliyor.

Dujarric, “Su, sanitasyon ve hijyen tesislerinin zarar görmesi 400 binden fazla insana verilen hizmetleri baltaladı Gazze Elektrik Santrali şu anda tek elektrik kaynağı ve onun da birkaç gün içinde yakıtı tükenebilir” dedi.

BM Dünya Gıda Programı‘nın halihazırda ülke içinde yerinden edilmiş 100 bin kadar Filistinliye gıda dağıttığını hatırlatan Dujarric, bu yardımların ilerleyen günlerde sekiz kat artacağını da sözlerine ekledi.

Son kısıtlamalardan önce de Gazze sakinleri yaygın gıda güvensizliği, hareket kısıtlamaları ve su sıkıntısıyla karşı karşıyaydı.

İsrail: Gazze çevresinde tam kontrolü sağladık

İsrail ordusu Gazze çevresindeki bölgelerin kontrolünü tamamen ele geçirerek tam kontrol sağladığını açıkladı.

Times of Israel’in aktardığına göre İsrail ordu sözcüsü Daniel Hagari, İsrail ordusunun istihkam birimlerinin Gazze sınırındaki İsrail çitlerinde Hamas militanları tarafından kullanılan alanları temizlediğini söyledi.

Ordu sözcüsü hala “az sayıda” Filistinli savaşçının “İsrail topraklarında saklandığını” ekledi.

‣ İsrail toplumundan barış çağrıları yükseliyor: Filistin’deki işgale son verin!

‘İsrail sivilleri öldürerek intikam alıyor’

Euro-Med İnsan Hakları Gözlemevi, İsrail güçlerini Gazze’de “sivillere karşı toplu katliam suçu” işlemekle suçladı.

Sosyal medyada yerle bir olmuş bir mahallenin fotoğrafını paylaşan grup, İsrail’in yoğun nüfuslu bölgelere uyguladığı aralıksız bombardımana değinerek “İsrail güçleri sivillere karşı toplu katliam suçu işleyerek Filistinli silahlı gruplardan intikam alıyor” dedi ve ekledi:

“Askeri gereklilik hallerinde dahi İsrail Gazze’ye yönelik saldırılarında uluslararası insancıl hukuk hükümlerine bağlı kalmak zorundadır.”

Sekizinci yılında 10 Ekim Ankara Katliamı’na ilişkin sekiz soru

Bugün 10 Ekim, Ankara’da düzenlenen Barış Mitingi’ne yapılan saldırıda 103 insanın hayatını kaybettiği gün. Katliamın üzerinden sekiz yıl geçti. Davanın avukatları, davanın sekizinci yılında #8yıl8sır diyerek davanın aydınlatılmayan noktalarına dikkat çekerek “Neyi gizliyorsunuz?” diye sordu.

10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu, davanın karanlıkta bırakılan noktalarına işaret ederek şu paylaşımı yaptı:

“Katliamın ardından soruşturma savcıları neden ilk iş olarak dosyaya kısıtlılık uygulanmasını istedi?

Katliamın ardından soruşturma savcılarının ilk yaptıkları iş soruşturma dosyasına kısıtlılık kararı ve yayın yasağı uygulanmasını sağlayarak, soruşturma sürecinde yapılan işlemleri kamuoyundan gizlemek oldu. Böylece mağdur taraf ve kamuoyu yapılan hiçbir işlemden bilgi sahibi olamadı ve soruşturma sürecine dahil edilmedi. Ancak dava sürecinde görüldü ki soruşturma esnasında deliller doğru düzgün toplanmamış, failler ciddi olarak araştırılmamış, en önemli deliller mahkemeden ve kamuoyundan gizlenmiş, katliam faillerine yol veren ve görevini yapmayan kamu görevlilerine hiç dokunulmamış. Soruşturmanın gizliliği aslında gerçekleri gizlemek için kullanılmış.

Katliamı organize eden en önemli failler neden canlı ele geçirilmedi?

Sekiz yıldır kimliği tespit edilmeyen canlı bombanın beyaz ayakkabısından katliamı çözdüğünü iddia eden emniyet, her nedense katliamın en önemli faillerini canlı ele geçirmedi. Canlı bombaları taşıyan H.İbrahim Durgun ve katliamı organize eden Yunus Durmaz’ın yakalanmak üzereyken şüpheli bir şekilde çatışmada kendilerini patlattıkları ileri sürüldü. Diğer önemli bir fail olan M. Kadir Cebael’in de aynı şekilde çatışmada öldüğü iddia edilse de yapılan otopside bitişik atışla (yakın mesafeden ateş edilerek) öldürüldüğü anlaşıldı. Katliam faillerinden en önemlilerinin canlı ele geçirilmemeleri, katliamla ilgili açığa çıkması istenmeyen sırlar olduğunu gösteren en önemli noktalardan biridir…

Katliama dair mülkiye müfettişleri raporunun bazı bölümleri neden ısrarla saklanıyor? Raporda gizlenen hangi gerçekler var?

Katliamla ilgili İçişleri Bakanlığı mülkiye müfettişleri tarafından düzenlenen ön raporda bir kısım Ankara Emniyet Müdürlüğü amirleri hakkında katliamdan önce gelen istihbaratları gizlemeleri ve dikkate almamaları sebebiyle soruşturma açılması gerektiği belirtilmiştir. Ancak bu rapora rağmen hiçbir polis amiri hakkında soruşturma yapılmamıştır.

Ayrıca müfettiş raporunun tamamı bugüne kadar türlü engellemelerle mağdur tarafa verilmemiştir. Müfettiş raporu, bazı bölümlerinin hala ısrarla gizlenmeye çalışılması sebebiyle halen 10 Ekim Ankara katliamının ortaya çıkarılmayı bekleyen sırlarından biri olmaya devam etmektedir.

Katliamdan 10 gün önce bomba malzemesi alırken ihbar edilen katliam failleri neden katliamdan önce yakalanmadılar?

