Ana Sayfa Blog Sayfa 330

İngiliz basınında ‘İsrail rüzgarı’: Guardian karikatüristini kovdu, BBC Arapça servisindeki altı gazeteciye soruşturma açtı

The Guardian gazetesinde 42 yıldır görev yapan karikatürist Steve Bell, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu‘yu çizdiği karikatürü nedeniyle gazete tarafından işten çıkarıldı.

Bell, Netanyahu’yu kendi karnını Gazze Şeridi’nin ana hatları üzerinden neşterle kesmek üzereyken resmettiği karikatürü nedeniyle Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) ile suçlandı. Eserde Netanyahu “Gazze sakinleri… Defolup gidin” ifadelerini kullanıyor.

Bell, gazeteden gelen bir telefonla 17’nci yüzyıl İngiliz şairi William Shakespeare‘in Venedik Taciri oyunundaki Yahudi Shylock karakterinin “yarım kilo et” repliğine atıfta bulunabileceğinin belirtilmesi üzerine karikatürüne yönelik antisemitizm tartışmalarının yükseldiğini söyledi.

Sosyal medya platformu X üzerinde açıklama yapan Bell, karikatürün 1960’lı yıllarda Başkan Lyndon B Johnson‘a ilişkin bir karikatürden esinlenerek ortaya koyduğunu belirtti.

Bell, karikatürü sunduktan dört saat sonra ekibinden gelen bir telefonda şifreli bir “et parçası” mesajı verildiğini ve “Özür dilerim, anlamadım” yanıtını verdiğini aktardı. Karikatürist Bell’e göre ekipten gelen cevap şöyleydi: “Yahudi adam; et parçası; antisemitik kinaye.”

Shakespeare’in Venedik Taciri eserindeki tefeci Shylock karakteri, açgözlülüğü nedeniyle İngiliz edebiyatındaki en kötü şöhretli Yahudi stereotiplerinden biri olarak kabul ediliyor.

Oyunda Shylock, verdiği borç üç ay içinde geri ödenmediği takdirde Antonio adlı karakterin etinden yarım kilo talep ediyor.

Guardian: Kendisine başarılar dileriz

BBC’nin aktardığına göre Bell, The Guardian’ın yorumunun kendisi için “hiçbir anlam ifade etmediğini” belirterek Netanyahu’yu boks eldivenlerini takmış bir şekilde kendi üzerinde cerrahi bir operasyon gerçekleştirmeye hazırlanırken gösteren karikatürde Shakespeare’in oyununa hiçbir atıfta bulunulmadığını, bunun feci sonuçlarının henüz görülmediğini” kaydetti ve ekledi:

“Görselin kendisi, merhum David Levine‘in Başkan Lyndon Johnson’ı (LBJ) Levine’in Vietnam haritası şeklinde çizdiği ameliyat izini gösterirken resmeden karikatüründen esinlenilmiştir.”

The Guardian News and Media’dan bir sözcü, konuya ilişkin şu açıklamayı yaptı:

“Steve Bell’in sözleşmesinin yenilenmemesine karar verilmiştir. Steve Bell’in karikatürleri geçtiğimiz 40 yıl boyunca Guardian’ın önemli bir parçası olmuştur – kendisine teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.”

BBC’den Arapça servisinde çalışan altı gazeteciye soruşturma

Öte yandan Birleşik  Krallık’ın kamu yayıncısı BBC, İsrail karşıtlığı ve Hamas’ı desteklediği iddialarının ardından Arapça servisinde çalışan altı muhabir ile bir serbest muhabir hakkında soruşturma başlattı.

Judith Butler’dan şiddet ve şiddetin kınanmasına dair: Yasın pusulası

Yeşil Gazete için çeviren: Özde ÇAKMAK

*

Kamusal alanda tartışılmaya en muhtaç meseleler – büyük bir aciliyetle tartışılması gerekenler – şimdi elimizde mevcut olan çerçeveler içerisinde tartışılması zor olanlardır. İnsan mevzu bahis sorunu doğrudan dile getirmek istese de söylemesi gerekenleri söylemesini neredeyse imkânsız kılan bir çerçevenin sınırlarına toslar.

Şiddet hakkında konuşmak istiyorum, halihazırdaki şiddet, şiddetin tarihi ve pek çok biçimi hakkında. Fakat eğer kişi şiddeti belgelemek isterse, ki bu o tarihin bir parçası olarak Hamas tarafından İsrail’de gerçekleştirilen kitlesel bombardımanları ve cinayetleri anlamak anlamına gelir, “göreceleştirme” ya da “bağlamsallaştırma” ile suçlanabilir. Suçlamak ya da onaylamak zorundayızdır, bu da anlaşılır bir durum fakat etik açıdan bizden istenen sadece bu mu? Doğrusunu söylemek gerekirse, Hamas tarafından işlenen şiddet eylemlerini amasız fakatsız kınıyorum. Bu dehşet verici ve korkunç bir katliamdı. Bu benim ilk tepkim oldu ve hala devam ediyor. Fakat başka tepkiler de var.

İnsanlar neredeyse anında hangi “tarafta” olduğunuzu bilmek istiyor, açıkçası bu tür katliamlarda verilebilecek tek tepki dolambaçsız kınamadır. Fakat neden bazen doğru ifadeyi kullanıp kullanmamızın ya da tarihsel durumu iyice anlayıp anlamamızın güçlü ahlaki kınamanın önüne geçeceğini düşünüyoruz? Tam olarak neleri kınadığımızı, bu kınamanın kapsamını ve karşı çıktığımız siyasi oluşumu ya da oluşumları en iyi şekilde nasıl tanımlamamız gerektiğini sormak gerçekten göreceleştirmek mi?

‘Kınama nerede başlar, nerede biter?’

Bir şeyi anlamadan ya da iyice tanımlamadan karşı koymak tuhaf olur. Bilginin yalnızca göreceleştirici bir işleve hizmet edebileceğini ve muhakeme kapasitemizi zayıflattığı korkusuyla bu kınamanın anlamayı reddetmeyi gerektirdiğine inanmak daha da tuhaf olurdu. Peki ya medya tarafından sürekli ön plana çıkarılanlar kadar dehşet verici suçları kınamamız da ahlaki açıdan gerekliyse? Kınamamız ne zaman ve nerede başlar ve biter? Bilgi sahibi olmanın başkalarının gözünde bizi tüyler ürpertici suçların ahlak yoksunu ortaklarına dönüştüreceğinden korkmadan, ahlaki ve politik kınamaya eşlik etmek üzere mevzu bahis durumun eleştirel ve bilgiye dayalı bir değerlendirmesini yapmamız gerekmez mi?

Hamas’ı aklamak için bölgedeki İsrail şiddetinin tarihini kullananlar var fakat bu amaca erişmek için yozlaşmış bir ahlaki gerekçelendirme biçimi kullanıyorlar. Bir konuda net olalım, İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddeti ezici: Amansız bombalama, her yaştan insanın evlerinde ve sokaklarda öldürülmesi, cezaevlerinde işkence, Gazze’de açlıktan öldürme teknikleri ve evlerin mülksüzleştirilmesi. Üstelik bu şiddet, pek çok biçimiyle, apartheid kurallarına, sömürgeci yönetime ve devletsizliğe tabi bir halka karşı yürütülüyor.

Harvard Filistin ile Dayanışma Komitesi’nin bizden yapmamızı istediği gibi Filistin şiddetini İsrail şiddetinin bir devamı şeklinde anlamamız istenirse tek bir ahlaki sorumluluk vardır, hatta Filistinliler’in şiddet edimleri dahi kendilerine ait değildir. Filistin ediminin otonomisini tanımanın yolu bu değil.”

Bununla birlikte, Harvard Filistin ile Dayanışma Komitesi Hamas’ın İsrail hedeflerine yönelik ölümcül saldırıları için “tek suçlanması gerekenin apartheid rejimi” olduğunu iddia eden bir açıklama yayımladığında yanılıyor. Sorumluluğu bu şekilde pay etmek yanlış, hiçbir şey Hamas’ı işledikleri dehşet verici cinayetlerin sorumluluğundan muaf tutmamalı. Aynı zamanda, bu grup ve üyeleri kara listeye alınmayı ya da da tehdit edilmeyi de hak etmiyorlar. Bölgedeki şiddetin tarihsel noktasına kadar elbette haklılar: “Sistemleşmiş toprağa el koymalardan rutin hava saldırılarına, keyfi tutuklamalardan askeri denetleme noktalarına ve zorla aileleri ayırmaktan hedef gözeterek öldürmeye, Filistinliler bir ölüm halinde – hem yavaş hem de ani – yaşamaya zorlandılar.”

