Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun (EŞİK) çağrısıyla Türkiye’nin 73 barosundan kadın avukatların katılımıyla 28 Nisan’da İstanbul Sözleşmesi’nin savunması yapılmış,bini aşkın avukatla hukuksuzluğa ‘dur‘ demek için Ankara’da buluşulmuştu. Yarın da kadınlar Danıştay’da İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya devam edecek.
EŞİK tarafından yarın saat 9.00’da Danıştay önünde yapılacak basın açıklamasının ardından 9.45’te duruşma başlayacak. Duruşma öncesi platformdan “Aynı kararlılık ve birliktelikle 7 Haziran’da ve 14 ile 23 Haziran’da yapılacak diğer duruşmalarda orada olacağız ve bu ortak direnişi sürdüreceğiz” mesajı paylaşıldı. Açıklamada 14 ve 23 Haziran tarihlerinde yapılacak duruşmalarda da kadın dayanışmasının yükseltileceği belirtilerek şunlar aktarıldı:
‘Buna ‘dur’ demeyenlerin kadınlara özgür, eşit bir hayat ve hatta can borcu doğacak’
“İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi isteyenler, aynı zamanda kadınlara yıllardır, ‘erkeklerle eşit değilsiniz’; ‘çocuk yaşta evlenin’; ‘şiddete boyun eğmeyip boşanırsanız nafaka haramdır’; ‘çalışırsanız fahişe olursunuz’; ‘sokakta kahkaha ile gülmeniz iffetsizliktir’, ‘istediğinizi giyinemezsiniz’; ‘kendi istediğiniz sayıda doğuramazsınız’; ‘her kürtaj bir cinayettir’; ‘babanıza ya da kocanıza emanetsiniz’ gibi ayrımcı ve cinsiyetçi söylemler üretenler ve bu fikirleri hayata geçirmeye, yasalaştırmaya çalışanlardır. Haklarını, hayatlarını ve yaşanabilir bir dünyayı savunan kadınların mücadelesine ‘sürtük’ gibi küfürleri yakıştıranlar ve kadınların her gün üçer beşer katledilmelerini seyredenlerdir. Bu nedenle, bu hukuksuz karara ‘dur’ demenin anlamı bir hukuki garabetten geri dönmekten daha fazladır. ‘Dur’ demeyenlerin kadınlara laik demokratik bir ülkede, şiddetten uzak, özgür, eşit bir hayat ve hatta can borcu doğacaktır.”
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) June 5, 2022
‘Ortak direnişi sürdüreceğiz’
EŞİK Platformu’nun kurulduğu 1 Ağustos 2020 tarihinden itibaren, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin evrensel insan hakları hukukundan kopmak, cinsiyet eşitliğinden vazgeçmek anlamına geldiğinin, doğuracağı hukuki sonuçların çok ötesine geçerek kadınlara, çocuklara ve LGBTI+’lara karşı her türlü şiddeti körükleyeceğinin yapılan çeşitli etkinlikler ve yazılı sözlü açıklamalarda vurgulandığının hatırlatıldığı açıklamada şunlara yer verildi:
📢 GELİYORUZ Haklarımız için, hayatlarımız için, şiddetsiz bir yaşam için, #İstanbulSözleşmesi için bu hukuksuzluktan dönülene kadar Danıştay'dayız. 24 Haziran 2021'deki gibi, 28 Nisan'daki gibi 7 Haziran saat 9'da da Danıştay'dayız, haydi siz de gelin ♀️ #HazirandaDanıştadayızpic.twitter.com/BUesliYMUi
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) June 5, 2022
“28 Nisan duruşmasının akabinde yaptığımız 4 Haziran tarihli açıklamamızda, ‘o gün duruşması yapılan çok çeşitli kesimlerden kişi ve kurumların, Tekirdağ’dan Diyarbakır’a dek baroların, sendikalarının, siyasi partilerin, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararının iptali için dava açmış olmasının, toplumun tüm kesimlerinin, her siyasi görüşten insanın ortak itirazını gösterdiğini, küçük bir azınlık dışında tüm toplumun Sözleşme’ye sahip çıktığını’ belirttik. Aynı kararlılık ve birliktelikle 7 Haziran’da ve 14 ile 23 Haziran’da yapılacak diğer duruşmalarda orada olacağız ve bu ortak direnişi sürdüreceğiz. Yargı bağımsızlığına ilişkin artık kanıt gerektirmeyen müdahalelere karşın bizler ortak geleceğimiz için hukuktan ayrılmayacağız.
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) June 5, 2022
AKP Grup Başkanvekili ve Çanakkale Milletvekili Bülent Turan’ın TBMM Başkanlığı’na sunduklarını duyurduğu 6. Yargı Paketi’ndeki 24 maddelik ‘Hakimler ve Savcılar Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi‘ ile yeni bir yargıya müdahale girişimine karşın, ‘üstünlerin hukukunu’ değil, hukukun üstünlüğünü hep birlikte savunmaya devam edeceğiz.”
Ne olmuştu?
Danıştay 10. Dairesi, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı kararı ile çekilmenin hukuksuzluğuna dair açılmış olan 200’den fazla davada ilk duruşmayı 28 Nisan 2022 günü yapmıştı. EŞİK Platformu’nun çağrısıyla yüzlerce avukat, kadın ve LGBTİ+ örgütü, sendika, meslek kuruluşu ve siyasi partilerin kadın çalışmaları birimlerinin temsilcileri kadınlar Danıştay’da İstanbul Sözleşmesi’ni birlikte savundu.
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) June 5, 2022
Danıştay tarihindeki en kitlesel duruşmada söz alan avukat ve hukukçular, Sözleşme’den çekilmenin hukuksuzluğunu anlatarak savunma yaptı.
Sözleşme’den çıkılmasının sosyal, siyasal sonuçlarına işaret eden kadınlar, Sözleşme’den çıkılması durumunda kadına karşı suçlar üzerindeki etkilerini açıkladı.
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) June 2, 2022
Kararın dayandırıldığı ‘uluslararası sözleşmeleri’ni sonlandırma yetkisini düzenleyen 9 nolu Cumhurbaşkanı kararında kastedilen uluslararası sözleşmelerin temel insan hakları ile ilgili olmadığını belirten kadınlar, yetkinin ticari ve sair konulardaki anlaşmalara ilişkin olduğunu bildirdi.
Kadınlar, Cumhurbaşkanı’nın 9 nolu kararıyla kendisine spor müsabakaları anlaşmaları, ekonomik anlaşmalar yapma veya bunlardan çıkma yetkisi verdiğine dikkat çekti. Kadınlar tek kişinin bu tür anlaşmalardan çıkabileceğini ya da imzalayabileceğini ifade ederek İstanbul Sözleşmesi’nin kadınların şiddetsiz hayat hakları ile ilgili olduğunu, ‘temel insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmelerden Anayasa gereği bir kişinin kararı ile çıkılamaz’ görüşünü de hatırlatarak altını çizdi.
Çalışmada, kan örneklerinde, içecek şişeler, gıda ambalajları ve giysi üretiminde yaygın kullanılan PET plastik, gıda ve ev ürünlerinin paketlenmesinde kullanılan polistiren ve plastik poşet yapımında kullanılan polietilen tespit edilmişti.
Geçen nisan ayında da yaşayan insanların akciğerlerinde mikroplastik bulunmuştu.
Çalışmasında, poşet çaylarda mikroplastiğe rastlayan Sakarya Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç Dr. Meral Yurtsever, AA’ya konuştu. Yurtsever, “Ortalama olarak bir demlik poşetinden 13 bin mikroplastik parçacığın içeceğimize, yani çaya geçtiğini gördüm. Burada benim incelemede kullandığım teknikle 3 mikrometre boyutuna kadar olan mikroplastik parçalarını tespit edebiliyoruz. Yani çaya 3 mikrometreyle 5 milimetre arasında 13 bin kadar mikroplastiğin geçtiğini söyleyebiliriz” dedi.
Selülozdan yapıldığı söyleniyordu
Araştırmada selüloz olarak bilinen, farklı markalarda 11 bardak poşetini ve 11 demlik poşetini incelediğini anlatan Yurtsever, demlik poşetlerinin tamamının plastik ilaveli dokudan yapıldığını, bardak poşetlerinin dördünün yüzde 100 selülozdan imal edildiğini, yedi tanesinin ise plastik içerdiğini saptadığını söyledi. Yurtsever, “Benim incelediğim 11 demlik poşetinin tamamının plastik katkılı olduğunu ve bu plastiklerin de polyester, polipropilen, polietilen olduğunu gördüm.” diye konuştu.
Yurtsever, son dönemde piyasaya çıkan çubuk çaylar hakkında da şu uyarılarda bulundu:
“Bir de yeni nesil yeni moda poşet çaylar var ama poşet çay dediğim stick çaylar, kalem çay diye de geçiyor. Baktığımızda bunlar bir çubuk görünümünde ve delikleri var, içinde de çay var. Bunu analiz ettiğimizde polipropilen malzeme ile kaplanmış olduğunu gördük ve bundan da içeceğimiz çaya plastik salımı oluyor.”
Küçük parçalara bölünse dahi plastiklerin hiçbir özelliğinin değişmediğini vurgulayan Yurtsever, yutulan veya temas edilen mikroplastiklerin toksik etkiye neden olduğunu aktardı.
Hangi çayı tercih etmeli?
Yurtsever’in önerisi, poşet çay yerine dökme çay kullanılması: “Tüketicinin aslında çok ambalaj içermeyen ürünlere yönelmesi daha doğru olur. Dökme çayları tercih edebiliriz. Poşet çayların pratikliği inkar edilemez ama gerçekten çevreye ve insana etkileri ve yükü olabilir. Sadece mikroplastik kirliliği açısından değil. İlave poşet, etiket, zımba ya da yapıştırıcı, pamuk iplik vs. düşündüğümüzde ekstradan çöp üretmiş oluyoruz.”
‘Plastik lütuf değil, bela’
Plastiklerin ilk üretildiği günden beri hafiflik, esneklik, dayanıklılık, kolay işlenebilirlik, iyi elektrik ve ısı yalıtkanlığı ve ucuzluğu gibi çeşitli özelliklerinden dolayı mucizevi maddeler olarak değerlendirildiğini anlatan Yurtsever, tüm bu sebeplerden plastik kullanımında aşırıya kaçıldığına, bunun da çevre kirliliğini tetiklediğini ifade etti.
