Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Godot’yu bekleme, gelmeyecek!

0
Resim: Gao Xingjian

Samuel Beckett’in 1948 yılında yazıp ilk olarak 1953’te sergilenen tiyatro oyunu Godot’yu Beklerken’i n uzun yıllar önce Antalya’da bir temsilini izlediğimde çok etkilenmiştim.

Varoluşsal sıkıntılarla yanıp kavrulan iki insan, Vladimir ve Estragon bir ağacın altında her gün yollarını kesiştirip, adeta bir ritüeli icra eder gibi sohbet ederler. Bu ritüelin en önemli yanı da, bir yandan hayat üzerine saçma sapan konuşurken, bir yandan da Godot ismini verdikleri bir kimsenin ya da şeyin gelip onları kurtaracağı beklentisidir.

Beckett, oyunu iki temel izlek üzerinden kurar. Birincisi, bize saçma sapanmış gibi görünen sorularla ve diyaloglarla, eğreti bir yöntemle hayatımızın anlamı, amacı ve kurtuluş yolunun ne olacağı tartıştırılır. Bu bağlamda oyunda, absürd olan diyaloglar, aranan kurtuluş yoluna ulaşmanın kapısının aralanmasının bir aracıdır. Eğer diyaloglara dikkat kesilecek olursak, derin sorgulamalara gidebiliriz. İkincisi de, bize yolu gösterecek, anlamı bahşedecek Godot, hiç gelmeyecektir. Bekleyişimiz nafile bir çabadır. Zaten öyle biri ya da öyle bir şey  yoktur. Ya da Nietzsche’nin Zerdüşt’ünden ödünç alarak söyleyebiliriz ki; Godot varsa ve gelip bize yolu gösterse bile, o yol ne kadar hakiki bir yol olacak ve bize ait olacaktır?

Eylemenin hazzı ve bekleyişin boşluğu

Haz kavramını varoluşsal bir yerden ele alacak olursak, bize keyif veren gündelik faaliyetlerimizi de reddetmeyerek şu noktaya varırız ki en büyük haz, zihinsellik ve eylemselliğin birlikteliğinden doğan hazdır. Şunu belirtmeliyim ki -biraz da eleştirmek için- burada entelektüelliği yaygın kullanılan haliyle kullanıyorum. Yani merak eden, çok okuyan, araştıran, bilgi sahibi olan kişi anlamında. Oysa Gramsci ve Edward Said, entelektüele eylem zorunluluğu yükler.

Gramsci’ye göre, aydının organik davranmak ve toplumsal alanda faaliyette bulunmak gibi bir sorumluluğu vardır. İyi de zihinsel faaliyetin verdiği haz bana yetiyor, eylemek zorunda mıyım diye sorabilirsiniz? Evet zorundasınız. Çünkü, hangi yol ve yöntemle yaparsanız yapın, içine girdiğiniz felsefi hesaplaşmalar ve “varoluşsal vakum” sizi içinde bulunduğunuz kaba gerçeklikten çıkmak için bir yola sevk edecektir. Ya da yapmamanız gereken şeyler konusunda bir fikriniz oluşacaktır. Bu tarz bir yapmama durumu da -hiçbir şey yapmadan oturmanın dışında- eylemenin bir başka biçimidir aslında. Tıpkı Herman Melville’nin Katip Bartleby ve Coetzee’nin Michael K’sının yapmayarak yaptığı gibi.

Bartleby, benden istediğiniz şeyi “yapmamayı tercih ederim” diyerek aslında bir sivil itaatsizlik eylemi ortaya koymaktadır. Ancak, içinde bulunduğumuz konjonktürde çok farklı bir eylemsizlik halindeyiz. Pandemi süreci ağırlığını yitirmesine rağmen bir evden çıkamama, sosyal yaşama etkin katılamama ve dayanışamama durumundayız. Bunun bir sebebi, korku ikliminin de etkisiyle şimdilik “güvenli” gibi görünen evlerimizin, sitelerimizin dışına çıkmama eğilimiyse bir sebebi de sürekli dışarıdan bizi sürükleyecek bir etkinlik ve liderlik bekliyor olmamızdandır. Hadi korku bir biçimde aşılır. İnsanlar zaman zaman bunun bireysel ve kolektif örneklerini veriyorlar. Ancak en tehlikeli olanı, bireyin kendi hayatının sorumluluğunu aktif olarak üstlenmek yerine, karizmatik bir Godot bekliyor olmasıdır. Bu, yaşadığınız kentin en somut ve yakıcı sorunları için bile böyledir.

