Ana Sayfa Blog Sayfa 864

İklim limit aşımı, ‘geri dönüşsüz’ biyoçeşitlilik kaybına neden olacak

Bugün yayınlanan yeni araştırma, 2°C’nin üzerindeki sıcaklık artışının, dünya genelinde biyolojik çeşitlilik ve ekosistemlerde büyük ve geri dönüşü olmayan hasarlara neden olabileceğini gösteriyor.

Cape Town Üniversitesi (UCT) ve University College London’dan  (UCL) araştırmacılar, yaklaşık 30.000 deniz ve kara türü için güvenli olmayan sıcaklıklara maruz kalmaları durumunda, limit aşımının etkilerini incelediler.

Araştırmanın ana bulguları şu şekilde:

  • 2°C sıcaklık artışı limitinin aşıldığı süre boyunca, biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkiler birdenbire ortaya çıkabilecek ve çok yavaş bir şekilde geri dönüşü olabilecek. Biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkiler, sıcaklığın aşılmasından daha uzun sürecek.
  • İncelenen alanların en az dörtte birinde, limit aşımı öncesindeki ‘normal’ koşullara geri dönüş şansı oldukça belirsiz ya da hiç yok.
  • Bilim adamları, karbondioksit uzaklaştırma teknolojilerinin, biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkileri giderebilecek sihirli bir değnek olmadığı konusunda uyarıyorlar. Sıcaklık seviyeleri kontrol altına alınsa bile, bazı türlerin geri gelemeyeceği konusunda uyarıyorlar.

Küresel iklim eylemlerinin, Paris Anlaşması’nın küresel sıcaklık artışını sınırlandırma hedefine ulaşmak için gerekli olan seviyenin gerisinde kalması sebebiyle, birçok senaryo karar vericiler tarafından belirlenen küresel ısınma limitinin yıllar boyunca “aşılacağına” işaret ediyor. Bu kapsamda, 2100 yılına kadar tehlikeli sıcaklık artışının karbon uzaklaştırma teknolojilerinin (carbon dioxide removal technology, CDR) hayata geçmesi öngörülüyor. Cape Town Üniversitesi (UCT) ve University College London (UCL) bünyesinde gerçekleştirilen yeni araştırma ise limit aşımının dünya genelinde biyolojik çeşitlilik ve ekosistemlerde büyük ölçekli ve birçok durumda geri dönüşü olmayan hasara yol açabileceğini ortaya koyuyor.

Makalede, CO2 emisyonlarının 2040 yılına kadar artmaya devam ettiği, ardından büyük ölçekli karbon azaltımı ve karbonu atmosferden uzaklaştırma uygulamalarının yaygınlaşmasıyla 2070 itibariyle negatif seviyeye gerilediği bir limit aşım senaryosu inceleniyor. Bu, önümüzdeki on yıllarda küresel sıcaklıkların 2°C sınırını aşması, ancak 2100 yılına gelindiğinde bu seviyenin altına düşmesi anlamına geliyor. Araştırmacılar, bazı bölgelerde türlerin tehlikeli sıcaklıklara ne kadar süre boyunca ve ne derecede maruz kalacaklarını ve hangi türlerin bu mağduriyet sonrasında termal nişlerine geri dönebileceği potansiyelini değerlendiriyor.

30 bini aşkın türü etkileyecek

Philosophical Transactions of the Royal Society B: Biological Sciences isimli bilimsel dergide yayınlanan çalışma, dünya genelinde 30.000’i aşkın türü ele alarak, incelenen alanların en az dörtte birinde, limit aşımı öncesindeki ‘normal’ koşullara geri dönüş şansının oldukça belirsiz olduğunu ya da böyle bir ihtimal olmadığını ortaya koyuyor.

UCT ve UCL’de görev yapan araştırma ekibi, sıcaklık limit aşımının küresel ölçekte biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisini araştırıyor. Biyolojik çeşitlilik kaybı, hali hazırda iklim değişikliğinin etkisiyle ormanlarda ve mercan resiflerinde toplu ölümler şeklinde gerçekleşiyor. Araştırma, limit aşımı durumunda türlerin dağılımı ve üreme davranışlarının yanı sıra birçok parametrede ne gibi değişiklikler yaşanabileceğini ele alıyor. Araştırma ekibi, “Limit aşımının, küresel ısınmayı 2°C ile sınırlama hedefinin aşıldığı ve sonrasında sınırın altına inildiği durumda biyolojik çeşitlilik üzerindeki ne gibi riskler yaratabileceğinin modellendiği bu gibi çalışmalar, iklim değişikliği konusunda gerçekleştirilen araştırmalar kapsamında uzun süredir ele alınmıyordu” diyor.

Araştırmacılar, daha fazla ısınmanın birçok türün aynı anda termal niş sınırlarının ötesine itileceği anlamına geldiğinden, çoğu bölgede türlerin birdenbire güvenli olmayan sıcaklıklara maruz kalacağını buldular. Bununla birlikte, bu türlerin termal nişleri içinde konforlu koşullara dönüşleri kademeli olarak gerçekleşebilecek ve sıcaklık düşüşünün gerisinde kalacak. Doğrusu, biyolojik çeşitlilik açısından risk barındıran limit aşımı etkisinin, sıcaklıkların 2°C’nin üzerinde seyredeceği ve yaklaşık 60 yıl sürecek aşıma kıyasla yaklaşık iki kat daha uzun süreceği tahmin ediliyor.

En olumsuz etkilenecekler tropik bölgeler

Bu risklerden en olumsuz etkilenecek yerler arasında tropik bölgeler yer alıyor. Hint-Pasifik, Orta Hint Okyanusu, Sahra Altı Afrika’nın kuzeyi ve Kuzey Avustralya’daki türlerin yüzde 90’ından fazlasının termal nişlerin dışına itileceği öngörülüyor. Bunun yanı sıra dünyanın tür çeşitliliği açısından en zengin bölgeleri arasında yer alan Amazonlarda, türlerin yarısından fazlasının tehlikeli iklim koşullarına maruz kalabileceği öngörülüyor.

Araştırma kapsamında incelenen, Amazonların da aralarında bulunduğu toplam alanların yaklaşık yüzde 19’u için, limit aşımının etkilerine maruz kalan türlerin, aşım öncesi seviyesine geri dönüp dönemeyeceği belirsizliğini koruyor. Bu alanlardan yüzde 8’inin ise limit aşımı öncesi seviyelerine hiçbir zaman ulaşamayacağı tahmin ediliyor. Bu durum, küresel ısınmanın 2°C üzerine çıkması sonrasında artış trendinin tersine çevrilmesi durumunda dahi, türlerin yok oluşu ve ekosistemlerdeki radikal değişimler nedeniyle, doğada geri dönüşü olmayan etkiler yaratacağı anlamına geliyor.

Cape Town Üniversitesi, Afrika İklim ve Kalkınma Girişimi’nden (African Climate & Development InitiativeACDI) Dr. Andreas Meyer, “Bu durum, ormanların otlaklara dönüştürülmesi ve bunun sonucu olarak, küresel ısınmayı engelleme kapasitemizin azalması ile birlikte çoklu ekolojik ve iklimsel sistemler üzerinde zincirleme etkilere sahip olacak önemli bir küresel karbon yutağının kaybı anlamına gelebilir” diyor.

Karbon yakalama ekosisteme yaramıyor

Çalışma, limit aşımı senaryoları tartışmalarında zamansal perspektifin önemine dikkat çekiyor. “Nihai varış noktası” anlaşmaya varılan sınırlar içinde olduğu sürece, “yolculuk süresince” tehlikeli şekilde yükselen sıcaklıklar genellikle göz ardı ediliyor. Bu nedenle, son IPCC raporlarında talep edilen hızlı ve derin emisyon azaltımları göz ardı edilebiliyor. Yazarlar aynı zamanda karbonun atmosferden uzaklaştırılmasının ekosistemler üzerinde yarattığı olumsuz etkilere dikkat çekiyor. Örneğin, büyük ölçekli ağaçlandırma ya da biyoyakıt üretimi, çok fazla arazi ve su gerektiriyor ve iklim sisteminde ikincil etkiler yaratabiliyor.

Afrika İklim ve Kalkınma Girişimi’nden Dr. Joanne Bentley şunları söylüyor:

“İklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için sihirli değnek etkisi yaratacak bir çözüm olmadığını anlamak önemli. Sera gazı emisyonlarını hızla azaltmak zorundayız. Ağaçlandırma gibi birçok karbon uzaklaştırma ve  doğa temelli çözümlerin olumsuz etki yaratma potansiyeli de bulunuyor. Çalışmamız, küresel ısınmanın 2°C hedefini aştığı durumda, biyolojik çeşitlilik kaybının bedelini ödeyerek, geçim kaynaklarımız için zaruri olan ekosistem hizmetlerinden ödün vermemiz gerekeceğini ortaya koyuyor. Sıcaklık limit aşımını engellemek önceliğimiz olmalı. Bunu, limit aşımının süresini ve ölçeğini sınırlamak hedefi izlemeli.”

İklim krizi sel riskini nasıl artırıyor?

Sel ve kuraklık, en tehlikeli doğal afetlerden bazıları. Tuhaf görünse de iklim krizi, ikisini de aynı anda tetikliyor.

Çünkü iklimin değişmesi, suyun gezegenimiz etrafında hareket etme şeklini yani, su döngümüzü de değiştiriyor.

Genel olarak, sulak alanlar daha sulak olurken ve kuru alanlar daha da kuruyor. Ayrıca, yağmuru, daha çok şiddetli sağanak şeklinde yaşıyoruz ve bu da daha büyük bir sel riskine yol açıyor.

Başka bir deyişle, ısınan dünyamız doğrudan selleri tetiklemese de, sel yaratan faktörlerin çoğunu şiddetlendiriyor.

İklim krizi, bugünün tüm hava olaylarının daha sıcak, daha nemli ve daha enerjetik bir atmosferde gerçekleştiği anlamına geliyor.

Bu, suyu bir tencerede ısıtmaya benziyor: Isındıkça köpürmeye (daha fazla enerji) ve buharlaşmaya (havada daha fazla nem) başlıyor. Bu ekstra enerji, ısı ve nem, birkaç anlama geliyor:

Daha sıcak bir atmosfer daha fazla nem tutuyor. Her bir ısınma derecesi için atmosfer yaklaşık yüzde 7 daha fazla nem tutuyor.

Daha fazla nem ise kısa ve yoğun sağanak yağışlarda artış anlamına geliyor: Bu da ani sel riskini artırıyor. Ani su baskınları, bu afetlerde yaşanan can kayıplarının neredeyse yarısından sorumlu.

Atmosferdeki ekstra ısı ise yoğun yağış oluşturan hava sistemlerinde daha fazla enerji demek.

İlgili haber: Haziran’ın ortasında yurdun dört bir yanında sel, fırtına ve hortum
İlgili haber: İklim krizinin yol açtığı aşırı hava olayları, 2021’de milyonlarca kişiyi sefalete sürükledi

Öte yandan sıınmanın başka bir boyutu da buharlaşma: İnsanlar fosil yakıtları yaktıkça ve atmosfere sera gazları ekledikçe gezegenimiz ısınıyor. Bu, atmosferde daha fazla su buharlaşması anlamına geliyor.

Basitçe söylemek gerekirse, su döngümüz aşırı hızlanıyor. Dünyanın dört bir yanında sıcaklıklar yükseldikçe, karadan ve denizden gelen su daha hızlı buharlaşıyor ve bu da daha yoğun yağış olaylarına ve yoğunlaşan fırtınalara yol açıyor.

Daha sıcak bir atmosfer, daha fazla su tutar ve daha çok su boşaltır.

Artan sıcaklıklar, karada daha fazla suyu buharlaştırıyor ve bu bölgelere (yine giderek daha şiddetli) yağmur yağdığında, su, kurumuş toprak tarafından emilmiyor: Bunun yerine nehirlere veya okyanusa akıyor, böylece yeraltı suları da beslenemiyor.