“Özellikle bundan 70 yıl önce böyle hızlı büyümeyle aşırı şekilde hayatımıza girmiş plastiklerin üretimi, 1950’lerden 2020’lere doğru geldiğimizde, 200 kat artarak devam etmiş. Şu anda plastik üretimini düşündüğümüzde 400 milyon tonluk bir üretimden bahsediliyor. Pandemiyle bunun katlanarak arttığını da biliyoruz ama buna ilaveten bir de 2050’lere gelindiğinde, bunun iki katına çıkacağını da biliyoruz. Lütuf gibi hayatımıza girdi ama kesinlikle şu anda bela durumunda.”
Tek kullanımlık ürünlerin bırakılması gerek
Yurtsever, tek kullanımlık plastiklerin kullanımının bırakılması gerektiğine dikkati çekerek, sözlerini şöyle tamamladı:
“Tek kullanımlık ürünlerin tamamen bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Hatta şu andan itibaren bırakmamız gerekiyor çünkü mevcut haliyle bile çevremize yeteri kadar plastiği yaydık, saçtık, dağıttık. Bu haliyle bile doğanın kendini temizlemesi imkansız. Uzun vadede düşündüğümüzde şu anki yaptığımız kirliliğin faturası aslında gelecek nesillere kesilmiş vaziyette o yüzden bırakmamız gerekiyor. Plastikler, çevrede yok olan, biten, eriyen çözünen bir şey değil, kalıcı bir şey. O yüzden de birçoğunun doğada yüzyıllar boyunca hiç bozulmadan kalabilme ihtimalleri var. Bırakabildiğimiz kadarını bırakmalıyız. Özellikle tek kullanımlık ürünlerden başlamalıyız.”
UYARI: Bu haber, rahatsız edici bilgiler ve görüntüler içerebilir.
*
Onur Ayı’nın gelişi sebebiyle dün Kadıköy Yeldeğirmeni‘nde bir araya gelen LGBTİ+’lar işkenceyle gözaltına alındı. Gözaltına alınan 11 LGBTİ+ aktivisti serbest bırakıldı.
Saat 18.30 civarında Yeldeğirmeni’nde bir araya gelerek Onur Ayı’nın gelişini kutlamak isteyen LGBTİ+’lara polis saldırdı.
https://t.co/mLaHNEBeYp LGBTI+ Onur yürüyüşüne adım adım yaklaşırken Yeldegirmeni'nde olan müdahalede 13-14 kişi gözaltına alındı. Arkadaşlarımızdan haber almaya çalışıyoruz.Vatan emniyete götürüldüğü bilgisine eriştik. Avukatlar gözaltına alınan arkadaşlarımızın takibini yapacak pic.twitter.com/WBOGZwSbnQ
— İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası (@istanbulpride) June 5, 2022
Kaos GL’den Yunus Emre Demir’in aktardığına göre; LGBTİ+’ları çembere alarak etraflarını saran polisler, birçok LGBTİ+’yı gözaltına aldı. Gözaltına alırken ters kelepçe yapan polisler, polis kalkanlarıyla çevredekilerin görmesini ve görüntü almasını da engellemeye çalıştı.
İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası 30 Yaşında. Onur Ayı'nın gelişiyle Kadıköy, Yeldeğirmeni sokaklarında bir araya gelen LGBTİ+'lar polis şiddeti ve gözaltıyla karşılaştı. Lubunyanın onuru işkenceyi yenecek!
— İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası (@istanbulpride) June 5, 2022
İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası hesabından paylaşılan postlarda şu ifadelere yer verildi:
“İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası 30 Yaşında. Onur Ayı’nın gelişiyle Kadıköy, Yeldeğirmeni sokaklarında bir araya gelen LGBTİ+’lar polis şiddeti ve gözaltıyla karşılaştı. Lubunyanın onuru işkenceyi yenecek!
İstanbul Onur Yürüyüşüne geri sayım başladı. Bu yıl da #direniyoruz!”
LGBTİ+’lara çevreden de destek geldi. Gözaltına alınanlar sağlık kontrolünün ardından Vatan Emniyet‘e götürüldü. Gözaltına alınan 11 LGBTİ+ aktivisti serbest bırakıldı.
Feminist Gündem, Vatan Emniyet’e götürülen LGBTİ+’ların 22:00 sularında serbest bırakıldığını duyurdu.
5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle her yıl olduğu gibi Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi “2022 yılı İzmir Çevre Durum Raporu”nu yayımladı. 105 sayfalık rapor beklendiği gibi İzmir’in çevre karnesinin her yıl bir öncekinden de kötüye gittiğini gösteriyor. Raporun gerek yerel, gerekse merkezi yönetimden muhatapları ise geçen yıllarda da olduğu gibi suskun…
Ayrıntılı olarak hazırlanan raporda İzmir ve Ege Bölgesi’nin karşılaştığı temel çevre sorunları su ve atık sular, havzalar, hava kalitesi sorunları, atıklar genel başlıkları altında değerlendirilirken, İzmir’e özgü çevre sorunları da unutulmamış. Aliağa, termik santraller, gemi söküm tesisleri, rüzgar enerji santralleri, madencilik, yaban hayatı, balık çiftlikleri, radyoaktif atıklar, körfez sorunu, giderek artan ve tüm kenti saran koku sorunu, deprem sonucu ortaya çıkan ürkütücü tablo ayrı başlıklar halinde Çevre Mühendisleri Odası uzmanlarınca irdelenmiş; irdelenmekle kalmamış her bir başlık için çözüm önerileri ortaya konmuş.
Su kaynakları tehlike altında
İzmir’in yoğun çevre sorunları içinde her yıl giderek daha da kritikleşen sorunu ise yeterli su kaynaklarına sahip olmaması… Raporu hazırlayan ÇMO İzmir Şubesi yönetim kurulu üye ve uzmanlarına göre İzmir’in ve bölgenin en önemli sorunu olan su sorunun önümüzdeki yıllarda daha da kötüleşecek. Bölge suyu kaynakları üzerindeki tehditlerle ilgili raporda şu ifadeler yer alıyor:
“Efemçukuru Altın Madeninin İzmir’in su kaynağı olan Çamlı Baraj Havzasında, Çukuralan Altın Madeninin Balıkesir’in su kaynağı olan Madra Barajı Havzasında, Gördes Nikel Madeninin İzmir ve Manisa’nın su kaynağı olan Gördes Havzasında, Çaldağ’da İşletilmesi Planlanan Nikel Madeninin Gediz Havzasında yarattığı çevresel riskler ve bu projelere verilen ÇED Olumlu kararları ile ilgili Odamızın da içerisinde bulunduğu hukuki süreçler devam ediyor, diğer taraftan işletmelerin yarattığı olumsuz etkileri de yaşıyor ve görüyoruz. İzmir Kentinin İçme, Kullanma ve Tarımsal Sulama amaçlı Su Kaynakları olan Gediz, Küçük Menderes, Kuzey Ege Havzalarında su kalitesi en kötü seviyede ve kirlenmeye devam ediyor. Planlanan önlemlerin uygulanması halinde bile kısa ve orta vadede etkili sonuç alınamayacağı öngörülüyor. Benzer süreç yeraltı sularımız için de geçerli. Kalite, miktar ve yönetim sorunları yaşam kalitemizi etkilemeye devam ediyor.”
Üstelik İzmir su sıkıntısı çeken ülkemizin su fakiri bir kenti. Halen içme ve kullanma suyu olarak tükettiği suyun yarısından fazlasını Manisa’daki yeraltı ve yerüstü kaynaklarından getiriliyor. Efemçukuru altın madeni nedeniyle gelecek dönemde de Çamlı Barajı’nın yapımına izin verilmeyeceği ve İzmir’e gereksinim duyduğu suyun Kütahya’dan getirilmeye çalışılacağı biliniyor. İzmir’in kendi su kaynakları dururken uzun mesafelerden taşınan suyun maliyeti İzmirlilerin faturalarına da yansıyor. İzmirliler üç büyük kent arasında en pahalı suyu tüketiyor.
Kent merkezi kokuyor
Raporda günden güne artan İzmir kent merkezinin hemen hemen her noktasından hissedilen koku sorununa da yer vermiş. Odaya göre kentleşme, artan kentsel göç ve nüfus ile yapılaşmanın getirdiği altyapı yetersizlikleri, su kayıpları, seller, körfezde koku problemi olarak karşımıza çıkıyor. Sorunun kentteki nüfus artışı ve yapılaşmanın yoğunlaşması bu hızla devam ettiği ve buna uygun olarak atık su arıtım tesislerinin sayı ve kapasitelerinin artırılmadığı sürece her geçen yıl artarak devam edeceğine dikkat çekilen raporda son yıllarda gerek merkezi, gerekse yerel yönetimler tarafından sürdürülen imar plan düzenlemeleri de yer almış:
“İzmir Kenti; bütünsel planlama ilkeleri hiçe sayılarak yaşadığı “GELİŞİM” sürecinde; kentin her yerinde karşımıza çıkan kentsel dönüşüm adı altında kontrolsüz yapılaşmalar, gökdelenler, alışveriş merkezleri (AVM’ler) ile altyapı eksiklikleri, trafik, gürültü ile boğuşan Egenin İncisi olmaktan çok uzakta bir geleceğe doğru hızla yol alıyor…”
105 sayfalık kapsamlı raporda hava kirliliğinden, Aliağa’daki endüstriyel kuruluşların yarattığı çevre sorunlarına, gemi söküm tesislerinden, katı atık yönetiminde yaşanan krizlere, madencilik ve taş ocaklarının yarattığı ekolojik yıkıma, balık çiftliklerinin yarattığı deniz kirliliğine, artan gürültü problemine ve Çeşme Turizm Projesinin yaratacağı yıkıma kadar İzmir’in tüm çevre sorunlarına merkezi-yerel resmi kurumların bu konulardaki verilerinden de yararlanılarak değinilmiş. Ancak rapor sorunları ayrıntılı olarak ortaya koymak ile kalmıyor, son bölümünde çözüm önerilerini de ortaya koymuş.
Denetim, koruma ve rehabilitasyon şart
“Kent bünyesinde çevresel yaşam kalitesinin sağlanması ve arttırılması için, bölgesel planlama, yatırımların çevresel etkilerinin doğru değerlendirilmesi, izlenmesi ve denetlenmesi, mevcut kirletici faaliyetlerin rehabilitasyonu, doğal varlıkların korunması ve geleceğe yönelik planlama çalışmalarının doğru yapılması gerekmektedir. Kentlerimizde artan nüfus ve getirdiği çevresel yüklerin yönetilememesi, altyapı eksiklikleri kentimizde yaşadığımız sel felaketi ile bir kez daha yetersizlikleri ortaya koymuştur. Bir taraftan mevcut çevresel altyapı yetersizlikleri, diğer taraftan kentleşme, sanayi madencilik faaliyetleri ile kaybedilen orman alanları, tarım alanları, ekolojik karakteri korunması gereken alanlar ve bu alan tahribatının getirdiği yaşamsal sorunlar ile karşı karşıyayız. Bir yılı aşkın süredir içerisinde bulunduğumuz pandemi süreci sağlıklı bir çevrede yaşamın önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Yaşadığımız meteolojik değişiklikler, kuraklık, yağış değişiklikleri, iklim değişikliğinin getireceği olumsuzluklar değerlendirildiğinde sağlıksız kentlerimizin direnemeyeceği ortaya çıkıyor. Bu çerçevede, insan ve canlı yaşamının devamlılığı adına, adil ve sürdürülebilir çözümler üretilebilmesi için, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının bir insan hakkı olarak ve kamusal bir anlayışla ele alınması gerekmektedir.”
