Ana Sayfa Blog Sayfa 893

Godot’yu bekleme, gelmeyecek!

Samuel Beckett’in 1948 yılında yazıp ilk olarak 1953’te sergilenen tiyatro oyunu Godot’yu Beklerken’i n uzun yıllar önce Antalya’da bir temsilini izlediğimde çok etkilenmiştim.

Varoluşsal sıkıntılarla yanıp kavrulan iki insan, Vladimir ve Estragon bir ağacın altında her gün yollarını kesiştirip, adeta bir ritüeli icra eder gibi sohbet ederler. Bu ritüelin en önemli yanı da, bir yandan hayat üzerine saçma sapan konuşurken, bir yandan da Godot ismini verdikleri bir kimsenin ya da şeyin gelip onları kurtaracağı beklentisidir.

Beckett, oyunu iki temel izlek üzerinden kurar. Birincisi, bize saçma sapanmış gibi görünen sorularla ve diyaloglarla, eğreti bir yöntemle hayatımızın anlamı, amacı ve kurtuluş yolunun ne olacağı tartıştırılır. Bu bağlamda oyunda, absürd olan diyaloglar, aranan kurtuluş yoluna ulaşmanın kapısının aralanmasının bir aracıdır. Eğer diyaloglara dikkat kesilecek olursak, derin sorgulamalara gidebiliriz. İkincisi de, bize yolu gösterecek, anlamı bahşedecek Godot, hiç gelmeyecektir. Bekleyişimiz nafile bir çabadır. Zaten öyle biri ya da öyle bir şey  yoktur. Ya da Nietzsche’nin Zerdüşt’ünden ödünç alarak söyleyebiliriz ki; Godot varsa ve gelip bize yolu gösterse bile, o yol ne kadar hakiki bir yol olacak ve bize ait olacaktır?

Eylemenin hazzı ve bekleyişin boşluğu

Haz kavramını varoluşsal bir yerden ele alacak olursak, bize keyif veren gündelik faaliyetlerimizi de reddetmeyerek şu noktaya varırız ki en büyük haz, zihinsellik ve eylemselliğin birlikteliğinden doğan hazdır. Şunu belirtmeliyim ki -biraz da eleştirmek için- burada entelektüelliği yaygın kullanılan haliyle kullanıyorum. Yani merak eden, çok okuyan, araştıran, bilgi sahibi olan kişi anlamında. Oysa Gramsci ve Edward Said, entelektüele eylem zorunluluğu yükler.

Gramsci’ye göre, aydının organik davranmak ve toplumsal alanda faaliyette bulunmak gibi bir sorumluluğu vardır. İyi de zihinsel faaliyetin verdiği haz bana yetiyor, eylemek zorunda mıyım diye sorabilirsiniz? Evet zorundasınız. Çünkü, hangi yol ve yöntemle yaparsanız yapın, içine girdiğiniz felsefi hesaplaşmalar ve “varoluşsal vakum” sizi içinde bulunduğunuz kaba gerçeklikten çıkmak için bir yola sevk edecektir. Ya da yapmamanız gereken şeyler konusunda bir fikriniz oluşacaktır. Bu tarz bir yapmama durumu da -hiçbir şey yapmadan oturmanın dışında- eylemenin bir başka biçimidir aslında. Tıpkı Herman Melville’nin Katip Bartleby ve Coetzee’nin Michael K’sının yapmayarak yaptığı gibi.

Bartleby, benden istediğiniz şeyi “yapmamayı tercih ederim” diyerek aslında bir sivil itaatsizlik eylemi ortaya koymaktadır. Ancak, içinde bulunduğumuz konjonktürde çok farklı bir eylemsizlik halindeyiz. Pandemi süreci ağırlığını yitirmesine rağmen bir evden çıkamama, sosyal yaşama etkin katılamama ve dayanışamama durumundayız. Bunun bir sebebi, korku ikliminin de etkisiyle şimdilik “güvenli” gibi görünen evlerimizin, sitelerimizin dışına çıkmama eğilimiyse bir sebebi de sürekli dışarıdan bizi sürükleyecek bir etkinlik ve liderlik bekliyor olmamızdandır. Hadi korku bir biçimde aşılır. İnsanlar zaman zaman bunun bireysel ve kolektif örneklerini veriyorlar. Ancak en tehlikeli olanı, bireyin kendi hayatının sorumluluğunu aktif olarak üstlenmek yerine, karizmatik bir Godot bekliyor olmasıdır. Bu, yaşadığınız kentin en somut ve yakıcı sorunları için bile böyledir.

Kentinizde ormanları yok ederler, her yer taş ocağı dolar, siyanürle altın arayıp toprağınızı, suyunuzu mahvederler, soluduğunuz hava, hava değildir, onca yoksulluk vardır, insan ve hayvan hakları ayaklar altındadır ve bütün bunlarla sadece bir avuç insan uğraşır. Düzelmesi için, başka bir yaşam olsun için onlar mücadele eder. Adeta tüm toplumsal ve ekolojik sorunlar birilerine havale edilmiş, onların omuzlarına yüklenmiştir. Ya da birçok birey, birileri bir şey organize etse de katılsak bekleyişindedir.

Derde deva üzerine kafa yormak

İçinde bulunduğumuz toplumsal yapı ve daha birçok ülkenin kültürel yapısı, maalesef doğrudan demokratik davranan ve kendi hayatının sorumluluğunu özgür bir biçimde alan bireyler ortaya çıkmasının önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ve bu durum hiç yadsınmayacak yükseklikte bir oranda muhalif bireyler için de geçerli.

Oluşturduğunuz bir toplulukta, istemese dahi birileri hep lider olmaya zorlanır. Örneğin, doğrudan demokratik bir işleyiş oluşturulduğu ve bunun üzerinde hassasiyetle durulduğu halde bile kolektifin bireylerinin önemli bir kısmı kendiliğinden sorumluluk almak, fikir üretmek, çağrıcı olmak yerine oluşacak bir etkinlikte tarif edilen bir işi yapmayı yeğleyebiliyor. Aslında bu çoğunlukla planlı bir şekilde de yapılmıyor diye düşünüyorum.

Bireyin refleksinde içe işleyen kültürel alışkanlığın büyük payı var. Birey, bunu fark ettiğinde ya da birisi tarafından uyarıldığında, duruma direnmek yerine kendinde ciddi bir yapı-söküm gerçekleştirmek zorundadır. Bu yapı-sökümün gerçekleşmesi çok önemlidir. Çünkü kendinde yer etmiş aile, toplum ve devlet temelli refleksler ancak böyle ortadan kaldırılabilir. Öncelikle bu yer edilmişlikle yüzleşmek zorunludur. Ancak bundan sonra kendini ortaya koyan ve kolektifi de gözeten bir davranış tarzı geliştirilebilir. Yoksa kişinin içinde bulunduğu kısır döngü devam edecektir. 

Topluluklarda aktif olmanın önündeki bir diğer engel de sanırım bireyin hata yapma korkusu oluyor. Kişi o nedenle de bir şey önermeye çekiniyor. Oysa hata yapmak eylemenin en doğal sonuçlarından birisidir. Samimi, açık, destekleyici bir toplulukta, yapılacak hataların bireyin davranışına ket vuracak şekilde eleştirisi değil, yapıcı bir eleştiri söz konusudur.

En önemlisi de eğer birey, sosyal ve politik yaşamda doğrudan demokratik bir tarz geliştirirse herhangi bir topluluk veya siyasi kolektifle bağı kopsa bile kendi yaşamının dar alanına çekilip, kaçınık yaşamak yerine yeni arayışlara girecektir. Çok sınırlı bir alanda bile olsa elinden geldiği kadar eylemeye, diğerleriyle dayanışmaya devam edecektir.

Stein Løken

İnternet tekellerinin sosyal ve ekonomik yaşamı domine ettiği şu zamanda, yapacağımız her türlü eylemin ve dayanışmanın önemi vardır. Mahallemizdeki bir ayakkabı tamircisi, terzi, çay ocağı, kafe ve kentimizdeki bir tiyatro, kitabevi, sanat atölyesi ve doğal gıda kooperatifinin kapanıyor olması, sosyal – psikolojik yaşamımıza vurulan büyük bir darbedir.

Bir araya geldiğimiz mekânların yokluğu ya da niteliksizleşmesi, zaten işyerlerimizde sıkışmış hayatlarımızı iyice güdükleştirecektir. Bunun sonucu olarak evlere hapsolmuş entelektüel eylemsizliğin sancısının insanı sarması kaçınılmazdır. Ve yapılabilecek şey çok açık: Entelektüelliği, bireyselliğini örseletmeden diğerkâmlık ve dayanışmayla buluşturmak…

Alternatif yaklaşımlar için zamanı yavaşlatmamız ve birbirimizle konuşmamız lazım 

Marmara’nın bir bütün olarak acilen korumaya alınması için sivil toplum harekete geçti. “Marmara Yaşasın” diyen insanlar ve sivil toplum kuruluşları 26 Mayıs’ta dört günlük bir “kervan” etkinliği düzenledi.