İsrail şiddetine karşı Hamas şiddeti karşılaştırmasının anlamı

Bu doğru bir tanımlama, söylenmesi gerekli fakat bu Hamas’ın şiddetinin yalnızca başka bir ad altında İsrail şiddeti olduğu anlamına gelmez. Hamas gibi grupların Oslo’nun yerine getirilmeyen vaatleri ışığında nasıl güç kazandıklarına ve ister sürekli gözetim ve hukuka aykırı olarak idari gözetim tehdidi ister Gazzelileri ilaç, yiyecek ve sudan mahrum bırakan giderek yoğunlaşan kuşatma olsun, işgal altında yaşayan çok sayıda Filistinlinin yaşanmış deneyimini tanımlayan “hem yavaş hem de ani bir ölüm haline” dair biraz anlayış geliştirmemiz gerektiği doğrudur. Fakat Hamas’ın tarihine referans vererek eylemleri için ahlaki ya da siyasi bir gerekçelendirme elde etmeyiz.

Harvard Filistin ile Dayanışma Komitesi’nin bizden yapmamızı istediği gibi Filistin şiddetini İsrail şiddetinin bir devamı şeklinde anlamamız istenirse tek bir ahlaki sorumluluk vardır, hatta Filistinliler’in şiddet edimleri dahi kendilerine ait değildir. Filistin ediminin otonomisini tanımanın yolu bu değil. Sömürgeci yönetimi devirecek, İsrail cezaevlerindeki keyfi tutuklamayı ve işkenceyi durduracak ve suyun ve yiyeceğin sınırlarını denetleyen ulus-devlet tarafından karneyle dağıtıldığı Gazze’nin kuşatılmasına son verecek başka yöntemleri de düşünecek olursak İsrail devletinin yaygın ve amansız şiddetini anlamakla şiddetin haklı çıkarılmasını birbirinden ayırmanın gerekliliği elzemdir. Başka bir deyişle, o bölgede yaşayanların tümü için nasıl bir dünyanın hala mümkün olduğu sorusu yerleşimci-sömürgeci yönetimi sona erdirme biçimlerine bağlıdır.

Hamas’ın bu soruya ürkütücü ve dehşet verici bir yanıtı var fakat başka yanıtlar da var. Fakat eğer “işgal”den bahsetmemiz yasaklanırsa (çağdaş Alman Denkverbot’unun bir parçası), bölgedeki İsrail askeri yönetiminin ırksal apartheid mı yoksa sömürgecilik mi olduğunu bile tartışamayacaksak geçmişi, şimdiki zamanı ya da geleceği anlama umudumuz kalmaz. Katliamı medya aracılığıyla seyreden o kadar çok kişi umudunu yitirdiğini hissediyor ki. Fakat umutsuz olmalarının sebebi tam da medya kanalıyla seyrederek umutsuz ahlaki infialin sansasyonel ve gelip geçici dünyası içerisinde yaşamaları. Farklı bir siyasal ahlak zaman alır, sabırlı ve yürekli bir öğrenme ve adlandırma gerektirir, ki ahlaki kınamaya ahlaki vizyonla eşlik edebilelim.

Kınama’nın ötesine geçmek ve barış dili

Hamas’ın uyguladığı şiddete karşıyım ve hiçbir mazeret sunmuyorum. Bunu söylediğimde ahlaki ve siyasi konumu netleştiriyorum. Bu kınamanın hangi ön şarta bağlı olduğunu ya da ima ettiğini düşündüğümde lafı dolandırmıyorum. Bu kınamada bana katılan herhangi biri ahlaki kınamanın karşı çıkılan şeyi biraz anlamaya dayanıp dayanmaması gerektiğini sormak isteyebilir. Biri diyebilir ki, “hayır, yaptıklarının yanlış olduğunu bilmek ve kınamak için Filistin ya da Hamas hakkında hiçbir şey bilmem gerekmez.” Ve eğer kişi çağdaş medya temsillerine güvenerek, gerçekte haklı ya da yararlı olup olmadıklarını, tarihlerin anlatılmasına izin verip vermediklerini hiç sorgulamadan bu noktada kalırsa sunulan çerçeve içerisinde bir parça cehaleti ve güvenirlikleri kabul eder. Ne de olsa hepimiz meşgulüz, herkes tarihçi ya da sosyolog olamaz. Bu da düşünmenin ve yaşamanın bir yolu ve iyi niyetli insanlar bu şekilde yaşarlar. Fakat ne pahasına?

Bu yıl ya da işgal yılları boyunca Batı Şeria‘da ve Gazze’de kaç Filistinli çocuğun ve ergenin öldürüldüğünü bilmemiz gerekmediğine, bu bilginin İsrail’deki saldırıları ya da İsrail’in cinayetlerini bilmek ya da değerlendirmek için önemli olmadığına karar verilirse Filistinlilerin yaşadıkları şiddetin, yas ve öfkenin tarihini bilmek istemediğimize karar vermişizdir.”

Peki ya ahlakımız ve politikalarımız kınama edimiyle son bulmuyorsa? Hangi yaşam biçiminin bölgeyi bu tür şiddet eylemlerinden kurtaracağını sormakta ısrar edersek? Ağır suçları kınamanın yanı sıra, bu tür şiddetin sona erdiği bir gelecek yaratmak istersek? Bu anlık kınamanın ötesine geçen normatif bir amaç. Bunu başarmak için durumun tarihini, öz-yönetim vaatlerinin hiçbir zaman yerine getirilmediği Gazze’de yaşayanlar için Oslo sonrası dönemdeki yıkımda Hamas’ın militan bir grup olarak büyümesi; başka taktiklere ve hedeflere sahip olan Filistinli grupların oluşması; sömürgeci yönetimden ve yaygın askeri ve cezaevi şiddetinden kurtulmak için Filistin halkının ve onların özgürlük hedefleri ile politik kendi kaderini tayin etme hakkının tarihini bilmemiz gerekir. Belki ondan sonra Hamas’ın şiddetsiz ortak yaşam amaçları olan gruplar tarafından tasfiye ya da ilgâ edileceği özgür Filistin’in parçası olabiliriz.

Ahlaki pozisyonu yalnızca kınamayla sınırlı olanlar için asıl amaç durumu anlamak değildir. Bu tür ahlaki infial tartışmaya açık bir şekilde hem entelektüel karşıtı hem de şimdicidir (presentist). Buna karşın infial de bu gibi olayların nasıl gerçekleşebildiğini ve koşulların mümkün olan tek şeyin şiddet dolu bir gelecek olmayacağı şekilde değişip değişmeyeceğini anlamak için bir kişiyi tarih kitaplarına sürükleyebilir. “Bağlamsallaştırma” ahlaki açıdan sorunlu bir faaliyet olarak düşünülmemelidir, suçu başkasına atmak ya da aklamak için kullanılabilen bağlamsallaştırma biçimleri olsa bile. Bu iki bağlamsallaştırma biçimini birbirinden ayırabilir miyiz? Sırf bazı kişilerin tüyler ürpertici şiddet edimlerini bağlamsallaştırmanın şiddetin yönünü değiştirdiğini ya da daha kötüsü rasyonelleştirdiğini düşünüyor olması tüm bağlamsallaştırma biçimlerinin bu şekilde ahlaki açıdan göreceleştirici olduğu iddiasına teslim olmamız gerektiği anlamına gelmez.