Bir an önce geleneksel olarak her yıl Çevre Mühendisleri Odası İzmir şubesinin yayınladığı bu kapsamlı raporları İzmir’i yönetenlerin, İzmir hakkında karar verici yerel veya merkezi resmi makamlarda olanların okuması ve gerçek anlamda ekosistemlere saygılı çözümleri uzmanları ile birlikte gerçekleştirmeleri gerekir.
Yaklaşık 3000 yıl önce İzmir’de yaşayan Homeros, İzmir için ‘Gök kubbenin altındaki en güzel şehir’ demişti. Günümüzde yaşayabilseydi ve İzmir’in doğal ve çevresel kaynaklarının nasıl sömürüldüğünü, para uğruna her türlü çevre kirliliğinin pençesine nasıl itildiğini görebilse; bu görüşünü korur muydu, İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı büyük ozan?
Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin (OBB) Altınordu ilçesi Cumhuriyet Mahallesi, Gülyalı ve Turnasuyu Mahallelerini kapsayan “deniz dolgusu ve bisiklet yolu projesine” Ordu Çevre Derneği’nin (ORÇEV) İdare Mahkemesi’ne açtığı davada “Yürütmeyi Durdurma” ara kararı verildi.
Ordu Çevre Derneği Yönetim Kurulu tarafından yapılan açıklamada, “Bugün 5 Haziran Dünya Çevre Günü. Ne yazık ki, dernek olarak gün için özel bir açıklama yapamıyoruz. Çünkü Ordu 1. İdare Mahkemesi, Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin çevreyi kirletme projesi hakkında bir kez daha ‘Yürütmeyi Durdurma’ kararı verdi. Dernek olarak ilimizde yaşam alanlarımızın yok edilmek istenmesine yönelik hukuksal mücadelemiz devam ediyor. Daha önce Rıhtım ile MeletIrmağı arasında yapılmak istenen dolgu projesi ve Melet Irmağı’nın doğu kenarına yapılmak istenen balıkçı barınağı için açtığımız davalar lehimize sonuçlandı. Ancak OBB mahkeme kararlarına ve Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün verdiği 60 günlük süreye uymayarak çalışmalarını gece gündüz devam ettirdi. Suç duyuruları yapsak da hukuksuz çalışmalar devam etti” denildi.
Deniz dolgusunda beşinci davada da yürütmeyi durdurma kararı
Melet ve Turnasuyu Irmakları arasında deniz dolgusu ve bisiklet yolu adıyla yapılmak istenen projenin ekosisteme zarar vereceğini ileten Dernek YÖnetim Kurulu açıklamasında, “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) dosyasını inceledik ve ona göre dava açtık. ÇED dosyasında deniz dolgusunun inşaat hafriyatlarıyla yapılacağı yazılı. Bu kadar zarar verici bir projenin belediye tarafından yapılmak istenilmesi OBB’nin ilimizin ekolojik yapısını korumadığını gösteriyor. ‘Ben yaptım oldu’ projeleriyle deniz de şehir içi de zarar görüyor. Deniz dolgusu konusunda açtığımız dört davayı kazandıktan sonra Melet-Turnasuyu Irmakları arasındaki dolgu projesi hakkında da ‘Yürütmeyi Durdurma’ kararı verilmesi, haklılığımızı bir kez daha gösterdi” ifadelerine yer verildi.
Ordu Çevre Derneği Yönetim Kurulu açıklamasında mahkemenin “Yürütmeyi Durdurma” kararı gerekçesi hakkında da bilgi verildi:
“Mahkeme daha önce açtığımız ve lehimize sonuçlanan iki deniz dolgusu projesiyle ilgili projenin bir bütün olduğu ve diğer projelerin mahkeme tarafından sonuçlandırılması nedeniyle telafisi mümkün olmayan zararların olmaması için ‘Yürütmeyi Durdurma’ kararının verildiğini belirtmektedir. Ordu 1. İdare Mahkemesi tarafından verilen ‘Yürütmeyi Durdurma’ kararı Ordu’nun lehine oldu. Duruşmalı mahkememiz 27 Haziran 2022 tarihinde olacak. Bu davanın da lehimize sonuçlanacağına inanıyoruz.”
‘Ordu Büyükşehir Belediyesi’nde beton sevicilik egemen’
ORÇEV açıklamasında, OBB’nin projelerinin yanlış ve uygulanamaz olduğu vurgulanarak, “Ordu Büyükşehir Belediyesi projelerinin neredeyse tümü tartışmalı. Beton sevicilik egemen. Fatsa’daki fenerli adaya seyir terası projesi yapan bir belediyenin kamu hizmet anlayışı sorgulanır. Anlamsız projelerle halkın paraları çarçur ediliyor. Yandaşlara kaynak aktarılıyor. Bu keyfiyet yetmezmiş gibi mahkeme kararlarına da uymuyorlar” denildi.
Türkiye’nin usta çizerlerinden Latif Demirci, 61 yaşında yaşamını yitirdi. Demirci, bir süre önce kalp ameliyatı geçirmişti.
Muhlis Bey, Mithat ve Mirsat, Arap Kadri, Press Bey gibi karikatürleriyle Türkiye basınının önemli çizerlerinden Demirci’nin cenazesinin yarın ikindi saatinde Teşvikiye Camii‘nden kaldırılarak Zincirlikuyu Mezarlığı‘na defnedileceği duyuruldu.
Demirci’nin uzun süre çizeri olduğu Hürriyet Kitap Sanat da“Gazetemizin usta çizeri sevgili Latif Demirci’yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Hayata, gündeme zekice bir mizahla baktığı tüm çizgileri bizimle…” mesajıyla haberi duyurdu. Karikatürist Musa Kart, Demirci’yi “Büyük ustaydı Latif, karikatüre adanmış bir hayat yaşadı. Erken gelen ölümü yüreğimi acıttı. Çok üzgünüm, çok…” sözleriyle andı.
Demirci’nin eski eşi yazar Latife Tekin de “Kızımın babası, sevgili arkadaşım, dostum adaşım Latif’i kaybettim, çok üzgünüm” mesajını yayımladı.
Demirci’nin son karikatürü 3 Haziran’da yayımlanmıştı.
Kariyerine Gırgır ve Fırt dergilerindeki karikatürleriyle başlayan 1961 doğumlu Demirci, Hıbır ve onun devamı HBR Maymun dergilerinin kurucusuydu. Fırt’ta çizdiği Tarzanve Gırgır’daki Muhlis Bey en bilinen tiplemelerindendir. Mizah yazarı Atilla Atalay‘ın ünlü Sıdıka eserinin de çizimleri de Latif Demirci’ye aittir.
Nokta, Panorama, Gazete Pazar, Söz gibi dergi ve gazetelerde çizen Demirci, uzun süre Hürriyet Gazetesi için çizmişti; 2015 yılında Sedat Simavi Karikatür Ödülü‘nü kazanmıştı.
Sanat, basın ve siyasetten pek çok isim Demirci’nin ölümünden duyduğu üzüntüyü sosyal medya hesaplarından paylaştı.
Mizah dünyamızın ve karikatürün usta ismi Latif Demirci’nin vefatından dolayı büyük üzüntü duydum. Muhlis Bey, Arap Kadri ve Press Bey öksüz kaldı… #LatifDemirci’ye Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı ve sabır diliyorum. Çizgiye döktüğü düşümüzü gerçekleştireceğiz! pic.twitter.com/uZCRfRrA7Q
— Kemal Kılıçdaroğlu (@kilicdarogluk) June 5, 2022
Latif Abi'yi kaybetmişiz. Çok ama çok üzgünüm. Toprağı bol olsun. Hiç sevmezdi röportaj vermeyi. Yıllar önce bir gece çok uzun sohbet ettik, o esnada çıkacak kitabı vesilesiyle. Ve o sohbetten bir portre kaleme almaya çalışmıştım. Buyurun. #LatifDemircihttps://t.co/3OYTs7HoKM
Press Bey, Güllü Hanım ve daha nice karakterin yaratıcısı, çizer #LatifDemirci’yi kaybettik. Meslektaşlarına karşı özenli, her zaman Sendikasıyla birlikte hareket eden ve çizgilerini meydanlarda taşımaktan gurur duyduğumuz büyük ustayı asla unutmayacağız. Başımız sağ olsun. pic.twitter.com/yN66v9qKLQ
— Gazeteciler Sendikası (@TGS_org_tr) June 5, 2022
En sevdiğim karikatürist,büyük usta Latif Demirci’nin mekanı cennet olsun #LatifDemirci en genç yaşından beri 5-6 kuşağı etkilemiş ender sanatçılardandı.
Yaşadığınız bölgelerde her geçen sene sineklere ve diğer haşere canlılara karşı yapılan ilaçlamalara şahit oluyorsunuz. Söz konusu yoğun ilaçlamalarda biyosidal ürünler ve pestisitler kullanılıyor. Kentleri zehirli bir hale getiren bu biyosidaller ve pestisitlerin kanser gibi pek çok hastalığa sebebiyet verdiği biliniyor.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği bu zehirli kimyasallara karşı kentleri korumak üzere bir mücadele yürütüyor. Derneği’n son çalışması ise belediyelerdeki ilaçlama durumlarını ve bu kurumların söz konusu zehirli kimyasallara karşı çevre dostu alternatiflere yaklaşımlarını ortaya koyuyor. Peki siz bu zehirli kimyasallardan bölgenizi nasıl koruyabilirsiniz?
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu ile pestisitlerin ve biyosidallerin aslında ne olduğunu, kenti nasıl zehirlediğini, iklim kriziyle birlikte bölgeye özgü olmayan canlılarla nasıl mücadele edilebileceğini ve bunların çözüm yollarını konuştuk:
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu
Öncelikle Zehirsiz Kentler Projesi ve amacı nedir? Neye karşı yola çıktınız?