Kervana Katıl Marmara’ya Umut Ol!” diyen Marmara Yaşasın Kervanı, Marmara Denizi’nin kuzey sahillerinde Marmara Ereğlisi’nden başlayıp ardından güney sahillerine geçerek etkinliği İstanbul Adaları’nda sonlandırdı.

Marmara, müsilaj ve sanayi atıkları

Dört gün boyunca Marmara Denizi’nin ve denize açılan havzaların nasıl ve hangi etkenlerle kirletildiğine dikkat çekmek üzere Çorlu, Biga, Bandırma, Bursa, Kocaeli ve Burgazada’da yapılan Kervan buluşmalarında yerel halk, çevre mücadelesi yürüten yerel sivil toplum kuruluşları ve kervan katılımcıları bir araya geldi. Marmara ve havzasındaki ekolojik yıkımı belgeleyen, bu konularda davalar açan ve kamuoyunu bilgilendirmeye çalışan yerel sivil toplum girişimleri tarım ve hayvancılık alanlarında kullanılan kimyasalların yaygın etkilerine, havzada yer alan sanayi tesislerinin atık sularının karıştığı kirli derelere ve deniz hayatının neredeyse sona erdiği körfez alanlarına dikkat çekti.

2021 yazında Marmara Denizi’nin her noktasında ortaya çıkan müsilaj, denizin topyekun hastalanmış olduğunu fark etmemize yaramıştı. Marmara’da ekolojik kırıma son diye bu kervan hareketi ile birlikte havzadaki tek tek kirletici etmenlerin bir araya geldiğinde deniz hayatını toptan nasıl tehdit ettiğini görmeye başladık. Müsilaj bu yıkımın sadece bir görünümüydü. Kervan, durduğu yerlerde düzenlediği forumlarda bir zamanlar biyoçeşitlilik açısından çok zengin olan bu denizin nasıl yok oluşa sürüklendiğini, kirleticilerin neler, kimler, hangi dinamikler olduğunu tartışmaya açtı.

Ölümün eşiğine gelen Marmara

Marmara Denizi’nin ölümün eşiğine neden geldiğini TBMM Müsilaj Komisyonu Raporu’nda ve bu rapora eklenen şerh metinlerinde, bu konuda yayınlanan birçok akademik yayında okuduk. 

Marmara kıyı şeridi boyunca ve havzasında artan kentleşme ve sanayileşme sonucu kentsel ve sanayi atık sularının arıtılmadan deniz ortamına veriliyor olması, tarımda kullanılan kimyasal gübrelerin nehirlere ve toprağa karışarak su kaynaklarını kirletmesi, deniz taşımacılığı kaynaklı kirleticilerin çoğalması, kıyıların betonlaştırılması, temel nedenler.

Marmara Denizi etrafında Türkiye nüfusunun yüzde 25’i yaşıyor ve bu nüfusun günde 2,1 milyon metreküpü bulan kirli atık suyu, büyük oranda sadece ön arıtmadan geçirilip derin deşarj ile denize veriliyor.

Yılların kirliliği Marmara’da

Marmara havzası imalat sanayisi Türkiye’nin toplam gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 47,83’ünü karşılıyor. Türkiye’deki Organize Sanayi Bölgelerinin yüzde 30’u Marmara Bölgesi’nde yer alıyor: Bursa’da 15, Kocaeli’de 13, Tekirdağ’da 13, İstanbul’da 8, Balıkesir’de 4 ve Çanakkale’de 2 olmak üzere Bölge’de toplamda 57 adet OSB bulunuyor. Bu rakamlar TBMM Müsilaj Komisyonu Raporu’ndan. Sanayi tesislerinin kirli atık suları da evsel atık sularda olduğu gibi yeteri şekilde arıtılmadan derin deşarj ile denize veriliyor. Ergene’ye akıtılmakta olan bu kirli suların Marmara’ya akıtılmasını içeren projenin özü bu. Ayrıca sanayi tesisleri su kaynaklarından çektikleri soğutma suyunu ısınmış bir şekilde denize veriyor. Bu da deniz ısısının artmasına sebep oluyor. Müsilajı tetikleyen etmenlerden birisi deniz suyu sıcaklığının artışı. 

Ekonomi politik diliyle bu bilgileri yorumlayacak olursak Marmara Denizi’nin kirlenmesi özellikle 1980’li yıllardan bu yana, son 40 yıldan beri, bölgenin sanayi ve küresel lojistik merkezi olarak konumlandırılmış olması ve buna paralel olarak da iç göç için büyük bir çekim merkezi haline gelmesi nedeniyle meydana gelmiştir. Türkiye’nin sanayi üretiminin önemli bir kısmını gerçekleştiren tesisler havzaya yerleştirilmiş, İstanbul’un ve ardından tüm Marmara Havzası’nın küresel mal ve turizm akışkanlığında ana lojistik merkezi haline getirilmesine yönelik limanlar, havaalanları, otoyollar ile Marmara Denizi çevrelenmiş ve hızlı nüfus artışına bağlı olarak kentleşme tüm havzaya yayılmıştır.

Neoliberal büyüme politikasının sonuçları 

Marmara Havzası’na konuşlanan sanayi sektörü ve ihracata yönelik ürün üreten sektörler için küresel ekonomide rekabetçi pozisyonlarını güçlendirmek arayışı maliyetleri en aza indirmeye çalışmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kirli atık suların Marmara Denizi’ne pahalı arıtma tekniklerine yönelmeden gönderilmesinin arkasında maliyetleri en aza indirme arayışını görebiliriz.

Tüm Türkiye ihracatının yüzde 61’inin Marmara Havzası’ndan yapılmakta olduğu dikkate alındığında yıllardır denize atılan kirli suyun miktarını tahmin edebiliriz. Marmara Denizi, Türkiye’nin son 40 yılına damgasını vurmuş olan ucuz işgücü ve ucuz maliyetler odaklı neoliberal büyüme politikasının sonucu olarak üretilen pisliğinin akıtıldığı alıcı ortam olarak kullanılmıştır. Denizin suları ile yetinilmemiş, kıyıları da kentleşme baskısıyla ve lojistik kullanımlar gerekçe gösterilerek doldurulmuştur. Sümeyra Kurt’un 2016 yılında yayınladığı çalışmaya göre; 2008 – 2011 arası 27 yıllık sürede Güney Marmara kıyılarında, “Çanakkale -Çardak ile Yalova arasında 5,76 km2’lik alan doldurulmuştur” (Kurt, 2016). 

Marmara Denizi’nin hesabı ‘kişi başı gelirimizi yükselteceğiz’ vaadi ile iktidarı elinde tutan serbest piyasacı devlet politikaları ile kesilmiştir. Denizin biyoçeşitliliğini bitirenin de halk ucuza beslensin diye teşvik edilen ve denetlenmediğinden “aşırı balıkçılık” tabiri ile anılan endüstriyel balıkçılık olduğunu da unutmamız gerekiyor.

1985’ten itibaren denizin çığlığının sesi olmaya çalışmış sivil toplum kuruluşlarının ve bilim insanlarının uyarıları dikkate alınmamış ve denize kıyılmış. O dönem özellikle İstanbul Hidroloji Enstitüsü şefi M. İlham Artüz’ün çabalarını hatırlamak çok önemli. Artüz’ün 1980’li yıllarda yayınladığı makalelere oğlu Levent Artüz’ün “Marmara Denizi’nin Kirletilmesinin Yakın Tarihi” başlıklı yeni kitabında ulaşmak mümkün.

İlham Artüz ölmeden önce 1993 yılında yazdığı yazısında ‘Marmara Denizi’nde ölüm kol geziyor’ diye uyarır. Levent Artüz de kitabında dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan’ın yüksek maliyeti gerekçe gösterip kolektör projesinde biyolojik arıtma kısmını nasıl gerçekleştirmediğini anlatıyor. Maliyetleri düşürmek ve ucuz yoldan “çözmek” sadece özel sektörde değil kamu politikasında da hakim anlayıştır.

Marmara ölüm döşeğinden kalkamadı

Marmara Yaşasın Kervanı da 1980’lerdeki taleplerin ve uyarıların tekrarlanmasına vesile oldu. 1985’ten bu yana neoliberal olarak kestirmeden karakterize ettiğimiz bu devlet politikasında bir değişim yok, tam tersine Marmara Havzası’nı Avrupa’nın dibinde ve Ege ve Karadeniz arasındaki bu koridorda bir üretim, dağıtım üssü olarak şekillendirme politikası zirvede. Kanal İstanbul projesinin arka planında da bu hedef yatıyor. Marmara Denizi o günden bu yana, ölüm döşeğinden kalkamamış vaziyette.