Sorun ’empati yoksunluğu’ değil, ırkçılık

Harvard Filistin ile Dayanışma Komitesi Hamas’ın saldırıları için “tek suçlanması gerekenin apartheid rejimi” olduğunu iddia ettiğinde kabul edilemez bir ahlaki sorumluluk görüşünü paylaşıyor. Öyle görünüyor ki bir olayın nasıl meydana geldiğini ya da ne anlama geldiğini anlamak için biraz tarih bilmemiz gerek. Bu tüyler ürperten bu anın dehşetengizliğini reddetmeden gözlerimizi daha da açmak, aynı zamanda da bu dehşetin temsil edilecek, bilinecek ve karşı çıkılacak tek dehşeti temsil etmesine izin vermeyi reddetmek zorunda olduğumuz anlamına geliyor. Çağdaş medya, çoğunlukla, Filistin halkının onlarca yıldır bombalamalar, keyfi saldırılar, tutuklamalar ve kıyımlarla yaşadıkları dehşetin ayrıntılarını vermiyor. Eğer son günlerin dehşeti medya için son yetmiş yılın dehşetinden daha çok ahlaki önem kazanırsa anın ahlaki tepkisi işgal edilen Filistin’in ve zorla yerlerinden edilen Filistinlilerin – Gazze’de şu an gerçekleşmekte olan insani felaket ve can kaybının yanı sıra – katlandıkları ırksal adaletsizliklerin anlaşılmasına gölge düşürür.

Bazı kişiler haklı olarak Hamas tarafından işlenen şiddet eylemlerinin her bağlamsallaştırılmasının Hamas’ı temize çıkarmak için kullanılacağından ya da bağlamsallaştırmanın ilgiyi gerçekleştirdikleri dehşetten uzaklaştıracağından korkuyorlar. Fakat ya bağlamsallaştırmamıza yol açan dehşetin kendisiyse? Bu dehşet nerede başlar ve nerede sona erer? Basın Hamas ile İsrail arasında bir “savaş”tan bahsettiğinde durumun anlaşılması için bir çerçeve sunar. Aslına bakılırsa durumu önceden anlamıştır. Eğer Gazze’nin işgal altında olduğu anlaşılırsa ya da “açık hava hapishanesi” şeklinde adlandırılırsa farklı bir yorum iletilir. Bu bir tanımlama gibi görünüyor, oysa dil neleri söyleyebileceklerimizi, nasıl tanımlayabileceğimizi ve nelerin bilinebileceğini sınırlar ya da kolaylaştırır. Evet, dil tanımlayabilir fakat bunu yapma gücünü ancak söylenebilir olana dayatılan sınırlara uyum sağladığı takdirde kazanabilir. Bu yıl ya da işgal yılları boyunca Batı Şeria‘da ve Gazze’de kaç Filistinli çocuğun ve ergenin öldürüldüğünü bilmemiz gerekmediğine, bu bilginin İsrail’deki saldırıları ya da İsrail’in cinayetlerini bilmek ya da değerlendirmek için önemli olmadığına karar verilirse Filistinlilerin yaşadıkları şiddetin, yas ve öfkenin tarihini bilmek istemediğimize karar vermişizdir. Yalnızca İsraillilerin yaşadıkları şiddetin, yasın ve öfkenin tarihini bilmek isteriz. Kendisini “Siyonist karşıtı” olarak tanımlayan İsrailli bir arkadaş ailesi ve arkadaşları için korktuğunu, tanıdıklarını kaybettiğini çevrimiçinde yazmış. Ona sempati duymalıyız, ben kesinlikle duyuyorum. Kesinlikle berbat bir durum. Yine de kendi dehşet deneyiminin ve arkadaşlarını ve ailesini kaybetmesinin bir Filistinlinin yıllar süren bombardıman, hapsedilme ya da askeri şiddet sonrası diğer tarafta neler hissedebileceğini ya da hissettiğini düşündürdüğü tek bir an olmaz mı?

Ben de bir Yahudi’yim, benim gibi insanlara karşı işlenen mezalimler sonucunda kuşaklararası travmayla yaşıyorum. Fakat bana benzemeyen kişilere karşı da işlendiler. Gördüğüm vahşeti adlandırmak için bu yüzle ya da o adla özdeşleşmek zorunda değilim. En azından çaba gösteriyorum.

Ahlaki kesinlik adına adaletsizlik tarihine sırtımızı dönmeyi göze alamayız, zira bu daha fazla adaletsizliği riske atmaktır, bir noktada kesinliğimiz o pek de sağlam olmayan zeminde sendeleyecektir. Ahlaki açıdan kınanmayı hak eden eylemleri neden düşünme, bilme ve muhakeme güçlerimizi kaybetmeden suçlayamıyoruz?”

Fakat en nihayetinde asıl sorun basit bir empati yoksunluğu değil. Zira empati büyük ölçüde özdeşleşmenin ya da başkasının deneyimiyle benim deneyimim arasında bir çevirinin gerçekleştirilmesine izin veren bir çerçeve içerisinde şekillenir. Ve eğer baskın çerçeve bazı hayatların diğerlerinden daha fazla yası tutulabilir olduğunu düşünürse bir dizi kaybın ardından daha korkunç başka bir dizi kayıp gelir. Kimlerin hayatlarının yas tutmaya değer olduğu sorusu kimlerin hayatının değerli olduğu sorusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Burada devreye kesin bir biçimde ırkçılık girer. Eğer Filistinliler İsrail Savunma Bakanı’nın ısrarla söylediği gibi “hayvan” ise ve İsrailliler Biden’ın ısrarla söylediği gibi şimdi “Yahudileri” temsil ediyorsa (gericilerin istediği gibi Yahudi diasporasını İsrail’le daraltarak), olay mahalinde yasları tutulmaya uygun olan tek kişiler İsraillilerdir, zira savaş “sahnesi” artık Yahudi halkıyla onları öldürmeye çalışan hayvanlar arasında canlandırılmaktadır.

Elbette kolonyal prangalarından kurtulmaya çalışan bir grup insanın sömürgeci tarafından ilk kez hayvan şeklinde ifade edilişi değil bu. İsrailliler öldürdüklerinde “hayvan” olurlar mı? Çağdaş şiddetin bu ırkçı çerçevesi “uygar olanlar” ile “uygarlığı” korumak için yönlendirilmeleri ya da yok edilmeleri gereken “hayvanlar” arasındaki sömürgeci karşıtlıkta yeniden özetleniyor. Bu çerçeveyi ahlaki itirazımızı beyan etme sürecine uyarlarsak kendimizi Filistin’in günlük yaşamının yapısında sözcüklerin ifade edemeyeceği bir ırkçılık biçiminin töhmeti altında buluruz.

Ahlaki kınamanın hiçbir bağlama ya da bilgiye referans vermeyen net, dakik bir edim olması gerektiğini düşünüyorsak, o kınamanın yapıldığı şartları, alternatiflerin el altından yönetildiği sahneyi kabullenmemiz kaçınılmazdır. Bu sonuncu bağlamda, bu şartları kabul etmek çözülmesi gereken yapısal sorunun, üstesinden gelinmesi gereken sonsuz adaletsizliğin parçası olan sömürgeci ırkçılık biçimlerini tekrarlamak anlamına gelir. Bu yüzden ahlaki kesinlik adına adaletsizlik tarihine sırtımızı dönmeyi göze alamayız, zira bu daha fazla adaletsizliği riske atmaktır, bir noktada kesinliğimiz o pek de sağlam olmayan zeminde sendeleyecektir. Ahlaki açıdan kınanmayı hak eden eylemleri neden düşünme, bilme ve muhakeme güçlerimizi kaybetmeden suçlayamıyoruz? Muhakkak her ikisini yapabiliriz ve yapmalıyız.

Görecelik ve denklik hakkındaki tartışmalara saplanmadan İsrail’deki can kayıplarının yanı sıra Gazze’deki kayıplar için de amasız fakatsız yas tutabilir miyiz diye soruyorum kendi kendime. Belki yas tutmanın geniş kapsamı daha sağlam bir eşitlik idealine hizmet eder ve bu yaşamların kaybedilmemeleri gerektiğine, ölülerin daha fazla yaşamı ve yaşamları için eşit tanınmayı hak ettikleri konusunda öfke duyulmasına neden olur.”

