Ana Sayfa Blog Sayfa 805

Minamata Sözleşmesi yürürlükte…

12 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı kararı ile ‘Civaya İlişkin Minamata Sözleşmesi’ yürürlüğe girdi. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) liderliğinde hazırlanan sözleşme, 2013 yılında imzaya açılmış ve 128 ülke tarafından imzalanmıştı. Türkiye’de antlaşmayı 2014 yılında imzalamasına rağmen bugüne kadar uygulamaya sokmamıştı.

Civa madenciliğini ve kullanımını önemli ölçüde yasaklayan uluslararası antlaşma, ismini Japonya’nın Minamata Körfezi’nden ve bölgedeki küçük kasabadan alıyor. 1956 yılında kasabada beş yaşındaki bir kız çocuğunun olağandışı nörolojik belirtileri olduğunun tespit edilmesi ile ilk “minamata hastalığı” kayıtlara girdi. Bölgedeki bir kimya şirketine ait bir fabrikanın yaptığı üretim sonucu ortaya çıkan metil civayı Minamata Körfezi’ne boşaltması ve bu metil civanın balıklarda ve kabuklu deniz canlılarında birikerek bölgedeki yaşayan insanların besin zincirine girmesi sonucu, bu deniz ürünlerini tüketenlerde  ‘minamata hastalığı’ ortaya çıktı. Civa zehirlenmesi özellikle sinir sistemini etkilediği için minamata hastalığında ataksi (denge sorunu, ayakta duramama gibi), tremor, anksiyete, kas güçsüzlüğü, iştahsızlık, yorgunluk, körlük, sağırlık, paralizi ve koma gibi nörolojik belirtiler ile ortaya çıkıyor. Daha sonraki aylarda bir üniversitenin incelemesiyle bölgeden avlanan balık ve kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmesi sonucu hastaların vücudunda metil cıva biriktiği tespit edildi.  Bunun üzerine dönemin bölge sağlık otoritesi 1957 yılında Minamata Körfezi’nden avlanan deniz ürünü tüketilmemesini önerdi ama yasaklamaya gitmediği için bölge halkı tarafından deniz ürünlerinin tutulması ve tüketimi devam etti. İşletme de metil civa içeren atıklarını Minamata Körfezi’ne boşaltmaya devam etti.   Böylece ‘sorun’ devlet ve işletme açısından çözülmüş göründü ama vakalar yıllar içinde sayıları artarak görülmeye devam etti.

1961 ve 1962 yıllarında ise ölen iki kız çocuğunun yapılan otopsisinde doğuştan olan Minamata Hastalığı tanısı konarak, metil cıvanın anne karnında plasentadan bebeğe geçebileceği gösterildi. Anne hastalanmasa bile metil cıva içeren balık ve ürünü tüketimi sonucunda karnındaki bebek de etkilenmekteydi. 1965’den sonra ise vaka sayılarının yeniden artması üzerine hastalara ve ölenlerin yakınlarına tazminat ödenmesi için Japonya tarafından sertifikasyona gidildi. Ancak hastaların sertifikasyonu da tartışmalıydı. Sertifikasyon için hastalığın en ağır formu (Hunter-Russel Sendromu) koşulu arandı. Bu durum daha hafif hastalık formlarının ve mağduriyetlerin dikkate alınmamasına neden oldu.  Günümüze kadar resmi olmayan rakamlara göre 200.000’den fazla kişinin bu sorundan etkilendiği tahmin ediliyor. Ancak 2005 yılı itibarıyla ancak 2955 sertifika almış ve tazminat hakkı kazanan vakanın bulunduğu biliniyor.

Termik santrallerin civa salımı ne olacak?

Peki, 2013’de imzaya açılan, 2014’de imzaladığımız ve ancak birkaç gün önce yasal prosedürünü tamamlayarak uygulamaya geçebildiğimiz  “Civaya İlişkin Minamata Sözleşmesi” nasıl bir uygulama değişiklikleri getiriyor? Sözleşme, genel olarak, yeni cıva madenleri açılmasını önlemek, mevcut cıva madenlerini kapatmak, bazı ürünlerde cıva kullanımını aşamalı olarak azaltmak, havaya ve toprağa yapılan yayılım için kontrol önlemleri alabilmek için yapıldı. Civanın geçici olarak depolanmasına ve atık haline geldiğinde bertaraf edilmesine, cıva ile kirlenmiş alanların yanı sıra sağlık sorunlarına da değinen Minamata Sözleşmesi, cıva kullanılan ürünler ve endüstriler ile bunların cıva içeren atıkları için bazı azaltım önlemlerini de içeriyor.