Sivil toplumun bu ekonomi politika manzarası karşısındaki argümanları ne olmalıdır? Bu soruyu bir sonraki yazıda ele alacağım. Gelmiş olduğumuz durum öyle vahim ve zamanımız da o kadar azalmış bir durumda ki araştırma ve müzakere gerektiren sistemin temeline ve temel varsayımlarına yönelik alternatif bakış açılarını ortaya koyamıyoruz. Marmara’nın bu şekilde kirletilmeye dayanacak bir günü bile kalmadı denilince Marmara Denizi’ni iyileştirmek için bir an önce bilim insanları ve uzmanlarca tekrarlanan teknokratik önlemler dışında bir şey diyemez hale geliyoruz. Üstelik bu teknokratik önerilerin mevcut ekonomi politika çerçevesinde uygulan(a)mayacağını bile bile. Alternatif yaklaşımlar için zamanı yavaşlatmamız ve birbirimizle daha çok konuşmamız gerekiyor.  

Kaynaklar

  • Kurt, Sümeyra, “Marmara Denizi Güney Kıyılarında Kıyı Çizgisi ve Kıyı Alanda Meydana Gelen Zamansal Değişim Analizi”. Gaziantep University Journal of Social Sciences. 2016. 15(3):899-924
  • Artüz, M. Levent, Marmara Denizi’nin Kirletilmesinin Yakın Tarihi, Kırmızı Kedi Yayınevi. 2021. 

[Bir şarkının hikayesi] Rhiannon/ Fleetwood Mac

American Horror Story dizisinin Apocalypse adındaki sekizinci sezonunda bu kez ‘’Beyaz Cadı’’ karakteri ile bir daha sete giren Stevie Nicks, 40 yılı aşkın süredir kendisi ile ilişkilendirilen dünyaya, büyücülerin, cadıların dünyasına bu fantastik senaryoda rol alarak geri dönmüştü.

Nicks’i yıllarca cadılıkla ilişkilendiren ve başına kimi zaman da dert açan hikaye, 1975 yılında havaalanındaki bir kitapçıdan  Triad adlı kitabı alması ile başlamıştı. Hikaye Ortaçağ‘da  geçiyordu ve Galli bir tanrıça “Rhiannon” hakkında idi.

Efsaneye göre, Bereket ve Ay tanrıçası “Rhiannon”, bir tanrıdan kaçıyor ve ölümlü bir adamla evleniyordu. Bu tanrı, “Rhiannon”u kendi çocuğunu öldürmekle suçlamış  ve onu şehrin girişinde durarak bu suçu herkese itiraf etmek zorunda bırakmakla cezalandırmıştı. 

‘Galli Cadı’nın mistik gösterisi

Nicks’in okuduğu romanın kahramanı olan kadın, ruhunun “Rhiannon” tarafından ele geçirildiğine inanıyordu. Stevie Nicks hikayeden oldukça etkilenmiş ve kitabı bitirdikten sonra piyanoda “Rhiannon” adlı şarkısını bestelemişti.

Nicks, şarkıyı sevgilisi Lyndsey Buckingham ile çıkaracakları albüme koymayı düşünüyordu. Hatta Rhiannon hakkında birkaç şarkı daha yazmıştı, hikayeyi ve şarkıları bir filme konu olacak bir proje olarak planlamıştı. 

Tam bu sıralarda Fleetwood Mac grubu hem solistlerini hem de gitaristlerini kaybetmişti ve Mick Fleetwood, Lyndsey Buckingham’ı grubuna  gitarist olarak davet etti. Lyndsey’nin bu teklifi kabul etmek için sadece bir tek şartı vardı; o da sevgilisi ve partneri Stevie Nicks’in de onunla beraber gruba katılmasıydı. 

Buckhingam ve Nicks’in gruba katılması gruba daha fazla bir pop rock sound katmıştı ve 1975 yılında çıkardıkları “Fleetwood Mac” adlı albüm Amerika’da #1 oldu.  Bir sonraki albümleri “Rumours” 40 milyon kopya satacak ve 2020 yılında Rolling Stone dergisi tarafından tüm zamanların en iyi yedinci albümü seçilecekti.

“Rhiannon”, 1975 yılında “Fleetwood Mac” albümünde yayınlandı ve şarkının 1976 yılında single’ı çıkarıldı.

Nicks konserlerde şarkının Galli bir cadı hakkında olduğunu söylüyordu. Bu hikayenin etrafında dönen detaylar, Nicks’in ilk sahne performanslarını bir efsaneye dönüştürmüştü. Bazı rock eleştirmenleri, onun arkaik bir dille konuştuğuna ve konserlerde transa girdiğine tanık olduklarını anlatıyorlardı.

Konserlerde arka planda muazzam bir sarı ay görüntüsü  yer alıyor ve Nicks sahnede siyah şalı ile mistik bir eda ile dönerek şarkıyı seslendiriyordu.

“Rhiannon”,  Stevie Nicks’in yalnızca kendi deneyimlerinden yararlanarak değil, mistik ve dünyevi olmayan öyküleri kasıtlı olarak kendi dünyası ile harmanlayıp  özgün bir hikaye anlatan ve bunu pop rock müziği kalıpları içinde yapmayı başaran nadir sanatçılar arasına girmesini sağlamıştı.

2013 yılında Mojo dergisine verdiği bir röportajda Stevie Nicks, şarkıyı yazdıktan iki yıl sonra Rhiannon’un aslında bir cadı olmadığını ve gerçekte mitolojik bir tanrıça olduğunu öğrendiğini söylemişti:

Hikayem kesinlikle göksel bir varlık hakkında yazılmıştı, Rhiannon’un tam olarak kim olduğunu bilmiyordum ama onun bu dünyadan olmadığını biliyordum.”

 

Şarkı sözlerinde hem bir benzetme (‘’Karanlıktaki bir kedi gibi’’ ) hem de bir metafor (‘’Ve sonra o karanlıktır ‘’) vardır.

“She is like a cat in the dark
And  she is the darkness.”

Nicks ve Buckingham’ın Fleetwood Mac’a katılması ve 1976 yılında çıkardıkları  Rhiannon” single’ı şüphesiz Fleetwood Mac grubunun dönüm noktası oldu. Bu şarkının Nicks’in imajına da büyük bir katkısı olmuştu. Sanatçı, dökümlü şalları ve siyah kıyafetleri ile kendisi gibi giyinen bir hayran kitlesi de yaratmıştı.

Fleetwood Mac  Rhiannon” single’ının ardından “Rumours” ve “Tusk” albümlerini çıkardı ve 120 milyondan fazla albüm satan grup, tüm zamanların en çok albüm satan Rock gruplarından biri oldu.

 Kaynakça

  • Whatley J.,’Rhiannon, Stevie Nicks pens a witchcraft cracker for Fleetwood Mac.
  • Bergren J.’Long History with witchcraft, from ‘Rhiannon’ to AHS:Apocalypse’
  • Songfacts, Rhiannon
  •  Wikipedia, Stevie Nicks, Fleetwood Mac

Anayasa ve ana plan

[email protected]

Bir ülke için anayasanın anlamı ve gereği ne ise kentler için de ana planın (master plan) anlamı ve gereği aynı şeydir. İster parlamenter ister monarşik, her ülkenin bir anayasası var bugünün dünyasında. Bütün devlet sistemleri, bir anayasa çerçevesinde örgütleniyor ve işliyor. Gerçi anayasalara uymak ve anayasaların gerçekten uygulanması ile sorunlar ve tartışmalar, hukuk sistemlerinin ve demokratik politikaların/ usullerin geçerli olduğu ülkeler (genellikle “batı” olarak adlandırılan ya da yakın zamanlarda “küresel kuzey” ülkeleri denilenlerin) dışında her zaman tartışmalı olsa da anayasa kavramı, genellikle küresel olarak benimsenmiş durumda.

Ülke için anayasa ne anlama geliyorsa, bir kent için plan/ “ana plan” (ya da master plan) kavramı da benzer bir anlam ve işleve sahip. Orta erimde bir öngörü olmaksızın kentin nasıl gelişeceğini belirleyebilmek olası değil. Buraya kadar söylediklerimiz genel olarak kabul görmüş ya da öyle olduğu pek fazla tartışılmayan konular. Ancak dünyanın her yerinde, her kentinde bu konular nasıl ele alınıyor, nasıl tartışılıyor? Planlar, İngiltere’de ve Kanada’da, Çin’de Hindistan’da ve Singapur’da, Dubai’de, Meksika’da ve Brezilya’da nasıl uygulanıyor?

Anayasalardan beklenen yarar

Önce anayasalardan beklenilen yararı düşünelim: Modern devlet kuramına göre, her ülke yönetimi kendi toplumuyla ilişkilerinin tanımlarını ve standartlarını belirlemek üzere hazırladığı anayasada hem devletle yurttaşlar arasında hem de yurttaşların kendi aralarındaki ilişkilerin temel niteliklerini/ kurallarını ve sınırlarını belirliyor. Bunu, gündelik kamusal yaşamın uyum içinde olması ve geleceğin belirlenmesindeki adalet/ eşitlik/ özgürlükler/ hukuk ve değerlerle ilgili temel yaklaşımı açıklayabilmek ve anlatabilmek için yapıyor.