Bu yüzden toprak kurak ve sıklıkla aşınmış halde kalıyor; ve bu da kısır döngüyü yeniden başlatmış oluyor.

Yükselen denizler

İklim değişikliği, deniz seviyesinin yükselmesi ve fırtınaların yarattığı dev dalgalar yoluyla kıyı taşkınlarını veşiddetli yağışlardaki artışları etkiliyor.

Bu olayların sebep olduğu can kayıplarına ek olarak, seller her yıl dünya çapında ortalama 40 milyar dolardan fazla hasara neden oluyor.

Yalnızca deniz seviyesindeki yükselme tahminlerine dayanarak, 2050 yılına kadar “şu anda 300 milyon kişiye ev sahipliği yapan arazilerin, ortalama yıllık kıyı taşkınlarının yüksekliğinin altına düşmesi bekleniyor. Bu da, iklim değişikliğine bağlı taşkınların çok da uzak olmayan bir gelecekte dünyanın her yerinde milyonlarca insanı etkilemesinin beklendiği anlamına geliyor. 

Kentleşme, ani akışı artıran geniş geçirimsiz yüzeyler (yollar, kaldırımlar, otoparklar ve binalar gibi) oluşturur ve şiddetli sağanak yağışlar fırtına kanalizasyonlarının kapasitesini aşabilir ve kentsel su baskınlarına neden olabilir.

İlgili haber: Seller ve ‘kırılgan’ kentler: Türkiye şehirleri aşırı yağışa neden hazırlıksız?
Kastamonu sel, 2021.

Selin getirdiği başka tehlikeler

Seller ayrıca su kaynaklı hastalıklara, enfeksiyonlara ve tehlikeli kimyasallara maruz kalmamızı artırarak bizi hasta eden ideal koşullar yaratabilir.

2018’de ABD’de yaşanan Harvey Kasırgası sonrası sel, yıkıcı ve zehirli bir miras bıraktı. Gelişen bir  bir petrokimya endüstrisine ev sahipliği yapan Teksas’ta kasırga sonrasında sadece bir kimya tesisindekilerin yağmur suyuyla karışmasıyla yaklaşık yarım milyar galon endüstriyel atık su çıktı.

Ülkenin gıdasının büyük bir yüzdesini üreten bir tarım bölgesi olan Iowa‘da 2019’daki rekor yıkıcılıktaki selde çiftçiler “yüzlerce hayvanın boğulduğunu veya mahsur kaldığını;   depolanan değerli tahılların, batık depolama bidonlarında mahvolduğunu; ve tarlaların göle döndüğünü” söyledi.

Bütün bunlar, tek bir sel felaketinin ötesine geçiyor: İklim değişikliği, hepimizin bağımlı olduğu gıda arzını daha güvensiz hale getiriyor.

Seller ayrıca su kaynaklı hastalıklara, enfeksiyonlara ve tehlikeli kimyasallara maruz kalmamızı artırarak bizi hasta eden ideal koşullar yaratabiliyor.

Aşırı yağış olaylarının 21’inci yüzyıl boyunca (sıcaklıklarla birlikte) artacağı ve tarihsel ortalamanın yüzde 50’sinden üç katına kadar çıkacağı tahmin ediliyor. Harekete geçilmezse iklim değişikliğiyle şiddetlenen sel, altyapımız ve sağlığımız üzerinde muazzam bir etkiye sahip olmaya devam edecek.

 

 

Zilan’da ikinci perde: Yeni bilirkişi raporu HES’i durdurabilecek mi?

Video-haber: İdris YILMAZ

*

Van’ın Erciş ilçesinde yer alan Zilan bölgesinde yargı kararlarına rağmen inşaatı sürdürülen HES ve maden ocaklarına karşı çevrecilerin verdiği mücadele devam ediyor.  Hukuki mücadele kapsamında  yapılan ilk bilirkişi incelmesinin yetersiz bulunması üzerine Danıştay 6’nci Dairesi’nin kararıyla Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğretim görevlilerinin yer aldığı uzman  heyet, Zilan Deresi‘nde incelemelerde bulundu.

Van’ın Erciş ilçesinde yer alan Zilan Deresi‘nde  yapılan hidroelektrik santraline (HES) karşı 2014 yılından bu güne kadar  vatandaşlar ve çevre örgütlerinin mücadelesi sürüyor

Zilan, kapalı bir havza olan Van Gölü‘nü besleyen derelerden biri. HES’in 500-600 metre gerisinde ise Koçköprü Barajı bulunuyor.

Ulupamir Köyü (Hara) civarında yapılan ve Pirneşin köyü mezarlığını da etkileyen  HES ile ilgili Danıştay 6’ncı Daire, yurttaşların Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun iptali istemiyle açtıkları davayı reddeden yerel mahkemenin kararını bozdu. Bunun üzerine mahkeme kararıyla yeniden bilirkişi görevlendirmesi gerçekleştirildi.

İlgili haber: [Yeşil Gazete Doğu’da-5] Zilan’ın gösterdikleri: Hukuk, doğaya hep geç kalıyor

5 Ekim 2021 tarihinde yapılan bilirkişi incelemesini yeterli bulmayan mahkeme ikinci kez bilirkişi incelemesi yapılması kararı aldı. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından görevlendirilen heyet Zilan’da ikinci kez incelemelerde bulundu. İnceleme sırasında üniversite hocalarının mahkeme heyetine bölgenin tarihçesi ve endemik bitki dokusu hakkında açıklamalarda bulunması dikkat çekmişti.

Uzman  heyet görevlendirildi

Van 1. İdare Mahkemesi’nde açılan dava nedeniyle 5 Ekim 2021 tarihinde bölgede keşif yapılmıştı. Soruşturma dosyasına atanan bilirkişi heyetinin yaptığı incelemeler sonrası hazırlanan raporlarda, bölgenin endemik yaşam alanı olması ile birlikte arkeolojik alan olduğunun detaylarına dikkat çekildi. Arkeoloji raporunda her ne kadar HES’in bir tarihi tahrip ettiği ifadelerine yer verilse de; ziraat, inşaat ve jeoloji mühendisleri HES’i destekler nitelikte rapor hazırladı. . Ancak Zilan Ekoloji Platformu avukatları hazırlanan raporun bilimsel niteliği olmadığı gerekçesiyle itiraz haklarını kullandı. İtirazın kabul edilmesi üzerine ilgili mahkeme konusunda uzman bilir kişi heyeti oluşturdu.

İlgili haber: Zilan çamur akıyor: HES ve altın madeninden sonra şimdi de mermer ocağı açılıyor

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğretim üyeleri Dr. Mustafa Akkuş, arkeolog araştırma Görevlisi Sinan Kılıç, arkeolog Öğretim Görevlisi Ayşe Özgüven, çevre mühendisi Prof.Dr. Atilla Durmuş, ziraat mühendisi Dr. Öğretim Üyesi Adnan Yaviç’in yer  aldığı heyet  Zilan’da HES’in yapıldığı bölgede yeniden incelemede bulundu. Yapılan incelemeye Çev-Der Başkanı Ali Kalçık, Van Ziraat Mühendisleri Odası Eşbaşkanı Viyan Acar ve Engin Işık ile mahkeme heyetinden üyeler katıldı.

Dava müdafilerinin de aldığı inceleme heyeti,  yapılan dava değerlendirmesi sonrası bölgenin arkeoloji, fauna, flora, endemik bitki ve canlı türü ile tahrip edilen mezarlıklar hakkında bilgi topladı. Davalı tarafın talebiyle bölgede görev yapan asker ve korucular HES regülatörünün kapısını tutarak ne habercilerin ne de çevre aktivistlerinin içeriye girmesine izin verildi.

Hakimin Jandarma tepkisi

Yaklaşık üç saat süren incelemede bilirkişi heyetinin mahkeme heyetine yaptığı açıklamada bölgenin tarihsel dokusu aynı zamanda tahrip edilen mezarlıklarla birlikte endemik canlı türüne dikkat çekildi. Çev-Der üyesi Zeynel Abidin Çelebi’nin yönetmeliğin koşullarından biri olan, can suyunun bırakılmadığı, bununla birlikte su tribünlerinin üzerlerinin açık olması dolayısı ile bölgedeki canlıların olumsuz etkilendiği ifadeleri üzerine HES görevlisinin tepkisi kısa süreli bir tartışmanın oluşmasına yol açtı. HES görevlisinin hakimin talebi olmadan bölgeye jandarma çağırması ise görevli hakimin tepkisine neden oldu. Bölgede yapılan incelemenin ardından HES regülatörünün incelenmesi aşamasında STK temsilcileri aynı zamanda basın mensuplarının içeriye geçmesi korucular tarafından engellendi.

Viyan Acar: ÇED raporu hukuka aykırı

Van Ziraat Mühendisleri Odası Eşbaşkanı Viyan Acar Zilan Vadisi’nin endemik bitki ve canlı florasının önemine dikkat çekti ve verilen ÇED raporunun hukuka aykırı olduğunu söyledi: “HES’in buraya zarar vereceğini anlamamız için uzman olmaya gerek yok. Burada çok ciddi anlamda endemik türler vardır. HES’in devam etmesi durumunda önümüzdeki 20 senede burada gördüğümüz bu güzellikleri göremeyebiliriz”

Kalçık: Mücadelemiz devam ediyor

HES’in başlama aşamasından bugüne kadar mücadele verdiklerini dile getiren Van Çev-Der Başkanı Ali Kalçık şunları söyledi:  “Bütün hukuki mücadelemize rağmen HES inşaatı bitirildiyse de halen umudumunuz yitirmedik. Buradaki HES’in ötesinde Zilan’ın tarihini belleğini yok etmeye çalışan bir uygulama ile karşı karşıyayız. Değerlerimizin hiçe sayılarak mezarlarımızın içinden HES kanallarının geçmesi çok acı bir durumdur. Bu da şöyle bir gerçeği açığa çıkarıyor ki, buradaki amaç enerji üretmek değil, buranın hafızasını ve belleğini yok etmeye hizmet etmektir”

Pandemi fırsata dönüştürüldü

Zilan Ekoloji Platformu üyesi Zeynel Abidin Çelebi de, 2014 yılında Danıştay kararıyla durdurulan HES inşaatının pandemi süreci fırsata dönüştürülerek yeniden yapıldığını belirtti.  HES’in yapılmasıyla birlikte derelerde yaşayan bir çok canlının yok olma aşamasına geldiği kaydeden Zeynel, “Bu yapılan ikinci keşifte bizi umutlandıran akademisyenlerin tarafsız bir gözle incelemede bulunması. Dileğimiz adil bir kararın açığa çıkmasıyla Zilan’ın endemik dokusuna zarar veren HES faaliyetinin durdurulmasıdır” dedi

Su samurları yok oldu

Zortul Çevreci Çocuklar Derneği sözcüsü Bahattin Demir ise HES’in yarattığı tahribatın şimdiden ortaya çıktığını kaydetti.  Geçen yıl bölgede yaşayan çok sayıda su samuru olduğunu anlatan Demir şöyle konuştu:  “HES’te suların tutulmasıyla birlikte su samurlarından eser kalmadı. Dere yataklarında yaşayan ve su ürünleriyle beslenen samurlar beslenemeyince muhtemelen öldüler. Bölgenin diğer yerlerinde yaşayan samurlar için de tehdit sürüyor. HES yapılmadan önce paylaştığımız ama kimsenin dinlemediği kaygılarımızda maalesef haklı çıktık.”

Batı Karadeniz’de kırmızı alarm: Dört ili sel bastı, gelecek üç gün riskli

Yurdun kuzeyi, özellikle Batı Karadeniz, dün geceden bu yana süren aşırı sağanak yağışlar nedeniyle il ve ilçelerde büyük hasara neden olan sel ve su baskınlarıyla boğuşuyor.