Canlı bombalar Ankara’ya gelirken onlara eskortluk yapan Yakub Şahin ile örgütün nakliyecisi Hüseyin Tunç, katliamdan 10 gün önce Nizip’te bomba malzemesi satın alırken satıcının şüphelenmesi ve emniyete ihbar etmesi üzerine aslında katliamdan 10 gün önce emniyet tarafından tespit edilmişlerdi. Nizip Emniyeti‘nin kimliklerini Gaziantep Emniyeti‘ne bildirmesine rağmen katliamdan önce haklarında hiçbir işlem yapılmadı ve yakalanmadıkları için katliam hazırlıklarına 10 gün boyunca devam ettiler. Ayrıca katliamı soruşturan Ankara Emniyeti ve Ankara Savcılığı’nın katliamdan sonra kendilerine gelen bu ihbarla ilgili evrakı gizlediği ve soruşturma dosyasına koymadığı da sonradan ortaya çıktı. Katliamdan önce haklarında ihbar olmasına ve teknik takipte olmalarına rağmen Gaziantep Emniyeti’nin bu katliam faillerini neden yakalamadığı ve katliamı soruşturan Ankara Emniyeti ve Ankara Savcılığı’nın bu ihbarla ilgili evrakı neden gizledikleri soruları sekiz yıldır halen cevaplanmış değil…

Katliamdan önce adım adım izlendikleri anlaşılan katliam faillerinin ve canlı bombaların sınırdan geçmelerine kimler, neden göz yumdu?

Katliamı gerçekleştiren failler, canlı bombalar, silahlar ve mühimmatlar, Suriye sınırından Türkiye’ye getirilmişti. Bu sınır geçişlerini organize eden katliamın firari sanığı olan İlhami Balı ve ekibi, aynı zamanda sınırlardan çok sayıda yabancı militanın Suriye’ye ve Türkiye’ye girip çıkmasını da sağlamıştı. İlhami Balı, yıllar boyunca tüm faaliyetleri emniyet ve jandarma tarafından sıkı takipte olmasına ve hakkında çok sayıda soruşturma bulunmasına rağmen nedense yakalanmadı ve hiçbir engelleme ile karşılaşmadan faaliyetlerini rahatlıkla sürdürdü. IŞİD militanlarının sınır geçişlerine göz yuman kamu görevlileri hakkında ise hiçbir işlem yapılmadı. Sınırlardaki IŞİD faaliyetlerinin bilinmesine rağmen yıllarca neden engellenmediği ve binlerce militanın geçişine kimin neden izin verdiği sorularının cevapları ise henüz verilmedi.

Sanıklara ait dijital deliller ve sanıklar hakkındaki istihbarat raporları neden dosyaya gönderilmedi?

Yargılama süresi boyunca sanıkların üzerlerinde ve hücre evlerinde ele geçirilen dijital materyallerin sadece bir kısmı ilgili yerlerden mahkemeye gönderildi. Bu delillerin de sadece bir kısmı üzerinde inceleme yapıldı. Böylece dosyadaki önemli delillerden bir kısmı tam olarak incelenmemiş ve gizlenmiş oldu.

Ayrıca sanıklarla ve katliamla ilgili pek çok önemli bilgi bulunduğu anlaşılan istihbarat raporları da dosyaya getirtilmedi. Hatta sanıklardan biri katliamdan önce katliam faillerini emniyete ihbar ettiğini bildirmesine rağmen bu konu da araştırılmadı. Böylece faillerin faaliyetlerini ve irtibatlarını açığa çıkaracak dijital deliller ile katliamdan önce sanıkları adım adım izlediği anlaşılan emniyetin sanıklar hakkındaki elinde bulunan istihbarat bilgileri dosyanın aydınlatılmamış sırlarından biri olarak kaldı.

Katliam faillerinden bazılarının gerçek kimlikleri neden hala neden tespit edilmedi? Faillerinin bir kısmına neden dava bile açılmadı?

Emniyetin, katliam failleriyle birlikte IŞİD’in Gaziantep’teki gizli hücre evleri ve depolarına girip çıktıklarını tespit ettiği, ancak gerçek kimliklerinin tespit edilmesi için ciddi bir araştırma yapmadığı ve sadece x-y olarak kodlamakla yetindiği 32 IŞİD’li hakkında bugüne kadar dava açılmadı. Katliamın talimatını verdiği anlaşılan Ebu Zeyneb kod adlı IŞİD emirinin de gerçek kimliği tespit edilmedi ve hakkında dava açılmadı. Ayrıca isimleri ve faaliyetleri bilinen bazı katliam failleri hakkında da tüm deliller görmezden gelinerek dava açılmadı. Bu şekilde aslında sanık olması gerektiği halde haklarında dava açılmayan katliam failleri hakkında ısrarlı taleplerimiz üzerine açılan soruşturmada ise ‘kısıtlılık’ kararı verilerek, 8 yılın sonunda bile hala bazı faillerin faaliyetleri ve bağlantıları gizlenmeye çalışılıyor. Bu katliam faillerinin bugüne kadar neden yargılanmadıkları sorusu ise katliamın sırlarından biri olarak hala ortada duruyor…

Katliamla ilgili tüm gerçeklerin kamuoyuna açıklanmadığını ve bazı gizli bilgilere sahip olduklarını iddia eden siyasiler neden tüm bildiklerini açıklamıyorlar?

2015 yılı Haziran ve Kasım aylarında gerçekleşen iki seçim arasında yaşananlar ve katliamlar, o zamandan beri çok tartışıldı ve tüm gerçekler açığa çıkarılmadığı için bundan sonra da tartışılmaya devam edilecek. Bu konuda başta o dönemin başbakanı olarak siyasi sorumluluğu olan Ahmet Davutoğlu olmak üzere farklı siyasetçiler tarafından çeşitli zamanlarda katliamlarla ilgili ‘tüm gerçeklerin açıklanmadığına’ dair çeşitli zamanlarda açıklamalar yapıldı. Bu açıklamaların ortak noktası ise katliamları aydınlatmak amacıyla değil, kendi siyasi çıkarlarına göre bu ‘gizli’ bilgilerin siyasi şantaj malzemesi olarak kullanılması amacıyla yapılmış olmasıydı. Tanık olarak mahkemelere gelip, bildikleri tüm gerçekleri anlatmaları yönündeki ısrarlı çağrılarımızı yanıtsız bırakan siyasilerin bu tavrı, katliamla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmakta samimi olmadıklarını da açıkça göstermektedir. Ancak yapılan bu açıklamalar, 10 Ekim Ankara katliamıyla ilgili kamuoyuna açıklanmayan gerçekler ve karanlıkta bırakılan sırlar bulunduğunun açık itirafları olarak tarihe geçmiştir.”