Bazı otoriter ve yasakçı anayasalar sınırları daraltıyor ya da dini değerleri ön plana alıyor ve insan haklarını/ yurttaş haklarını önemsemiyor ve demokrasiyi hemen hemen hiç benimsemiyor. Devletin varlık nedenini/ otoritesini ön plana alıyor. Demokratik anayasalar ise, toplumun özgürlüklerini ve refahını ön plana alarak bütünsel bir tutarlılıkla insan hakları ve özgürlükler çerçevesinde geleceğin ve yenilenerek gelişmenin ana ilkelerini/ doğrultularını belirlemekle yetiniyor ama uygulamaları da disiplinli bir biçimde denetliyor.

Kentsel planlar-anayasa benzerliği

Benzer bir biçimde kentler için yapılan planlar da esas olarak kentin mekansal (aslında toplumsal ve kültürel) gelişmesi öngörülerini, benzer temel ilkeler çerçevesinde ve belirli bir tutarlılıkla harita üzerine aktarıyor. Bu planlar/ “ana planlar” anayasalar gibi kentin deneyimleyebileceği dengeleri, eşitlikleri, hakların (insan haklarından başlayarak ekolojik/ doğayla ilgili hakların) kullanımını vb.’yi belirliyor. Yasaların veya uygulamayla ilgili geliştirilecek kuralların/ yönetmeliklerin ve standartların anayasaya uygun olması gerektiği gibi, daha alt ölçek/ uygulama planlarının da kentin ana planıyla uyum ve tutarlılık içinde olması gerekiyor/ ya da öyle olacağını düşünüyoruz. Buraya kadar her şey kağıt üzerinde bir anlam taşıyor gibi duruyor…

Modern düşünce veya benimsediğimiz kadar modern yaklaşım, ülkesel ya da kentsel ölçeklerdeki kamu yönetimlerinin işleyişinin, kamusal yararlarının oluşumunun ve bölüşümünün, böyle olmasını beklememiz gerektiğini düşündürüyor. Ancak bir yandan da, dünya sürekli olarak değişiyor: Modernden- post moderne, klasik kapitalist ekonomi (düzen)- neoliberal düzene, çeşitli biçimlerde tanımlanan sosyalizmler- devletçiliklere veya devlet kapitalizmine doğru pek çok değişim gösterdi, 20. yy boyunca ve 21. yy’da…

Neoliberal dünya ve kent ile ilgili yazında genellikle şu özellikler belirginleşiyor:

  • Kamusal olan her şey (kurumlar, işletmeler ve toprak/ araziler vb.) özelleştiriliyor ve ekonominin kamusal olan kesimi küçülüyor.
  • Özelleştirilen her şey, kamu yararı kavramından uzaklaşıyor ve ticarileşiyor; kar veya rant amacı, tek ölçüt oluyor.
  • Bu dönüşüm için eğer mevcut yasal tanımlar/ koşullar elverişli değilse,
    • Yasalar değiştiriliyor,
    • Yeterli olmazsa yeni yasal mevzuat geliştiriliyor,
    • Ama her şeyden çok, yasalar/ yönetmelikler veya herhangi bir kural esnekleştiriliyor, ya hiç uygulanmıyor, ya da daha kötüsü keyfi olarak uygulanıyor.
  • Bu “esneklikler” (belirsizlikler) tam olarak, “kayırma”, ayrımcılıklar ve devlet olanaklarının hemen hemen sadece bir elit/ seçkin grubuna kullandırılması anlamına geliyor.
  • Kayırma/ ayrımcılık vb., toplumun küçük bir bölümünün aşırı ölçüde zenginleşmesine ve orta sınıfların, orta-alt kesimlerin ve daha alt sınıfların, yoksullaşmasına neden oluyor; gelir dağılımında dengeler bozuluyor, sınıflar arasındaki fark ve ayrım, giderek uçurumlaşıyor.
  • Hızlanan teknolojik dönüşüm, kısa erimli ve hızlı özel kar ve rant elde etme güdüsü, giderek sermaye birikim süreçlerini ve kentlerdeki üretim/ ticaret ve ilişki örüntüsünü dönüştürüyor.
  • İşsizlik artarken, mevcut istihdam da esnekleşiyor/ emek örgütleri zayıflıyor; güvencesiz, sigortasız, emeklilik garantisi olmayan ve sömürüye açık/ düşük ücretli çalışma biçimleri egemenleşiyor.
  • İşin ve işyerinin, istihdamın/ çalışma biçiminin kentlerde kazandığı yeni özellikleri ve burada sayılmayan diğer özellikler topluca “gig-ekonomi” olarak adlandırılıyor.
  • Sınıflar kentsel mekanda da ayrışıyor, kent giderek güvensizleşiyor ve zengin mahalleler/ siteler çitleniyor ve güvenlik çemberine alınıyor.
  • Kentlerde yabancılaşmalar, ayrımcılıklar, ırkçılıklar ve aşırı milliyetçilikler, yabancı ve göçmen düşmanlığı artıyor; farklı olan ve kentsel çeşitlenmeyi sağlayabilecek her şey eziliyor veya saldırıya uğruyor.
  • Bir yandan aşırı zenginleşme ve diğer yandan, işsizlik/ düşük ücretli ve zor koşullarda emek, yoksullaşma, yabancılaşma ve gelir dağılımında kutuplaşma vb. ile özetlenebilecek durumun kabul edilebilir/ rıza gösterilebilir olmasının sağlanması gerekiyor. Bu nedenle, popülist ideolojiler ve popülist-despot politikacılar, milliyetçilikler veya din-mezhep farkları ya da göçmen veya yabancı düşmanlığı üzerinden, şiddet yoluyla veya bu yeterli olmadığında yaratılan gereksiz savaşlarla, toplumsal uyum/ bağlanma ve rızayı üretiyor.

Kentlerdeki bu politik-ideolojik ve toplumsal-ekonomik dönüşümler, kentlerin ana planlarına ve plan uygulama süreçlerine de tam olarak yansıyor:

  • Ana plan uygulamalarının tutarlılığı ve bütünlüğü/ asıl anlamı ve amacı hiçe sayılarak, parçacıl/ mevzi plan uygulamaları geliştiriliyor; planda pazarlıklar, belirsizlikler artıyor.
  • Kentin gelişmesinin temel güdüsü, kamu yararı/ kentin kimliğinin-özelliklerinin ve dokusunun korunması olmaktan çıkıp rant gelirinin en çoğa çıkartılması oluyor.
  • Plan uygulamasında güç ve karar, kamusal otoritelerden özel kesime, rant arayışındaki sermayeye/ inşaatçılara-politikacılara geçiyor; böyle olmadığı durumda/ belirsizliklerde, merkezi veya yerel kamu otoriteleri özel sermaye tekellerinin hizmetindeki kolaylaştırıcılar olarak çalışıyorlar.
  • Kentin makro-formu giderek mantıksızlaşıyor, derişik kent özelliklerinden uzaklaşarak gelişigüzel sıçramalarla pahalı ve ekolojik/ tarımsal olarak zararlı kentsel büyümeler yayılıyor.
  • Altyapı ve konut yatırımları plansız ve mantıksız ama rant oluşturan kent gelişmeleri desteleyecek biçimde, sermaye birikimine göre düzenleniyor ve
  • Kentler, iklim değişikliği sorununda kayıtsız, hatta sorunu pekiştirici, ekolojik değerlerin ve dengelerin korunmasında etkisiz ya da daha kirletici, kentin kimliğinin-tarihinin ve doğal verilerinin korunmasında da sadece gösterişçi ve taklitçi, sığ bir tüketimcilik davranışı geliştiriyor.

Bu liste geliştirilebilir ve ayrıntılandırılabilir; zaten daha derinleştirilmesi, örneklendirilmesi ve işleyiş mantığının/ ideolojisinin daha net biçimde açığa çıkartılması gerekiyor.

Yukarıdaki özellikler, dünyanın bütün kentlerinde farklı biçimlerde ve farklı derecelerde geçerli olmakla birlikte, daha önce “küresel kuzey” olarak adlandırılanların dışındaki ülkelerde/ coğrafyada, özellikle Türkiye’de, olumsuzluk dozu oldukça yüksek örneklerle artıyor.

Türkiye’deki kentlerin neden bu kötü gidişe karşı duramadığı ve direnebilmek için neler düşünülebileceği/ yapılabileceği konularını tartışmayı sürdüreceğiz.

Benim konum hep Gezi artık – Sevil Baştürk

Önceki hafta sonu, Barselona‘nın ardından ‘Vegan Dostu’ statüsünü kazanan ikinci kent olan Didim’de yaşam dolu festival Didim Vegan Festivali‘ndeydim. İlki 2017 yılında düzenlenen, sonra pandemi nedeniyle verilen aranın ardından bu yıl dördüncüsü düzenlenen festivale, 2019 yılında 200 bin kişi katılmış.