Medyada tanık olduğumuz şiddet eylemleri korkunç. Üstelik basının ilgisinin arttığı şu anda gördüğümüz şiddet bildiğimiz tek şiddet. Tekrarlamak gerekirse: O şiddete üzülmek ve duyduğumuz dehşeti ifade etmek konusunda haklıyız. Günlerce midem ağzıma geldi. Tanıdığım herkes İsrail askeri makinasının bir sonraki hamlesinin, Netanyahu’nun soykırımcı söyleminin Filistinlilerin toplu katliamıyla gerçekleşeceği korkusuyla yaşıyor. Görecelik ve denklik hakkındaki tartışmalara saplanmadan İsrail’deki can kayıplarının yanı sıra Gazze’deki kayıplar için de amasız fakatsız yas tutabilir miyiz diye soruyorum kendi kendime. Belki yas tutmanın geniş kapsamı daha sağlam bir eşitlik idealine – yaşamların eşit yas tutulabilirliğini kabul eden – hizmet eder ve bu yaşamların kaybedilmemeleri gerektiğine, ölülerin daha fazla yaşamı ve yaşamları için eşit tanınmayı hak ettikleri konusunda öfke duyulmasına neden olur. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin belgelediği gibi, İsrail güçlerinin ve yerleşimcilerinin mevcut eylemler daha başlamadan 2008’ten bu yana Batı Şeria ve Gazze’de yaklaşık 3800 Filistinli sivili öldürdüğünü bilmeden eşit yaşanılan bir geleceği nasıl tahayyül edebiliriz? Dünya onlar için yas tutuyor mu? İsrail Hamas’a yönelik askeri “intikam” eylemlerine başladığından bu yana yüzlerce Filistinli çocuk öldü, önümüzdeki günler ve haftalarca daha fazlası ölecek.

Mutlak bir ilke olarak şiddetsizlik!

Sömürgeci şiddetin tarihi hakkında biraz bilgi sahibi olmak ve şimdi bölgede yaşananları bildirmek ve açıklamak – ve önceden yorumlamak – için kullanılan dili, anlatıları ve çerçeveleri incelemek ahlaki pozisyonlarımızı tehdit etmemeli. Bu tür bilgi eleştireldir ama var olan şiddeti rasyonelleştirme ya da daha fazla şiddeti yetkilendirme amaçlarıyla değil. Amacı durumu yalnızca şimdinin sağlayabileceği rakipsiz bir çerçeveden ziyade daha gerçekçi bir anlayışla donatmaktır. Elbette, bölgedeki Filistinlilerin yaşamlarını yerle bir eden asker ve polis şiddetine, yas tutma, bilme, öfkelerini ifade etme ve dayanışma ve özgür bir geleceğe doğru kendi yollarını bulma haklarının ellerinden alınmasına karşı çıkmak gibi halihazırda kabul ettiklerimize ilaveten başka ahlaki itiraz konumları da olabilir.

Şahsen ben muhtemelen tüm durumlarda uygulanabilecek mutlak bir ilke olarak işlemeyeceğini bilerek şiddetsizlik politikalarını savunuyorum. Şiddetsizliği uygulayan özgürleşme mücadelelerinin hepimizin yaşamak istediği şiddetsiz dünyanın yaratılmasına yardım ettiğini öne sürüyorum. Şiddeti kesin bir şekilde kınıyorum, aynı zamanda ben, pek çok kişi gibi, bölgede gerçek eşitlik ve adaleti – Hamas gibi grupları yok olmaya, işgali sona ermeye zorlayacak ve yeni siyasal özgürlük ve adalet biçimlerinin gelişmesine yol açacak türden – tahayyül etmenin ve bu uğurda mücadele etmenin bir parçası olmak istiyorum.

Eşitlik ve adalet olmadan, bizzat kendisi şiddet üzerine kurulan bir devlet, İsrail tarafından yürütülen devlet şiddeti son bulmadan hiçbir gelecek, gerçek barışı – eşitsizlik, haksızlık ve ırkçılık yapılarını yerinde tutmak anlamına gelen bir örtmece olarak “barış” değil – hiçbir gelecek tahayyül edilemez. Fakat böyle bir gelecek tüm biçimleriyle İsrail devletinin şiddeti dahil her şiddeti adlandırmak, tanımlamak ve karşı çıkmakta özgür olmayı sürdürmeden ve bunu sansür, suç olarak sayma ya da art niyetle antisemitizmle suçlanma korkusuyla yapmadan gerçekleşemez. Benim istediğim dünya sömürge yönetiminin normalleştirilmesine karşı çıkan ve Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını ve özgürlüğünü destekleyen bir dünyadır; aslına bakılırsa o topraklarda yaşayan herkesin özgürlük, şiddetsizlik, eşitlik ve adaletle bir arada yaşama doğrultusundaki en derin arzularını gerçeğe dönüştüren bir dünya. Bu umut şüphesiz çoğu kişiye safça, hatta imkânsız gibi geliyor. Yine de bazılarımız buna vahşice tutunarak şimdi var olan yapıların sonsuza dek var olacağına inanmayı reddetmeli. Bunun için şairlerimize ve hayalperestlerimize, nasıl örgütleneceğini bilen yabani budalalara ihtiyacımız var.

*

(13 Ekim’de kaleme alınan yazının ilk versiyonu, “Tel Aviv’de kaybedilen canlara” değiniyordu. Bu metin, 14 Ekim’deki yeniden gözden geçirilmiş halidir.

Metnin orijinali için tıklayın 

 

Vaysal köylülerinin ikinci zaferi: Kalker ocağına verilen ‘ÇED gerekli değil’ kararı da iptal

Edirne’nin Lalapaşa ilçesinde, yapılması planlanan Kalker Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi projesine verilen “ÇED Gerekli Değil” kararı, mahkeme tarafından iptal edildi.

Sınırlı Sorumlu Vaysal Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, projenin yürütücüsü Cantaş İnşaat ve Tı̇caret Lı̇mı̇ted Şı̇rketı̇’nin faaliyetleri için verilen kararın iptali için dava açmıştı.

Aynı şirketin, aynı köydeki taşocağı ve kırma eleme tesisinin kapasite artışı da daha önce mahkemece iptal edilmişti. 

Edirne İdare Mahkemesi; “kalker ocağı projesi için davalı idare tarafından verilen “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararında, hukuka uyarlık bulunmadığına” hükmetti.

Mahkeme kararında şunlara işaret etti:

“Faaliyet sonucu ortaya çıkacak toprak için tespit edilen alanın yeterli olmadığı, yapılacak faaliyet sonucunda orman örtüsünün zarar göreceği, rehabilitasyon planında ağaçlandırmaya ilişkin yeterli veri bulunmadığı, toprak altına serilecek kaba materyaller sıkılaştırılmadığında toprak suyunun hızla kaybına ve su sorununa yol açabileceği, ortaya çıkacak toz nedeniyle organik tarımın olumsuz etkileneceği, PTD’de yeterince tarımsal bilgilendirmeye yer verilmediği, göçmen kuşların bölgede konaklamayıp konaklamadıkları yönünde bir değerlendirme bulunmadığı, gerçekleştirilecek patlatmalar sonucunda yer altı su kanallarının zarar göreceği ve kesintiler oluşabileceği, dolayısıyla bu açılardan detaylı bir ÇED raporunun hazırlanması gerektiği…”

‘Kalker Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi derhal kapatılsın’

Ornitoloji bilimi yönünden yapılan değerlendirmelerde bilirkişi global ölçekte tehdit altında olup bölgenin en önemli yırtıcı kuş türü olan Şah kartalının alanla etkileşimine dair hiçbir veri sunulmadığını ve projenin ornitoloji açısından uygun olmadığına karar verdi.

Çevre mühendisliği yönünden yapılan değerlendirmelerde bilirkişi özellikle Vaysal Köyü’ne doğru hakim rüzgarın esmesi durumunda köyün toza maruz kalacağını, proje ömrünün 6 yıl olduğu düşünüldüğünde tozun uzun süre solunmasının kansere sebebiyet vereceğini bunun da toplum sağlığını ciddi şekilde etkileyeceğini belirtti.

Sınırlı Sorumlu Vaysal Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi yaptığı basın açıklamasında “projenin ve kararın bilime aykırılığı Bilirkişi Heyet raporu ile hukuka ve mevzuata aykırılığı ise Mahkeme kararı ile ispatlanmıştır” dedi.

Yapılan basın açıklamasında yargı kararlarının gecikmeden uygulanması ve çok zararlı olduğu ortaya çıkan Kalker Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi’nin derhal kapatılması talep edildi:  “Varolan taşocağı ve kırma eleme tesisinin kapasite artışı da mahkemece iptal edildiği için süren faaliyetin çok zararlı olduğu bu ikinci mahkeme kararıyla tamamen ortaya çıkmıştır.”