2019’da Avrupa Pestisit Eylem Ağı ortaklığında başlattığımız ve Zehirsiz Sofralar Platfomu’nun da kuruluşuna vesile olan Zehirsiz Sofralar projesi, toplumda pestisitler ( tarım zehirleri ) konusunda farkındalığın artmasını sağladı ve karar vericiler nezdindeson derece etkili oldu. Kasım 2019’da zehirsiz kampanya başlatıldı. Bugün itibariyle kampanyayı 167 bin kişi imzaladı. TBMM’de proje sürecinde üç soru, bir araştırma önergesi verildi. Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın tüm bu emekleri ve çalışmaları sayesinde Mayıs 2020’de bakanlık 16 pestisit etken maddesini yasakladı. Temmuz 2020’de bakanlık dokuz pestisit etken maddesini daha yasakladı. Toplamda 25 etken madde yasaklandı, yedi etken maddeye de kısıtlama kararı verildi.
‘Sürdürülebilir olmayan kimyasal kullanımının yasaklanması gerekiyor’
Ancak pestisitlerin kullanımı sadece tarım alanları ile sınırlı değil. Kentlerde kamu ve özelsektör tarafından hem pestisitler hem de Sağlık Bakanlığınca ruhsat verilen aynı aktif maddeye sahip biyosidal ürünler sineklere, otlara ve diğer haşere tabir ettiğimiz canlılara karşı yoğun miktarda kullanılıyor. Tarımda olduğu gibi kentlerimizde dealternatif, doğa dostu yöntemler varken kimyasal kullanılması, biyolojik çeşitliliğe, sağlığa, su kaynaklarına, ekosisteme zarar vererek sorunu derinleştiriyor aynı zamanda uzun vadede daha maliyetli oluyor.Dolayısıyla sürdürülebilir olmayan kimyasal kullanımının önümüzdeki yıllar içinde kademeli olarak azaltılarak, dünyada pek çok örnekte olduğu gibi tamamen kaldırılması, yasaklanması gerekiyor.
Ortağımız Avrupa Pestisit Eylem Ağı’nın Avrupa’da bu konuda yürüttüğü çalışmalar, kamu farkındalığı ve öncü belediyelerin pestisitsiz kentler konusundaki başarı hikayeleri, AB’nin 2030 hedeflerinde, kentsel yeşil alanlar gibi hassas alanlarda pestisit kullanımını sonlandırmasıkararına vesile oldu. Benzer bir başarıya Türkiye’de ulaşmak için sivil toplum desteği, kamu farkındalığı ve belediyelerin öncülüğü gerekliliği fikri ile “Zehirsiz Kentlere Doğru” projesini başlattık.
47 belediyede durum analizi çalışması yapıldı
Nisan 2021 ile Mart 2022 tarihleri arasında uygulanan “Zehirsiz Kentlere Doğru” projesi kapsamında nasıl bir yol haritası izlediniz?
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Sivil Toplum Diyaloğu VI programı kapsamında desteklenen ve Avrupa Pestisit Eylem Ağı (PAN Europe) ortaklığında, Zehirsiz Sofralar Platformu işbirliğinde yürütülen Zehirsiz Kentlere Doğru projesinin çalışmalarına 1 Nisan 2021’den itibaren devam ediyor.
Batur Şehirlioğlu, Zehirsiz Kentlere Doğru projesi kapsamında, düzenlenen ‘Belediyeler Çalıştayı’ndan – Mayıs 2022 Fotoğrafı: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
Projenin ilk aşamasında Biyosidal İş ve Çevre Sağlığı Derneği’nden (BİYOSİDER) halk sağlığı uzmanlarının danışmanlığında gerçekleştirilen ve 47 belediyeden 54 birimin katıldığı bir durum analizi çalışması yapıldı. Çalışma sonucunda “Türkiye’deki Belediyelerde Zararlı Mücadelesi Durum Analizi” raporu hazırlandı. Buğday Derneği’nin öncülüğünde oluşmuş Zehirsiz Sofralar Platformu ve platform altında kurulan Zehirsiz Kentler Çalışma Grubu ile 11 Aralık 2021 Cumartesi günü gerçekleştirilen çevrimiçi toplantıda, pek çok sivil toplum örgütü ve sivil inisiyatifin temsilcileriyle birlikte Zehirsiz Kentler için hep birlikte neler yapılabileceği konuşuldu ve projenin önemli bir ayağını oluşturan kampanya süreci şekillendirildi.
‘Yurttaşlar zehirsiz kentler için belediyelere talepte bulunabilir’
23 Aralık 2021 Perşembe günü yapılan çevrimiçi basın toplantısı ile “Zehirsiz Kentler için Harekete Geç” Kampanyası başlatıldı. Buğday Derneği ile birlikte Zehirsiz Sofralar Platformu üyeleri ve kampanyanın destekçileri, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere, taleplerini bütün yerel yönetimler ağında yaygınlaştırmak üzere kampanyacılık, savunuculuk ve lobicilik faaliyetleri yürütmeye başladı. Kampanyada belediyeler ile birlikte yurttaşlar da zehirsiz kentler için harekete geçmeye ve katılımcı olmaya çağrıldı. Yurttaşlar, kampanyaya imza vererek destek olmanın yanı sıra, “Zehirsiz Kentlere Doğru” kararlı bir adım atmaları için belediyelerin söz vermesini talep ederek belediyelere dilekçeler gönderebiliyor.
Belediyelerde zehirsiz kentler için bugüne kadar neler yapıldı?
BİYOSİDER danışmanlığı ve PAN Europe katkılarıyla hazırlanan “Belediyeler için Zararlılarla Zehirsiz Mücadele Rehberi” ve vatandaşlar için bilgilendirici bir broşür hazırlandı. Zehirsiz Kentlere Doğru web sitesine hem yurttaşlar hem de belediyeler için çeşitli kaynaklar yüklendi ve yeni kaynaklar yüklenmeye devam ediliyor.
12-13 Mayıs 2022 tarihlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığı’nın ev sahipliğinde Belediyeler Toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıda özellikle istilacı türlerle zehirsiz mücadele üzerinde duruldu ve İBB Başakşehir Vektörle Mücadele Birimi’ne bir saha gezisi gerçekleştirildi. Bu toplantıya katılan belediyelerin vektörle mücadele birimleri arasında bir mail grubu oluşturuldu.
Proje çerçevesinde 3 adet ulusal, 2 adet ise uluslararası webinar düzenlendi, pek çok video ve haber sosyal medya ve basında yer aldı..
Durgun sulak alanlarda larva kontrolü.
‘Bakanlığın uygulamaları kapsamlı ve pratik değil’
Türkiye’de yerel yönetimler ‘zehirsiz bir kent’ hedefine ne kadar uzak? Yürüttüğünüz proje süresince belediyelerde ne gibi eksiklikler gördünüz?
“Türkiye’deki Belediyelerde Zararlı Mücadelesi Durum Analizi” raporunu hazırlarken görüşme yaptığımız belediyelerin çoğu, Sağlık Bakanlığınca hazırlanmış, Çevre Sağlığı Bilgi Sistemi’nin Biyosidal Modülü’nü etkin şekilde kullanmadıklarını, hatta hiç kullanmadıklarını, bunun sebebi olarak da sistemin tüm uygulamaları kapsamamasıve pratik olmaması olarak belirttiler. Bir başka sıkıntının da, zararlı mücadelesinin hem belediye içinde birden fazla birim tarafından, hem de zaman zaman (büyükşehir belediyelerinde mevcut düzenlemelere aykırı olmasına rağmen) aynı il içerisinde birden fazla belediye tarafından, birbirinden farklı yaklaşım ve uygulamayla yürütülmesi olduğunu gözlemledik.
Bilimin önünde bir engel: Belediyelerde siyasi yaklaşım
En önemli sorunlardan birinin de belediyelerde siyasi yaklaşımın bilimin önüne geçebilme riski olduğunu gördük. Halkın yeterince bilgilendirilmemesi, kamu farkındalığının oluşmaması sebebi ile alınan şikayetler ilgili makamların bilimsel, uzun vadeli hedeflere değil de toplum baskısını azaltacak yönde, verimli olmayan günübirlik yaklaşımlara yönelmesine sebep oluyor.
‘Doğa dostu alternatifler, belediyelerle vatandaşların bilgilendirilmesi ve katılımıyla mümkün’
Bu da gösteriyor ki sağlıklı doğa dostu alternatiflere geçiş süreci belediye meclis üyeleri, vatandaşlar ve tüm ilgililerin bilgilendirilmesi ve sürece katılımı ile mümkün.
Kentleri zehirli kılan pestisit ve biyosidal nedir?
Pestisitler yani tarım zehirleri böcek, ot, mantar ve bunun gibi istenmeyen canlılara karşı, koruma amaçlı kullanılan kimyasal maddeler ve mikroorganizmalar. “İcide”eki belirli bir kişiyi ya da bir şeyi öldüren biri ya da bir şey, öldürme eylemi olarak tanımlanıyor. Tarım kimyasallarını satanşirketler tarafından tarım ilacı olarak pazarlanan bu ürünler aslında böcek, fare, ot vb öldürücü anlamına geliyor.
Görsel: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
‘Kanser gibi pek çok hastalığa sebep oluyor’
Vatandaşlar eczaneden ilaç aldıklarında alınan ilaç sadece kendi bünyelerinde etkilidir, başka canlılara veya çevreye zarar vermez. Oysa bu zehirlerin yüzde 90’dan fazlası hedef canlı dışında hava, toprak ve su kaynaklarımıza taşınarak, biyolojik çeşitliliğe zarar veriyor, insan dahil tüm canlıları zehirleyerek zaman içinde kanser gibi pek çok hastalığa sebep oluyor.
Biyosidal ürün kavramı da biyosit kelimesinden gelir ve biyosit biyolojik bir varlığı öldüren, canlı öldüren veya canlıkıran anlamına gelir. Yani bir ilaç değil zehirdir.
Rapor: 52 belediye sağlıklı ve çevre dostu yöntemleri destekliyor
Proje kapsamında yaptığınız analiz, rapor ve çalışmalardan hareketle; pestisit ve biyosidal ve bunlara alternatif yöntemler konusunda belediye ve çalışanların farkındalığı ne düzeyde?
“Türkiye’deki Belediyelerde Zararlı Mücadelesi Durum Analizi” raporuna göre katılımcıların yüzde 96,3’ü (52 belediye) sağlıklı ve çevre dostu yöntemlerin kullanılması ile ilgili dünyada çok sayıda çalışma bulunduğu ve pestisit/biyosidallerin azaltılarak yerine bu tür alternatif uygulamalara geçilmesi gerektiği görüşünde birleşiyor.