Benim için üç gün boyunca veganlığın konuşulduğu, her şeyin vegan olduğu bir yerde olmanın keyfi anlatılmaz, yaşanır.  Hem yerli halkın hem de ürünlerini tanıtmak isteyen girişimcilerin kurduğu stantlarda vegan ürünleri, yemekleri ve Ege mutfağının vazgeçilmez lezzetlerini tattık. Hayvansal ürün kullanmadan yaşamak, doymak, birlikte keyif almak mümkündü.

‘Sömürmeyin, zulmetmeyin, can almayın’

Üç gün boyunca, vegan devrimi ve hayvan özgürlüğü, vegan sanat, spor, sağlık konularında söyleşiler, sergiler, film gösterimleri, atölyeler ve konserler gerçekleşti.

Zülal, “Sizden tek ricam, bu festivalden ayrılırken lütfen bir kez daha düşünün, başınızı yastığa koyduğunuzda akşam, benim için bir tek can katledilmedi, diyebilecek misiniz?  Diyorsanız dünyanın en büyük huzuru budur. Sömürmeyin, zulmetmeyin, can almayın, can alınmasını desteklemeyin..” dedi bir yerde. Çıkmıyor aklımdan, biliyorum başkalarında da kaldı.

Köprüden önce son çıkış: Veganlık

Ben, çevre ve iklim başlığı altında, 6’ıncı yok oluşun eşiğinde köprüden önce son çıkışın veganlık olduğunu anlattım: “Eğer yönümüzü değiştirmezsek kendimizi gittiğimiz yerde buluruz” dedim. “Zenginlik tanımını baştan yapalım. Paranın ötesinde olsun. Temiz hava, temiz su, temiz gıda, makul barınak, sıcaklık, dostluk ve uyumlu toplum için çalışalım’, dedim. ‘Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma dokunma!” dedim tabii bir de.

İşte ben, birçok veganın boykot ettiği bu festivale, bu son cümleyi bir kez daha ve daha yüksek sesle sarf etmek için katıldım.

Birçok vegan grup, ilçe sınırları içinde yapılan deve güreşleri nedeniyle geçtiğimiz yıllarda katıldıkları bu festivale katılmayacaklarını bildirmiş ve tüm vegan aktivistleri boykota davet etmişti oysa.

Biz katılanlar, deve güreşlerine neden karşı olduğumuzu her fırsatta anlattık, Yusuf Emre Yalçın’in deve güreşlerini de anlattığı, Anima belgeseli festivalin önemli etkinliklerinden biriydi.  Belediye başkanı Ahmet Deniz Atabay’ın bu konudaki açıklamasını ise  @Bağımsız Hayvan sosyal medya hesaplarında bulabilirsiniz.

Konu hem aynı hem başka

Ama benim konum başka işte. Hem aynı, hem başka.

Ben aslında yaşamın olduğu her yerde Gezi’yi savunmam, hatırlatmam, haykırmam gerektiği için gittim Didim Veg Fest’e.  Gezi’de başka bir dünyanın mümkün olma ihtimalini hep birlikte sevdiğimiz için; hep birlikte talana, ranta kurban gitmesin yurdum da, insanı da, hayvanı da dediğimiz için; daha yaşanabilir kentler istediğimiz için; parkımıza birlikte sahip çıkarken şiddet gördüğümüz, canlarımızı kaybettiğimiz için ve şimdi arkadaşlarımızı hapsettikleri için gittim.

Artık daha da güçlü, daha da renkli, daha da sesli, ‘Yaşamın olduğu her yerdeyiz, yaşam hakkını savunuyoruz, buradayız!’ dememiz gerektiği için.

Ve iyi geldi Didim’de Gezi’yi anmak; yaşam hakkı için birlikte olduğumuzu yeniden hissetmek.

*

Hep bir azınlık hissi

Kendimi bildim bileli birçok azınlık grubun içinde yer aldım. Bir yandan diyorum ki, kendimi vegan olarak hissettiğim kadar azınlık hissettiğim başka bir konu olmadı.

Diğer yandan da diyorum ki, veganların sayısı her yerde azdır, doğru.  Ama veganların hayalleri Gezi’nin hayalleriyle birlikteydi  -şiddete ve sömürüye karşı, cana yakın ve biliyorum, Gezi her yerde.

Bir avuç muyuz, yüzbinler miyiz bilemiyorum bazen.  Ama parçalanmak yerine çoğalmamız gerektiğini çok iyi biliyorum. Birlikte olabileceğimiz her anı, geniş katılımın olduğu tüm platformlarda ve kamusal alanlarda birlikte hareket ederek, kısaca ‘Gezi hayattır!’ diyeceğimiz, ‘ insana, doğaya, hayvana özgürlük! ’ için bir araya geleceğimiz her anı şimdiden kutluyorum.

Arkadaşlarımızı alana kadar…

Tıpkı Gezi’de olduğu gibi, birlikte alan tutabileceğimize, farklılıkların zenginliği ile bir araya gelebileceğimize, tartışabileceğimize, ortaklıklar yaratabileceğimize ve sözümüzü birlikte haykırabileceğimize inanmak istiyorum.

Arkadaşlarımızı alana kadar; karanlık gidene, geriye Gezi ve umut kalana kadar işimiz her yerde, çeşit çeşit ve çok.

Kentte Ekolojik Yaşam” temasıyla gerçekleşen 2022 Kadıköy Çevre Festivali’nde 4 haziran Cumartesi günü, saat:14.00’de İB Sahne’de buluşalım mı?

Boğaziçi’nde direnişin birinci yılı doldu: Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz

Boğaziçi Üniversitesi’nde direnişin birinci yılı doldu ve 74’üncü haftası devam ediyor.

Direnişin 516’ıncı gününde de nöbet tutan akademisyenler, haftanın her iş günü olduğu gibi bugün de ellerinde“Öğrencime Dokunma”, “Kabul Etmiyoruz”, “Vazgeçmiyoruz” ve “Özerk, Özgür, Demokratik Üniversite” yazan dövizlerle nöbet tuttu.

Akademisyenler, açıklamalarında geçen hafta yönetimin ani bir kararıyla “tanıtım ofisi” yapma gerekçesiyle tahliye edilen İstanbul Matematiksel Bilimler Merkezi‘nin misafirhanesinin, bu hafta genel sekreter yardımcısı kararıyla uzun süre için bir misafire tahsis edilmiş olduğuna dikkat çekti:

“Atanmış yönetimin gündelik olarak aldığı kararlar, yerleştirmeye çalıştıkları bu düzenin lakayt ve kayırmacı yapısını ele veriyor. Daha önce akademik etkinliklere öncelik verilerek tüm konuklara kısıtlı sürelerle tahsis edilen misafirhanenin bu hızlı dönüşümünün nedeni Naci İnci ve kadrosunun dayattığı denetimden uzak ve tepeden inme yönetim modelidir.”

Yönetimin, üniversitede onlarca yıllık deneyim ve birikimle oluşmuş demokratik yönetişim mekanizmalarını etkisiz kılmayı hedeflediğini söyleyen akademisyenler, şeffaf, denetlenebilir ve katılımcı idari süreçleri devre dışı bırakan bu tür cebrî müdahalelerin bir an önce son bulmasını talep etti.

İlgili haber: Boğaziçi Üniversitesi yönetimi bilim merkezinin kapısına kilit vurdu

Mücadeleyi yaratıcı eylemler büyütüyor

Dün açılışı yapılan, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileriyle davetli sanatçıların çalışmalarının buluştuğu ”Normalleş(me)!” adlı kolektif dayanışma sergisini hatırlatan akademisyenler “Zorbalığa dayanan bu despotik yönetim şeklinin aksine, Boğaziçi Üniversitesi direnişi ilk günden beri, cinsiyet, cinsel yönelim, din, dil, ırk, etnik köken, fikir, yaş gibi nedenlerle kimsenin ayrımcılığa uğramadığı, özgürlüğün, çoğulculuğun, katılım ve müzakerenin esas alındığı, demokratik üniversite ve demokratik toplum ideali için mücadele ediyor. Bu mücadeleyi barışçıl ve yaratıcı eylemlerle büyütüyor” açıklamasını yaptı.

Biliyoruz ki güvenlikçi uygulamalara yaslanan, otoriter, baskıcı yönetimler; hükmetmeye çalıştıkları alanları kurak, sessiz ve durağan hâle getirmeye çabalar. Oysa var olan tüm renkleri, tüm dilleri, tüm kimlikleri, tüm kültürleri kapsamanın verdiği zenginlik ve çoğullukla, barıştan ve sanattan yana durmanın dönüştürücü gücü dinamik ve yaratıcıdır. Sözümüzü sanatla söylemeye, mücadelemizi dayanışmayla büyütmeye devam edeceğiz.