S.S.Vaysal Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nin vekili Av. Bülent Kaçar da köylüler adına şunları söyledi: “Çevreyi korumakla yükümlü ve görevli olan Bakanlık yetkililerine sesleniyoruz: Gecikmeksizin yargı kararlarını uygulayın ve tesisi derhal kapatın. Doğaya ve dört köye her gün yapılan bu işkenceyi durdurun.”

Çan’da Cengiz Holding’in açmak istediği madene karşı şarkılı türkülü protesto

Haber: Muhammet YAVAŞ

*

Cengiz Holding‘in Çanakkale‘nin Çan ilçesindeki Halilağa köyü ile Bayramiç ilçesindeki Hacıbekirler köyü arasına açmak istediği Halilağa Altın Bakır Madeni için itirazlar sürüyor.

Çan ve Bayramiç’te yaşayan 91 yurttaşın imzacı olduğu altın madeni için mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı vermesine rağmen Cengiz Holding’in çalışmalarına devam etmesi üzerine Çan’da şarkılı türkülü protesto yapıldı.

Kazdağları Kardeşliği ve Çan Çevre Derneği‘nin birlikte organize ettiği şarkılı türkülü protesto Çan Kapalı Pazaryeri girişi ve Menderes Parkı‘nda gerçekleşti.

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

Ekoloji aktivistleri ellerindeki davul, zurna ve diğer çalgılarla çevre türkülerini Cengiz Holding’e karşı seslendirirken pankartlar açtı.

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

Açılan pankartlarda “Madene verecek suyumuz yok”, “Defol Cengiz”, “Kazdağları’ndan defol Cengiz”, “Kazdağları’nın üstü altından değerlidir” ifadeleri yer aldı.

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

‘Maden, yılda 4 milyon ton suyu zehirleyecek’

Çan Çevre Derneği tarafından yapılan basın açıklamasında şunlar kaydedildi:

“Cengiz Holding Hacıbekirler ve Muratlar köyleri üzerinde, üç köyü haritadan silerek bakır madeni açmak istiyor. Eğer bu maden açılırsa 55 köyün su kaynağı, Çan’ın köylerini sulayan Kocabaş Çayı madene verilecek. Bu köyler arasında Uzunalan, Bilaller, Cicikler, Göle, Dereoba, Söğütalan, Şerbetli, Kulfal, Kumarlar gibi köyler de var.”

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

“Şu anda madene su taşımak için çalışmalara başlandı. Bu projeye karşı Bayramiç ve Çan köylerinde yaşayan 91 vatandaş dava açtık, ilk davayı biz kazandık. Mahkemenin burada maden olmaz demesine rağmen, madenci şirket projede ısrarını sürdürüyor.”

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

“Yılda 4 milyon ton suyu zehirleyecek olan altın-bakır madeni için Çan ve Bayramiç’in suyuna el konacak. Tarım toprakları, meralar zehirlenecek, ormanlar kesilecek. Maden yüzünden açığa çıkan zehir yüzünden kanser olacağız. Gelin hep birlikte topraklarımızı savunalım, madene verecek bir damla suyumuz yok.”

Fotoğraf: Muhammet Yavaş

Ne olmuştu?

Cengiz Holding, 21 Şubat’ta Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi için ÇED raporuna rağmen aykırı bir şekilde sondaj faaliyetleri gerçekleştirmişti.

Alınan bilirkişi raporu, çevre örgütlerinin lehine çıkmıştı. Yöre halkı da proje için üç ayrı su kaynağı öngörülmesi sonrası projeye yoğun bir tepki göstermişti. Ayrıca ÇED’de sondaja da izin verilmemişti. Çan Çevre Derneği’nden Ümran Aydın “Bir bölgenin suyunu komple kesmek çok büyük bir haksızlık ve asla kabul edilemeyecek bir durum” diyerek projenin bölgedeki su kaynaklarına ve vatandaşa maliyetinin boyutuna dikkat çekmişti.

Bölge halkının açtığı dava sonucunda 6 Aralık’ta Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi kararı iptal etmiş, şirket ise proje için yeniden başvurmuştu. Bakanlık iptal edilen proje için 14 Mart tarihinde yeniden ‘ÇED olumlu’ kararı vermişti.

Mayıs 2023’te Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Cengiz Holding’in Kazdağları’ndaki Halilağa Bakır Madeni Projesi için 2009/7 sayılı genelge doğrultusunda ikinci kez verilen “ÇED Olumlu Raporu”na karşı dava açmıştı.

‣ Cengiz Holding, davası süren projesi için Kazdağları’nda ağaç kesimine başladı
‣ Cengiz Holding’in Halilağa bakır madeni alanında ağaç kesimleri sürüyor
‣ Cengiz Holding’e Halilağa’da geçit verilmedi: Hiçbir maden projesi Kaz Dağları’ndan daha değerli değil
‣ Kazdağları’ndan Cengiz Holding’e ikinci dava: Bakanlığın şirket kurtarıcı yönetmeliklerine sığındı
‣ Kazdağları’nda Cengiz Holding’in projesine bilirkişi raporu: ‘ÇED olumlu kararı’ uygun değil
‣ Halilağa’da Cengiz Holding’in bakır madenine verilen ÇED olumlu kararı iptal!

TTK’da toplu sözleşme: Üst arama getirildi, işçinin işvereni ‘gücendirecek’ hareketlerde bulunması yasak!

Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ile Genel Maden İş Sendikası arasında 30. Dönem Toplu İş Sözleşmesi imzalandı.

Toplu sözleşme hükümlerinden bir yıl önce maden facianın yaşandığı ve 43 madencinin hayatını kaybettiği Amasra’daki ocak ile birlikte Armutçuk, Karadon, Kozlu, Üzülmez müesseselerinde çalışan işçiler de yararlanacak.

ANKA‘nın aktardığına göre, sözleşmenin “Arama” başlığı altında, maden işçilerinin ocağa giriş ve çıkışlarında üstlerinin aranması yer alıyor:

“Mevzuatla yasaklanmış olan fiillerin işlenmesinin önlenmesi ve işyerlerinin güvenliğinin sağlanması amacı ile ve tedbir mahiyetinde olmak üzere, işveren görevlendireceği elemanları aracılığı ile işyerlerini ve ocağa giren ve çıkanların üzerlerini ve eşyalarını arattırabilir. İşveren ayrıca işyerlerinde, misafirhanelerde, ortak istirahat yerlerinde de aramalar yaptırılabilir. Ancak, bu aramalarda aranılan yerin sahibi işçinin ve işçi sendikası temsilcisinin, işçinin bulunmaması halinde ise işçi sendikası temsilcisinin bulunması şarttır.”

‘İtişip kakışmak’, üstlere ve amirlere hakaret yasak

“İşçilerin Uymak Zorunda Olduğu Hususlar” başlığı altında ise işçilere şu sorumluluklar yüklendi:

  • Yanında çalışan işçi ve çırakları kişisel hizmetlerinde kullanmaktan kaçınmak. Söylediği veya iddia ettiği hastalığı geçerli olmadığı halde, hastalığını beyan ederek işini savsaklamaktan kaçınmak.
  • İşyerleri ile bu yerlere bağlı ortak kullanım alanlarına giriş ve çıkışlarda; itişip kakışmak, birbirlerinin rahat ve huzurunu bozacak şekilde gürültü yapmak, üstlerine ve amirlerine tecavüz ve hakarette bulunmak, kavga etmek, edebe aykırı hareketlerde bulunmak ve dışarıdan misafir getirmek gibi davranışlardan kaçınmak.

‘İşçiler, işvereni gücendirmeyecek’

Toplu Sözleşmede “İşçilerin Uymak Zorunda Olduğu Hususlar” başlığında ayrıca işveren de koruma altına alınıyor. Buna göre, “İşyerlerinde işçileri işverene karşı kışkırtacak ve gücendirecek hareketlerden kaçınmak” işçinin uymak zorunda olduğu hususlardan.

Bu başlıktaki bir diğer madde de şöyle: “Çalıştıkları işyerleri ile bu yerlere bağlı ortak kullanım alanlarını temiz tutmak, buralarda kumar oynamamak, içki içmemek, silah taşımamak ve bunları bulundurmamak.”