Bakan Bayraktar’ın Akkuyu açıklamasına tepki: Doğruyu söylemiyor

Mersin‘in Gülnar ilçesinde inşaatı devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santrali‘nin (NGS) bir Rus yatırımı olmasına rağmen Türkiye‘deki herhangi bir yabancı yatırımdan hiçbir farkının olmadığını söyleyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar‘a uzmanlar tepki gösteriyor.

Birkaç gün önce Akkuyu Nükleer A.Ş‘nin CEO’su ve Yönetim Kurulu Başkanı Anastasia Zoteeva bir Rus kanalına verdiği röportajda Akkuyu Nükleer Santrali hakkında “Kendimiz için inşa ediyoruz. Bu nükleer santral Rusya‘ya aittir” ifadelerini kullanmıştı.

Bakan Bayraktar ise Zoteeva’nın sözleri üzerine “Akkuyu Nükleer A.Ş., Türkiye Cumhuriyeti‘nin vergi mevzuatına, hukuk kurallarına göre çalışan bir şirket, bir Türk şirketidir. … Orada yapılan bir doğal gaz santralinden, geçmişte yapılan bir kömür santralinden, rüzgar, güneş enerjisi santralinden hiçbir farkı yok bu yatırımın” açıklamasında bulunmuştu.

‣ Akkuyu NGS CEO’su: Santral bizim, onu kendimiz için inşa ediyoruz

‘Anlaşmanın esaslarını belirleyen alt anlaşmalar söz konusu’

Yeşil Gazete Nükleer Editörü ve nükleersiz.org Koordinatörü, bağımsız araştırmacı Dr. Pınar Demircan, Bakan Bayraktar’ın söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını vurguladı. Demircan, Yeşil Gazete’ye yaptığı değerlendirmede “Sayın Enerji Bakanı Bayraktar’ın açıklamalarını okuyunca yurttaşlara mevcut projenin farklı yanlarının gösterildiğini anlıyoruz” diyor: “Zira Bakan Rusya Federasyonu ile anlaşmanın Rusya tarafına bir üstünlük vermediğini savunurken zaten anlaşmada ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde nükleer yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil olmak üzere nükleer yakıt döngüsü hakkındaki işbirliği ve teknoloji transferi Taraflarca mutabakata varılacak ayrı koşullar çerçevesinde yürütülecektir’ deniliyor.”

Demircan, bunun anlaşmanın esaslarını belirleyen alt anlaşmaların söz konusu olduğu anlamına geldiğini belirterek ekliyor:

“Bu da bizi reaktör anlaşmasını sorgulamaya götürüyor. Eğer Türkiye ile Rusya arasındaki Hükümetlerarası Anlaşmanın manasını sorgulayacak olursak, bu anlaşmanın önemi daha ziyade bu anlaşma ile Anayasanın dışından dolaşılmasıdır. Zira bu anlaşmanın yapılmasından önce Anayasanın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında da, ‘Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa‘ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz’ ibaresi eklenmiştir.”

‣ Akkuyu nükleer santrali Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşındı: İnsanlığa karşı suç işleniyor

‘NGS’ye itirazların Anayasa içinden yapılması önleniyor’

Bu şekilde nükleer santral projesine itirazların Anayasa içinden yapılmasının önlendiğini kaydeden Pınar Demircan, “Dolayısıyla toplumsal güçler ve yurttaşlar olarak Akkuyu NGS projesine karşı itirazlar yalnızca Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçleri üzerinden gerçekleştirilebilmiştir” diye belirtiyor.

Dr. Demircan, bu hükümetlerarası anlaşmaya ulaşmak isteyen okuyucuları Resmi Gazete‘ye yönlendiriyor.

Rusya Federasyonu ile Türkiye arasında yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil olmak üzere nükleer yakıt döngüsüne ilişkin yapılmış olan anlaşmaya dair detaylar, linkin beşinci Maddesinde Proje Şirketine dair açıklamalar arasında yer alıyor.

Demircan’a göre, Yap-Sahip ol-İşlet Reaktör finansman anlaşmasının detaylarını içeren bu kısımda projenin sahibinin Rusya olduğu açık. Burada “Rus Yetkili Kuruluşları’nın Proje Şirketi’ndeki toplam payları, hiçbir zaman %51’den (yüzde elli birden) az olamaz. Proje Şirketi’nin geride kalan azınlık hisselerinin dağıtımı, her zaman, ulusal güvenlik ve ekonomi konularında ulusal çıkarların korunması amacıyla Tarafların rızasına tabidir” ifadeleri yer alıyor.

‣ Nükleer karşıtları Fukuşima’dan Akkuyu’ya uzanan nükleer tehdidine dikkat çekti

‘Bırakın yüzde 51’i, projenin yüzde 100 sahibi Rusya’

Aynı bölümde “Proje Şirketi, NGS tarafından üretilen elektrik de dahil olmak üzere, NGS’nin sahibidir. Proje Şirketi, Rus Tarafı’nca yetkilendirilen şirketlerin doğrudan veya dolaylı olarak başlangıçta %100 (yüzde yüz) hisse payına sahip olacak şekilde, Türkiye Cumhuriyeti kanunları ve düzenlemeleri kapsamında anonim şirket şeklinde kurulur” yazdığına da dikkati çeken Demircan, bu ,fadelerin projenin tamamının Rusya’ya ait olduğuna işaret ettiğini belirtiyor:

Yani günümüzde bırakın yüzde 51’i, projenin yüzde 100 sahibi Rusya’dır. Bu anlaşmada Türkiye tarafının her tür lisans izinleri vermekle yükümlü olduğu da yazar. Türkiye’de Akkuyu NGS stratejik yatırım olarak tanımlanarak 6745 Sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun üzerinden çok çeşitli imtiyaz ve teşviklere kavuşturulmuştur.”