Meteoroloji Genel MüdürlüğüDüzce, Zonguldak, Bartın, Karabük, Kastamonu ve Sinop için kırmızı kodlu uyarı verdi. Bu, hasar verecek bir olayın yaşanma riskinin yüksek olduğu anlamına geliyor.

Batı Karadeniz’de bugün de süren yağışların gece saatlerine kadar çok kuvvetli; Karabük, Zonguldak, Düzce ve Kastamonu çevreleri ile Sinop‘un iç ve batısında yer yer şiddetli, Bartın çevreleri; Kastamonu’nun kuzeyi, Karabük’ün kuzey ve batısı, Sinop’un batısı, Zonguldak’ın iç kesimleri ile Düzce’nin batısında yer yer aşırı olması bekleniyor.

Orta Karadeniz’de yağışların yerel kuvvetli, Tokat‘ın güneyi, Amasya‘nın batısında çok kuvvetli, Çorum‘un kuzey ve batısı ile Samsun‘un batısında ise yer yer şiddetli olacağı tahmin ediliyor.

İlgili haber: Haziran’ın ortasında yurdun dört bir yanında sel, fırtına ve hortum
İlgili haber: İklim krizinin yol açtığı aşırı hava olayları, 2021’de milyonlarca kişiyi sefalete sürükledi

İstanbul, Ankara, Kocaeli, Yalova, Bursa, Bilecik, Sivas ve Ordu ise sarı kodla uyarıldı. İç Anadolu’nun kuzeydoğusu, Ankara’nın şehir merkezi dahil, şehrin kuzeydoğusu, Kırıkkale ve Yozgat’ın kuzey kesimleri ağırlıklı olmak üzere il genelinde ve Sivas’ın kuzeybatısında yağışların yerel olarak kuvvetli olması bekleniyor.

İlgili haber: Seller ve ‘kırılgan’ kentler: Türkiye şehirleri aşırı yağışa neden hazırlıksız?

Hafta sonu selle boğuşan Karadeniz’de risk sürüyor

KASTAMONU

Kastamonu‘da gece saatlerinde başlayan kuvvetli yağmur, özellikle İnebolu ve Bozkurt ilçesinde etkili oldu.

İnebolu ilçe merkezinden geçen Söke Çayı taşarak yaya köprülerini yıktı. Binaların giriş katlarındaki ev ve işyerlerini su basarken, bölge halkı da üst katlara çıkmaları konusunda uyarıldı. Çay kenarında bulunan araçların da kaldırılması istendi.  

İnebolu Kaymakamı Ahmet Vezir Baycar “Vatandaşlarımız dikkatli olsunlar. Dere kenarında bulunan araçların kesinlikle kaldırılması, özellikle dere kenarında alt katta oturan vatandaşların da üst katlara çıkmaları, ikinci bir uyarıya kadar iş yerlerinin de kesinlikle açılmamasını halkımızdan istirham ediyorum. İnşallah bu sınavı da başarılı bir şekilde geçireceğiz” açıklamasını yaptı.

Öte yandan yaklaşık bir yıl önce selin vurduğu Bozkurt ilçesinde de yağış, 2021’de de taşan Ezine Çayı‘nın su seviyesini yükseltti. Çay yatağında suyun akışının sağlanması için iş makineleri ile çalışma yapıldı.

Çay kenarında oturanlar da sel riskine karşı ‘dikkatli olmaları konusunda’ uyarıldı.

İlgili haber: Bozkurt sel felaketinden izlenimler: Bu enkazı kim kaldıracak?
İlgili haber: Bozkurt’ta sel felaketinin ardından: Hayal kırıklığı, iklim adaletsizliği ve alınmayan dersler
İlgili haber: Bozkurt’taki selde onlarca kişinin öldüğü apartmanın müteahhidi tahliye edildi
Kastamonu – Bozkurt
ZONGULDAK

Zonguldak‘ın Çaycuma ilçesi Filyos beldesi açıklarında oluşan hortum, Türkali köyünde  bazı evlerin çatılarının uçmasına, ağaçların devrilmesine ve elektrik kesintilerine neden oldu. Sahildeki bazı işletmelerde de hasar oluştu.

AFAD ve jandarma ekipleri, köyde çalışmalara başladı.

Zonguldak – Filyos

Zonguldak’ta sağanak yağışla, kent merkezinden limana akan Acılık Deresi’nde sular yükseldi. Yaya köprüsü  kullanıma kapatıldı. Taşan dere, Çaydamar Mahallesi’ndeki otoparkın istimlak duvarını çökertti. Duvarın çökmesiyle küçük çaplı toprak kayması meydana gelirken park halindeki bir tır ve bir otomobil dereye devrildi.

Acılık Deresi

Dereden taşan su caddeyi doldurdu. Ekipler çevrede güvenlik önlemi alırken, sürücüler göle dönen yolda ilerlemekte güçlük çekti. Bazı iş yerleri su taşkınından etkilendi.Su taşkınında mahsur kalan vatandşlar AFAD ekipleri tarafından botlarla kurtarıldı.

Kent Ormanı’nda piknik yapmak isteyen vatandaşlar sel sularından bir restorana sığınarak kurtuldu. Ormanın içinde yer alan derenin taşması sonucu piknik alanı sular altında kaldı.

Kent Ormanı

Zonguldak’ta yağmur nedeniyle bugün engelli ve hamile kamu görevlileri izinli sayılacak.

BARTIN

Kentte üç gündür devam eden sağanak, cadde ve sokaklarda sele neden oldu. Sürücüler, kent merkezindeki bazı yollarda ilerlemekte güçlük çekiyor. Kapanan yollar, iş makineleriyle açıldı. Evlerin zemin ve giriş katlarını da su bastı.

Bartın-Zonguldak yolunda yağış nedeniyle sular yükseldi. Yol için bugün de sel uyarısı yapılıyor.

Bartın’daki Organize Sanayi Bölgesi’ni (OSB) de su bastı.

 

Bartın kent merkezi ve ilçelerinde sağanak nedeniyle dereler taştı, çok sayıda ev ile tarım arazisini su bastı. Dere kenarındaki altı ev tahliye edildi.Bazı binaların istinat duvarları çöktü, sel suları, yolda hasara neden oldu. Kurucaşile ilçesi Dizlermezeci köyünde ise heyelan nedeniyle bir ev, tedbir amacıyla boşaltıldı.

Kent merkezi ile ilçelerde  şiddetli sağanakağanak nedeniyle Potbaşı ve Muratbey köylerindeki dereler taştı. Derelerin taşması ile Bartın-Karabük yolu su altında kaldı. Kara yolunda trafik kontrollü sağlanırken, köylerdeki bazı evler ile tarım arazilerini su bastı.

KARABÜK

Yenice ilçesinde 2 gündür devam eden ve etkisini giderek artıran sağanak, cadde ve sokaklarda su birikintilerine neden oldu, bazı iş yerlerini su bastı. Atatürk Mahallesi‘nde yaşanan heyelan nedeniyle yol ulaşıma kapandı.

Yazı köyüne ulaşımı sağlayan köprü, sel sularıyla çöktü ve heyelan nedeniyle yol ulaşıma kapandı. Ekipler bölgede güvenlik önlemi aldı. Şeker Deresi‘nin üzerinde bulunan yolun bir kısmı çöktü.

Gece saatlerinde bir tır, yolda çamura saplanan bir otomobile çarptı. İki kişi yaralandı.

İklim değişikliği ve aşırı hava olayları

İnsan faaliyetleri sonucunda yaşanan aşırı hava olayları, iklim değişikliği kaynaklı ve gittikçe artan felaketlerin sonuçları olarak gösteriliyor.

İklim değişikliğinin etkileri nedeniyle Türkiye kış aylarında daha az yağış almaya başlarken, son yıllarda ani yaz sağanaklarının sayısı, sıklığı ve şiddeti artmış durumda.  

Türkiye’nin içerisinde bulunduğu Akdeniz havzasındaki sıcaklıklar küresel ortalamadan yüzde 20 daha hızlı yükseliyor.  

Ani ve ve yoğun sağanaklar kentleri vurduğunda da bunun etkileri de ölümcül olabiliyor.

İklim değişikliğinin küresel piyasalara etkisinin incelendiği son araştırmaya göre; iklim değişikliği 2050’ye kadar yıllık küresel ekonomik hasılanın yüzde 4’ünün kaybına neden olabilir. Rapora göre yoksul ülkeler yine iklim krizini sırtlanacak. Türkiye’de en çok öne çıkan tehditler ise sıcak dalgaları ve su stresi.

 

Lubunyalar onurla rak rak rak yürüdü: 373 kişi gözaltına alındı

İstanbul dün son yılların en çok müdahale edilen Onur Yürüyüşlerinden birini yaşadı. 373 LGBTİ+ aktivisti gözaltına alındı. Gözaltına alınan aktivistler gece Vatan Emniyet’e götürüldü. 

LGBTİ+ aktivistler sabah saatlerine kadar Vatan Emniyet önünde gözaltına alınan eylemcileri bekledi. İstanbul Pride Komitesi’nden gece saatlerinde gözaltı sürecine dair yapılan açıklamalarda avukat ihtiyacı olduğu belirtildi. Ayrıca Vatan Emniyet Müdürlüğü önünde bekleyen avukatlara polisin saldırdığı, fiziksel şiddet uygulandığı aktarıldı: 

Bu yıl 30’uncusu düzenlenen İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Beyoğlu ve Kadıköy Kaymakamlıkları kararıyla yasaklandı.

Onur Yürüyüşü öncesi Cihangir’de polisler konuşlandı. Yüzlerce polis LGBTİ+’ların yürüyüşlerinin öncesinde saat 11.00’da Sıraselviler çevresinde toplanmaya başladı. İstanbul Valiliği 11.00’da Taksim ve Şişhane metro çıkışlarını kapattı. Valiliğin yasaklamasına karşı İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ve Yürüyüşü Komitesi “direniş” temasıyla Onur Yürüyüşü’nün gerçekleştirileceğini açıklamıştı.

Polis İstiklal Caddesi’ne çıkan tüm yolları barikatlarla kapattı. Caddedeki insanları dışarı çıkardı. Onur Yürüyüşü için komitenin çağrı yaptığı Sıraselviler Caddesi de saat 12.00 itibariyle polis barikatıyla kapatıldı.

Metronun kapanacağının duyurulması üzerine birçok eylemci de 11.00 öncesinde bölgeye hareket etmeye başladı. Cihangir’de kafelerde başlayan saldırı, sokaklarda devam etti. İlerleyen saatlerde basın mensuplarının görüntü almaları ve görevleri yapmaları engellendi.

Polis, yürüyüşün yapılacağı 17.00’den saatler önce, saat 13.30’da Cihangir’deki Firuzağa Kahve’de oturanları mekândan dışarı çıkardı. Cihangir’de mekanları boşaltan polis, saat 15.15’te Cihangir’de kafelerde oturan LGBTİ+’lara saldırdı. Avukatları ve LGBTİ+’ları çembere alan polis çok sayıda LGBTİ+ aktivistini ters kelepçeyle gözaltına aldı.

Öte yandan, İstiklal Caddesi’ndeki Büyükparmakkapı Sokak’ta da bir mekanda oturan LGBTİ+’lara saldıran polis LGBTİ+’ları ve mekan işletmecisini gözaltına aldı.

‘Gökkuşağı değil, ayrımcılık suç’

LGBTİ+’lar polis saldırısını aşarak Cihangir Pürtelaş Sokak’ta bir araya geldi. “Dünya yerinden oynar, ibneler özgür olsa, dönmeler özgür olsa”, “Gökkuşağı değil, ayrımcılık suç”, “Kürdistan vardır, lubunyalar vardır”, “Trans cinayetleri politiktir” sloganlarıyla basın açıklamasını okudu. Açıklamanın ardından LGBTİ+’lar Cihangir ara sokaklarında yürüyüş yaptı.