‘Belediyeler daha fazla teşvike ihtiyaç duyuyor’
Araştırmada, belediyelerin zararlılarla mücadelede kimyasal kullanımına alternatif yöntemlerin pek çoğundan haberdar olduğu, ancak bu yöntemleri çok fazla uygulamadığı tespit edildi. Belediyelerin bir kısmı görece yakın zamanda üniversite ve il sağlık müdürlükleri gibi kurumlardan destek alarak kimyasal kullanımını azaltmaya başladığını belirtti. Ancak bu konuda oranlar veya direnç çalışması gibi yaklaşımlar sergileyen belediye sayısı çok düşük. Araştırma, belediyelerin zararlılar ile mücadele için çevre dostu alternatif yöntemlere yönelmede daha fazla teşvike ihtiyaç duyduğu ve bu uygulamaları artırıcı projelere daha fazla desteğin gerektiğini ortaya koyuyor.
Ot zehirlerine alternatif olarak mekanik mücadele yöntemleri yaygın olmakla birlikte sıcak su ve köpük gibi son derece verimli termal yöntemler henüz ülkemizde uygulanmıyor. Zararlılar ile mücadele konusunda da biyolojik ve biyoteknik mücadele yeni yeni yaygınlaşıyor.
İklim krizi ve bölgeye özgü olmayan zararlılar
Belediyelerin yanıtlarına yer verdiğiniz Durum Analizi Anket Çalışması’nda da iklim kriziyle birlikte doğal alanların tahribatı, uluslararası ticari faaliyetler ve seyahatlerin artması gibi çeşitli sebeplerle son yıllarda bölgeye özgü olmayan zararlılarla daha sık karşılaşıldığı belirtiliyor. Bu konuda son durum nedir? Sorunun boyutu ne düzeyde?
Belirttiğiniz gibi iklim kriziyle birlikte doğal alanların tahribatı, artan sıcaklıklar sebebi ile daha sıcak iklim türlerinin kuzey bölgelerine gelmeleri, uluslararası ticari faaliyetler, seyahatlerin artması ve hatta göçler gibi çeşitli sebeplerle son yıllarda bölgeye özgü olmayan zararlılarla ve patojenlerle daha sık karşılaşılıyor. Bu zararlılar çam kese böceği gibi ormanlarımızı, tuta gibi tarladaki kültür ürünlerimizi tehdit ediyor. Benzer sorunlar denizlerimiz için de geçerli.
‘Ülke çapında bu konuda politika oluşturulmasına ihtiyaç var’
Projemiz açısından bu konuda verebileceğimiz en önemli örnek ise asya kaplan sivrisineği. Bölgemize özgü olmayan bu sinek İtalya ve Fransa gibi ülkeleri kasıp kavuruyor ve son birkaç yılda kıyı bölgelerimiz başta olmak üzere ülkemiz içinde büyük sorun oldu. Mevcut kimyasal yöntemler ile durdurulması mümkün görünmüyor.
Uzun vadeli bilimsel tabanlı eylem planlarına, ülke çapında bu konuda politika oluşturulmasına ihtiyaç var çünkü tarihe karıştığını sandığımız ya da bölgemizde görünmeyen pek çok salgın hastalık bu sinek ile yayılma potansiyeline sahip. Bu sineğin yaşam döngüsü, şekli de diğerlerinden farklı olduğu için örneğin gündüz de aktif olduğu, sadece sulak alanlarda değil, kentlerde bir bardak su olan kaplar içinde bile büyük miktarlarda üreyebildiğiiçin mücadelesinin de farklı biçimde halkın katılımı ile yürütülmesi gerekiyor.
‘Sorun halk sağlığı, ekolojik ve ekonomik olarak çok büyük’
Sorun hem halk sağlığı açısından hem de ekolojik ve ekonomik olarak son derece büyük. Ulusal çapta gerekli önlemler alınmazsa önümüzdeki yıllarda hem büyük bir ekonomik kayıp hem de ölümlerle karşılaşma olasılığı çok yüksek.
Yine aynı çalışmada zararlı ürünlerin kullanımıyla ilgili belediyeler, vatandaşlardan yoğun ilaçlama talebi aldıklarını belirtiyorlar. Pestisit ve biyosidal ürünlerin kullanımlarıyla ilgili vatandaşlar ne kadar bilinçlendiriliyor, kendilerini ve/veya bölgelerini nasıl koruyabilirler?
Belediyelerimiz öncülüğünde katılımcı bir eylem planı ile vatandaşların bu sürece dahil edilmesi, okullar, çocuklar, camiler, sivil toplum kuruluşları, muhtarlar, özel sektörün de hedef alınması çok önemli. Bu konuda belediyelerimizin tiyatrodan, el broşürüne, okullarda yürütülen çalışmalardan videolara, eğitimlere pek çok faydalı çalışma yaptığını da proje çerçevesinde gördük. Vatandaşlarımız ise belediyelerden “Zehirsiz Kentlere Doğru” kararlı bir adım atmalarını; pestisit azaltımına ve zehirsiz alternatifleri kullanmaya yönelik politika oluşturmalarını; bu konuda kamu farkındalığı yaratmalarını talep edebilir ve bu yönde çalışan belediyeleri destekleyebilir.
Vatandaşlar kendi bölgeleri için neler yapabilir?
İlgili bakanlıklara, milletvekillerine, karar vericilere ve diğer tüm paydaşlara baskı yapabilir. Sivil toplum kuruluşlarının bu yöndeki çalışmalarına destek olabilir, yürütülen kampanyaları takip edebilir.
Ölümcül durumlar, salgınlar, tehlikeli boyutta alerjik durumlar söz konusu olmadığı ve zarar eşiğini aşmadıkları sürece, diğer sokak canlıları ile olduğu gibi, vektörler ve otlar ile birlikte yaşamanın mümkün olduğunun bilincinde olunması ve onları tamamen yok etmek yerine, kontrol altında tutmanın amaçlanması gerekiyor.
Geçiş süreci belediye alanları ile sınırlı kalamayacağı için, apartman veya sitede, işyeri, okul, kampüs ve spor kulüplerinde ve özel sektöre ait diğer tüm alanlardaki sorumlu yöneticilere ve diğer paydaşlara yönelik bilgilendirici faaliyetlerin yürütülmesi, örgütlenilmesi, toplantıların düzenlenmesi ve baskı yapılması gerekiyor..
Evlerde, bahçelerde uygulanabilecek zehirsiz yöntem ve teknikler araştırılarak, başarılı örnekler paylaşılarak yaygınlaştırılabilir. Buna yönelik hazırladığımız “Vatandaşlar İçin Zehirsiz Kentlere Doğru Uygulamalar Rehberi” nden faydalanılabilir.
‘Zehirsiz Kent’ olma taahhüdü veren belediyeler de oldu ancak proje kapsamında yapılan çalışmada 40 küsur belediyeden yanıt geldiğini gördük, duyarlılık gösteren ve göstermeyen belediyeler ve /veya bölgelere ilişkin neler söylersiniz?
Böyle bir ayrım yapmak sağlıklı olmaz. Bu konu daha çok büyükşehir ve il belediyelerinin kontrolünde ve onlarda da ne yazık ki bürokratik süreçler söz konusu, ağır işleyen mekanizmalar var. Taahhüt konusunda da aynı sıkıntılar söz konusu.
Belediyelerin attığı adımlar
Belediyeler siyasi yapılar olduğu için bir taahhüt altına girmeye çekiniyorlar. Biz Samsun Büyükşehir Belediyesi’ne bu konuda öncü olduğu için teşekkür ederiz. Eminiz önümüzdeki yıllarda pek çok belediye bu konuda önemli adımlar atacaktır. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de birkaç yıl içinde stratejik eylem planı kapsamında sivirisinekle mücadelede kimyasal kullanımını sıfırlamayı hedefliyor.
Pamukkale Belediyesi karasineklere karşı yapışkan sarı tuzaklar ile başarılı sonuçlar elde etmiş durumda.
Çanakkale Belediyesi otlar ile zehir kullanımını neredeysesıfırlamış durumda. Ankara, İstanbul ve Muğla Büyükşehir Belediyeleri izlenebilirlik adına önemli adımlar atmış, sistemler geliştirmiş. Bu konuda belediye birliklerine de önemli sorumluluk düşüyor. Bu proje kapsamında Marmara Belediyeler Birliği başta olmak üzere, Sağlıklı Kentler Birliğive Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği’nin desteğini aldık ama tüm çabamıza rağmen Türkiye Belediyeler Birliği’nin desteğini alamadık.
Zararlılar ile mücadelede çevre dostu ve alternatif yöntemlerin kullanımı nasıl sağlanabilir? Zehirsiz bir kent hedefine ulaşmak için neler yapılması gerekiyor? Ve bu gerekliliklerin uygulanması halinde söz konusu hedef için öngörülebilecek en yakın tarih nedir? Hassas gruplar nasıl gözetilebilir?
Proje kapsamında yayınladığımız ve zehirsizkentler.org web sitemizde yer verdiğimiz “Belediyeler için Zararlılarla Zehirsiz Mücadele Rehberi” nde‘Daha Az Kimyasal Kullanan Belediyecilik İçin Adımlar’ bölümünde bu konuya detaylı yer verdik. Belediyelerimizin bu konuda atması gereken temel adımları şöyle sıralayabiliriz;
Mevcut durum analizinin yapılması,
Pestisit politikasının oluşturulması,
Kademeli geçiş için stratejik eylem planının hazırlanması,
Denemeler veya pilot projelerin yürütülmesi,
Kamu farkındalığının yaratılması ve katılımcılığın sağlanması,
Belediye meclisi üyelerinin siyasi desteğinin alınması.
‘Agroekolojik tarıma geçilmesi son derece önemli’
Denemeler ve pilot projelerde sulak alanlar, parklar gibi hassas alan ve bölgeler ile büyüme çağındaki çocuklarımızın bulunduğu okullar, parklar, çocuk bahçeleri, sağlık ve gıda hizmeti veren tesisler de bu kapsamda önceliklendirilmeli. Dünya’da kent çapında olmasa da parklar gibi alanlar ile başlayıp başarılarını diğer alanlara genişleten pek çok belediye var. Ayrıca kentlere yakın tarım alanlarında da agroekolojik tarıma geçilmesi son derece önemli.
‘Ulusal bir strateji gerekiyor’
Şu anda Samsun, Çanakkale gibi belediyelerimiz otlarla mücadelede zehirsiz yöntemlere geçmiş durumda. Bu konuda AB gibi bir tarih vermek mümkün değil çünkü sivrisinekler ve pek çok zararlı ile mücadele ulusal bir strateji gerektiriyor. Ama belediye alanları ile sınırlı kalan ot mücadelesi gibi konularda çok kısa sürede mekanik ve termal uygulamalara geçilerek hedefleri gerçekleştirmek mümkün.