Kurumumuz bilinçli olarak değersizleştiriliyor

Boğaziçi Üniversitesine özgü tabandan işleyiş mekanizmasının yapı taşları olan komisyonlara doğrudan müdahale edildiğini dile getiren akademisyenler şöyle devam etti:

“Kimi komisyonlar tamamıyla lağvedilirken kimileri de liyakatli ve birikimli üyelerinden arındırılıyor, habersizce ve gerekçesiz olarak yeniden yapılandırılıyor. Bu şekilde kurumumuz bilinçli olarak yıpratılıyor, vasatlaştırılıyor ve değersizleştiriliyor.

Siyasi saiklerle göreve getirilmiş, meşruiyeti kendinden menkul Naci İnci yönetimi, hayalindeki keyfi ve otoriter yönetim modelini ancak alternatif bir yapılanmayla, dışarıdan atanmış, üniversitemize yabancı, taşıma kadrolarla gerçekleştirmeye çalışıyor. Seçilmiş yöneticilerimiz ve temsilcilerimiz hukuksuzca görevlerinden alınırken kişiye özel kadro ilanları açılıyor.”

Akdemisyenler ayrıca içbir istişare mekanizması yürütülmeden ve bilgilendirme yapılmaksızın yeniden kurgulanan Konut Tahsis Komisyonu’na işaret etti:

“Üniversitemiz akademik ve idari personelinin barınma ihtiyaçlarının sıra ve hizmet esası üzerinden karşılanmasını sağlayan bu hayati önemdeki komisyonun, asil üye sayısı yeni düzenlemeyle sadece üç kişiye indirildi. Yeni değiştirilen konut yönetmeliği çerçevesinde lojman tahsisi ile ilgili kritik kararlara imza atacak olan bu üçlü, rektör yardımcısı, dışarıdan atanmış olan genel sekreter ve Sağlık, Kültür ve Spor daire başkanından oluşuyor. Geçmişteki uygulamanın aksine, komisyonda fakülte veya enstitü temsilcilerine yer verilmemiş. Öğretim kadrolarını, kendilerini doğrudan ilgilendiren barınma konusundaki karar süreçlerinin tamamen dışında bırakan bu dışlayıcı ve keyfî komisyon yapısı kabul edilemez.”

Açıklamanın sonunda her hafta olduğu gibi süregiden hukuksuzluklara karşı talepler yinelendi:

  • “Üniversitedeki gayrimeşru uygulamalar bir an önce sona ermelidir.
  • Üniversitemizdeki tüm fakülte dekanları, enstitü müdürleri ve yüksek okul müdürü seçimle göreve gelmeli ve seçilmiş kurullarla denetlenebilmelidir. Şeffaf ve demokratik yollardan belirlediğimiz ve haksızca işlerine son verilen dekanlarımız bir an önce görevlerine iade edilmelidir.
  • Atama ve yükseltme kriterleri hiçe sayılarak, bölüm ve fakültelerin onayı alınmadan, tepeden inme kararlarla yapılan tüm atamalar gayrimeşrudur, geri alınmalıdır.
  • İşlevsizleştirilen Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi ve Cinsel Tacizi Önleme Koordinatörlüğü işinin ehli çalışanlarıyla birlikte bir an önce tekrar faal hâle getirilmelidir.
  • Naci İnci ve yönetimi ile bugüne kadar hukuksuzca kadrolaşmış tüm isimlerin istifasını talep ediyoruz.
  • Fakülte ve bölüm kararları yok sayılarak işine son verilen ve dersleri iptal edilen meslektaşlarımızın haksızca uzaklaştırıldıkları işlerine iade edilmelerini, ayrıca öğrencilerimiz, akademik ve idari personelimiz hakkında mesnetsiz gerekçelerle açılmış tüm disiplin soruşturmalarının geri alınmasını bir kez daha talep ediyoruz. Üniversitemizi yılmadan ve kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz.

    Türkiye’de özgür, özerk, demokratik ve katılımcı ilkelere dayalı bir üniversite ideali gerçekleşene kadar, Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz.”

Kızılbük’e giden HDP’li Çepni: Burada devlet eliyle suç işleniyor, ‘Sinpaş devlettir’ deyin o zaman

HDP İzmir milletvekili Murat Çepni, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Marmaris Kent Konseyi ve çok sayıda ekolojist ile Sinpaş GYO‘nun Kızılbük‘teki doğa talanını yerinde inceledi.

Şantiyenin girişinin inşaatın bir kilometre ötesine kurulduğunu ve içeri sokulmamaya çalışıldıklarını aktaran Çepni, “Marmaris’te büyük bir doğa katliamı var ve bu tüm devlet kurumlarının izniyle gerçekleşiyor. Hiçbir hukuki dayanak olmadan bu inşaat başlamış. En çok ormanın yandığı yerdeyiz. Şimdi de bu şirketler burayı bir kez dha katlediyor” dedi.

Muğla’nın Marmaris ilçesi İçmeler Kızılbük‘te Sinpaş GYO A.Ş. ve Kızılbük GYO A.Ş tarafından inşaatı süren resort otel ve devre mülk projesine karşı mücadele eden Marmaris Kent Konseyi, Milli Park alanı içinde dinamitlerin patlatıldığı anları paylaşmıştı.

205 odalı otel ve 1407 devre mülk inşaatına ‘ÇED Gerekli Değil’ kararı verilen Sinpaş GYO, ÇED başvurusunda ‘asla yapılmayacak’ dediği halde daha önce de dinamit patlatmış,  projeyi halka duyuran aktivist Halime Şaman‘a 300 bin liralık ‘haksız rekabet’ tazminat davası açmıştı.

İlgili haber: Kızılbük’te dinamitler patlıyor: Marmaris’ten imdat çığlığı!
İlgili haber: Sinpaş’ın çevre aktivistine açtığı 300 bin liralık davada ikinci duruşma

Şirket devletin sahibi gibi burayı işgal ediyor

Alandaki inşaatın görüntülerini sosyal medya hesabından paylaşan Çepni, şunları söyledi:

“Valiliğin, Kaymakamlığın, emniyet güçlerinin gözü önünde yaşandı bunlar. Buradan sadece üç beş tane şirket, üç beş patron cebini dolduracak. Sinpaş denen şirket sanki devletin sahibi gibi burada çok büyük bir özgüvenle, büyük rahatlıkla bu inşaatı devam ettiriyor ekosistemi katlediyor ve burayı işgal ediyor.”

Çepni,Çevre ve Şehricilik Bakanlığı  ve İçişleri Bakanlığı’na da şöyle seslendi: “Burada devlet eliyle bir suç işleniyor, şunu söylesinler, “Sinpaş devlettir” desinler o zaman. Eğer devlet değilse hangi anayasaya bağlı bunlar? Bu suça ortak olan herkes ama bugün ama yarın mutlaka hesap verecek.”

İlgili haber: Sinpaş’ın projesinin bilirkişi raporundan ekokıyım çıktı

Şantiyenin cesedini getirip burada yeni cinayetlere yol açıyorlar

ETHA‘nın aktardığına göre ekolojistler daha sonra Hisarönü 142 nolu parsele gitti.

Datça Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi olan sulak alanda açıklama yapan Marmaris Kent Konseyi Sözcüsü Halime Şaman, söz konusu alanın aynı zamanda tarım arazisi olduğu için yapılaşmanın mümkün olmadığını kaydetti.

Şaman, “Oysa şu anda bu arazinin imar planı değişikliğinin çıkmamasına ve bu süreç itirazların sonuçlandırılmamasına rağmen nasıl olduğunu nasıl verildiğini bilmediğimiz deprem nedeniyle zemin eğrileştirme çalışması izni verilmiş ve bunun için de bu sulak alana adeta çimento enjekte edildi” dedi.

Genç ağaçların diplerinin çimento ile kaplı olduğunu söyleyen Şaman, ölmek üzere olan birkaç ağacı gösterdive şunları anlattı:

“Nesli tükenmekte olan  caretta carettaların yaşam alanı. Su samurları, Akdeniz foku var. Burası canlılığın devamı için besi yeri. Bu toprak buranın korusuna uygun değil. Sorduk Sinpaş’tan geldiğini söylediler. Kırmızı bir toprak, harfiyat yapıyorlar. Orada yıktıkları ekoloji yetmezmiş gibii oranın cesedini getirip burada yeni bir cinayete yol açıyorlar.”

Çepni durumu, “Sinpaş’tan buraya bir ekolojik yıkım silsile olarak devam ediyor” diyerek değerlendirdi:

“Ortada bilimsel veriler mevcut, hukuki olarak da durum ortada olmasına rağmen “Ben yaptım oldu. Fiili durumu yaratırım, kimse de bana bir şey demez, mahkemeler nasılsa benim mahkemelerim, bakanlıklar nasılsa ne istersek yapmakla yükümlüler’. Burada gördüğümüz tablo tam olarak bunun bir ifadesi. Katliamsa tam bir katliam.”