Pürtelaş, Bolahenk, Ülker Sokak‘ta yürüyüşün ardından polis Kazancı Yokuşu‘nda LGBTİ+’lara tekrar saldırdı. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. Halk, polis işkencesini camlarından tencere tava çalarak protesto etti.

Öte yandan, Kabataş’ta LGBTİ+’lar Halkların Demokratik Partisi İstanbul Milletvekili Züleyha Gülüm ile Türkiye İşçi Partisi Milletvekilleri Ahmet Şık ve Sera Kadıgil ile basın açıklamasını okudu.

LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi, saat 18.00’de dağılma çağrısı yaptı.

Kolluk kuvvetleri basını, eylemcileri ve avukatları ayrı ayrı ablukaya aldı. AFP muhabiri Bülent Kılıç ve Hollandalı üç turist de gözaltına alındı. 

Eylemciler ters kelepçeyle gözaltına alındı. Polisler basın mensuplarına birçok kez çekim yapmamalarını, görüntü almamalarını söyledi. 

Bugün 9.30’da İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi tarafından dün gözaltına alınan 373 kişinin ifadesinin tamamlanarak serbest bırakılmak üzere hastanelere dağıtılacağı duyuruldu. 

Fotoğraf: Sergen Saka – Kaos GL

Dün farklı noktalarda gerçekleştirilen basın açıklaması şöyle:

“20. İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşümüzü 26 Haziran Pazar günü her yıl olduğu gibi bu yıl da Taksim’de gerçekleştiriyoruz.

2013 yılında direniş teması ile bir araya gelerek Gezi isyanına akan bizler, gittikçe artan homofobi, transfobi ve bifobi ve her türlü fobiye karşı, erkek egemen devlet politikalarına karşı, heteroseksizme ve şiddete karşı yeniden direniş diyoruz!

Gezi Parkı için yargılanan ve iktidarın uygun gördüğü kurallara göre karar veren mahkemelerin hukuksuzca ağır hapis cezaları verdiği tüm direnişçileri ve dün 900. haftada bir araya gelen ve gözaltına alınan, yıllardır Galatasaray meydanında kayıplarını arayan Cumartesi Annelerini/İnsanlarını selamlıyoruz.

Fotoğraf: Sergen Saka – Kaos GL

Her türlü yok saymaya, hedef göstermeye, yıldırma ve susturma politikalarına karşı Taksim’in tüm sokaklarından burada olduğumuzu, ateşimize su olmayan herkesi yakacağımızı bir kez daha güçlü bir şekilde haykırıyoruz; alışın ya da barışın bizim gitmeye hiç niyetimiz yok.  

Çark caddelerimize, evlerimize, sokaklarımıza, bedenlerimize yapılan saldırılara, tahakküm kurmalara inat yan yanayız; bazen omuz omuza bazen de bacak omuza. Devlet eliyle üretilen nefret yüzünden katledilen ve intihara sürüklenen tüm arkadaşlarımızın ahıyla buradayız. Zirve Soylu, Hande Kader, Okyanus Efe, Eylül Cansın, Roşin Çiçek, Doski Azad, Ahmet Yıldız ve diğer tüm arkadaşlarımızın hesabını soracağız. 

Tıpkı Esat/Eryaman’da yerinden edilen seks işçisi arkadaşlarımızın mücadelesini yürüttüğümüz gibi, tıpkı Küçük Bayram Sokak’ta yaşayan, çalışan trans seks işçisi kadınların pandemiye rağmen yerlerinden edilmesine karşı direndiğimiz gibi, şimdi de İzmir’de Bornova Sokak’ta çalışan seks işçisi trans kadın arkadaşlarımızla birlikte direniyoruz. Geçen yıl 6 Mart’ta gerçekleşen Büyük Kadın Buluşması’nda özellikle seçilerek gözaltına alınan Kürt trans+ arkadaşlarımıza verilen para cezasını kabul etmiyoruz.”

Orman yangını, hava, iklim: Değişen bir şey yok

Marmaris’te, Fethiye’de, şu anda bilmediğim bir yerlerde yanıyorum, içim acıyor, yüreğim ağrıyor!… (22 Haziran 2022, Çanakkale)

(Bu makaleyi 2021 Haziran, Temmuz ve Ağustos ayı ortalarına kadar yazıp sosyal medyada paylaştığım ‘eski’ kısa yazılarımdan 2022 Haziranı’nda yayımlanan bu köşe yazım için derledim.)

*

Türkiye ile birlikte Akdeniz Havzası ülkelerinin hemen tümünde 2021 yazında yaklaşık 1.5 aydır (2021 Haziran sonundan 2021 Ağustos ortasına kadar) yüksek tropikal sıcaklıklar ve sıcak hava dalgaları yaşanıyor. Ardışık çok yüksek hava sıcaklığı günlerinde, başka bir deyişle sıcak hava dalgası devreleri sırasında Türkiye’nin özellikle batı, güney, güneydoğu ve doğu bölgelerinin (Doğu Anadolu’nun kuzey ve kuzeydoğusu dışında) önemli bir bölümünde hava sıcaklıkları normallerine göre 4-8 oC daha yüksek gerçekleşti. En yüksek sıcaklıklarda yeni rekorlar kırıldı. Yüksek hava sıcaklıkları, şiddetli ve uzun süreli sıcak hava dalgaları Akdeniz Havzası’nın kuzeyindeki ülkelerde (Güney Avrupa) ve 2021 yazına kuzeybatı bölümleri dışında çok kuvvetli ve şiddetli kuraklık koşullarıyla giren Türkiye’nin büyük Akdeniz ikliminin denetiminde gelişmiş olan Akdeniz biyomundaki bitki örtüsünün (orman ekosistemleri, çalılık ve makiler, otlak ve meralar, vb. ile zeytinlikler ve meyve bahçeleri vb.) ve üst toprağın tümüyle kurumasına ve patlamaya hazır yanıcı madde haline gelmesine yol açtı.

Orman yangını tehlikesi, hangi nedenlerle çıkarsa/çıkarılırsa çıksın, bu yangınların yönetimi ve denetimi çok zor olan büyük yangınlara dönüşebilme olasılığı en yüksek olan özellikle Türkiye’nin Akdeniz Bölgesi, Güneybatı Anadolu ve Güney Ege bölümlerindeki dağlık alanların fönlü hava durumu tipinin (poyraz gibi kuzeyli hava akımlarının denetiminde örneğin Toroslar gibi yüksek dağların güney bölümlerinde gelişen çok sıcak, çok kuru ve hamleli rüzgarlı – rüzgarın ani hız ve yön değiştirdiği ve yangınla birlikte yere yer ve zaman zaman daha da kuvvetlendiği, vb. – hava koşulları) etkili olabileceği güney, güneydoğu ve güneybatı yamaçlarındaki ya da eteklerindeki orman ve çalılık vejetasyonda yüksek ve çok yüksek olasılık düzeyindedir. Ne yazık ki bu yaz (2021 yazında; şimdiyse 2022 yazında!) ülkemizde öyle oldu. Burada özetlediğimiz pek çok olumsuzluk üste geldi ve çıkan yangınlar yönetimi, denetimi, söndürülmesi, genişlemenin-sıçramanın önlenmesinin çok zor olduğu büyük orman yangınlarına dönüştü. İlgili kamu kurum ve kuruluşları ile yurttaşların tüm çabalarına karşın yangınlar ciddi düzeyde hasar ve kayıplara, bazı yurttaşlarımızın yaşamını kaybetmesine, evlerinin, köy ve mahallerin yanmasına, tarihsel ve kültürel varlıkların yok olmasına, milyonlarca canlının yaşamını yitirmesine, ciddi biyolojik çeşitlilik, yaşam birliği ve yaşam alanı kayıplarına yol açtı. Bu hepimizi çok üzdü, içimiz canımız yandı!

İklim de değişti yangınlar da…

Dünya’nın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de ekstrem hava ve iklim olayları ve afetleri önemli hasar ve kayıplara yol açıyor. Türkiye’de genel olarak 1990’larla birlikte tüm hava sıcaklığı değişkenleri ve sıcak hava dalgaları vb. gibi ilişkili indislerde çok hızlı ve önemli değişiklikler ve artış eğilimleri gözlüyoruz. Başka bir deyişle Türkiye insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle hızla ısınıyor ve çoraklaşıyor. Bu nedenle, yukarıda özetlediğimiz olumsuz hava ve iklim koşulları ile etkisini her gün çok daha şiddetli hissettiğimiz hızlı iklim değişiklikleri üst üste geldiğinde, iklim değişikliği bu tür yangınların daha sık ve şiddetli derecede oluşmasına, çok daha hızlı yayılmasına ve büyük yangınlara dönüşmesine yol açabiliyor.

Yangına uygun hava durumu koşulları ve öngörülerinin izlenmesinin yanı sıra, Tarım ve Orman Bakanlığının ilgili genel müdürlük ve dairelerinde yangın klimatolojisi-meteorolojisi, hidroklimatoloji, kuraklık ve yangın ekolojisi ve ekolojik biyocoğrafyası konularında çalıştırılmak ve yetiştirilmek üzere istihdam edilecek olan coğrafyacı ve fiziki coğrafyacılar yardımıyla, özellikle yılın sıcak dönemindeki olağandışı çok sıcak, kurak, çok kuru ve hamleli kuvvetli rüzgarlı-fırtınalı fönlü hava tipi durumlarının izlenmesi ve öngörülerinin yapılması çok yaşamsaldır.

İklim değişikliği – küresel ısınma etkisini her gün daha fazla hissettiriyor. Yılın nisan-ekim dönemi artık sıcak-çok sıcak hatta aşırı sıcak geçiyor. Tüm bu nedenlerle Türkiye’deki ulusal park, doğa koruma alanı, belirli ağaç türlerine ilişkin meşcere ve koruma alanları vb. tüm koruma statülü orman alanları ve önemli doğa alanları mayıs-ekim döneminde bilimsel araştırmalar dışındaki tüm ziyaretlere ve etkinliklere kapatılmalıdır. Başka türlü ormanlarımızı, biyoçeşitliliğimizi, tarihsel ve kültürel varlıklarımızı ve doğal zenginliklerimizi koruyup gelecek kuşaklara bırakamayız.

Ne yapılmalı?

Çok özetle, yazı kurak ve sıcak-çok sıcak subtropikal büyük Akdeniz ikliminin denetiminde gelişen Akdeniz orman biyomunda yanan orman ekosistemi alanlarının yangın sonrası hemen korumaya alınması ve doğal gelişmeye bırakılması durumunda, yanan alandaki doğal gençleşme ve yenilenmenin (ekolojik bitki süksesyonu) başarıya ulaşması olanaklıdır. Bu kapsamda, önemli ve öncelikli olan, yanan orman alanlarının en kısa sürede ciddi koruma altına alınması, çevresinin telle çevrilerek sürekli denetlenmesidir. Özel olumsuz koşullar dışında Akdeniz orman biyomunun özellikle kızılçam, karaçam ve meşe ormanlarının doğal gençleşme, vejetasyon süksesyonu kapasitesinin yüksek olduğunu biliyoruz. Yanan orman ekosistemine yapılabilecek en büyük yanlış, alanın tümüyle sıyrılarak (maki ve diğer otsu bitkiler ile organik maddece zengin üst toprağı yok ederek) ağaçlandırma yapılmasıdır. Koruma altına alınan yanan alana, inceleme sonrasında süksesyon yeteneği düşük yerlere kısmen fidan dikimi ve tohum serpme ya da ekme desteği de verilebilir. Böyle yapılırsa aynı zamanda en fonksiyonel tanımıyla biyoçeşitlilik ve yaşam birlikleri ile nadir, tehdit altındaki endemik ve relikt türler de korunmuş olur.