‘Hormonal sistemi bozucu kimyasallar’
Her geçen gün kentlerde pestisit maruziyetine dair yeni araştırma sonuçları paylaşılıyor. Bunun önüne geçebilmek için işbirliği, dayanışma çok önemli.
İtalya’nın Güney Tirol bölgesindeki 19 çocuk oyun alanından, 4 okul bahçesinden ve bir pazar yerinden alınan 96 çim örneğinin analiz sonuçlarına göre, tespit edilen 32 pestisit etken maddesinin yüzde 76’sının hormonal sistemi bozucu kimyasallar olduğu ortaya çıktı.
Üreme ve sinir sistemine hasarlar, doğum kusurları…
ABD’de yapılan bir incelemeye göre ise, okullarda en yaygın kullanılan 40 pestisitten 28’inin muhtemel veya olası kanserojen olduğu, 26’sının üreme sisteminde zararlı etkiler yarattığı, 26’sının sinir sistemine hasar verdiği ve 13’ünün doğum kusurlarına neden olduğu tespit edildi.
İklim Değişikliği ve Su Yönetimi Sempozyumu’nda sunulan, Türkiye’de su kalitesine dair rapora göre, sularımızda tespit edilen 49 mikrokirleticinin 33’ü pestisitlerden oluşuyor. Bilimsel çevrelerce her geçen gün bu zehirlerin zararlarına dikkat çekiliyor ve kentlerde kullanımına yönelik yeni araştırmalar yayımlanıyor.
“Zehirsiz Kentler için Harekete Geç” ve “Zehirsiz Sofralar” kampanyalarımız devam ediyor. Vatandaşlarımız kampanyaya destek olabilir, örnek olarak hazırladığımız dilekçeler ile belediyelere, kent konseylerine başvuruda bulunabilir. Bilginin yaygınlaşması için sosyal medya hesaplarından bizlere destek olabilirler.
İklim krizinin uluslararası düzlemde ekonomik bir çözüme ulaşabilmesi için uzun zamandır karbonun bir fiyatı olması gerektiğinden söz ediyoruz. Bunun nedeni karbona bir fiyat biçtiğimizde insanların karbonun kıymetli olduğunu sanıp daha az salmaya gayret etmeleri değil elbette.
Bugün kullandığımız ürünlerin istisnasız tümünün üretiminde enerji kullanılıyor ve bunun sonucu olarak bir şekilde atmosfere karbondioksit salınıyor. Bu salınan karbondioksit ile iklim krizi arasındaki bağı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ancak çoğumuz karbondioksit salımı denildiğinde araba kullanımımızdan, evde yaktığımız elektrikten ya da kombide yanan doğal gazdan kaynaklı bir ayak izinden bahsedildiğini düşünüyoruz. Çoğu noktada da hesap o şekilde yapılıyor çünkü termik santrallerin yaktığı kömür ya da doğal gazı, arabanın tükettiği benzini, kombinin kullandığı doğal gazı ölçebilmek çok daha kolay. Bu nedenle de devletler arası anlaşmalar hep bu şekilde ölçülen sera gazı miktarları üzerinden yapılıyor.
Ürünlerin karbon ayak izi
Hesabı ülkelerin toprakları üzerinde saldıkları karbondioksit üzerinden yaptığımızda da Çin gibi ülkeler çok da haklı olmayan bir biçimde suçlanıyor. Oysa üretilen her ürünün karbon ayak izini bilsek, Çin’in üretiminin ne kadarının iç tüketim ne kadarının da ihracat için ortaya çıktığını anlayarak konuyu daha sağlıklı değerlendirmek mümkün olurdu. Bu bağlamda gelişmiş ülkeler ürünlerin ayak izlerinin belli olmasını fazla da istemiyorlar. Karbon ayak izi belirsiz kaldığından karbon ayak izi yüksek üretimleri gelişmekte olan ülkelere kaydırıp, kendileri gelişmekte olan ülkelerden sadece bu ürünleri satın alıp karbon azaltım sorumluluğunu da gelişmekte olan ülkelerin sırtına kolayca bırakabiliyorlar.
Tüketiciyi kandırmak zorlaşacak mı?
Ancak son yıllarda özellikle Avrupalı tüketiciler bu sorunun farkına vardığından AB politikasında Sınırda Karbon Vergisi türü bir uygulamayı zorlayacak adımlar atıldı. Artık gelişmiş ülkelerde tüketiciyi kandırmak çok da kolay olmayacak.
Yalnız Avrupa Birliği’nin uygulamaya koymaya hazırlandığı Sınırda Karbon Vergisi uygulaması temelde Avrupa genelinde karbon salımını bir dışsallık olarak kabul etmeyi önlemeyi amaçlıyor. Artık atmosfere serbestçe karbondioksit salamayacaksınız, saldığınız her ton karbondioksit için yaklaşık 90 € bedel ödediğinizi ya da ödeyeceğinizi bilmeniz gerekiyor. Bu ürünleri serbestçe dışarıdan ithal edebildiğiniz sürece bedeli sadece AB vatandaşlarının ya da üreticilerinin ödemesi yetmiyor. Bu nedenle de AB’ye ihracat yapan tüm ülkelerin de bu bedeli ödemesi gerekiyor. Burada ödenecek bedelin de AB’ye ödenmesi gerekli değil. Sadece üretici artık karbondioksidin bir dışsallık olmadığını ve bir fiyatı olduğunu bilerek üretim yapmak zorunda çünkü bu bedeli ya kendi kendi devletine ya da AB’ye ödemek zorunda.
Suya bedel biçmek
Bu durumda kalan devletimiz de kısa süre içerisinde sorunu kavrayıp benzer bir karbon fiyatını kendisine ithalat yapan ülkelere uygulamaya başlayacaktır. Dolayısıyla karbona bir fiyat biçilmesi işleminin AB tarafından bu biçimde tüm küresel üreticilere yayılması amaçlanmaktadır. Artık herkes yapılan tüm üretimlerin bir karbon ayak izi olduğunu bilerek davranmak zorunda kalacaktır.
Şimdi gelelim suya: Su karbondioksit gibi bir dışsallık değil, aksine bizim en kıymetli varlıklarımızdan biri ve en önemli insan hakkı. Ancak biz şu anda kullandığımız suya bir bedel ödemiyoruz. Suyu çoğu noktada serbestçe kullanabiliyoruz. Faturalarda ödediğimiz de suyun bedeli değil belediyenin o suyu bize ulaştırmak için yaptığı masraf. Yalnız suya bir bedel biçme konusu karbondioksit kadar kolayca çözülebilecek bir konu değil.
Ne zaman ücretlendirilmeli?
Öncelikle suyun kullanımı yaşam için bir gereklilik. Suya bir bedel biçerek kişilerin günlük yaşamlarını sürdürmek için daha fazla maddi kaynağa ihtiyaç duymalarına neden oluruz ki bu son derece önemli bir problem. Dolayısıyla günlük ihtiyaç olan su, her zaman için ücretsiz olmalıdır, bunu tartışmaya gerek bile yok. Ancak bunun ötesindeki kullanımın, suyun taşınma bedelinin ötesinde bir maddi karşılığı olsa çok iyi olur. Bunun en önemli sebebi de başta sözünü ettiğimiz motivasyondur. Suya bir bedel biçecek olursak, suyun da kıymetli bir girdi olduğunu suyu hoyratça kullananlara ve çoğu üreticiye anlatma şansını elde ederiz.
Bunun belki daha da önemli bir sonucu küresel güneyin kısıtlı su kaynaklarını farkında bile olmadan küresel kuzeye göndermesinin önünü almak olabilir. Küresel kuzeyle güney arasında bir yerlerde yer alan ülkemiz her geçen gün su kıtlığına doğru hızla yol alıyor. Ancak çokça su tüketimiyle ürettiğimiz tarım ürünlerimizin gelişmiş ülkelere gönderilmesini bir başarı olarak algılıyoruz. Aslında gönderdiğimiz ülkemizin kısıtlı bir kaynağı. O kaynağın bedelini satış fiyatının içinde görecek olsa belki de satış ve kullanma kararlarımız değişecek.
Üretim girdisi olarak su
Son bir nokta da tarımsal üretimimizle ilgili. Tarımda, sulama suyu bedava olduğu için düşünmeden kullanılıyor. Ancak bunun ötesinde yenilenebilir bir kaynak olmayan yer altı suları kullanılarak şeker pancarı gibi aşırı su isteyen ama getirisi yüksek ürünler üretiliyor. Bu düşünce yapısı ile özellikle Orta Anadolu ve İç Ege’de çok sayıda irili ufaklı göl kurudu ve kurumaya da devam edecek. Suyu üretimde maliyeti olan bir girdi olarak kabul ettiğimiz an her alandan üreticiler de su kullanımını enerji kullanımı gibi hesaplarına dahil etmek zorunda kalacaklar.
Bugün için su en kıymetli doğal kaynaklarımızdan biri ve yeryüzünün çoğu noktasında da giderek azalıyor. Amaç asla, insan hakkı olan bu suyu ihtiyacı olan bireylerden sakınmak olmamalı ama tüm üreticiler suyun kısıtlı bir kaynak olduğunu ve maddi kazanç uğruna serbestçe harcanamayacağını da bilmek zorundalar artık.
Türkiye atık, çöp, geri dönüşüm, plastik vb. gibi meselelerde gündem olmaya devam ediyor. Bunun birkaç nedeni var. Bu nedenler arasında, yetersiz atık yönetimi, etkisiz denetim, liyakatsizlik, yozlaşma, merdiven altı olma durumu ve daha bir sürü şey sayılabilir. Ancak sayılamayacak olan tek şey var o da dış güçler. Hatta argümanlar içerisinde en absürt olanı bu. Çöp konusunda birilerinin operasyon çektiği ve bu nedenle bu sorunun gündeme geldiği iddiası, kargaların bile gülmediği ve artık alıcısı da olmayan bir argüman. Ancak ne yazık ki endüstrinin ve onların uzantılarının dillerinden düşmüyor. Dolayısıyla herhangi bir ciddiyeti ve temeli olmayan bu iddiayı değil gerçekleri verilere dayalı olarak konuşmak daha faydalı olacaktır.