Dünya Bisiklet Günü: Türkiye’de her üç kısa mesafe yolculuğundan biri bisikletle yapılmalı

Bugün 3 Haziran Dünya Bisiklet Günü.

Her beş yolculuktan birinin bisiklet ile yapılması, yılda 16 milyon tondan fazla
karbondioksit (CO2) salımını önlüyor.

Bisikletli ulaşımın artmasıyla, karbon ayak izi bir otomobil ile gerçekleştirilen bir yolculuğa oranla yaklaşık olarak yüzde 90’un üzerinde azalıyor: Bir kilometrelik bir yolculukta bir otomobil yaklaşık 271 gr karbon salımı yaparken, bisiklet ile yapılan yolculuklarda ise bu miktar 21 gram.

Bisiklet kullanmak sağlığı da olumlu etkiliyor: Kalp krizi riski ortalama olarak yüzde 7, özellikle 60 yaş üstü bireylerde  yüzde 11-18 oranında azalıyor. Kalple ilişkili diğer rahatsızlıklarda da yüzde 52 oranında bir düşüş gözlemleniyor.

Net sıfır hedefine ulaşmak için önemli bir araç

Avrupa’da bisiklet kullanımı sayesinde, yıllık üç milyar litreden fazla yakıt tasarrufu yapılıyor. Bu tasarrufun karşılığı ise 4 milyar euro. Hollanda’da yapılan bir çalışmaya göre bisiklet kullanmanın yıllık maliyeti 300 euro, araç kullanmanın yıllık maliyeti ise 8 bin 500 euro.

Hollanda’da yaklaşık her dört yolculuktan biri, Danimarka’da yaklaşık her altı yolculuktan biri, Almanya, İsveç ve Finlandiya’da ise yaklaşık her on yolculuktan biri bisiklet ile yapılıyor.

Bisikletin kent içinde güvenli bir ulaşım türü olarak kullanılması için çalışmalar yürüten WRI Türkiye’nin hedefi, Türkiye’de 5 km altı mesafelerde her üç yolculuktan birinin bisikletle yapılması.

Türkiye’de durum ne?

Bisiklet kullanımı, yılda 16 milyon tondan fazla CO2 salımını önlüyor, ancak Türkiye’de bisikletin ulaşımdaki payı sadece yüzde 2.

Türkiye’de özellikle son 10 yılda bisikletli ulaşım mevzuatında önemli ilerlemeler oldu, merkezi ve yerel yönetimler bisikletin teşvik edilmesi için politikalar geliştirdi. Kentlerde bisiklet daha görünür hale geldi, bisikletli ulaşım altyapısı oluşturulup sosyal politikalarla desteklenmeye başlandı.

WRI Türkiye’nin verdiği bilgilere göre Türkiye’nin bisikletli ulaşıma dair mevcut tablosu şöyle:

  • 30 büyükşehrin 16’sında 25 km’den daha uzun bisiklet yolu ve 13 büyükşehirde bisiklet paylaşım sistemi mevcut.
  • Büyükşehirlerin yüzde 36’sında bisiklet yolu uzunluğu 26-100 km arasında, yüzde 46’sında ise 1-25 km arasında.
  • En uzun bisiklet yolu altyapısı 550 km ile Konya’da. Konya’nın ardından sırasıyla Bursa (368 km), İstanbul (400 km) ve Sakarya (169 m) geliyor.
  • Büyükşehirlerin yüzde 43’ünde bisiklet paylaşım sistemi bulunuyor. İstanbul, 262 istasyon ve 2 bin 600 bisiklet ile en kapsamlı sisteme sahip.
  • Büyükşehirlerin yüzde 80’inde bisiklet yollarının artırılmasına ilişkin planlama çalışmaları var. Yüzde 63’ünde, planlanan bisiklet yolu uzunluğu net şekilde belirlenmiş. İstanbul, Sakarya, Konya gibi bisiklet yollarıyla öne çıkan şehirlerde 100 km ve üstü bisiklet yolu inşa edilmesi hedefleniyor. Büyükşehirlerin yüzde 26’sı, 5 – 50 km arasında değişen bisiklet yolları yapmayı amaçlıyor.

Ancak, bisikletin kent içinde bir ulaşım aracı olarak toplu taşıma sistemine entegre edilmesi için çalışmalar yürüten WRI Türkiye Sürdürülebilir Şehirler’in direktörü Dr. Güneş Cansız, Avrupa şehirlerinden bisiklet başkentleri olarak adlandırılan Danimarka ve Hollanda’da bisikletli ulaşımın oranının yüzde 37 civarında olduğuna, Türkiye’de ise en çok bisiklet kullanılan şehirlerde bile bu payın yüzde 5’i geçmediğine dikkat çekiyor.

Cansız’a göre, Türkiye’de özellikle son onyılda bisikletli ulaşım mevzuatında önemli ilerlemeler olsa da bisikletin teşvik edilmesine ve yeterli finansmana izin veren modern bir yasal çerçeveye ihtiyaç var.

3 Haziran Dünya Bisiklet Günü’nün de bisikletli ulaşımın kentsel gelişme, toplumsal yapı, ekonomik gelişme ve kalkınma gibi pek çok alanla ilintili olduğunu hatırlatmak için kutlandığını belirten Dr. Cansız, “Bisikletli ulaşım, iklim kriziyle mücadeleye, ulusal ve uluslararası çevre ve iklim koruma hedeflerine, özellikle de Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılmasına, ayrıca insan sağlığına ve ekonomiye de önemli katkı sağlıyor” diyor.

Dr. Cansız, “WRI Türkiye’nin Türkiye’de orta vadede her 10 yolculuktan birinin, uzun vadede ise her dört yolculuktan birinin bisiklet ile yapılmasını hedeflediğini aktarıyor:

“Amacımız, 5 kilometre altı mesafelerde her üç yolculuktan birinde
bisiklet kullanılması. Kişi başına en az bir adet bisiklet sahipliği, okullarda bisiklet sürüş eğitiminin verilmesi ve elbette toplumda bu konuda farkındalık oluşturmak.”

15 yıldır, Türkiye’nin dört bir yanında bisikletli ulaşım ile ilgili farkındalık
ve güvenli altyapı tasarımını ele alan projeler yapan WRI Türkiye, Bugüne kadar  bisikletle ilgili Antalya, Eskişehir, Sakarya, İstanbul, Konya, Kayseri, Bolu, Kocaeli, Tekirdağ, Edirne, Lüleburgaz, Adana, İzmir ve Gaziantep’te çalışmalar yaptı.

Koordinasyon oluşturulmalı, desteklenmeli

Öte yandan sosyo-kültürel engellerin yanı sıra yetersiz altyapı ve mevcut bisiklet yollarının yeterli güvenliği sağlayamaması Türkiye’de bisikletli ulaşımın önündeki en büyük engellerden.

Kentlerde bisikletli ulaşımı artırmak için yasal ve yönetsel bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olduğunu, temel ön koşulun da bisikletin aktif olarak teşvik edilmesi ve yeterli finansmana izin veren modern bir yasal çerçeve
olduğunun altını çizen Dr. Cansız, öneri ve taleplerini şöyle sıralıyor:

  • “Merkezi ve yerel idarelerde hem birbirleriyle hem de bisiklet üzerine çalışan STK’lar, bisikletçiler (özellikle bisikletle işe gidip gelenler), bisiklet piyasası ile iletişim ve koordinasyon kuracak bir birim oluşturulmalı.
  • Bu koordinasyon sonucunda ortaya bisikletli ulaşımla ilgili eylem planları, ana planlar gibi kılavuzlar konulmalı. Bu planlara sadık kalınarak gerekli adımlar atılmalı.
  • Tüm bileşenleriyle beraber kent içi ulaşım sistemine entegre güvenli bisiklet altyapıları oluşturulmalı. Bisikletli ulaşım üzerine ortaya bir vizyon ve strateji konulmalı.
  • Bu kapsamda sürekli bir şekilde veri toplanmalı ve analiz edilmeli.
    Sonuçlar da hem eğitim amaçlı hem de iletişim ve teşvik amaçlı topluma aktarılmalı.”

WRI Türkiye Ulaşım ve Yol Güvenliği Kıdemli Yöneticisi Tolga İmamoğlu da kent için bisikletli ulaşımın daha güvenli hale getirilmesi için yapılması gerekenleri şöyle özetliyor:

“Kentlerimiz için insan odaklı sürdürülebilir bir hareketlilik talep ediyorsak, bisikletli ulaşımın güvenli ve diğer türlerle bütünleşik ve etkileşimli bir şekilde hayata geçirilmesi odağımız olmalı. Bu yaklaşım doğrultusunda, kent düzeyinde, trafik hızları, trafik hacimleri gibi temel parametreleri dikkate alarak farklı bisiklet yolu tasarımlarının (bisiklet şeridi, paylaşımlı şerit, bisiklet yolu, ayrılmış bisiklet yolu) ana toplu taşıma sistemleri (metro, metrobüs, tramvay ve lastik tekerlekli türler) ile etkileşimli olduğu, bütünleşik ve güvenli bir ağ oluşturmalı.”