Dr. Pınar Demircan, şunları ekliyor:

“Sayın Bakanın Akkuyu NGS’nin Türk hukukuna tabii olduğu sözlerine ilişkin de belirtmek isterim ki 1999 yılında Türkiye’de uluslararası projelere ilişkin ev sahibi ülke ile yaşanacak uyumsuzlukların çözümü için Tahkim Kanunu kabul edilmiştir. Yani Akkuyu NGS kaynaklı sorunlarda başvuru mercii Tahkim mahkemeleri olacaktır. Bu durumda verdiğimiz linkte 17’inci Maddede ‘6. Tahkim kurulu kararını oy çokluğuyla alır. Bu karar, her iki Taraf için de nihai ve bağlayıcıdır” ibaresinde net olarak görülmektedir.”

‣ Pınar Demircan: Türkiye Akkuyu NGS projesini iptal etmeli
‣ Pınar Demircan: Türkiye, Akkuyu Nükleer Santrali’yle kendi Fukuşima’sını yaratıyor

‘Bakan yalan söyleyerek halkı manipüle etmeye çalışıyor’

Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri Gönüllü Avukatı İsmail Hakkı Atal, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın Akkuyu NGS’nin bir Türk şirketi olduğu yönündeki iddialarına yanıt vererek “Enerji bakanı panikle, yalan söyleyerek olayı kapatmaya çalışıyor” ifadelerini kullanıyor.

Akkuyu NGS’nin bir ülke topraklarında mülkiyeti, yönetimi, işletilmesi başka bir ülkeye ait olarak planlanan ilk ve tek nükleer santral olduğunun altını çizen Atal, “Enerji bakanı açıkça yalan söyleyerek halkı manipüle etmeye çalıştı. Evet, Bakan açıkça yalan söylemekte ve Türkiye’yle Rusya arasında imzalanan ikili uluslararası anlaşmanın aksini iddia etmektedir” diyor.

Av. Atal da 2010 yılında Türkiye ile Rusya arasında imzalanan ikili uluslararası anlaşmanın Demircan’ın atıfta bulunduğu maddesine dikkati çekiyor ve ekliyor:

“Akkuyu Nükleer yüzde 100 Rus hissesiyle, Rus mülkiyetinde kurulacaktır. Yine aynı maddenin dördüncü fıkrasına göre Rusların hissesi hiçbir zaman yüzde 51’in altına düşmeyecek, geri kalan yüzde 49 hisseyi de Türklere veya başka birine verip vermemesi tamamen kendi inisiyatifinde, isteğinde olacaktır.”

‣ ‘Akkuyu’yu neresinden tutsak elimizde kalıyor: Koşar adım felakete gidiyoruz’

‘Nükleer felaket olursa Rusya sorumluluk üstlenmeyecek’

Nükleer Düzenleme Kurumu Kanununun dördüncü maddesinin ikinci fıkrasına değinen İsmail Hakkı Atal, bu madde ile yabancıların Türkiye’de kurdukları şirketler vasıtasıyla nükleer santral sahibi olmasının önünün açıldığını belirtiyor.

Atal, ikili uluslararası anlaşmanın altıncı maddesine göre üçüncü taraf sorumluluğun tamamen Türkiye’ye ait olduğunu vurguluyor ve bunun ne anlama geldiğini açıklıyor:

Yani burası patlarsa zıplarsa bir kaza olursa Ruslar hiçbir şekilde sorumluluk üstlenmeyecek; Akdeniz‘deki tüm ülkelere, Libya, Mısır, Cezayir, Tunus, Fransa, İtalya, Yunanistan, İspanya… hepsine karşı maddi tazminat sorumluluğu Türkiye’ye ait olacaktır.”

‣ Sinop’a da talip olan Rosatom, Akkuyu NGS’nin aynısını önerdi

‘Türkiye Akkuyu ile nükleer teknoloji sahibi olmayacak’

Uluslararası anlaşmanın 15 maddesinin birinci fıkrası inceleyen Av. Atal, Akkuyu NGS ile Türkiye’nin nükleer teknoloji sahibi olacağı iddialarının da kamuoyunu yanılttığının altını çiziyor:

“Ruslar hiçbir şekilde Türkiye’ye nükleer enerji teknolojisi transferi yapmayacaktır. Yani kamuoyuna söylenenlerin aksine Türkiye bu konuda hiçbir zaman nükleer teknoloji sahibi olamayacaktır. Ruslar Türkiye ile Rusya arasında imzalanan anlaşmanın 15’inci maddesinin ikinci fıkrasına göre bu konuda tüm yetkiyi kendilerine almışlardır.”

Atal, “İşte Anastasia Zoteeva şimdi bu gerçeği itiraf etti; ‘Akkuyu ve nükleer santrali tamamen bize aittir, Ruslara aittir’ dedi. Buna karşı geçtiğimiz gün enerji bakanı yalan söyleyerek hayır bu bir Türk şirketidir dedi” diye belirtiyor: “Oysaki bu işte gördüğünüz gibi uluslararası anlaşmayla belirlendiği, Nükleer Düzenleme Kurumu Kanunuyla belirlendiği şekilde bir Türk şirketi değil, tamamen Rus devlet şirketi Rosatom’a, yani Rusya Devleti’ne aittir.”

Akkuyu

‣ ‘İskenderun körfezindeki bir depremle Akkuyu Çernobil’e dönüşebilir’
‣ Ekoloji savunucuları uyarıyor: Çernobil ve Fukuşima’da yaşananlar Akkuyu’da tekrarlanmasın

‘Akkuyu, Türkiye tarihindeki en büyük milli güvenlik tehdidi’

Av. İsmail Hakkı Atal, Rusya’nın yakın tarihlerde Suriye ve Ukrayna‘da gerçekleştirmiş olduğu bazı operasyonları anımsatarak, Türkiye sınırlarında nükleer güve sahip olmasının Rusya’yı büyük bir milli güvenlik sorunu haline getirdiğinin altını çiziyor.