En çok ithal edilen atık metal
Biliyorsunuz Eurostat her yıl atık ithalatı ile ilgili olarak istatistik yayınlıyor. Yani nasıl ki TÜİK her kayıt olana mail atarak çeşitli istatistikleri yayınlıyorsa Eurostat da hem kendi sitelerinde hem de üçüncü taraflara bu verileri paylaşıyor. Bunu paylaşırken de doğal olarak en önemli gördüğü bilgiyi manşete çekiyor. Yani en çok atığı Türkiye’ye gönderdiği için de başlığını ona göre atıyor. Üstelik her yıl yapıyor bunu. Dolayısıyla buradan özel bir anlam çıkartılacaksa o da sayılarla ilgili olmalıdır. Yoksa neden şimdi gündeme geliyor demek gerçekten aklımızla alay etmek anlamına geliyor.
Gelen atıklar içerisinde her yıl en büyük kalem metal! Yani metal hurdası olarak nitelendirilen kısım en büyük kalem. Diğer kalemler metal ile kıyaslayınca oldukça az. Metal diye de bunu masum ilan etmek tabii ki doğru değil. Çünkü ne geldiğini bilmiyoruz. Neden mi? Tabii ki şeffaflık olmadığından. Herkes bir şeyler söylüyor ama bilgi belge hep sözel. Yazılı belge yok. Peçeteye yazılı halde bile bir belge göremiyoruz. Varsa yoksa çöp ithal edenler ve onların lobicisi vakıflar/dernekler ya da onlardan nemalananların temelsiz karşı çıkışları var. Bu çıkışlarda sanki %100 tertemiz ham madde geliyormuş algısı oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa ki her türlü hurda/atık/çöp tehlikeli olma potansiyeline sahip. Önemli olan gerekli kontrollerin liyakatlice ve bilimsel yöntemlere uygun bir şekilde yapılıp yapılmadığı. Ancak tecrübemiz bunun olmadığı yönünde. Bakın medyaya yansıyan bir yasa dışı çöp döküm alanında bile herhangi bir inceleme yapılmadan acelece kaldırılma yoluna gidiliyor. Çünkü amaç sorunu çözmek değil. Öyle olsaydı etkin bir soruşturma ile kimin bunları döktükleri hemen bulunabilirdi. Uçan kuşun bile rotasının bilindiği ve hatta izlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Ancak çöp dökümünün ve yasadışı bertarafının ekolojik ve sağlık maliyeti bu soruşturmalara değer görülmüyor.
Plastik çöp ithalatı düşüş gösterdi mi?
Gürültü kopartan Eurostat verilerine geri dönelim. Eurostat’ın yayınladığı istatistiklerden anlıyoruz ki plastik miktarı geçen yıla göre düşüş göstermiş. Bu düşüşün nedeni de Mayıs 2021-Temmuz 2021 arası uygulamaya konulan kısa ömürlü kısıtlama. Bundan sonra da gelen miktardaki düşüşün sürdüğü görülüyor. Bunda da bakanlığın çıkarttığı yönetmeliğe adaptasyon sürecinin etkili olduğunu söylemek mümkün etkisi diyebiliriz. Ayrıca zaman zaman yapılan yetersiz de olsa denetimler de bunda etki sahibi. Ancak genel trend artış eğiliminde. Bunun yanında 2022 yılında da bir artış eğilimi söz konusu. Örneğin Mart 2022 yılında İngiltere’den gelen plastik çöplerin miktarı yeniden aylık 5000 tonların üzerine çıkmış. Benzer şekilde Almanya’dan gelen çöplerin miktarı da Ocak 2022’de 10000 tonun üzerinde gerçekleşmiş. Yani genel trend artış olduğu yönünde ve bu da Türkiye’yi AB’nin en çok plastik çöp ithal eden alıcısı konumuna yükseltiyor. Bunun manşet olması kadar doğal ne olabilir ki! Burada anormal ve absürt olan hala birilerinin bu çöp işini canhıraş savunması ve olayı normalleştirmeye çalışması. Asıl dikkati bunun neden yapıldığına çevrilmesi gerekiyor.
Eurostat verileri üzerinden kopan fırtınada bazı haklılık payı yok değil. Çünkü yaygın medyada sanki bu 14 milyon tondan fazla gelen malzemenin plastik olduğu gibi bir algı hakim. Bu doğru değil. Dolayısıyla kimseye de faydası yok. Bu tür haberleri yapanların detaylara da bakmasında fayda var. Hele ki bu konuda paylaşım yapan çok takipçili ünlülerin de meselenin ciddiyetini sulandırma potansiyelleri olduklarını unutmamak lazım. Görünürlük iyi olsa da yanlış bilgiye dayalı görünürlük çöp ithalatının yarattığı zehirli etkinin anlaşılmasını da engelleme potansiyeli barındırıyor. Bırakalım yalan bilgiyi, eksik bilgiyi ve hatalı bilgiyi bu işi yapanlar paylaşsın. Plastik çöp ithalatının zararlı olduğunu ortaya koyan yeterince bilimsel gerçek var.
Kendi çöpünü bile toplayamazken…
Türkiye plastik çöp ithal etmek zorunda değil. Türkiye plastiğe dayalı endüstrinin daha fazla büyümesine izin vermeye de ihtiyacı olan bir ülke değil. Hele ki tarım yapılan alanlarda tarımı bitirip bu kirli endüstrinin büyümesine alan açmak yapılabilecek en büyük kötülük. Bunun aksini söyleyen her kimse mutlaka bundan çıkar elde ettiği için bunu dillendiriyordur. Yoksa daha kendi çöpünü bile toplayacak kudrete erişemeyen bir ülkenin başkasının çöpüne bağımlı dış güdümlü bir çöp endüstrisine sahip olması abesle iştialden öte değil.
Eurostat’ın verilerinden rahatsız oluyorsak o zaman bazı şeyleri değiştirmek için adım atmak gerekli. O adımlar da kendi çöpünü ayrıştıran ve buna teşvik vererek atılmalı. Çöp ithal edene teşvik vererek değil vermekten değil!
5 Haziran Dünya Çevre Günü, çevre için en büyük, en önemli uluslararası gün olarak kabul ediliyor. Çevre konularının hemen hepsi, çok geniş kapsamlı, çok disiplinli-çok sektörlü; zengin ya da fakir, az gelişmiş ya da çok gelişmiş, sömüren ya da sömürülen ve talan eden ya da talan edilen tüm birey, toplum ve ülkeleri çok yakından ilgilendiren yaşamsal konular olarak karşımıza çıkıyor sıklıkla. Bu yüzden de Dünya ve ülke gündeminde ciddi tartışmalara yol açabilecek düzeyde önemli, bazı durumlardaysa yaşamsal bir yer tutabiliyor.
Bu kısa makalede, konuyu bazı sorularla açarak hem çok genel olarak hem de bazı açılardan biraz ayrıntısıyla ele alacak ve 5 Haziran 2022 Dünya Çevre Günü’nün bu kapsamda ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağım.
5 Haziran neden ve nasıl Dünya Çevre Günü olarak ilan edildi?
Birleşmiş Milletler (BM) Çevre Programı (UNEP) her yıl, çevrenin korunması için dünya çapında farkındalığı ve eylemi teşvik eden Dünya Çevre Günü için çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Gerçekte, Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından yönetilen ve 1972 BM İnsan Çevresi Konferansı’nın ardından 1974’ten beri her yıl düzenlenen etkinlik, dünyanın dört bir yanından milyonlarca insanın gezegeni korumakla uğraştığı, çevresel erişim için en büyük küresel platform haline geldi. Gerçekte UNEP, 1972 yılında Stockholm’de gerçekleştirilen BM İnsan Çevresi Konferansı’nda, BM’de çevre sorunlarını küresel boyutta ele alacak uluslararası bir örgütün kurulmasına karar verilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu karara dayanarak, BM Genel Kurulu’nun 2997 sayı ve 15 Aralık 1972 sayılı kararıyla, UNEP, BM’ye bağlı bir “küresel çevre programı” olarak oluşturulmuştur.
Her yıl Dünya Çevre Günü, resmi kutlamaların yapıldığı farklı bir ülke tarafından ev sahipliği yapmaktadır. 2022 için ev sahibi ülke İsveç. 2022 Dünya Çevre Günü, İsveç’in son 50 yılda çevre konusundaki öncü çalışmalarından bazılarını sergileme fırsatı olacaktır. UNEP, çevrimiçi olarak paylaşılacak bir dizi yazılı hikâye ve kısa video aracılığıyla bu yenilikleri sergilemek için İsveç ile birlikte çalışacak.
Konu toplum ve bireyler açısından ele alındığında, Dünya Çevre Günü’nün, olumlu değişime ilham vermek için küresel bir platform olduğu söylenebilir. 150’den fazla ülkenin katıldığı bu uluslararası çevre günü, hükümetleri, iş dünyasını-özel sektörü, işletmeleri, sivil toplumu, okulları, ünlüleri, şehirleri ve toplulukları bir araya getirerek farkındalığı artırıyor ve çevresel eylemi kutluyor. Bireylerse, işletmelere ve hükümetlere verdikleri destek ve onlara yaptıkları eleştiri, uyarılar ya da eylemler yoluyla değişimin itici güçleri olabilirler. Bu daha büyük kuruluşların eylemleri, potansiyel olarak önümüzdeki on yıllar için sürdürülebilir tüketim ve üretim davranışlarına kilitlenen dönüşümsel bir etkiye sahip olabilir.
Bu yılın teması nedir?
2022 Dünya Çevre Günü kampanyası #Tek Bir Dünya #OnlyOneEarth, gezegenimizi kutlamak, korumak ve restore etmek için küresel ölçekte kolektif, dönüştürücü eylem çağrısında bulunuyor.
Bugün yerküremiz üçlü bir gezegensel (küresel) acil durumla karşı karşıyadır. Bunlar:
İklim, insanların ve doğanın uyum sağlayamayacağı kadar hızlı ısınıyor ve pek çok insan kaynaklı iklim değişikliği bağlantılı şiddetli hava ve iklim olayı, aşırılıkları ve afetleri yaşanıyor;
Günümüzde ekosistemlerin bozulması, yok olması ve habitat kaybı ve diğer baskılar, tahminen 1 milyon türün yok olma tehdidi altında olduğu anlamına geliyor;
İnsan kaynaklı (sanayi, enerji, tarım, ulaştırma, belediyeler, atık, konutlar, vb.) kirlilik havamızı, toprağımızı ve suyumuzu zehirlemeye devam etmektedir.
Bu ikilemden çıkmanın yolu ekonomileri ve toplumları kapsayıcı, adil ve doğayla daha bağlantılı hale getirmek; her açıdan sürdürülebilir doğa ve iklimle dost daha minimal ve mütevazı yaşamak ya da yaşama tarzını-tüketim alışkanlıklarını değiştirmek amacıyla ciddi bir biçimde ve hızla dönüştürmektir. Bunun için, ‘biricik’ yerküremize zarar vermekten vazgeçerek, onu bir an önce iyileştirmeye, eski durumuna örneğin 150-200 yıl öncesine geri götürmeliyiz. İyi haber şu ki, pek çok alanda çözümler ve teknoloji mevcut ve giderek daha maliyet uygun ve edinilebilir hale geliyor.