Önümüzdeki yıllarda, insan kaynaklı iklim değişikliği/küresel ısınma Akdeniz Havzası’nın tropikleşmesini -henüz bir kış mevsimimiz olmasına karşın- ve yılın büyük bölümünde tropikal sıcaklık rejiminin egemen ve etkili olmasını daha da hızlandırıp kuvvetlendirecektir. Ortalama, ortalama en yüksek ve ortalama en düşük hava sıcaklıklarındaki yükselmelerin yanı sıra, rekor en yüksek hava sıcaklıklarındaki ve sıcak hava dalgalarının sıklık, süre ve şiddetlerindeki artışlar sürdükçe, önümüzdeki yıllarda orman yangınları mevsimi daha da uzayacak, yangın tehlikesi olasılığının ya da riskinin yaşanacağı gün sayıları artacak, çok daha sık ve şiddetli büyük orman yangınlarıyla karşı karşıya kalınabilecektir.

Ne yazık ki 2021 yazında yazdığım kısa ve teknik yazılardan ve paylaşımlardan derlediğim bu makalede yazdıklarımın hemen hepsi her açıdan 2022 yazında da yaşanıyor. Dahası, öyle anlaşılıyor ki teknik-teknolojik (uçak, helikopter, araç, gereç vb.) ve yangın yönetimi açısından da 2021 yazında yaşananlardan hiç ders çıkarılmamış. 

Çok üzücü ve can sıkıcı!

Kaynaklar

  • Turkes, M. 2020. Climate and Drought in Turkey, Chapter 4. In Harmancioglu, N. B., Altinbilek, D. (Eds.), Water Resources of Turkey. World Water Resources, vol 2. Springer, Cham, pp 85-125. https://doi.org/10.1007/978-3-030-11729-0_4
  • Türkes, M. 2021. Türkiye’nin su iklimi, iklim değişikliği ve 2019-2020 kurakligi. EKOIQ_O-S_s.90-97.
  • Erlat, E. ve Türkeş, M. 2017. Türkiye’de tropikal gece sayılarında gözlenen değişmeler ve eğilimler. Ege Coğrafya Dergisi 26(2): 95-106.
  • Türkeş, M. and Erlat, E. 2018. Variability and trends in record air temperature events of Turkey and their associations with atmospheric oscillations and anomalous circulation patterns. International Journal of Climatology 38: 5182–5204. https:// doi.org/10.1002/joc.5720
  • Erlat, E., Türkeş, M. and Aydin, F. 2021. Observed changes and trends in heatwave characteristics in Turkey since 1950. Theoretical and Applied Climatology, 145:137–157. https://doi.org/10.1007/s00704-021-03620-1
  • Turkes, M., Turp, M. T., An, N., Ozturk, T., and Kurnaz, M. L., 2020. Impacts of Climate Change on Precipitation Climatology and Variability in Turkey, Chapter 14. In Harmancioglu, N. B., Altinbilek, D. (Eds.), Water Resources of Turkey. World Water Resources, vol 2. Springer, Cham, pp 467-491. https://doi.org/10.1007/978-3-030-11729-0_14

 

 

Orman yangınları konusunda önemli soruların yanıtları

Aslında bu hafta, geçen hafta başladığım ‘Orman değiliz, artık lunaparkız’ dizisinin ikinci bölümünü yazmıştım. Fakat Marmaris’te çıkan yangının gündemin ilk maddesi haline gelmesini ve bu yaz daha pek çok günde orman yangınlarının gündem olacağını düşünerek, dizinin ikinci yazısını bir hafta ertelemeye ve bu hafta orman yangınlarını yazmaya karar verdim.

İşin doğrusu, bir kez daha orman yangını yazmayı düşünmüyordum. Bilenler bilir, geçen sene büyük yangınlar çıkmadan çok önce, 12 Haziran 2021 tarihinde bu köşede Son orman yanmadan’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı, orman yangınları ile ilgili bireysel olarak yazdığım ya da meslektaşlarımla kaleme aldığım pek çok yazıdan biriydi sadece. Çok değil daha 20 gün önce Türkiye Ormancılar Derneği (TOD) organizasyonuyla pek çok uzman bir araya gelerek ‘Türkiye Ormancılığı 2022: Ormansızlaşma ve Orman Bozulması’ adlı bir rapor yayımladık. O raporda orman yangınlarına da bir bölüm ayırdık. Yeşil Gazete başta olmak üzere belli başlı bazı yayın organları rapora ilgi gösterdi, ancak toplumun geniş kesimlerinin umurunda bile olmadı.

Yangın başlayınca ayyuka çıkan ilgi

Üzülerek söylüyorum, yangın ya da başka tür bir sorun olduğunda özellikle sosyal medyada ayyuka çıkan ilginin diğer zamanlarda neredeyse sıfırlanması canımı çok sıkıyor. Son bir örnek vereyim: 18-19 Haziran 2022 tarihlerinde, henüz Marmaris yangını başlamamışken, Adana Büyükşehir Belediyesi (ABB) ile TOD Adana’da bir orman yangınları paneli düzenledi. Ben dâhil ona yakın uzman o panelde konuşmalar yaptık. Dinleyiciler yalnızca TOD üyesi olan ormancılar ile ABB İtfaiyesi çalışanlarıydı. STK temsilcisi olan bir hanımefendi dışında ne bir yurttaş, ne başka STK’lar ne de basın yayın organı salonda bulunmaya değer görmedi etkinliği. Umarım olmaz ama yarın Adana’da bir yangın çıktığında eminim en çok ses yine onlardan çıkacak ve yarım yamalak bilgilerle kaotik bir ortam yaratacaklar. Hoş ABB CHP’li olduğu ve TOD muhalif göründüğü için Adana Orman Bölge Müdürlüğü yönetimi ya da yangınla ilgili şubelerinden göstermelik dahi olsa bir kişinin bile panele katılmadığını düşününce yurttaşa, STK’lara ya da basına gönül koymak da pek anlamlı değil.

Her neyse, bunları bir kenara bırakıp ülkenin orman yangınları gerçeğini özetlemeye çalışayım:

Orman yangınları neden çıkıyor?

Her 10 yangının dokuzu insan kaynaklı. Anız yakma, sigara izmariti, elektrik hatları, çöplük ateşleri gibi ihmal-kaza kökenli yangınlar ağır basıyor. Yıldırım düşmesi nedeniyle çıkan yangın sayısı yaklaşık onda bir. Terörist amaçlarla çıkarılan yangın çok çok az. Örneğin OGM istatistiklerine göre 2021’de çıkan yangınların hiçbiri terörist amaçlarla çıkarılmış yangın değil.

Bu arada yangınların yarıya yakınının nedeni bilinmeyen yangınlar olarak istatistiklere geçtiğini, %20’lerde olan bu oranın 2010’lu yıllarla birlikte %50’ye yaklaştığını ayrıca vurgulamak lazım. Yangınlarının çoğunun insan kaynaklı olması hem kötü hem iyi. Kötü, çünkü insanın bu derece sorumsuz olması akıl alır bir durum değil. İyi, çünkü insan kaynaklı yangın önlenebilir yangın demek.

İklim değişikliği orman yangınlarını etkiliyor mu?

Elbette etkiliyor ve etkilemeye devam edecek. İklim değişikliği nedeniyle hem daha kolay yangın çıkıyor hem de çıkan yangın daha kolay yayılıyor. Ama iklim değişikliği nedeniyle, aşırı sıcak havadan dolayı, yukarıda saydığımız faktörler olmadan yangın çıkar mı diye sorulursa, hayır çıkmaz. Yine de iklim değişikliğinin orman yangınlarını hem sayı hem de etkilediği alan olarak giderek artıracağı (diğer tüm koşullar sabit kalmak kaydıyla) açık.

Orman yangınlarına karşı en etkili önlem nedir?

İnsan-orman etkileşimini hiç değilse mayıs ekim ayları arasında kısıtlamak, mümkün olan alanlarda sıfırlamak. İnsanın olmadığı ormanda yangın çıkmıyor, bunu aklımıza sokmamız lazım. 6831 sayılı Orman Yasası’nın 74. maddesi aynen şöyle:

“Orman idaresinin göstereceği lüzum üzerine mahallerinin en büyük mülkiye amirleri, kuraklık veya yangın olup da henüz söndürülmüş fakat sirayet ihtimalleri tamamen bertaraf edilmemiş olmak gibi fevkalade zamanlarda muayyen bir müddet için ormanlara girmeyi men ve oralardaki her türlü işlerin tatilini emredebilirler.”

Yasanın verdiği bu yetkiyi kullanmak konusunda orman idaresi ve mülki amirler cesur olmak zorunda. Bu işin başka yolu yok. Ancak bu yetkiyi dostlar alışverişte görsün şeklinde kullanmanın kimseye bir yararı dokunmaz. Örneğin, 3-4 Haziran tarihlerinde İzmir ormanlarında bir programa katıldım. Valilik kararı ile ormanlara giriş-çıkış yasaklanmıştı ve jandarma yollarda kontroller yapıyordu. Güzel!

Ama eğer bir işletmeciye kiralanmış olan tabiat parklarına gidiyorsanız, yasak ortadan kalkıyor, ormana girebiliyordunuz. Biz de Karagöl Tabiat Parkı’na gidip, orada bir gece çadırlarda konakladık. Şimdi sıkı durun: Tabiat parkında ateş bile yakmak serbestti. Üstelik işletmeci ateş yakabilmek için bizlere kesilmiş varil bile veriyordu. Mangalı olanlar mangalda da ateş yakabiliyorlardı. Yerde yakmamak kaydıyla her türlü ateşli faaliyet yapılabiliyordu. Bunu aklınız alabiliyor mu? Diğer yandan, maden işletmelerine tahsis edilmiş orman alanlarında her türlü madencilik faaliyeti devam ediyor, ormanda kurulmuş katı atık bertaraf tesisleri ve pek çok diğer tesis harıl harıl çalışabiliyordu. Yani yasak yalnızca saydığım alanlar dışındaki devlet ormanlarında, yurttaşın kimseye para ödemeden yapabileceği faaliyetler için geçerliydi. Doğasever bir yurttaşın yaya olarak ormana girip yürüyüş yapması, fotoğraf çekmesi yasak ama bir başkasının bir tabiat parkına (yani ormana) arabasıyla girip mangal yakması serbest. Böyle önlem olmaz. Bu, yasanın verdiği yetkinin yanlış kullanımıdır. Cesur karar şöyle olur:

“… ili sınırlarındaki tabiat parkları ve milli parklar gibi korunan alanlar da dâhil olmak üzere her türlü orman alanında ve 6831 sayılı Orman Yasası’nın 16, 17 ve 18’nci maddeleri ile 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası’nın 8’inci maddesine göre izin alınan orman alanlarında her türlü faaliyet … tarihine kadar tatil edilmiştir.”

Efendim, işletmelerle imzalanan sözleşmeler, ekonomi şu, bu. Benim bir kulağımdan girer diğer kulağımdan çıkar. Bütün kartları buna göre baştan dağıtmak zorundayız. Gücünüz yetiyorsa bunu yapın, yetmiyorsa bırakın gariban yurttaş da bir ağacın dibine örtüsünü serip iki lokma yesin. Kimseyi kandırmaya çalışmayın önlem alıyoruz diye.

Yangın söndürme konusunda uçak ve helikopterlerin rolü nedir?

Yukarıda da söylediğim gibi yangına karşı en etkili önlem yangının çıkmamasını sağlamak. Çıkan yangını söndürmek çok zor ve zahmetli bir organizasyon. Yangının en kolay söndürülebileceği zaman dilimi çıkışından sonraki ilk 15-20 dakika. Hadi  diyelim yarım saat. Yangın henüz büyümeden yapılacak müdahalenin etkililiği çok yüksek. Bu açıdan uçak ve helikopterler çok değerli. Yangın büyüyüp enerjisi yükseldiğinde işler giderek zorlaşıyor. Yangın bu aşamaya geldiğinde uçak ve helikopterin rolü kamuoyunda düşünüldüğü kadar yüksek değil.