İşçilere sözleşmedeki hükümlere aykırı hareket etmeleri durumunda verilecek cezalar da sözleşmede detaylı olarak yer bulmuş. Buna göre işçiler ilk olarak yetkili amirleri tarafından uyarılacak, ancak yine bu hareket ve filleri tekrarlarlarsa “ağırlık derecesine göre bir ila üç gündelikleri kesilecek.”

Fakat işçilerin aykırı hareket ve filleri nedeniyle maddi zarar oluşursa, “doğrudan doğruya gündelik kesimi cezası” uygulanacak.

Grizu önlemleri ‘yeteri kadar’

Toplu sözleşmede, grizu riskine karşı alınan önlemlere de şöyle yer veriliyor: “Grizu çok olan yerlere sırası ile metan drenajı yapılacak, ayrıca gerek grizu, gerekse yangına karşı erken uyarı sistemleri temin edilecek bunlar yeteri kadar çoğaltılacak ve uygulanacaktır.

Sözleşmenin ekinde ise “İşçilere Verilecek Kişisel Koruyucu Donanımı Yönergesi” yer alıyor.  Yönergenin, “İade Edilmeyen Kişisel Koruyucular Hakkında Yapılacak İşlem” başlığı altında, demirbaş olarak kayıt yapılan kişisel koruyucuların geri alınacağı açıklandı. İşçi ölse bile onun koruyucusunun işverene iade edileceği, aksi durumda bedelinin işçi ve/ya mirasçılarından alınacağı belirtiliyor.

Ocak 2024’te yüzde 45 zam

Maden işçilerinin sözleşme ile kazandıkları mali haklar ise şöyle:

  • 1 Ocak 2023 tarihinde günlük brüt çıplak ücretleri 500 TL’nin altında olan işçilerin, günlük brüt çıplak ücretleri 500 TL’ye çekilecektir.
  • Birinci altı ayda çıplak günlük brüt ücrete yüzde 45 artı enflasyon farkı, ikinci altı ayda ise yüzde 15 artı enflasyon farkı; üçüncü altı ayda yüzde 10 artı enflasyon farkı ve dördüncü altı ayda yüzde 10 artı enflasyon farkı oranında ücret artışı yapılacak.

Karacasöğüt’te tescilli koruma altındaki alanda inşaat girişimi: Şirket, belediye ve kolluk el ele

Muğla Turizm Çevre Vakfı Turizm ve Ticaret Limited Şirketi (MUÇEV), Muğla’nın Marmaris ilçesindeki koruma altına alınarak her türlü inşaat faaliyetinin yasaklandığı Karacasöğüt Koyuna bugün (16 Ekim) TIRlarla girerek proje inşaatına başlama girişiminde bulundu.

Karacasöğüt Koyu, Helenistik döneme ait arkeolojik buluntulara ev sahipliği yapması nedeniyle 15 Haziran 2023’te 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak tescillendi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Muğla Kültür Valıklarını Koruma Bölge Kurulunun Karacasöğüt Koyunun sit alanı tescil kararında “Söz konusu alanda Kurulumuzdan izin alınmadan herhangi bir inşai ve fiziki uygulamaya gidilmememesine karar verildi” ifadelerine yer verildi.

Öte yandan MUÇEV, tekne bağlama iskelesi kapasite artırımı projesinin inşaatı için bugün Karacasöğüt Koyu’na üç TIRla şahmerdan ve beton tonozlar getirerek inşai faaliyetlere başlamak üzere adım attı. Karacasöğüt halkı ve Marmaris Kent Konseyi üyeleri duruma müdahale etti ve alınan kararı hatırlatarak inşaatı durdurmaya çalıştı.

Marmaris Kent Konseyinden yapılan açıklamada, jandarma güçlerinin de alanda olmasına rağmen kararı görmezden gelerek “Gidin dava açın” üslubunu sürdürdüğü belirtildi.

Karar yazısıyla alandaki izinsiz inşai ve fiziki faaliyetleri durdurmakla görevlendirilmiş olan Sahil Güvenlik ekiplerinin de herhangi bir işlem yapmadığı ifade edildi.

Konsey, “MUÇEV taşeronu da bizlere karşı son derece sert bir tutum içerisinde” diye ekledi.

‘Belediye, davacı olduğu projeye ruhsat verdi’

Konsey, MUÇEV yetkililerinin inşaat faliyetlerini 28 Ağustos’ta Marmaris Belediyesi’nin verdiği ruhsata dayandırdığını ve “arkeolojik alanı dikkate alan yeni bir proje çizdirerek bu ruhsatı aldıklarını” ifade ettiğini bildirdi.

Mahkeme sürecinin devam ettiğini hatırlatan Marmaris Kent Konseyi, “Belediyenin, geçmişte davacısı olduğu bir projeye ruhsat vermiş olması da ayrıca canımızı acıttı. Ancak mevzuatlara göre proje değişikliğine gitmek verilmiş ÇED olumlu kararını geçersiz hale getirir ve yeni projeye yeni ÇED süreci işletmek gerekir” açıklamasında bulundu.

‘Belediye önüne gelene ruhsat mı veriyor?’

Marmaris Kent Konseyi Yürütme Kurulu üyesi Halime Şaman, Yeşil Gazete’ye yaptığı değerlendirmede “Anıtlar Kurulunun açık bir kararı var; alanı 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı ilan etti. İlgili karar yazısında, herhangi bir inşaat faaliyeti, bize sorulmadan yapılamaz deniyor” diye belirtiyor.

Bugün yaşanan gelişmelere değinen Şaman, “Biz bugün bir inşaat hareketliliğiyle güne başladık. Üç tane tır gelmiş buraya. Anıtlar Kurulundan izin yok” diyor.

Şaman, şunları ekliyor:

“Bize gerekçe olarak şu söyleniyor: ‘Bu yazı belediyeye gitti ama belediye buna rağmen ruhsatı verdi; demek ki biz yapabiliriz ve inşaata başlıyoruz.’

O zaman da soruyu şöyle soruyoruz: Siz aynı ruhsatla işlem yapamadınız. Niye? Çünkü 28 Ağustos’ta aldığınız ruhsatta işlem yasağı var; Yönetmelik sizi bağlıyordu. Şimdi bir karar var; bu ruhsatı almanıza rağmen o karar bağlar ve işlem yapamazsınız. Belediye önüne gelene ruhsat mı veriyor? Burada belediyenin karşımıza çıkması gerçekten çok üzücü.”

‘Kararın görmezden gelinmesi akla ziyan bir durum’

MUÇEV’in tekne bağlama iskelesi kapasite artırımı projesine karşı açılan davanın devam ettiğini aktaran Halime Şaman, 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı tescili olmasının idari kararı geçersiz kıldığını ve tüm taraflar için bağlayıcı olduğuna vurgu yaparak şunları söylüyor:

“Normalde idari karar dava sonuçlanıncaya kadar geçerlidir. Burası için 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı tescili olmasaydı, bir mahkemeden yürütme durdurma kararı çıkmadığı sürece burada inşaatını yapabilirdi dava süreci boyunca. Ama hepimizi bağlayan bir Arkeolojik Sit Alanı tescili var ve burada inşaat faaliyet yapılamayacağı açıklanmış. Ona rağmen sanki bu karar yokmuş gibi hareket etmek gerçekten akla ziyan bir durum. Üstelik bunu da belediyenin verdiği ruhsata dayandırmak hakikaten akla ziyan bir durum…”

‘Kamu adına görev yapması gereken kurumlar harekete geçmiyor’

Marmaris Kent Konseyi Yürütme Kurulu üyesi Şaman, belediye, jandarma güçleri, Sahil Güvenlik ve MUÇEV’in karar yazısını göz ardı ederek hukuka aykırı inşai faaliyeti destekler bir tutum sergileyen bir tutum izlediğinin altını çizerek şunları söylüyor:

“Karar yazısı açıkça Sahil Güvenlik’i görevlendiriyor; yazının dağıtım yerlerinde sahil güvenlik de var. Buna rağmen Sahil Güvenlik de herhangi bir harekete geçmiyor. Bir de kamu adına görev yapması gereken kurumlar bunlar…”

‣ Karacasöğüt’te Akdeniz’in rahmini öldürecek projeye ÇED olumlu: Bu karar çürümüş kurumların ayıbı

Ne olmuştu?