2013 yılında kaleme alınan ve aynı yıl imzaya açılan ama ülkemizin 2014’de imzalamasına karşın ancak 2022 yılının ortalarında yürürlüğe koyduğu antlaşma metni, antlaşmaya taraf olan ülkelerin 2020 yılına kadar bazı cıva içeren ürünlerin üretim, ithalat ve ihracatını yasaklamalarını ve bunlara ilişkin atıklarını etkin bir şekilde bertaraf etmelerini, kullanılan cıva miktarını ve emisyonlarını azaltmaya yönelik stratejiler oluşturmalarını, büyük endüstriyel tesislerden kaynaklanan emisyonları azaltmalarını zorunlu hale getiriliyor. Antlaşmanın 2022 yılında yürürlüğe girmesi ile birlikte ülkemizin derhal civa madenciliğini yasaklaması, civa içeren ürünlerin kullanımını, ithalat ve ihracını engellemesi gerekiyor.

Fakat civa yayılımı açısından Türkiye için en önemli sorun kömürlü termik santraller… Ülkemizde her geçen gün sayıları artan bu santrallerin civa emisyonlarının ortadan kaldırılması gerekiyor. Şimdi antlaşmanın başka bir maddesi gereği üç yıl içinde bir yapılacaklar listesi ile ulusal planımızı hazırlamamız gerek… 2014’de imzaladığı antlaşmayı ancak 2022’de onaylayıp, yürürlüğe koyabilen Türkiye’nin üç yıl içinde bir “ulusal plan” hazırlayıp hazırlayamayacağı şüpheli; hazırlasa bile bu planın termik santrallerin civa emisyonları ile ilgili gerekli önlemleri içermesi hâlihazırdaki durum ile hemen hemen imkansız…

İmzaladıktan tam sekiz yıl sonra yürürlüğe koyabildiğimiz sözleşmenin resmi onay tarihi 12 Ağustos; aynı tarihte İzmir Aliağa’daki gemi söküm tesislerine doğru hareket eden ve ağzına kadar tehlikeli atık ile yüklü Sao Paulo uçak gemisinin resmi IHM belgesine göre üstünde 10.000 adet cıvalı lamba var… Şaka gibi; hem de kötü bir şaka…

Güney Atlantik Okyanusu’nda ülkemize doğru yol alan Sao Paulo uçak gemisinin IHM (tehlikeli atık envanteri) bile ancak sekiz yıl sonra onaylayabildiğimiz antlaşmaya ne kadar ciddi (!) yaklaştığımızın küçük bir örneği değil mi?

 

 

 

İstanbul aşırı sıcakların ardından aşırı yağışın etkisi altında

Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM), İstanbul’un yanı sıra birçok il için yağış uyarısında bulunmuştu. İstanbul dün aşırı sıcakları yaşarken bugün aşırı yağışların etkisi altında.

Meteoroloji tarafından yapılan son değerlendirmelerle Marmara, Kuzey Ege, İç Anadolu’nun kuzeybatısı, Batı ve Orta Karadeniz, Doğu Karadeniz kıyıları ile Antalya, Isparta, Adana’nın kuzeyi, Osmaniye, Kahramanmaraş’ın batısı ve Hatay kıyılarının yerel olmak üzere sağanak ve gök gürültülü sağanak yağışlı geçeceği tahmininde bulunulmuştu. 

Fotoğraf: DHA

İstanbul Anadolu ve Avrupa Yakası’nda beklenen yağış sabah saatlerinde etkili olmaya başladı. 

Gök gürültülü sağanak yağışa ek kuvvetli rüzgar da hakim olmaya başladı. 

Anadolu Yakası’nda Maltepe’de vatandaşlar seyir halindeyken araçlar yoğun yağış nedeniyle yollarda kaldı. Yollar göle döndü. Yağmur suları metro istasyonlarına da girdi. 

Fotoğraf: Lale Bildirici Büyükkarakaya – Anadolu Ajansı

Öte yandan birçok vatandaşın evini de yağmur suları bastı. Yağışların aralıklı ve yerel olarak akşam saatlerine kadar etkili olması bekleniyor. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB), AKOM’un mevcut meteorolojik uydu ve radar verileri doğrultusunda yaptığı değerlendirmelere göre, yağışların saat 06.00’dan itibaren etkisini arttırması ve 18.00’e kadar yerel olmak üzere kuvvetli sağanak ve gök gürültülü sağanak şeklinde etkili olması bekleniyor.

Meteoroloji 17 il için sağanak ve dolu uyarısında bulunmuştu. 

Sel, su baskını, yıldırım, yerel dolu yağışı, yağış anında kuvvetli rüzgar ve hortum gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olunması gerekiyor.

AFAD’dan sağanak yağış sırasında uyarı

Öte yandan AFAD tarafından vatandaşların telefonlarına aşırı yağış devam ederken 11.00 sularında şöyle bir uyarı mesajı gönderildi:

“İstanbul için kuvvetli yağışın devam etmesi bekleniyor. Sel, yıldırım, dolu, hortum gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olun.”