Ancak bu dediklerim çok genel doğrular. Her yangının kendine has koşulları bulunur. Yangının çıktığı yer, arazi yapısı, bitki örtüsü, hava koşulları, yerleşim alanlarına yakın ya da uzak oluşu gibi etkenler bu özel koşulları şekillendirir. Bu koşullar da yangın söndürme organizasyonunu şekillendirmeli. Her yangına aynı şekilde müdahale edilmesi gerekmez. Diyelim ki bir yangın denize doğru ilerliyorsa ve ne yaparsak yapalım yangın denize ulaşmadan söndürmemiz olanaklı değilse, yangının ilerleme hattında da yerleşim alanı veya olağandışı bir doğal ya da kültürel değer yoksa hiçbir şey yapmadan yangının denize ulaşıp sönmesini beklemek de bir yöntem olabilir.  Yangını söndürmek için tek bir reçete yok. Uçak ve helikopterlerin rolü tüm bu çerçeve içinde değerlendirilmeli ve Orman Genel Müdürlüğü  (OGM)’nün mutlaka yeterli uçak ve helikopter filosu ile bu araçları etkili şekilde kullanacak personel ve organizasyonu bulunmalı. Hizmet alımı ile bu iş sürdürülemez.

1980’lerden beri kamu organizasyonunun hantal ve yetersiz olduğu, özel sektörün daha verimli iş yaptığı fikri zihinlerimize sokulmaya çalışıldı. 40 yıllık deneyim açıkça gösterdi ki özel sektör yalnızca kendisi için verimli çalışır, kamu için değil. Bunun için de hem kendi çalışanlarını hem de kamu kaynaklarını sömürebildiği kadar sömürür. Hadi diğer sektör ve alanlar için iddialı söz söylemeyeyim ama Türkiye ormancılığının her türlü iş ve işlemi devlet tarafından yapılmalıdır. Kamunun yararı ancak bu şekilde oluşabilir. Herkesle her yerde bunu tartışmaya hazırım. Ormancılık bu açıdan Türkiye’de elimizde kalan tek sektör. Ormanların neredeyse tamamı devlet ormanı ve Anayasa’nın 169’uncu maddesi ‘Devlet ormanları devlet tarafından yönetilir ve işletilir.’ diyor. 2007 yılında hazırlanan yeni anayasa taslağında işletilirin yanına bir de ‘işlettirilir’ koymuşlardı. Neyse ki o taslak yasalaşmadı. Ama Anayasa’nın bu çok net ilkesi yıllardır oradan buradan tırtıklanarak devlet ormancılığının içine özel işletmeler sokulmaya çalışılıyor. Türkiye ormancılığının en önemli sorunlarından biri de bu.

Yangın sonrasında yapılması gerekenler neler?

Öncelikle yangınlar otel yapmak, ormanı yapılaşmaya açmak için çıkarılıyor ön yargısını yıkmalıyız. Böyle bir şey yok. Yüz kere yazdık, söyledik; ormana otel yapmak isteyen yapıyor zaten (Turizmi Teşvik Kanunu Md. 8), neden yaksın?

İkincisi, her yangından sonra ‘kap fidanını koş’ saçmalığına bir son vermeliyiz. Yanan şey orman, yalnızca ağaç değil. O halde yapılması gereken şey yanan alanı en kısa zamanda eskisi gibi bir orman haline dönüştürmek, ağaç tarlasına değil. Doğadaki her yıkımı fidan dikerek çözeceğimizi sanmak bu çağ için kabul edilebilir bir cehalet türü değil. Fidan dikmek, ağaçlandırma yapmak, uygun amaçlarda ve uygun şartlarda elbette çok önemli.

Yangın sonrası yapılan ekolojik çalışmalar, Türkiye ormanlarının kendi kendini yenileme potansiyelinin olduğunu gösteriyor. Elbette bu da çok genel bir saptama. Bu potansiyelin bulunmadığı alanlar da olabilir. O halde yangın sonrası yapılması gereken en doğru işlem yanan alanın etraflıca incelenmesi ve bu inceleme sonuçlarına göre hareket edilmesidir. Ormanın kendini yenileme potansiyelinin olduğu alanlarda doğaya şans tanımalıyız. Bu potansiyelin olmadığı ya da düşük olduğu alanlarda ise uygun tekniklerle doğayı desteklemek gerekir. Ancak ne yazık ki OGM çoğunlukla ekonomik kaygılardan, bir ölçüde de kamuoyu baskısından dolayı şöyle hareket ediyor genellikle: Yanan alandaki ağaçların (onların da ekonomik değeri çok yüksek) kesilip alandan uzaklaştırılması için büyük dikili satış ihaleleri açıyor. İhaleyi alan firma ormanın kendini yenileme potansiyelini umursamadan makinelerle alana girerek ağaçları kesip piyasaya sürüyor. Böylelikle yanan alan ekolojik açıdan ikinci bir yıkımla yüz yüze gelmek zorunda kalıyor. Sonra da o alanda yine makineli toprak hazırlama işlemleri yapılarak ağaçlandırma yapılıyor. İki sene sonra alana uzaktan baktığımızda yeşil görüyoruz, kabul. Peki, o alan orman mı? Ya da ne zaman eskisi gibi orman olabilir? Kimin umurunda?

OGM’nin hava aracı dışındaki yangın organizasyonu yeterli mi?

Hayır, net bir şekilde yetersiz. Bir defa, yaklaşık 80 bin personelle çalışması gereken örgüt yaklaşık 40 bin personelle çalışıyor. Bu personel içerisinde iş güvencesi olmayanların (sözleşmeli mühendis, sözleşmeli işçi, geçici işçi, danışman mühendis) oranı giderek artıyor. Atama ve yükseltmelerde liyakatin bütünüyle unutulmuş olması örgütsel motivasyonu ve başarıyı aşağılara çekiyor. Zorunlu rotasyon uygulaması yöresel bazda bilgili ve deneyimli personeli uzaklaştırıp yerine bilgisiz ve deneyimsizlerin gelmesine yol açıyor. Başta aşırı odun üretimi olmak üzere örgüt üzerine yüklenen tepeden inme görevler örgütün, örgüt çalışanlarının zamanının tamamını, çoğu zaman tamamından daha fazlasını alıyor. Bütün bu olumsuz etkenler altında iş yapmaya çalışan 183 yıllık köklü bir yapının yeterliği her açıdan olduğu gibi orman yangınları açısından da sınıfta kalıyor.

Yazı yine uzadıkça uzadı. Sanırım kısa yanıtlar verecek kadar iyi değilim. Söylenmesi gereken başka şeyler de olduğunu düşünüyorum. Kendimce kamuoyunda en çok kafa karışıklığına yol açan soruları yanıtlandırdım. Gerekirse, kamuoyunun orman yangınları konusundaki hassasiyetinin samimiliği konusunda şüphelerim olmasına karşın (yazının başında açıkladığım nedenlerle) başka yazılarımda da diğer sorulara yanıt vermeye çalışırım.

 

[Bir şarkının hikayesi] Strawbery Fields Forever/ The Beatles

11 Mayıs 2020 tarihinde Liverpool’un banliyösü Woolton’da 100 yıllık demir bir kapı, iki kişi tarafından  bulunduğu yerden kesilmiş ve görgü tanıklarına göre mavi bir Transit Van kamyonete yüklenerek çalınmıştı. Konu hemen basına yansıdı,  çünkü kapı öylesine sıradan bir kapı değildi. Söz konusu kapı, Viktorya döneminde yapılmış olan ve  1934 yılından itibaren  “The Salvation Army” adındaki Protestan yardım kuruluşu tarafından yetimhane  olarak kullanılan “Strabwerry Field”’in kapısı idi ve kapının ardındaki geniş bahçede bir zamanlar “çocuk John Lennon” yetimhanedeki arkadaşlarıyla oyun oynamıştı.

Yerel polis yetkilileri kapının tahmin edilenin tersine, “Obsesif Beatles hayranları” tarafından çalınmadığını rapor etmişti. Çalınan kapıyı satın alan hurdacı, gerçek sahibini basından öğrenince “İkonik demir kırmızı kapı” orijinal sahibine iade edildi, ama benzer olayın tekrarlanma riskine karşı bu kez kapının bir replikası yapılarak orijinali korumaya alındı.

Yetimlerle geçirilen günlerin ilhamı

John Lennon’un çocukluğu zor koşullar altında geçmişti. Babası deniz ticareti ile uğraşıyordu ve uzun süren yolculuklara çıkıyordu. Bu dönemde annesi başka birinden de çocuk sahibi olmuştu ve aile içi sorunlar şiddetlenince sosyal hizmetler görevlileri 5 yaşındaki Lennon’un velayetini Woolton’da yaşayan teyzesi Mimi’ye verdi.  Sonraki 20 yıl boyunca babasını göremeyen Lennon 17 yaşında iken bir trafik kazasında da annesini kaybetti.

Disiplinli teyzesinin yanında yaşarken “Strawberry Field”in bahçelerinde gizlice oynamak, genç Lennon’u rahatlatan kaçamaklardan biri idi.

1968 yılında Rolling Stone dergisine verdiği söyleşide Lennon, ebeveynleri tarafından terkedilmiş olma hissiyle büyüdüğü için “Strawberry Field”deki yetimlerle duygusal bir bağ kurduğunu söylemiş ve şöyle devam etmişti: “Bende  bir sorun vardı diye düşünmüştüm, çünkü insanların görmediği şeyleri görüyor gibiydim.”

John Lennon’un  “Strawberry Field” bahçelerinde yetim arkadaşlarıyla geçirdiği günler, bir birey olarak karakterinin şekillenmesinde rol oynamış, Beatles’ta yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilen, dönemin pop müzik dinleyicisine yeni deneyimler sunan ve bugüne kadar kaydedilmiş en önemli şarkılardan biri olan “Strawberry Fields Forever” adlı şarkısına ilham kaynağı olmuştu.

Beatles üyeleri, San Fransisco’daki son  konserlerinden sonra, 1966 yazında zor bir sürece girmişti. Sonradan tekrar bir araya gelecekler ve altı stüdyo albüm daha çıkaracaklardı ama sadece bir kez, o da 1969 yılında Apple stüdyolarının çatı katında gerçekleşen efsanevi “The Beatles Rooftop Concert” de canlı performans sergileyeceklerdi. Ancak bunu henüz kimse bilmiyordu.

John Lennon 1966 yazını İspanya Almeria’da geçirdi. Kara mizah türündeki “How I Won The War” adlı filmde bir rolü vardı ve çekim aralarında yeni bir şarkı yazmak için bolca zamanı kalmıştı. Londra hakkında bir şarkı yazmak istiyor, fakat anıları onu “Strawberry Field”deki çocukluk günlerine götürüyordu.

Beatles’ın ses mühendisi Geoff Emerick 1966 Kasım’ında John Lennon’un şarkıyı grup arkadaşlarına sunduğu anı Rolling Stone dergisine şöyle anlatmıştı: “Bir anlık şaşkınlığın ardından sessizliği Paul bozdu ve sakin ve saygılı bir tonda ‘Kesinlikle muhteşem’ dedi.”

John Lennon’un “Strawbery Fields Forever”ı , Paul Mc Cartney’in  “Penny Lane”i  ile grubun tekrar bir araya gelişinden sonra çıkardığı  ilk single’ın iki “A” yüzünü paylaştı. Plağın her iki yüzünü de A yüzü olarak tanımlamak grubun formatı olmuştu. Bir önceki single’da da “Yellow Submarine” ve  “Eleanor Rigby”, plağın iki “A” yüzünü paylaşmışlardı.