Santralin yönetim kurulu üyelerinin tamamen Ruslardan oluştuğunu ve aralarında bir tane dahi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulunmadığını vurgulayan Atal, şunları söyleyerek Akkuyu NGS’nin inşaasına son verilmesi çağrısında bulunuyor:

“Emperyalist, sömürgeci, faşist bir devlet olan Rusya’ya ait olan bu nükleer santral Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük milli güvenlik tehdididir. Nitekim 27 Ocak 2020 tarihinde Suriye’nin kuzeyinde İdlib‘de Ruslar 33 askerimizi şehit etti. Ve bu yıl 12 Mart 2023 tarihinde bu sömürgeci emperyalist Rusya Ukrayna’daki Zaporijya nükleer santraline bir füze atarak hatta birden fazla füze atarak bütün dünyayı nükleer bir facianın eşiğinden döndürdü. Ve bugün emperyalist, sömürgeci, faşist bir devlet olan Rusya devletine Türkiye Cumhuriyeti Devleti topraklarında ait olan; yönetimi, mülkiyeti, sermayesi her şeyi Rusların olan bu nükleer santral Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli, en büyük ulusal güvenlik tehdididir. Türkiye, egemenlik haklarını kullanarak bir an önce Rusya Devleti’ni Türkiye’den çıkarmalıdır.”

‣ Erdoğan Putin’le görüştü: Akkuyu, Sinop, üçüncüyü de farklı bir merkezde yapacağız 
‣ Erdoğan: Putin’e iki yeni nükleer santral yapımını önerdim

İkizköy 11 Ekim’de mahkemeye yürüyor: Siz de geliverin gari!

Limak ve IC-İçtaş iştiraki YK Enerji‘nin termik santraline kömür tahsis etmek için yok edilmeye çalışılan Akbelen Ormanı için İkizköylüler 11 Ekim’de yürüyüş başlatacak.

11 Ekim günü Muğla İdare Mahkemesi‘nde görülecek Akbelen Ormanı’nın maden işletmeciliğine tahsisinin iptali ve maden işletme ruhsatı ile izninin iptali davalarının duruşmaları öncesi İkizköylüler, adalet yürüyüşüne geçecek. Akbelen ormanına adalet gelmesi için yürüyecek İkizköylüler yurttaşlara şöyle sesleniyor:

“Ey gidi dostlar, duymayan kalmasın! Duyanlar duymayanlara duyursun. 11 Ekim’de Akbelen’in davası var. Bu yüzden 11 Ekim’de mahkemeye yürüyeceğiz. Köylerimiz, vatanımız için yürüyeceğiz. Zeytinleriimiz, incirlerimiz, cevizlerimiz, ürettikelerimiz, suyumuz, havamız, ekmeğimiz, aşımız, yemeğimiz, geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimiz, çocuklarımız, torunlarımız için yürüyeceğiz. Akbelen, Muğla, Bodrum, Milas, Türkiye, adalet için yürüyeceğiz. 11 Ekim’de Akbelen için adalet yürüyüşünde buluşalım. Hadi yürüyün! Siz de geliverin gari!”

Akbelen keyfi uygulamalar, ekokırım ve işkenceyle abluka altında: Sizi çağırıyor
Akbelen’de avukatların alınmadığı arazi tespiti
Tespite bir kala: Çadırlarını jandarmanın aldığı Akbelen direnişçileri tarlada nöbette

Akbelen abluka altında: Sizin evinizin tapusunun da garantisi yok
Şafak vakti Akbelen nöbet alanına jandarma müdahalesi: Alan boşaltılıyor
Akbelen Ormanı Yaşıyor: Mücadele edip duruz

Başbakan Sunak, ’15 dakikalık şehirlere’ savaş açtı!

Bir fincan kahve içmek için gereken sürede, gitmeniz gereken hemen hemen her yere yürüyerek veya bisikletle gidebileceğiniz bir şehir hayal edin. Mağazalar, tıbbi tesisler ve sanatsal alanlar mahallelere yayılacak. Uzaktan ve evden çalışma benimsenecek. Çocuklar daha temiz hava soluyarak okula kolayca ve güvenli bir şekilde bisikletle gidebilirler. İşe gidip gelme ihtiyacının azalmasıyla daha sessiz sokaklar parklara bile dönüştürülebilir. Etrafı dolaşmak için gereken süre nedeniyle “15 dakikalık şehir” olarak bilinen bu model, yerel yaşama dönüşü ve daha yeşil, daha sağlıklı, daha sürdürülebilir bir yaşam tarzını vaat ediyor.

Kulağa cennet gibi gelse de Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak, öyle düşünmüyor.

Guardian‘ın aktardığına göre,  Başbakan, geçen hafta yapılan parti konferansı öncesinde verdiği bir röportajda 15 dakikalık şehir konseptinin, “işe gitmek için arabalarına bağımlı olan, alışverişlerini yapan, doktora görünmek isteyen, çocuklarını okula götüren sürücülere yönelik” amansız bir saldırı” olduğunu söyledi.

Ulaştırma Bakanı Mark Harper ise daha ileri giderek delegelere 15 dakikalık şehirler konseptinin “İşçi Partisi destekli bir hareket olduğunu… A noktasından B noktasına istediğiniz şekilde gitme özgürlüğünüzü ortadan kaldıran bir hareket” olduğunu öne sürdü: “Kötü olan ve hoş görmememiz gereken şey, yerel konseylerin mağazalara ne sıklıkta gideceğinize karar vermesi, yolları kimin ve ne zaman kullanacağına karar vermesi ve tüm bunları CCTV ile denetlemesi fikridir.”