MUÇEV ve Global Marin şirketleri 2021 yılından itibaren Marmaris’teki Karacasöğüt Koyu‘ndaki yat limanlarındaki kapasiteyi arttırmak istiyor ve denizel alandaki doğayı yıkım tehdidi ile karlı karşıya bırakıyordu.

Marmaris Kent Konseyi, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) ve Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi, Karacasöğüt Koyu’nun Gökova Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgesi‘nde yer alması, endemik ve nadir türlere ev sahipliği yapması nedeniyle marina kapasitesinin arttırılmasına karşı Karacasöğüt yaşayanları ile birlikte mücadele veriyordu.

Koyda Helenistik döneme ait arkeolojik buluntular keşfedilmesi üzerine Marmaris Kent Konseyi ve Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD), doğa talanına karşı yasal girişimlerde bulunmuştu. 28 Eylül 2022’de SAD üyeleri tarafından koyda yapılan dalışta önemli arkeolojik buluntulara rastlanmış, dalış sonuçlarının rapora dönüştürülmesi üzerine yasal süreç başlatılmıştı.

Elde edilen görüntüler ve bulgular eşliğinde tescilin yapılması ve limanın koruma altına alınması amacıyla hazırlanan rapor, 27 Ocak 2023 tarihinde 3423852 sayı numarası ile Muğla Tabiat Varlıkları Müdürlüğü’ne bildirilmişti.

Ayrıca tarihi eserlerin varlığı dilekçe ile Bodrum Sualtı Müzesi uzmanlarına bildirilmiş, uzmanlar da tarihi eserleri yerinde inceleyip eserlerin tescili ve bölgenin 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak ilan edilmesi için resmi süreç başlatmıştı.

Öte yandan Valilik ve Muğla Çevre Şehircilik İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, raporu yok sayarak 3 Şubat 2023 tarihinde Karacasöğüt limanında bulunan Global Marin şirketinin yat yanaşma projesine “ÇED Gerekli Değildir” kararı vermişti.

‣ Karacasöğüt yat limanında, arkeolojik buluntulara rağmen kapasite artışı

MUÇEV Ltd. Şti.’nin koydaki marina kapasite arttırma projesi için verilmiş ‘ÇED gerekli değildir’ kararı mahkemece iptal edilmişti. İptal kararının ardından MUÇEV Ltd. Şti., projesinden vazgeçmemiş ve ÇED sürecini başlatmıştı.

‣ MUÇEV, dava sonucunu beklemeden iskele için inşaata başladı

Bakanlık ise ÇED sürecini durdurmamış ve 29 Mayıs 2023 tarihinde proje için ‘ÇED Olumlu’ kararı vermişti.

‣ Karacasöğüt yat limanı için halkın katılım toplantısı iptal, bakanlık ‘halk bilgilenmek istemiyor’ dedi

MUÇEV yat limanı kapasite artışına onay vermenin yanında aynı koyda yer alan Global Marin Yat Limanı kapasite artışı için de ÇED gerekli değildir kararı vermişti.

‣ Bakanlık Marmaris’te ne tarihi eser dinledi ne de endemik tür: Seçimden mal mı kaçırıyorsunuz?

Dava devam ederken koy içerisinde yer alan tarihi eserler nedeniyle Anıtlar Kurulu proje alanının bir bölümünü de kapsayacak şekilde koyu 1’inci Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak tescil etmiş ve alanda inşai faaliyet yapılamayacağını bildirmişti.

‣ Şirketlerin göz diktiği Karacasöğüt Koyu’nun değeri tescillendi: Kuşaklar boyu korunacak

Beyaz Avustralyalılar yerli halklara daha fazla hak tanınmasına ‘hayır’ dedi

Avustralya’da, Aborjinler gibi yerli halklara daha fazla siyasal hak tanınması için yapılan referandumdan “hayır” oyu çıktı.

Referandumda, Avustralya’nın yerli halklarını etkileyen yasalar ve kamu politikaları konusunda parlamentoya tavsiyelerde bulunmak üzere bir danışma konseyi oluşturulması tasarısı da reddedildi.

Cumartesi günü düzenlenen referandumun sonuçlarına göre, ülkenin yaklaşık yüzde 61’i “hayır” oyu kullandı.

Aborjinlerden sessiz protesto

Ülkedeki Aborjin liderler, referandumdan çıkan sonucun  yasını tutmak için bir hafta sürecek “sessizlik haftası” ilan etti

Başbakan Antony Albenese ise oylamadaki başarısızlıkta “kendi payına düşen sorumluluğu” kabul ettiğini söyledi. Ulusa “birlik ruhu içerisinde sükunet” çağrısında bulunan Albenese, yerli toplulukların çoğunlukta olduğu uzak bölgelerde, ülkenin geri kalanının aksine güçlü bir “evet” oyu kullanıldığını da söyledi.

Akademisyenler ve hak savunucuları, ‘hayır’ kampının kazanmasının uzlaşma çabalarını yıllar boyunca geriletmesinden endişe ediyor.

Başbakan, muhalefetteki Liberal Parti‘nin karşı çıktığı referandum için “evet” kampanyası yürütmüştü. Parti yetkilileri, teklifin “bölücü” olduğunu, etkisiz olacağını ve hükümetin karar alma sürecini yavaşlatacağını söylemişti.

Yerli halklar Aborjinler ve Torres Boğazı Adalıları, 26 milyonluk ülkede yaklaşık 984 bin kişilik bir nüfusla Avustralya nüfusunun yüzde 3,8’ini oluşturuyor.

Kıtanın Yerli vatandaşları, yaklaşık 60.000 yıldır bu topraklarda yaşıyor,  ancak anayasada adları geçmiyor ve çoğu sosyo-ekonomik verilere göre ülkedeki en dezavantajlı insanlar.

Teklifin destekçileri, Yerli Sesinin anayasaya yerleştirilmesinin Avustralya’yı birleştireceğine ve Yerli halkıyla yeni bir çağ başlatacağına inanıyordu.

Ada ülkesinde şimdiye kadar yapılan 45 referandumdan yalnızca 8’i başarıyla sonuçlandı. Bu, seçmenlerin neredeyse çeyrek yüzyıl önce cumhuriyet olma önerisini reddetmesinden bu yana Avustralya’da yapılan ilk referandum.

1967’de Yerli halkın Avustralya nüfusunun bir parçası olarak sayılmasına yönelik bir referandum, iki partinin de siyasi desteğiyle büyük bir başarı elde etmişti.  Ancak bu yılki referandum, büyük muhafazakar partilerin liderlerinin “Hayır” oyu için kampanya yürütmesiyle birleşik bir destek toplayamadı.

Sydney Morning Herald gazetesi pazartesi günü yayımlanan başyazısında, “Cumartesi günkü oylamanın zararı çok büyük olacak. Politikacılar ne derse desin bu uzlaşma çabalarını geriye götürecektir” diye yazdı.

 

Barcelona, ‘aşırı turizm’le mücadele için yolcu gemilerine sınırlama getiriyor

İspanya‘nın Katalonya Özerk Bölgesi başkenti ve en büyük kenti olan Barcelona, “aşırı turizmle mücadele etmek” amacıyla merkez limanına uğrayabilecek yolcu gemisi sayısını azaltmaya hazırlanıyor.

Buna göre, herhangi bir zamanda limana yanaşabilecek gemi sayısı 10’dan 7’ye düşürülecek. Kentteki Muelle Barcelona Norte kuzey rıhtımı ve Dünya Ticaret Merkezi gibi bazı iskeleler de merkez limana tamamen kapatılacak ve , yolcu gemilerinden bunun yerine güney limanına yanaşmaları istenecek.

Yolcularınsa açık kalan iskelelerden şehir merkezine 30 dakikalık servis otobüsleriyle gitmeleri gerekecek.

Cruise Industry News‘un aktardığına göre, bu girişim şehir merkezi çevresindeki egzoz gazını azaltmayı amaçlıyor. Yeni kuralların 22 Ekim’den itibaren yürürlüğe girmesi bekleniyor.

‘Çöküş hissi yaratıyorlar’

Kent limanlarındaki Cruise trafiği Barcelonalıların uzun süredir şikayet konularından biriydi. Özerk bölge yönetimi de bu gemilere sınırlama getirilmesini bir süredir tartışıyordu.