2022 Dünya Çevre Günü, tarihi bir dönüm noktasıdır aynı zamanda!
2022, yerküreyi, yaşadığımız çevreyi önemseyen küresel çevre topluluğu için tarihi bir dönüm noktasıdır. Çevre üzerine ilk uluslararası toplantı olarak kabul edilen 1972 Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’ndan bu yana 50 yıl geçmiştir.
1972 Stockholm Konferansı- Fotoğraf: Yutaka Nagata/ Birleşmiş Milletler
1972 Stockholm Konferansı, UNEP’in yanı sıra, dünya çapında çevre bakanlıkları ve kurumlarının oluşumunu teşvik etti ve çevreyi toplu olarak korumak için bir dizi yeni küresel anlaşmayı başlattı. Aynı zamanda, yoksulluğun azaltılması ve çevre koruma hedeflerinin bağlantılı hale geldiği ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin önünün açıldığı yerdi. Özetle, Stockholm Konferansı’nda Dünya Çevre Günü görüşü resmiyet kazandı ve ilki 1974’te kutlandı. Bu günlerde Dünya Çevre Günü’nden birkaç gün önce İsveç’te üst düzey Stockholm+50 uluslararası toplantısı yapılacak. Bu olaylar çevresindeki iletişim birbirine bağlıdır ve karşılıklı olarak birbirini güçlendirecektir.
Küresel iklim değişikliği, plastik tüketimi ve kirliliği konularında Dünya ciddi bir yol aldı mı?
Bana göre “işler iyi değil, yolunda gitmiyor!”
Mevcut yaşam tarzımızı sürdürmek için 1.6 Dünya eşdeğerini kullanıyoruz ve ekosistemler giderek artan, sınırsız-aşırı istemlerimize ayak uyduramıyor. Örneğin yaşam tarzlarımız, tüm sera gazı salımlarının üçte ikisi ile ilişkilidir: Araştırmalar, sürdürülebilir yaşam tarzlarının ve davranışların, salımlarımızı 2050 yılına kadar % 40 ila % 70 oranında azaltabileceğini göstermektedir. Bu noktada -bu sütunlarda da çok tartıştığımız- Paris Antlaşması’nın 1.5 °C ve 2 °C küresel ısınma hedeflerini anımsayalım.
Yaşamın tüm alanlarında ve olanaklıysa tüm sektörlerde sürdürülebilir tüketim ve üretime geçiş, ekonomik kalkınmayı hızlandırabilir, iklim değişikliğini azaltabilir, sağlık ve kirliliği olumlu yönde etkileyebilir ve yoksulluğun hafifletilmesine yardımcı olabilir. Örneğin, sürdürülebilir tüketim ve üretim, potansiyel olarak 2060 yılına kadar düşük ve orta gelirli ülkelerde ortalama % 11 ve yüksek gelir ülkelerinde % 4 oranında gelir artışı sağlayabilir.
Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından plastik atıklar konusunda hazırlanan bir raporda Akdeniz’in bir “plastik denizi ya da havuzu” olma riski ile karşı karşıya kaldığı çok açık bir biçimde vurgulandı. Sorunun ulaştığı boyutları örneklerle ve ülkeler bazında irdeleyen “Plastik Kapanından Çıkış: Akdeniz’i Plastik Kirliliğinden Kurtarmak” başlıklı raporda sorunun çözümü için uluslararası, ulusal, endüstriyel ve bireysel düzeyde neler yapılması gerektiğine de yer verildi. Akdeniz’deki atıkların % 95’ini plastik maddeler oluşturuyor. Burada yaşayan 134 tür deniz canlısı plastik atıkları yiyor. Akdeniz’de bir kilometre karede 5 milimetreden küçük 1.25 milyon plastik parça bulunuyor… Bu bilgilerin yer aldığı ve Dünya Okyanus Günü’nde yayımlanan raporda, en son veriler ve bilimsel kanıtlarla Akdeniz’deki plastik kirliliğinin boyutları ortaya konuluyor. Raporun son bölümünde ise sorunun çözümü için atılması gereken adımlar sıralanıyor.
Misinalar denizde 600 yıl çözünmeden kalıyor
Rapor, dünyanın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri olan Akdeniz’in aşırı plastik kullanımı, yetersiz atık yönetimi ve yoğun kitle turizmi nedeni ile ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Halen plastik maddelerin Akdeniz’deki atıkların % 95’ini oluşturduğu vurgulanan raporda, büyük plastik atıkların fok ve deniz kaplumbağası gibi büyük canlıları yaraladığı ya da boğduğu belirtiliyor. Hayvanlara en çok zarar veren plastik atıkların % 65’ini ise denize bırakılan misinalar oluşturuyor.
Çeşitli plastik torbalar, sigara izmariti, balon, şişe, şişe kapağı ya da pipet ve araç lastikleri vb. gibi büyük parçalardan oluşan atıklar plastik kirliliğinin gözle görünen kısmını oluşturuyor. Bununla birlikte, WWF raporunda mikro plastik denilen 5 milimetreden küçük plastiklerin daha da büyük bir tehlike yarattığı hatırlatılıyor. Kilometrekarede 1.25 milyon mikro plastik parçası bulunduğunu bildiren rapor, bu parçaların deniz canlıları tarafından yutularak sindirildiğini ve besin zinciri içinde insanlara kadar ulaşarak ciddi sağlık riski oluşturduğunu kaydetti.
Plastik atıkların büyük çoğunluğu biyoçözünür olmadığı için çevreye bırakılan plastikler yüzlerce hatta binlerce yıl orada kalıyor. Plastik ürünlerden sigara izmariti, denizde 5 yıl süreyle çözünmeden kalıyor. Bu süre plastik torba için 20 yıl, plastik bardak için 50 yıl ve misina için 600 yıl!
Rapora göre Avrupa. Çin’den sonra dünyada en fazla plastik üretilen bölge; burada üretilen 27 milyon ton plastiğin sadece üçte biri dönüştürülebiliyor, geri kazanılabiliyor. Akdeniz’e en çok plastik atık ise Türkiye’den atılıyor (günde 144 ton). Daha sonra İspanya (126 ton), İtalya (90 ton), Mısır (77 ton) ve Fransa (66 ton) geliyor. Akdeniz kıyılarını ziyaret eden turistler ise atıkların her yıl % 40 artmasına neden oluyor .
“Akdeniz’in ve Dünya’nın hiçbir deniz ya da okyanusunun plastikte boğulmasına izin verilmemelidir”. Gerçekte Akdeniz’deki plastik kirliliğinin etkileri tüm dünyada hissediliyor ve hem doğaya hem de insan sağlığına zarar veriyor. Giderek kötüleşen plastik kirliliği, turizmi ve deniz ürünleriyle bilinen Akdeniz’in bu konumunu yok ettiği gibi, geçimlerini bu sektörlerden sağlayan toplulukları da tehdit ediyor. Bu kirlilik Akdeniz’in sağlığının ne denli bozulduğunu gösteriyor ve gerçek anlamda harekete geçilmesi için bir alarm işareti olarak kabul edilmelidir. Üretici ayağında çevre dostu üretimin artması ve önündeki engellerin kalkması, tüketici ayağında daha sorumlu ve bilinçli tüketim, geri dönüşüm ayağında ise kamu, özel sektör (iş dünyası), STK’lar ve belediyelerin işbirlikleriyle sistemin geliştirilmesi hedeflenmelidir.
Kısa tartışma
Sonuç olarak, son 25-30 yıldır her günümüz bir çevre (yıkımı, katliamı, yok edilişi, aşırı kirlenme, bozulma vb.) günü gerçekte! Birkaç gündür çeşitli basın kuruluşlarında Dünya’nın ve Türkiye’nin küresel ve bölgesel çevre sorunlarını çok disiplinli ve geniş açılı bir bakış açısıyla anlatmaya çalıştım. Bu durum yazılı ve görsel basında birkaç gün daha sürecek gibi, çünkü yoğun bir ilgi var çeşitli çevre gündemlerine ilişkin. Bunların içinde, belki de gündem gereği okyanus ve denizlerin kirlenmesi, oksijen azalması ve asitleşmesi, ormansızlaşma, arazi bozulumu, biyolojik çeşitliliğin azalması-zarar görmesi, doğal ekosistemlerin ve habitatların bozulması, daralması ve parçalanması, Türkiye’deki maden ve toprak kanunları, türlerin yok olması, genel çevre kirliliği ve atık sorunu, iklim değişikliği, şiddetli hava ve kuraklık [2], [3] ile “Ne Yapmalı?” vb. konuları öne çıktı.
Konu çok karmaşık ve uzun! Gelinen noktada yapılacakların başında, yaşadığımız Dünya’ya, biyosfere, doğaya, ormanlara, denizlere, göl ve akarsulara, kuşlara, böceklere, sürüngenlere, bitkilere, kısaca tüm canlılara ve onların yaşadıkları ortama ve yaşadığımız coğrafyaya başka bir felsefeyle, başka bir dünya görüşü ve anlayışı ile bakılması geliyor.
Bu kapsamdaysa, en genel anlamıyla doğayı, zenginliğini ve çeşitliliğini anlamak, doğayı canlı ve dinamik kılan özellikleriyle birlikte ekolojik bir bakış açısıyla korumak, yok olan parçalarını yeniden oluşturmak, bozulan-çok kirlenen- Marmara gibi can çekişen, ama bütünün ayrılmazı olan bileşenlerini (ekosistemler, biyotoplar, habitatlar, yaşam birlikleri, sulak alanlar, akarsular ve göller, vb.) tam anlamıyla onarmak (rehabilitasyon değil restorasyon) ve eski doğal haline getirmek, vb. eylem ve etkinlikleri ile ilişkili politika, diplomasi ve bilim çabaları başta gelmelidir.
Yaşam tarzımızı, tüketim alışkanlıklarımızı, Yerküre ve biyosfere bakışımızı bu yönde değiştirmeliyiz.
Doğadan, börtü böcekten, coğrafyadan keyif almayı, onları dinlemeyi, izlemeyi ve sevmeyi öğrenmeliyiz.
Başka türlü, Dünya Gününü, Dünya Çevre Gününü ya da Toprak ya da Biyoçeşitlik ya da İklim vb. günlerini kutlamanın hiçbir anlamı olmuyor… Bu gidişle olmayacak da!