Harper, hükümetin, “kurallara uymamaları halinde” karayolu kullanımını kısıtlayan “aşırı hevesli” kent konseylerini durdurmanın yollarını arayacağını da ekledi.

‘İnsanlara 15 dakika içinde evlerine erişmeyi dayatıyorlar!’

İlk kez 2016 yılında Paris‘teki Pantheon-Sorbonne Üniversitesi’nde şehir planlama alanında çalışan Kolombiyalı Carlos Moreno tarafından ortaya atılan “15 dakikalık şehir” modeli, Paris’in dışında aralarında Seattle, Bogotá, Melbourne, Şangay‘ın da bulunduğu birçok kent yönetimi tarafından benimsendi. Birleşik Krallık’ta ise Oxford, Bristol, Birmingham ve Canterbury gibi şehirlerin yöneticileri programın farklı versiyonlarını önerdi.

Ancak bu çalışmalar, insanların “iklim takıntılı otoritelerden” oluşan bir grup tarafından son derece kısıtlı bölgelere hapsedilmesine yol açacak “büyük bir sıfırlama” hakkındaki komplo teorileriyle karşı karşıya. Bu kişiler, iklim krizinin, kötü niyetli güçlerin bireysel özgürlükleri kısıtlamasına izin veren bir tertip olduğuna inanıyor.

Carlos Moreno, “Bu tamamen çılgınlık” diyor: “Argümanlarını gerçekte incelemek istersek, onların argümanları yok, sadece sahte bilgileri var. Hiçbir zaman, asla, asla insanların işe gidip gelmek veya başka bir şey için seyahat etmesini sınırlamayı önermedim.”

Modelinin “yerel işlere, yerel ticarete, yeşil alanlara, spor faaliyetlerine, kültürel faaliyetlere daha sağlıklı yakınlık içinde yaşamaya yönelik bir kentsel politika” olduğunu belirten Moreno, şunları söylüyor: “Bu, ekonomimizi ve ekolojimizi daha fazla bisiklete binilebilirlik, daha fazla yürünebilirlik ile özgürleştirmenin bir yoludur. Bu bir trafik planı değil. Şehirler için yeni bir trafik planı önermedim. Arabalara karşı bir savaşta değilim”

Muhafazakar Parti ise umutsuz oylama rakamları arasında sağa doğru yöneliyor gibi görünüyor, ancak bilinen bir komplo teorisini açıkça çağrıştırmaları yeni bir alan. BBC‘ye verdiği röportajda Enerji Bakanı Andrew Bowie, yerel yetkililerin “insanlara, evlerine 15 dakika içinde hizmetlere erişmeyi seçmeleri gerektiğini dayattıklarını” kaydetti.

Halk ikiye bölündü, hükümet komplo peşinde

Komplo teorilerini ve bunların sosyal etkilerini araştıran Nottingham Üniversitesi‘nde sosyal psikoloji alanında yardımcı doçent olan Daniel Jolley , “Bu ülkede hükümetin komploya yöneldiği başka bir örnek düşünemiyorum” diyor: “Hükümet genel olarak Covid veya iklim değişikliği gibi konularda komplocu söylemlere başvurmadı, dolayısıyla bu benzersiz bir gelişme gibi görünüyor.”

Modelini 2010’da geliştirmeye başlayan Moreno ise pandeminin ardından  Milano‘daki gibi bazı şehir yetkililerinin daha iyi toplulukları yeniden inşa etmenin bir yolu olarak 15 dakikalık şehirlere yöneldiğini ancak komploculara göre bu modelin devlet kontrolüne ilişkin daha geniş bir korku nedeniyle ortadan kaybolduğunu belirtti.

Plana karşı şehir dışından gelen aşırı sağ aktivistler de dahil olmak üzere gürültülü protestolar düzenlendi ve yerel meclis üyeleri ölüm tehditleri aldı . Tartışmalı Kanadalı akademisyen Jordan Peterson, Oxford için Moreno’nun önerdiği model için çevre yolunun haritaları eşliğinde “aptal zalim bürokratlar” hakkında tweet atarak devreye girdi .

Anket verileri ise “15 dakikalık şehirler fikrine ülke çapında oldukça makul bir destek olduğunu” gösteriyor. YouGov, Britanyalıların %62’sinin planın kendi bölgelerinde benimsenmesini destekleyeceğini buldu.

Gözdağı ve ölüm tehditleriyle de karşı karşıya kalan Moreno, Sunak’a “kendini toparlaması ” çağrısında bulundu. “Başbakan’ın iklim değişikliğiyle mücadelenin hayati önemini dikkate almaması çok yazık. Ortak düşmanımız 15 dakikalık şehirler ya da ben değilim. Ortak düşmanımız iklim değişikliğidir.”

Özgürlük Yürüyüşü’nün 9’uncu gününde adımlar tarikatların karanlığına karşı atıldı

Türkiye İşçi Partisi (TİP), tutuklu Hatay Milletvekili Can Atalay‘ın da aralarında bulunduğu Gezi Davası tutuklularının cezalarının onanmasına karşı Hatay’dan Ankara‘ya başlattığı “Özgürlük Yürüyüşü”nün dokuzuncu gününde TİP Genel Başkanı Erkan Baş, Aladağ’da tarikat yurdundaki yangında hayatını kaybeden çocuklar için yürüdüklerini söyledi. Baş şunları dile getirdi:

“Adana dendiğinde Can Atalay ismiyle yan yana geldiğinde maalesef bizim aklımıza Aladağ’da yitirdiğimiz gencecik kardeşlerimiz, kız çocuklarımız geliyor. Biz bugün adımlarımızı tarikatların karanlığına teslim olmayacağımızı, ülkemizi yobazın karanlığına teslim etmeyeceğimizi göstermek için özgürlük için atıyoruz.”

Almanya ‘sağa çekiyor’: Eyalet seçimlerinde iktidar ortakları kan kaybetti, aşırı sağ patlama yaptı

Almanya‘da Eyalet Meclisi seçimlerini Bavyera’da Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Hessen‘de ise Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU)  ilk sırada tamamladı. İktidardaki Sosyal Demokrat, Yeşilller ve Liberaller ise büyük ölçüde kan kaybetti.