Barselona Belediye Başkanı Ada Colau, El Pais‘e yaptığı açıklamada, 2019’da şehirdeki yolcu gemisi sayısını sınırlama sözü vermiş; “Aynı anda binlerce kişi geliyor. Bunların çoğu sadece birkaç saat kalıyor ve şehir merkezinde yoğunlaşıyor. Çöküş hissi yaratıyorlar”  demişti. Uygulama 2019’da hayata geçirilemedi ancak bu yıl için gündeme alındı.

Hollanda ‘aşırı turizm’den bıktı: Artık tanıtım yapmayacağız
Sardinya’da ‘aşırı turizm’e ziyaretçi sınırlaması ve bilet önlemi
Turizm endüstrisi iklim krizi karşısında hayatta kalabilecek mi?
‘Overtourism’ ya da bildiğimiz turizmin sonu – Aslıhan Aykaç Yanardağ
Venedik’te turist istemiyoruz eylemi

Venedik ve Dubrovnik de yasaklamıştı

Katalonya’nın başkenti, yolcu gemilerine kısıtlama getirerek aşırı turizmi engellemeye çalışan bir dizi turistik yerin izinden gidiyor.

İtalya’nın turistik kenti Venedik‘te büyük yolcu gemilerinin Venedik lagününe girmesi 2021’de yasaklanmıştı. İtalyan Hükümeti, UNESCO‘nun gemilerin Dünya Mirası Alanına giriş çıkışını yasaklamadığı için kentin kara listeye alınabileceği uyarısında bulunmasının ardından harekete geçmeye karar vermiş; ağırlığı 25 bin tondan fazla gemilerin, şehrin en meşhur yerlerinden biri olan San Marco Meydanı‘nın yanından geçen Giudecca Kanalı‘na girmesi yasaklanmıştı.

2019’da da Hırvatistan‘ın Dubrovnik kenti de her gün yanaşabilecek yolcu gemisi sayısını, beraber en fazla 5 bin yolcu taşıyacak şekilde ikiyle sınırlama kararı almıştı.

Bu hafta başında kruvaziyer yolcuları, gemileri Fransa‘ya yanaşırken de yaklaşık 80 kişilik bir protestocu kalabalığıyla karşılandı. World Traveller gemisindeki yolcular ise pazar günü Brittany‘deki Douarnenez limanına vardıklarında “Utanın”, “Evinize gidin” ve “Hoş gelmediniz” sloganlarıyla karşılandı.

 

Ücretsiz yolcu taşıma krizi büyüyor

Tüm Özel Halk Otobüsleri Kooperatifleri Birliği (TÖHOB) Genel Başkanı Kurtuluş Kara ve otobüs esnafı, Türkiye genelinde her ayın yalnızca 1’i ile 4’ü arası ücretsiz yolcu taşınacağına yönelik kararı özel halk otobüslerine astı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığından Türkiye genelindeki 24 grubun ücretsiz taşınması için büyükşehirlerde 4 bin 500 lira, büyükşehir olmayan illerde 2 bin 700 veya 3 bin lira gelir desteği aldıklarını anlatan Kara, maliyetlerin artması nedeniyle verilen desteklerin ücretsiz taşıma için yetersiz olduğunu söyledi:

“Türkiye genelindeki halk otobüslerde dört grup haricindeki ücretsizler 26 gün taşınmayacaklar. O, dört grup şehit ve gazi aileleri, emniyet ve basın mensuplarıdır. Bir de durumu ağır tekerlekli sandalyedeki engelliler ile görme engellileri de taşıma kararı aldık. Bunun haricinde kesinlikle taşıma yapmayacağız.” .

‘Biz bu vatandaşlarımızı taşırsak akaryakıt alamayacağız’

Kara, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının verdiği desteğin 2 günlük ücretsiz yolcu taşıma maliyetlerini karşıladığını bildirerek, otobüs esnafının fedakârlık yaparak ücretsiz taşıma hizmetini 2 gün değil, 4 gün vermek istediğini söyledi.

Otobüslere binmek isteyen ücretsiz yolcuları kamu araçlarına yönlendireceklerini dile getiren Kara, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Yasal olarak taşımamız lazım. Biz bu vatandaşlarımızı taşırsak akaryakıt alamayacağız. İlla ki bize bakanlık, emniyet ve belediye tarafından bir yaptırım olacak. Yani araçlar bu sefer de otoparka çekilmeye başlarsa hepsi birden çekilmeye başlanacak. Türkiye genelinde bunu zor görüyorum. Çünkü vatandaşlar mağdur olacak ama cezai işlemler devam edebilir. Her şeyi göze aldık. Yani bu iş artık kaçınılmaz duruma geldi. Bu herhangi bir eylem ya da taşımama durumu değildir.

Kamuoyuna sesleniyorum. Bizi yanlış anlamasınlar. Bugün Ankara’nın tam bilet oranı yüzde 27’ye düşmüş. Geçen yıl tam bilet biniş oranı yüzde 62’imiş. İnanın 6 ay sonra bu yüzde 15’e düşecek. Abonman kartlarımız artıyor. Yani her gün 65 yaşına giren ve engelli olan insanlarımız var. Arkadaşlarımızı, vatandaşlarla ‘Almıyoruz, aşağıya inin’ şeklinde tartışmaya girmeyin diye uyardık. Bu işi sürdürebilme durumunda değiliz. Böyle devam ederse Türkiye genelinde yılbaşına kadar hizmet veren bir tane özel halk otobüsü kalmaz.”

Ne olmuştu?

Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle Türkiye’nin bazı kentlerinde özel halk otobüsü taşımacıları 65 yaş ve üstü vatandaşları ücretsiz taşımayacakları yönünde açıklamalar yapması tartışma yaratmıştı.

İlk olarak Burdur Özel Halk Otobüsleri Kooperatifi, ardından da TÖHOB 65 yaş üstü vatandaşların ücretsiz taşınması uygulamasının kaldırılması yönünde karar aldı.

TÖHOB yeni düzenleme yapılmasını istedi ve Ankara Büyükşehir Belediyesine (ABB) 15 Ekim’e kadar süre verdi.

ABB’nin meclis toplantısında, AKP grubu, otobüs esnafına gelir desteğinin devam etmesiyle ilgili bir önerge vermiş, ABB ise yaptığı açıklamada belediyelerin ücretsiz taşımaya karşılık bütçesinden para ödeme zorunluluğu olmadığını belirtmişti. Açıklamada ABB’nin mali durumu analiz edilmeden, belediye meclisindeki muhalefet üyelerince kanuna aykırı olarak özel halk otobüsü işleticilerine fahiş oranlarda ve Elektrik Gaz Otobüs Genel Müdürlüğünü (EGO) batıracak şekilde gelir desteği ödenmesi yönünde karar alındığı, EGO’nun batmasını ve çalışamaz hale gelmesini hedefleyen kararın veto edildiği duyuruldu.

Bunun üzerine TÖHOB Genel Başkanı Kurtuluş Kara, 95 gündür karar alamadığı için otobüs esnafına gelir desteği ödemesi yapılmadığını açıklayarak Ankara’da şehit-gazi yakınları ile basın mensupları dışındaki 22 grubu kapsayan ücretsiz biniş kartı sahiplerini taşımama kararı aldıklarını bildirdi.

Yavaş, özel halk otobüslerinin kanun gereği taşıması gereken yolcuları taşımadığını ifade ederek, “Ya kanuna ve yapılan sözleşmeye uyacaksınız ya da otobüslerin tamamını bize satın gidin başka iş yapın. Bu halka zülüm etmenin kimsenin hakkı yok” demişti.

Anasınıfı ve ilkokullarda zorunlu mescit, Resmi Gazete’de yayımlandı

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), okulöncesi ve ilköğretim kurumlarında zorunlu hale getirdiği “mescit düzenlemesi” Cumhurbaşkanı imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlandı.

Millî Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim Ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, “Yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadethane açılır. Okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumlarında talep edilmesi halinde ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak uygun mekân ayrılabilir” maddesi “Okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumları ile yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadet ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla doğal aydınlatmalı uygun mekânda mescit açılır” şeklinde değiştirildi.