BM’de ilk: İklim değişikliği bağlamında insan haklarının geliştirilmesi ve korunması raportörü

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’nin Mart 2022’de gerçekleştirilen 49’uncu oturumunda, İklim Değişikliği Bağlamında İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması Raportörlüğü’nün başına getirilen Ian Fry, 1 Mayıs 2022 itibariyle görevine başladı.

Fry’ın yeni yayımladığı ‘katkı çağrısı’, iklim ve insan hakları bağlamında yeni kurulmuş olan raportörlüğün ilk çağrısı olma özelliğini taşıyor.

İklim değişikliği ve insan hakları konusunda uzman olan Ian Fry, Pam Kasırgası 2015’de Güney Pasifik‘i vurduğunda Tuvalu adalarında olan ve iklim değişikliğinin insanların yaşamları üzerindeki etkisine bizzat tanık olmuş bir Avustralya ve Tuvalu vatandaşı. 

Uluslararası iklim anlaşmalarında Pasifik Ada Devletleri için uzun süredir iklim müzakerecisi olan Fry, uluslararası alanda emisyonların azaltımı konusuna odaklanıldığını ancak iklim değişikliğinin etkilerine uyumun ve kayıp zarar mekanizmalarının yeterince ele alınmadığını vurguluyor.

Üç yıl boyunca raportör olarak göre yapacak Ian Fry’ın yayınladığı ilk katkı çağrısı da iklim değişikliği, kayıp zarar mekanizması ve insan hakları üzerine oldu.

Acil önlemin gerekliliği açık

Raportör Fry, kayıp ve zarara odaklanılmasının sebebini, iklim değişikliğinin etkilerinin dünya çapında birçok insan tarafından halihazırda hissedilmesi ve  insan haklarından tam olarak yararlanılabilmesi için oluşan kayıp ve zararı giderecek acil önlem alınmasının gerekliliği olarak gösteriyor.

Metinde, Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Altıncı Değerlendirme Raporu’na sonuçlarına dikkat çekiliyor ve şu bulgular sıralanıyor:

  • İklime dirençli bir kalkınmaya ulaşılacaksa, önümüzdeki on yılda ihtiyaç duyulan karar verme, finansman ve yatırımların ölçeğini, gözlemlenen etkilerin ve öngörülen iklim risklerinin büyüklüğü belirleyecektir.
  • IPCC’nin 5. Değerlendirme raporundan 6. Değerlendirme raporuna kadar, iklim değişikliğinin risklerinin çok daha erken ortaya çıkmakta olduğu ve 5. Raporda öngörüldüğünden daha hızlı şiddetleneceği ortaya çıkmıştır: İklim değişikliğinin etkileri, diğer insan faaliyetlerinden kaynaklanan etkilerle birleşerek, doğal ve beşeri sistemler üzerinde kademeli olarak artarak hissedilmeye devam edecektir.
  • Uygulanabilir ve bütüncül bir yaklaşımla benimsenmiş uyum ve azaltım çözümleri, belirli bölgelere odaklanıp o bölgelerin ihtiyaçlarına göre uyarlanarak ve sonrasında etkinlikleri açısından izlenerek sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle çatışmaktan kaçınmak suretiyle, tarafların aldıkları riskler ile verdikleri ödünleri yönetmelerini sağlayabilir.

  • Dünya üzerindeki birçok yer için uyum kapasitesinin halihazırda sınırlı olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Öngörülen iklim risklerine ilişkin mevcut göstergeler, küresel ısınmanın 1,5°C’yi aşması durumunda, iklim değişikliği kaynaklı risklerin büyük bir çoğunluğuna uyum sağlama fırsatının oldukça sınırlı olacağını ve uyum sağlama kapasitesinin azalacağını göstermektedir.
  • Doğal ve beşeri sistemlerin bakımı ve geri kazanılması için ise belirlenen azaltım hedeflerine ulaşılması gerekmektedir.
  • İklim krizinin aciliyeti karşısında, seçenekleri araştırmak ve gerekli acil müdahale ihtiyacına yanıt vermek önemlidir. Özellikle, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı kırılgan durumda olan bireyler ve toplulukları anlamak, durumlarına karşı çözüm yolları bulmak ve zararlarının telafisini sağlamak önemlidir.

Kırılgan birey ve topluluklar

Özel Raportör, göreviyle uyumlu olarak, kırılgan durumdaki bireylerin ve toplulukların yaşadığı kayıpların ve zararların insan hakları yönlerini ele alacak eylemleri ve bu kişilerin temsiliyetlerinin tanınmasının iklim eylemine yapabileceği katkıların önemini araştırdığını belirtti.

Metinde kırılgan durumdaki bireyler ve topluluklar şöyle tanımlandı:

  • kadınlar, çocuklar, engelli bireyler,
  • yerli halklar, köylüler ve kırsal alanlarda çalışan diğer insanlar;
  • su kıtlığı, kuraklık ya da çölleşme koşullarında yaşayan insanlar,
  • azınlığa mensup bireyler,
  • evsiz bireyler, asgari geçim koşullarının altında yaşayan bireyler,
  • göçmenler, mülteciler, ülke içinde yerinden edilmiş bireyler, çatışma bölgelerinde yaşayanlar.

Raportör Fry, üye devletler, iş dünyası temsilcileri, sivil toplum kuruluşları ve hükümetler arası organizasyonlarına, iklim değişikliğinin sonucu olarak kayıp ve zarara uğrayanlara mali destek, çözüm yolları ve zararlarının tazmini için hangi eylemlerin gerekli olduğu konusunda katkı çağrısı yaptı.

Araştırma için kuruluşlardan, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden dolayı kayıp ve zarara uğrayan,  kırılgan toplulukların karşılaştığı hangi tecrübe ve örneklere sahip olduğu soruldu.

2021 BM İklim Değişikliği Konferansı (COP26)‘da bir kısım taraflar ve sivil toplum kuruluşları, iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararı telafi etmek için yeni finansal mekanizmalar önerdiğine dikkat çeken Fry,
bu yeni mekanizmanın nasıl işleyebileceği ve gereken fonların nasıl oluşturulabileceği ve sürdürülebileceğine dair öneri ve düşüncelerini paylaşmalarını istedi.

Katkılar, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerinde en geç 23 Haziran 2022 tarihine kadar [email protected] adresine gönderilebiliyor.

 

CHP’li Karaca’dan Erdoğan’a suç duyurusu: Aşağılamayı, hakaret etmeyi alışkanlık haline getirdi

CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Denizli milletvekili Gülizar Biçer Karaca, Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan‘ın Gezi protestolarına katılanlara söylediklerine ilişkin ‘hakaret ve iftira’ suçundan suç duyurusunda bulundu ve hakkında kamu davası açılmasını talep etti.

Karaca, Gezi eylemcilerine yönelik “çürük” ve ‘sürtük’ ifadesini kullanan Erdoğan’ı Denizli Cumhuriyet Başsavcılığına şikayet ettiği dilekçesinde şunları kaydetti:

  • “Erdoğan, uzun zamandır öncelikle büyük Türk Milleti’ne, Türk kadınlarına, kendisi gibi düşünmeyen kadın, çocuk, erkek ayrımı olmaksızın insanlığa, suça konu konuşmasıyla da Anayasa tarafından güvence altına alınmış toplantı ve gösteri özgürlüğü kapsamında bu hakkını kullanan kişilere karşı suç işlemeye devam etmiş, iftira ve hakaretlerine devam etmiştir.
  • Şüpheli, sadece katıldığı grup toplantısında değil, bulunduğu her ortamda beni, muhalefetteki diğer milletvekillerini ve başta Gezi Parkı eylemlerine katılanlar olmak üzere kendisine muhalif olan herkesi aşağılamayı, hakaret etmeyi, kendisinden olmayanı terörist sıfatı ile yaftalamayı alışkanlık haline getirmiştir.”

Başıma bir şey gelirse sorumlusu Erdoğan’dır

Dilekçede Erdoğan’ın pislettikleri dediği Dolmabahçe Camii’nin müezzininin “2 Haziran gecesi camide içki içen ya da elinde bira şişesi olan birini görmedim” dediğini,ancak buna rağmen asılsız iftiralarına ve hakaretlerine devam ettiğini söyleyen Karaca, “Halkın gerçek gündeminden uzak Saray stratejisine tutunan Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan, 42 milyon kadın seni “çürük” ve “sürtük” söyleminle hatırlayacak” dedi.

CHP milletvekili,  şu sözlerle devam etti:

“Bana ve parti arkadaşlarıma karşı hukuka aykırı ve suç teşkil eden davranışlarını sergilemeye devam eden şüpheli hakkında şikayetçi olmak zorunluluk arz etmiştir. Benim veya ailemin canına veya mallarının başına bir şey gelmesi durumunda sorumlunun şüpheli olduğunun bilinmesini istiyorum.”