Aşırı sağ, göç ve ekonomik konuların öncelikle ön plana çıktığı seçimlerden en kazançlı çıkan faşist Almanya için Alternatif Partisi (AfD) partisi oldu. AfD, her iki eyalette de ikinci büyük parti konumuna yükseldi. Federal Hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller Partisi ve Hür Demokrat Parti (FDP), her iki seçimin de kaybedenleri oldu.

“Muhafazakar siyasetin kalesi” olarak bilinen iki eyalette yaşayan 14 milyon kayıtlı seçmen, ülkedeki toplam seçmenin beşte birini oluşturuyor. Seçimlerin Başbakan Olaf Scholz‘un iki yıldır iktidarda bulunan koalisyon hükümeti için “güven oylamasına” dönüştüğü belirtiliyor. Almanya’nın en büyük eyaleti Bavyera’daki iktidar oylarının düşüşü de “ilk yarı karnesi”nin kırık notlarla dolu olduğunu gösteriyor.

Sonuçları iktidar için “felaket” olarak yorumlayan ülkenin en çok satan haftalık Der Spiegel Dergisi, “İki yıl içinde yeniden seçilmek istiyorsa koalisyon hükümetinin baştan aşağı  toparlanması gerekiyor” değerlendirmesi yaptı.

Alman sağının yükselişi

Euronews‘in aktardığına göre, sandık çıkış anketlerinde Yeşiller’le koalisyon hükümeti yürüten CDU, Hessen’de 2018’deki seçimlere göre oyunu 8,5 puan artırarak yüzde 35,5 ile birinci sırada yer aldı. Bavyera’da ise CSU oyların yüzde 37’sini alarak birinci parti oldu. CSU’nun oyları bir önceki seçime göre 0,2 puan azaldı. Hessen’de son 24 yıldır yerel seçimleri ana muhalefetteki CDU, Bavyera’da ise 1957 yılından bu yana CSU kazanıyor.

AfD, yüzde 18,4 (+5,3) oyla Hessen Eyaleti’nde de ikinci parti konumuna yükselirken Yeşiller yüzde 14,8 (-5), SPD yüzde 15,1 (-4,7), FDP yüzde 5 (-2,5) ve Sol Parti yüzde 3,1 (-3,2) oy aldı.

Yeşiller Partisi’nin, bir önceki seçimlere göre oyları, Bavyera’da 4,3, Hessen’de ise 1,6 puan azaldı.

Yeşiller’in Hessen Eyaleti Başkanı ve Eyalet Başbakan Yardımcısı Tarek Al-Wazir,  seçim sonuçlarından memnun olmadıklarını, daha iyi bir sonuç beklediklerini söyledi. Bununla birlikte CDU ile koalisyon hükümetini sürdürmek istediklerini de sözlerine ekledi.

Bavyera’da da en büyük sıçramayı ise aşırı sağcı AfD yaptı. Bir önceki seçime göre oyunu 4,8 puan artıran AfD yüzde 15 ile üçüncü en çok oy alan parti oldu.  Yeşiller yüzde 14,4 (-3,2), Freie Wähler yüzde 15,8 (+4,2), SPD yüzde 8,4 (-1,3), FDP yüzde 3 (-2,1) oy aldı.

SPD hezimet yaşadı

Başbakan Olaf Scholz’un partisi SPD ise, daha önce de başbakanlığa aday olmuş ve halen  Federal İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Nancy Feaser ile beş yıl önce yapılan seçimlere göre Hessen’de 3,8, Bavyera’da ise 1,2 puan kaybetti. Feaser,  bu eyalette yüzde 15 oranında oy alabildi.

Koalisyon ortağı partilerden Hür Demokrat Parti (FDP) Bavyera’da yüzde 3 oy ile meclis dışında kalırken, Hessen’de yüzde 5’lik seçim barajını geçip geçmeyeceği oyların tamamının sayılmasının ardından belli olacak.

Bu sonuçların ardından Bavyera’da halihazırdaki hükümet olan CSU ve Özgür Seçmenler Partisi’nin (FW) görevine devam etmesi bekleniyor. Hessen eyaletinde ise CDU’nun yine Yeşiller ile olan hükümet ortaklığını devam ettireceği öngörülüyor.

 

Seferihisar Çocuk Festivalinde çocuklar sürdürülebilirlikle tanıştı

İzmir‘in Seferihisar ilçesinde çocuklara sürdürülebilirlik ve sanat farkındalığı kazandırılmasını hedefleyen Seferihisar Çocuk Festivali‘nin üçüncüsü 7 Ekim’de Tepecik Mahallesi’nde gerçekleştirildi.

Seferihisar Belediyesi’nin desteğiyle Kültür, Ekoloji, Çevre ve İletişim (KEÇİ) Derneği ve Atölye Pia tarafından düzenlenen festivalde atölyelere katılan yüzlerce çocuk daha sürdürülebilir bir dünya için ileri dönüşümü uygulamalı olarak keşfetti.

Çocukların sahne aldığı tiyatro oyunu “Meteor” ile açılan festivalde gün boyu 18 ayrı atölye gerçekleşti. Çocuklar ileri dönüşüm atölyelerinde pet şişelerden, kumaşlardan, yumurta kartonlarından, yapraklardan, gazete kağıtları ve kartonlardan kalemlikler, oyuncaklar, süs eşyaları, ritim aletleri, sevimli korkuluklar ve kuklalar yaptı.

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

‘Çöpe gidecek atıklar etkinlik aracına dönüştü’

Bilim, arkeoloji, ahşap oyuncak, yün keçe, taş boyama, tohum topu atölyeleri çocukların yoğun ilgi gösterdikleri atölyeler oldu. Atölyeler dışında çocuklar kendileri için hazırlanan ileri dönüşüm, seramik ve resim serbest masalarında etkinlikler gerçekleştirdi ve halat çekme, çuval yarışı gibi geleneksel oyunlar oynadı.