Mc Cartney’in ‘dengeleyici’ rolü

Paul “Strawbery Fields Forever”ı çok beğenmişti ama müzik yazarı Clinton Heylin’e göre de şarkının yoğun deneysel tarzından bir o kadar da çekinmişti. Yazara göre Paul, Beatles hayranlarının bu yeni deneysel müzik tarzı ile kendilerinden uzaklaşmasından korkmuş ve “Penny Lane” ile gençliklerinin Liverpool’unu, alçak gönüllü melodilerinden biri ile basit bir tasvirle anlatarak, yeniden popülerleştirici rolüne bürünmüştü.

Buna karşın John Lennon’un tasvirleri ise hiç basit değildi ve sözler sembolizmin izlerini taşıyordu. Lennon çocukluk kaygılarına bir rüya konsepti içinde atıf yapmıştı.

Biliyorsunuz ki bunun bir rüya olduğunu biliyorum,
Hiçbir şey gerçek değil”

 

Çocukluğunda  başkalarının görmediği şeyleri gördüğünü iddia ediyordu ve bu özelliğinin  kendini diğer çocuklardan farklı kıldığını düşünüyordu. Kendini bu bağlamda ya bir “dahi” ya da bir “deli” olarak tanımlıyordu.

Benim ağacımda hiç kimse yok ,
Yani ‘yüksek’ ya da ‘alçak’ olmalı”

Şarkıdaki müzikal süslemeler de rüyada geçen bir dünyayı andıran öğeler taşıyordu. Grup stüdyoda şarkı için 45 saat çalışmış ve üç değişik versiyon kaydetmişti. Sonunda prodüktör George Martin‘in ortaya çıkardığı kayıt, tamamıyla farklı tempoda, farklı havada ve farklı anahtarda olan iki kaydın kombinasyonu idi.

“Fab Four”, Psychedelic müzik türünde artık ilham kaynağı olacak bir sanat şaheseri yaratmıştı.

John Lennon, “Strawberry Fields Forever”ı Beatles’taki en iyi çalışması olarak tanımladı. Trajik ölümünden sonra da New York Central Park’ın bir bölümüne şarkının adı verildi.

Şarkının videosunda da ters efektler, üst üst üste binme gibi deneysel teknikler kullanılmıştı.

Rolling Stone dergisinin 2021 ‘de güncellediği  “Tüm zamanların en iyi 500 şarkısı” listesinde Beatles 12 şarkı ile listeyi domine etmeye devam etti.  “Strawberry Fields Forever”, listede yedinci sıraya yükselerek “Hey Jude” ve “Yesterday”i ilk kez geride bıraktı ve 250 kişilik bu yeni jüri tarafından en iyi Beatles şarkısı olarak seçilmiş oldu.

Kaynakça

  • Blitz M., The Story of Strawberry Fields Forever, March 7, 2016
  • Eves B., The Meaning Behind The Beatles 1967 Classic ”Strawberry Fields Forever”, American songwriter, April 2022
  • Hogue JD, The Hidden Meaning and Symbolism in The Beatles’s Strawberry Fields Forever, Dec.2020
  • Songfacts, Strawberry Fields Forever
  • societyrock.com, The Story Behind “Strawberry Fields Forever” By The Beatles
  • Wikipedia, Penny Lane, Strawberry Fields Forever.

Kentaro Yamamoto: Hepimiz aynı gemide değiliz [İklim Kuşağı-29]

Kentaro Yamamoto, Japon şirketlerinin Küresel Güney‘deki, özellikle Asya‘daki kalkınma projelerinin yıkıcı etkilerini öğrenerek, insan hayatını alan ve gezegeni yok eden kâr odaklı sistemi değiştirmek için Fridays For Future Japonya’ya katıldı. Asya ve ötesinde iklim adaletini kazanmak için işçiler, marjinalleştirilenler ve Küresel Güney’in yanında yer alan bir hareket oluşturmak için FFF Japonya’nın diğer organizatörleriyle birlikte İklim Adaleti Projesi‘ni başlattı.

Bu hafta içinde güzel bir gelişme oldu ve Japonya, Bangladeş‘teki Matarbari Santrali’nin 2. fazını finanse etmeyeceğini açıkladı. 

Kentaro ile iklim aktivisti olma hikayesini ve iklim adaleti çalışmalarını konuştuk.

Atlas Sarrafoğlu: Aktivist olmaya nasıl karar verdiğini anlatır mısın?

Kentaro Yamamo: Fridays For Future hareketine katılmaya karar verdiğimde 2021 baharıydı. O zamanlar burada, Tokyo’daki aktivistlerle çeşitli sosyal meseleler hakkında çalışıyordum. Beni iklim aktivizmine yönlendiren şey aslında sömürgecilik ve emperyalizm sorunudur.

Japon şirketleri ve Japon hükümetinin genellikle uluslararası işbirliği adına diğer Asya ülkelerinde yürüttüğü kalkınma projelerinin yıkıcı etkilerini öğrendikten sonra Fridays For Future’a katıldım. Konuyla ilgili daha fazla kitap okumaya ve belgesel izlemeye başladıkça, Asya‘da yerel halkın ve çevrenin geçim kaynaklarının yok edilmesine ilişkin birçok benzer hikayeyle karşılaştım: Mega baraj inşaatı için köyleri sular altında bırakan kalkınma projeleri; burada kullanılan ucuz kereste için tropikal yağmur ormanları kesenler; havayı ve suyu kirleten ve işçileri riske atan İhracat İşleme Bölgeleri inşa edenler; “ucuz” malları ihraç edecek limanlar inşa etmek için balıkçı topluluklarını buldozerle talan edenler ve daha neler neler… 

Bu projeler yalnızca Japon şirketlerini ve yapıldıkları ülkelerdeki egemen sınıfı zenginleştiriyor. Japon ekonomisi, sıradan insanlar da dahil olmak üzere buradaki birçok kişinin uzun süredir yararlandığı Asya’daki diğerlerini sömürmeden ve mülksüzleştirmeden bu kadar hızlı büyüyemezdi.

Sonuç olarak, en az sorumlu olmakla birlikte, Asya’daki sözde gelişmekte olan ülkelerin sıradan insanları, iklim değişikliğinin şiddetlenen etkilerinin yükünü taşıyor.

Böylece, iklim değişikliğinin sadece sıcaklık artışıyla ilgili olmadığını, aynı zamanda gerçek insanların, özellikle de en çok ezilenlerin geçim kaynakları ve hayatta kalmasıyla ilgili olduğunu anladım.

Ancak iklim değişikliği burada genellikle sömürgecilik ve emperyalizm perspektifinden yoksun, “Hepimiz bu işte beraberiz” diliyle çerçeveleniyor. Bu baskın anlatıyı ve savaşma şeklimizi değiştirmek için FFF Japan’a katıldım.

FFF Japan üyesi misin? Ülkende iklim hareketleri ne yapıyor? Geçtiğimiz yıllarda küresel iklim grevleriniz nasıl gerçekleşti?

Geçen yılın nisan ayında, FFF Japonya’nın diğer aktivistleriyle birlikte, işçi hakları, ırk adaleti, cinsiyet eşitliği ve küresel adalet gibi çevre ile mutlaka ilişkili olmayan konulara odaklanmak için İklim Adaleti Projesini başlattım. aslında birbiriyle iç içe.

 Düzenlediğimiz ilk eylem sendikalı işçilerle ortak bir eylemdi.

Geçen temmuzda, içecek taşıyan ve otomatlara dolduran sendika işçileri tarafından düzenlenen bir greve katıldık. Sektördeki CO2 emisyonlarını azaltmak için daha kısa çalışma saatleri ve otomat sayısının azaltılmasını talep ettiler. Japonya’da çok fazla otomat var; kişi başına düşen otomat sayısı Avrupa’dakinin yaklaşık 400 katı ve alan başına düşen makine sayısı Amerika Birleşik Devletleri‘ndekinin yaklaşık 15 katıdır.

Bu aşırı kolaylık, büyük miktarda plastik atıldığından ve büyük miktarda CO2 salındığından maliyetlere sahiptir. Sadece bu değil, bunlara içecekleri taşıyan ve dolduran gerçek işçilerdir ve birçoğu karoshi’nin (fazla çalışma nedeniyle ölüm) eşiğinde çalışmaktadır. Eylemimizin gösterdiği gibi, işçiler ve gezegen, kâr için sömürülmekte ve birbirlerine karşı kışkırtılmaktadır.

Dolayısıyla grevdeki işçilerle, kârı değil insan hayatını ve gezegeni önceleyen bir sistem için ilk adım olarak geçim ücreti ile daha kısa çalışma saatleri ve otomat sayısının azaltılmasını talep ettik. Ve Küresel Kuzey‘deki küçülme çok önemlidir, çünkü hepimiz sonsuz büyümenin, maliyetleri Küresel Güney‘deki “diğerlerine” dışsallaştırarak mümkün olduğunu biliyoruz.

Geçen yıl yaptığımız diğer büyük şey, Bangladeş‘ten aktivistlerle işbirliği yapmaya başladığımız 24 Eylül ve 22 Ekim’deki Küresel İklim Grevleriydi.

Geçen sonbaharda Fridays For Future Bangladeş’in aktivistleri ekibimizle temasa geçti ve bize Tokyo ve Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı merkezli bir ticaret devi olan Sumitomo Corporation‘ın uluslararası işbirliği kisvesi altında Bangladeş’te Matarbari Kömür Santrali inşa ettiğini söyledi. Yerel balıkçıların güvendiği Kohelia Nehri’nin akışını değiştiren arazi edinimi ve inşaat nedeniyle, 20.000’den fazla insan şimdiden arazisini, işini ve evini kaybetti. Bu nedenle, art arda iki Küresel İklim Grevi için bu konuya odaklanmaya karar verdik.

 Japonya’nın çeşitli şehirlerindeki aktivistler, kömür projesini derhal durdurmalarını talep etmek için Sumitomo Corporation ve JICA‘nın ofislerinin önünde protesto eylemi düzenledi. 

İklim krizi insanların hayatını ve genel olarak Japonya’yı nasıl etkiliyor? 

Giderek küreselleşen dünyada, iklim değişikliğinin sadece ulusal ölçekteki etkilerinden söz edemeyiz. MAPA (En Çok Etkilenen Kişiler ve Bölgeler) terimi bize iklim değişikliğinden en az sorumlu olanların yükün çoğunu taşıdığını söylediğinden, mücadelemizin bu eşitsizliği değiştirmeye odaklanması gerekiyor.

 Matarbari Kömür Enerjisi Projesi bu eşitsizliği somutlaştırıyor.

Bu proje kapsamında inşa edilen tesisler, Japonya’da tolere edilemeyecek bir çevre kirliliğine neden olacaktır. Örneğin, Japonya’daki ortalama yeni kömür yakıtlı elektrik santralinden 21 kat daha fazla kükürt dioksit salmaları bekleniyor. Faz 1 projesinin tek başına işletimi sırasında 14.000’e yakın erken ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir.

 Yani, Bangladeşlilerin hayatlarının Japonlarınkinden daha az değerli olduğunu söylemek gibi bir şey. Bunu kabul edemeyiz ve etmemeliyiz.

Ama bu izole bir durum değil. Başta söylediğim gibi, Japonya’nın çevresel yıkımın yükünü Asya’daki diğerlerine yükleme konusunda uzun tarihi bir geçmişi var.

Japonya’nın hızlı ekonomik büyüme yaşadığı 1960’lar ve 70’ler arasındaki dönemde, endüstriyel kirlilik büyük bir sosyal sorun haline geldi. Bunların geçmişte üstesinden geldiğimiz şeyler olduğu öğretildi. Ancak gerçekte, o zamanlar Japon şirketleri, üretim maliyetlerinden ve çevresel düzenlemelerden kaçınmak için fabrikaları, diktatörlerin umutsuzca gelişme arayışında olduğu Endonezya ve Filipinler gibi “gelişmekte olan” ekonomilere taşımaya başladılar. Bu genellikle kalkınma desteğinin bir parçası olarak yapıldı.