Kentinizde ormanları yok ederler, her yer taş ocağı dolar, siyanürle altın arayıp toprağınızı, suyunuzu mahvederler, soluduğunuz hava, hava değildir, onca yoksulluk vardır, insan ve hayvan hakları ayaklar altındadır ve bütün bunlarla sadece bir avuç insan uğraşır. Düzelmesi için, başka bir yaşam olsun için onlar mücadele eder. Adeta tüm toplumsal ve ekolojik sorunlar birilerine havale edilmiş, onların omuzlarına yüklenmiştir. Ya da birçok birey, birileri bir şey organize etse de katılsak bekleyişindedir.

Derde deva üzerine kafa yormak

İçinde bulunduğumuz toplumsal yapı ve daha birçok ülkenin kültürel yapısı, maalesef doğrudan demokratik davranan ve kendi hayatının sorumluluğunu özgür bir biçimde alan bireyler ortaya çıkmasının önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ve bu durum hiç yadsınmayacak yükseklikte bir oranda muhalif bireyler için de geçerli.

Oluşturduğunuz bir toplulukta, istemese dahi birileri hep lider olmaya zorlanır. Örneğin, doğrudan demokratik bir işleyiş oluşturulduğu ve bunun üzerinde hassasiyetle durulduğu halde bile kolektifin bireylerinin önemli bir kısmı kendiliğinden sorumluluk almak, fikir üretmek, çağrıcı olmak yerine oluşacak bir etkinlikte tarif edilen bir işi yapmayı yeğleyebiliyor. Aslında bu çoğunlukla planlı bir şekilde de yapılmıyor diye düşünüyorum.

Bireyin refleksinde içe işleyen kültürel alışkanlığın büyük payı var. Birey, bunu fark ettiğinde ya da birisi tarafından uyarıldığında, duruma direnmek yerine kendinde ciddi bir yapı-söküm gerçekleştirmek zorundadır. Bu yapı-sökümün gerçekleşmesi çok önemlidir. Çünkü kendinde yer etmiş aile, toplum ve devlet temelli refleksler ancak böyle ortadan kaldırılabilir. Öncelikle bu yer edilmişlikle yüzleşmek zorunludur. Ancak bundan sonra kendini ortaya koyan ve kolektifi de gözeten bir davranış tarzı geliştirilebilir. Yoksa kişinin içinde bulunduğu kısır döngü devam edecektir. 

Topluluklarda aktif olmanın önündeki bir diğer engel de sanırım bireyin hata yapma korkusu oluyor. Kişi o nedenle de bir şey önermeye çekiniyor. Oysa hata yapmak eylemenin en doğal sonuçlarından birisidir. Samimi, açık, destekleyici bir toplulukta, yapılacak hataların bireyin davranışına ket vuracak şekilde eleştirisi değil, yapıcı bir eleştiri söz konusudur.

En önemlisi de eğer birey, sosyal ve politik yaşamda doğrudan demokratik bir tarz geliştirirse herhangi bir topluluk veya siyasi kolektifle bağı kopsa bile kendi yaşamının dar alanına çekilip, kaçınık yaşamak yerine yeni arayışlara girecektir. Çok sınırlı bir alanda bile olsa elinden geldiği kadar eylemeye, diğerleriyle dayanışmaya devam edecektir.

Stein Løken

İnternet tekellerinin sosyal ve ekonomik yaşamı domine ettiği şu zamanda, yapacağımız her türlü eylemin ve dayanışmanın önemi vardır. Mahallemizdeki bir ayakkabı tamircisi, terzi, çay ocağı, kafe ve kentimizdeki bir tiyatro, kitabevi, sanat atölyesi ve doğal gıda kooperatifinin kapanıyor olması, sosyal – psikolojik yaşamımıza vurulan büyük bir darbedir.

Bir araya geldiğimiz mekânların yokluğu ya da niteliksizleşmesi, zaten işyerlerimizde sıkışmış hayatlarımızı iyice güdükleştirecektir. Bunun sonucu olarak evlere hapsolmuş entelektüel eylemsizliğin sancısının insanı sarması kaçınılmazdır. Ve yapılabilecek şey çok açık: Entelektüelliği, bireyselliğini örseletmeden diğerkâmlık ve dayanışmayla buluşturmak…

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.