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

KEÇİ Derneği kurucularından ve festival komitesinden Suzan Yılmaz yaptığı açıklamada “Bu yıl üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz festival için arkadaşlarımızla birlikte yaklaşık bir aydır aralıksız çalıştık. Öncesinde yaptığımız kampanyayla festivalde kullanacağımız temiz atık malzemeleri toparladık. Bu sayede hem bir farkındalık yaratmaya çalıştık hem de festivale ilgiyi arttırdık” dedi.

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

“İstedik ki çocuklar evlerinde, yanı başlarında bulunan asıl işlevini tamamlamış ya da çöpe gönderilecek temiz atıklardan, doğada rahatlıkla önlerine çıkan dallardan, yapraklardan bir şeyler yapabilsinler” diyen Yılmaz, bu nedenle ileri dönüşüm atölyelerine ağırlık verildiğini ifade etti ve ekledi:

Çocuklar bu atölyelerde kullandıkları malzemelere farklı gözlerle baktılar. Ebeveynleri de ilgiyle izledi; rahatlıkla gözden çıkarttıkları malzemelerin ve temiz atıkların çocuklarının ellerinde nasıl bir etkinlik aracına dönüştüklerine tanıklık ettiler.”

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

‘Festival alanı çocukların ihtiyaçlarına göre belirlendi’

Festivalde atölyelere katılanların çoğunluğunu Tepecik Mahallesinden çocuklar oluşturdu.

Suzan Yılmaz, çocuklara yönelik etkinliklerin daha çok ilçe merkezinde ve Sığacık’ta yoğunlaştığını belirtti.

Bu etkinliklerden faydalanma imkanı daha az olan mahallelerden Tepecik’i bu kaygıyla festival alanı olarak belirlediklerini aktaran Yılmaz, atölye kayıtlarında da bu mahalleden çocuklara öncelik verildiğini söyledi. 

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

Festival organizasyonunda çocuklar da yer aldı

Bu yılki festivalin organizasyonunda ve hazırlığında çocuklar da sorumluluk aldı. Festival öncesinde Tepecik İlkokulunda düzenlenen ileri dönüşüm etkinliğiyle alan süslemeleri hazırlandı. Alan sabahın erken saatlerinden başlayarak mahalleli çocuklarla birlikte süslendi.

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

Seferihisar Necat Hepkon Anadolu Lisesi’nden öğrenciler, sosyal sorumluluk projelerinin parçası olarak festival organizasyonunda ve atölyelerde aktif rol üstlendi.

Suzan Yılmaz festivalin “bu kadar renkli ve çok yönlü” geçmesinde, festivalin parçası olan sanatçılar, zanaatçılar ve öğretmenler kadar, Seferihisar Belediyesi, Tepecik Muhtarlığı ve okul müdürlüklerinin desteğinin de rolü olduğunu vurguladı.

Fotoğraf: KEÇİ Derneği

Rize Fındıklı nükleer silahları reddetti: Yaşamı savunarak artan nükleer tehdide dur demeliyiz

Rize‘nin Fındıklı ilçesi, halk ve belediye meclisinin nükleer silahlara karşı aldığı karar sonucuda Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması (TPNW) için Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Kampanya (ICAN) Şehirlerin Talebine (Cities Appeal) katıldı.

Fındıklı Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, “Fındıklı halkı ve Belediyemiz yaşam hakkı adına Türkiye’de öncü bir adımı atmanın haklı gururunu yaşıyor” denildi.

“Bu dünya, bu ülke, bu ilçe dağlarıyla, denizi ve nehirleriyle, insanıyla ve tüm canlılarıyla bizim vazgeçemeyeceğimizdir” diyen Fındıklı Belediyesi Meclisi, ilçe halkının da katılımıyla gerçekleştirilen Ekim 2023 olağan toplantısında oy birliği ile “savaşsız sömürüsüz bir dünya için, insanın insana/doğaya zulmünün bitmesi için bir adım” atarak Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması (TPNW) için Şehirlerin Talebine (ICAN Cities Appeal) katılma kararı aldı.

‘Nükleer silahlar bizi yok etmeden biz onları yok edelim’

Belediyenin açıklamasında “Nükleer silahlar bizi yok etmeden onları biz yok edelim. Yok edelim insanın insana kulluğunu. Dünyamızın tüm halkları renkliliğimizdir. Barış içerisinde kardeşçe yaşayacağımız bir dünya yaratmak bizim ellerimizde” ifadeleri yer aldı.

Nükleer silahların hem insan yaşamına hem de ekolojiye büyük bir tehdit olduğunun vurgulandığı açıklamada bu silahların terk edilmesi çağrısı yapıldı:

Dünyanın bir çok coğrafyasında, sınırlarımıza çok yakın bölgelerde, karşı kıyımızda savaşlar ve gözyaşları var. Yaşamı savunarak Soğuk Savaş yıllarından günümüze artmış olan nükleer tehdide dur demeliyiz.”

‘Nükleer kış insan neslini ve doğayı yok edebilir’

Dünya üzerinde bilinen 13 bin nükleer silahın sadece 250’sinin kullanımı ile 120 milyon insanın anında yaşamını yitireceği, oluşacak kıtlıktan ise 2 milyar insanın etkileneceği hesaplanıyor.

ABD ile Rusya arasındaki bir nükleer savaşta “nükleer kış” yaşanabileceğini ve 5-6 milyar insanın yaşamını yitireceğinin öngörüldüğünü hatırlatan Fındıklı Belediyesi, nükleer silahların insan neslini yok edebileceği ihtimaline işaret etti ve ekledi:

“Tabi bu dünya yalnız bizim değil. Ne kadar canlının yok olacağı ve doğamızın/dünyamızın ne hale geleceğini hayal bile edemeyecek boyutlarda olacağını unutmamamız gerekiyor. Nükleer silah sahibi ülkelerin; ilk önce kullanmama politikasını kabul etmesi ve açıklaması, sonrasında nükleer silahlarını anında kullanılabilecek konumdan çıkarmaları, yaşamımız için olmazsa olmazımız olmalıdır.”