Artık Japonya’da ekonomik büyüme bekleyemeyeceğimize göre, Japon şirketleri agresif bir şekilde yurtdışında, özellikle de Bangladeş gibi Asya’da büyüyen ekonomilerde kȃr arıyorlar. Bu nedenle Matarbari Kömür Santrali gibi projelerle karşı karşıya kalıyoruz.

Bu nedenle, bu yıl Bangladeş ve Japonya’dan aktivistler, Sumitomo Corporation ve JICA’yı hedef alan uluslararası bir kampanya başlattı. Asya ve ötesindeki aktivistler bize katılıyor.

Uluslararası kampanyanın amacı, Sumitomo Corporation ve JICA’ya karşı mücadele ederek Küresel Kuzey ve Küresel Güney arasındaki eşitsiz ilişkiyi dönüştürmek için ileriye doğru bir adım atmaktır. Bu kampanya ile Japonya gibi Küresel Kuzey ülkelerindeki hareketleri değiştirmeye çalışıyoruz.

Kampanyamızın olumlu sonuçlarını zaten gördük. 28 Şubat’ta Sumitomo Corp., Matarbari kömür yakıtlı projenin genişletilmesi için 2. aşamasına katılmayacağını ve JICA’yı ikinci aşama için ortaksız bıraktığını açıkladı. Bu değişim, dünyanın dört bir yanındaki insanların birlikte seslerini yükseltmeleri sayesinde gerçekleşti. Yine de Sumitomo Corp. ve JICA’nın devam ettiği orijinal Faz 1 projesini durdurmamız gerekiyor. Bu nedenle, kolektif olarak daha da büyük sesleri yükseltmemiz gerekiyor.

Hükümetin senin gibi iklim aktivistlerine yönelik algısı nedir? İklim sorunları için karar vericilerle iletişim halinde misiniz? Onlardan talepleriniz nelerdir?

Bizim gibi insanları sevmediklerine eminim. Ama sorun değil çünkü isteseler de istemeseler de adalet talep etmeye devam edeceğiz ve bir noktada görmezden gelinemeyecek kadar büyüyeceğiz.

Küresel Güney ülkelerinin Japonya’ya borçlu çıkarıldığı ve bu borçlardan Küresel Güney’den daha fazla servet elde etmek için haksızca istifade edildiği için tüm borçların iptalini talep ediyoruz. Ne de olsa, onlara borçlu olan Kuzey ülkeleridir.

Japon hükümetinin uluslararası işbirliği kisvesi altında tüm fosil projelerini derhal durdurduğunu görmemiz gerekiyor. Matarbari Kömür Santrali gibi büyük fosil projeleri merkezileştirildi ve demokratik değiller. Bunun yerine Japonya, Bangladeş gibi ülkeleri yenilenebilir enerjiye geçişte finansal ve teknolojik olarak desteklemeye başlamalıdır. Teknoloji sıradan insanların elinde olacak şekilde yapılmalı.

Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonunuz olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?

O kadar çok başarısız olduklarını söyleyebilirim ki, şimdi bizim lider olmamızın zamanı geldi. Greta‘nın başarısız COP26‘da söylediği gibi, gerçek liderler aramızda, sözde dünya liderleri değil, dünyayı değiştiren biziz.

İklim aktivizmi gençler için çok yorucu olabiliyor, peki kendine nasıl zaman ayırabiliyorsun? Aklını iklim krizinden uzaklaştırmak için hobilerin var mı?

Aktivizmin, temelde insanların şu anda olduğumuzdan farklı birini  tasavvur etmek için bir araya geldiği ve bunu mümkün kılmak için birlikte çaba sarf ettiği yaratıcı bir süreç olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Hemen yapabileceklerimize kapılıp uzun vadede neyi başarmak istediğimizi düşünmeyi unutmak kolay. Açlıktan, yoksulluktan ve her türlü baskıdan kurtulduğumuzu farzetsene.. 

Ama evet, bazen ara vermek gerekiyor. Sosyal medyayı özellikle çok tüketici buluyorum. Bu yüzden bazen telefonuma ve dizüstü bilgisayarıma dokunmamaya çalışıyorum. Bu yüzden, biraz bunaldığımda sık sık uzun yürüyüşler yapıyorum. Sıkışmış hissettiğinizde vücudumuzu hareket ettirmek iyidir. Yürüyüşe çıktığımda genellikle aktivizm için yeni fikirler edinirim.

İklim kriziyle ilgili gelecek algın nedir? 2030’da kendini nerede hayal ediyorsunuz?

İklim krizinin en kötü etkilerinden bazılarını Küresel Güney’de ve giderek Küresel Kuzey’de görüyoruz, ancak emisyonları azaltmak için hala sert önlemler alınmıyor. Aksine, gezegen benzeri görülmemiş bir oranda tüketiliyor. Çok uluslu şirketler her zamankinden daha agresif bir şekilde kâr arıyorlar. İyi bir şey olduğu için DEĞİL, küresel dayanışma içinde savaşmalıyız. Bu gerekli bir şey. Çok uluslu şirketler sınır tanımıyor, üretimlerini hızla, emeği ve doğayı kolayca sömürebilecekleri ve mülksüzleştirebilecekleri her yere taşıyorlar. Parçalanırsak kazanamayız. Bu yüzden küresel dayanışma içinde savaşmamız gerekiyor.

Bu durumla, Küresel Kuzey’in hareketlerini dönüştürmeye ve şimdi Küresel Güney’in hareketleriyle dayanışma içinde kolektif mücadeleyi örgütlemeye başlamalıyız.

Örgütlenme yoluyla, iktidardakileri alt etmek ve gelecekte dünyaya gerçekten liderlik edebilmek için şimdikinden daha büyük bir güç haline gelmeliyiz. İklim değişikliği acil bir tehdittir, ancak örgütlenme zaman alır. O halde şimdiden örgütlenmeye başlamalıyız.

2030’da pek çok Z kuşağı gibi otuzlu yaşlarımda olacağım. Dürüst olmak gerekirse, o zaman ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok. Ama sanırım dünya çapında, özellikle Asya’da aktivistler örgütleyeceğim. Asya’daki aktivistleri birbirine bağlamak önemlidir çünkü Asya, kurumların hala fosil yakıtlara çok yatırım yaptığı, ekonomilerin hızla büyüdüğü ve Japon şirketlerinin bu durumdan yararlandığı bölgedir. Bu nedenle, kâr amacı güden ve Küresel Güney’in pahasına mümkün kılınan sonsuz büyüme sistemini sona erdirmek için gücü sıradan insanlara geri getirmek için örgütlenmeye devam edeceğim.

Sosyal medya hesabı: 

Twitter: https://twitter.com/K_Yamamoto97

[Onur Ayı özel] Yıldız İdil Şen: Kendimi bildim bileli bir mücadele veriyorum; aileye, topluma, devlete…

Türkiye‘de trans olmak zor. Türkiye’de devrimci bir trans olmak ise daha zor.

“Ben Kürt, trans, devrimci, seks işçisi kimliklerim ile hep hedef gösterilmeye maruz kaldım. Çünkü egemen devletler, kendilerine tehdit gördüğü varoluşlara ve kimliklere imtiyaz tanımaz.”

Bu sözler trans kadın Yıldız İdil Şen‘e ait.

Şen, Boğaziçi Üniversitesi‘ne atanan rektör Melih Bulu‘ya karşı başlayan protestolar sebebiyle 5 Ocak 2021’de sabah baskınıyla gözaltına alınan 24 kişiden biriydi. 

Bu kimliklere sahip olmanın, doğal olarak kişileri hedef haline getirdiğini söyleyen Şen “Kürt halkı yıllardır bunun mücadelesini veriyor, trans+’lar, devrimciler yıllardır bunun mücadelesini veriyor” diyor:

Boğaziçi süreci de böyle gelişti. Gözaltına alındığımız andan, serbest bırakılana kadar bir şiddet sarmalının içindeydim, içindeydik.”

Bunun öncesinde de çeşitli protestolarda polis şiddetini deneyimleyen Şen, 6 Mart 2022’de Kadıköy‘deki ‘Büyük Kadın Buluşması’nda kürsüden indirilip darp edilerek gözaltına alındı, şiddet ve kötü muameleyle geçen bir sürecin sonunda bir ay ev hapsine mahkum edildi:

Birçok kesişimsel kimliğe sahip olunca doğal olarak kendini bir savaşın içinde buluyorsun. Ben kendimi bildim bileli bir mücadele veriyorum.

Aileye, topluma, devlete… Bu da aslında büyük bir deneyim: Hayatta kalmayı deneyimliyorsun aslında.

Devlet ameliyatı karşılıyor: Ama doktor yok

Yıldız İdil Şen’in maddi ve psikolojik kaygılarla ertelediği cinsiyet uyum operasyonu süreci, resmi olarak 2020’de başladı. Bir yıllık hormon terapisinden sonra ”cinsiyet düzeltilmesi istemli” dava talebi Ocak 2022’de kabul edildi.

Fakat Türkiye’de bu konuda devlet hastanelerinde çalışan deneyimli bir doktor bulmak zor.

Şen, transların bu yüzden “ya hayati bir risk almaya itildiğini ya da ameliyat olamadığını” söylüyor. Öte yandan özel hastanelerde yapılmak istendiğinde ise durum ekonomik olarak altından kalkılmaz bir hal alıyor.

Türkiye’de ekonomik krizin olması, trans ameliyatlarının ticarileştirilmesi yine bir çok kişinin sağlık haklarına erişmesinin önünü kesiyor.

“Bu yıl ameliyat iznim çıktı ve hala ameliyat için devlette deneyimli doktor bulamadım. Özel hastanede olacağım ama bunun için de dayanışma ihtiyacı duydum ve bir kampanya başlattım. Dayanışma ile bu kapitalist sistemin açtığı gediği kapatamayabiliriz; ama daha aza indirebileceğimizi düşünüyorum.”

Herkes eşitse yıllardır niye mücadele veriyoruz? Demek ki LGBTİ+lar herkes değilmiş…

Türkiye’de ayrımcılık yasasının olmamasının, var olan nefretin önünü daha çok açtığını ifade eden Şen, bu nefretin de genelde LGBTİ+’ların, özelde de trans+’ların barınma, eğitim, sağlık ve birçok anayasal hakkının elinden alındığından bahsediyor.

“Her ne kadar Anayasa’nın 10’uncu maddesi herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu söylese de, biz bu eşitsizliği en derinden yaşıyoruz. Yıllardır LGBTİ+ hareketi neden anayasal eşitlik mücadelesi vermektedir? Demek ki LGBTİ+’lar herkesin bir parçası değilmiş.”

Seks işçiliği ile değil, zorunlu seks işçiliği ile mücadele edilsin

Kimliğinin ailesine ifşa edilmesinden sonra evden ayrılmak zorunda kalan Şen 17 yaşından beri kendi geçimini sağlıyor.  Bu zamana kadar farklı sektörlerde çalışmış, ancak trans kimliğinden dolayı hep işsizlik ile mücadele etmiş.

2019’dan beri ev seks işçiliği yapan Şen, şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Devletin istihdam alanı tanımaması, özel şirketlerin de ‘makul’ olmanı beklemesi, genelde seks işçiliği seçeneği sunuyor insanlara. Seks işçiliği yaptığın zaman da fuhuştan işlem görüyorsun. Çok trajikomik bir döngü.

Şen, bir kez de buradan sesleniyor:

“Devlet seks işçilerini güvence altına almalı, istihdam alanı açmalı. Seks işçiliği ile değil zorunlu seks işçiliği ile mücadele edilmeli diyorum.”