Uyarılara rağmen kürekle açılan yuvadaki caretta carettalar öldü

ANTALYAManavgat’a bağlı Side’nin sahilindeki bir plajda caretta carettaların olduğu yuvanın kürekle açılması nedeniyle onlarca yavru deniz kaplumbağası hayatını kaybetti.

Yuvanın kürekle açıldığını gören turistlerin, durumu yetkililere bildirmesi ardından bölgeye gelen Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü yetkilileri yuvanın kürekle bozulması nedeniyle içerisinde bulunan yavruların zarar gördüğünü belirleyerek tutanak tuttu.

Bölgeye gelen Deniz Kaplumbağaları Akdeniz Fokları Kum Zambakları Koruma ve Yaşatma Derneği (DEKAFOK) ekibi, yuvanın bozulduğunu tespit etti.

Plaj görevlisinin, yavru deniz kaplumbağalarının yuvadan çıkmaları için yardımcı olduğunu ileri sürdüğü öğrenildi.

DEKAFOK Başkanı Seher Akyol, caretta caretta deniz kaplumbağalarının yuvalama alanlarını denetlediklerini, yavruların güvenli bir şekilde denize ulaşması için çalışma yürüttüklerini aktardı.

Akyol, “Orada yavruların erken çıkarıldığını, maalesef çok fazla yavrunun öldüğünü gördük. 14 tanesi göbek bağı kopmadan denize bırakıldı. 12’si yumurtada üzeri açılıp parçalandığı için öldü. 28 tanesinin dış kabuğu bulundu ama akıbetini bilmiyoruz” dedi

İnsan tehdidi

Caretta carettaların hayatı insanların yaşam alanlarını işgal etmesi nedeniyle oldukça büyük bir tehdit altında. Daha önce de onlarca kez caretta carettalar yangın dumanları, sahile koyulan koşu bantları, şezlonglar ve niceleri nedeniyle ölmüştü. 

Öte yandan iklim krizi de carettaların kuluçka süresini azaltmış durumda. Geçen yıl yapılan araştırmalar kuluçka süresinin 50-60 günden 47 güne düştüğünü ortaya koymuştu. 

Ayrıca gelecek yıllarda suların yükselmesi de bekleniyor ve bunun da deniz kaplumbağalarını tehdit eden bir başka sorun olduğu daha önce açıklanmıştı. 

 

Oslo’da insanların aşırı ilgisine maruz kalan mors Freya, Norveç yetkilileri tarafından öldürüldü

Norveçli yetkililer, geçtiğimiz haftalarda Oslo kıyılarında teknelere tırmanan, iskelelerde uzanan ve kalabalıkların yoğun ilgi gösterdiği Freya adında 600 kiloluk morsu, ‘hareket ettirmenin çok yüksek risk’ olduğunu belirterek dün öldürdü.

Hükümet geçen hafta insanlara, hayvandan uzak durmaları için defalarca yapılan çağrılara uymalarını söylemiş, bu şekilde yaklaşmaya devam ederlerse Freya’nın öldürülme ihtimaliyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarmıştı.

17 Temmuz’da Oslofjord‘da ilk kez görülen beş yaşındaki dişi mors, kalabalıkların ilgi odağı haline gelmişti. İskandinav güzellik ve aşk tanrıçası Freya adı verilen deniz memelisi yaklaşık iki yıldır, Danimarka, Hollanda gibi Avrupa kıyılarında görülüyor.

Norveç Balıkçılık Müdürlüğü sözcüsü Olav Lekver, “Sonunda başka seçenek göremedik. Onun için doğal olmayan bir bölgedeydi.” dedi.

Lekver’in belirttiğine göre aşırı ilgi nedeniyle strese giren mors, doğal davranışı bu yönde olmasa da insanları kovalamaya ve tehdit unsuru haline gelmeye başladı.

Daha önceki açıklamalarda da insanların tehlikeli şekilde ona yaklaştığı, hatta çocuklarını da yanına alarak birlikte yüzmeye, fotoğraf çektirmeye çalıştıkları belirtilmişti.

Morsların çok fazla dinlenmeye ihtiyacı olduğunu ve insanların Freya’yı rahatsız ettiğini söyleyen Lekver, Freya’nın nasıl öldürüldüğünü konusunda detay vermeden yalnızca “yönetmeliklere göre” olduğunu söyledi.

The Guardian‘ın aktardığına göre, Norveç Balıkçılık Müdürlüğü Başkanı Frank Bakke-Jensen de yaptığı açıklamada,”Ötanazi kararının insan güvenliğine yönelik kalıcı tehdidin küresel değerlendirmesi temelinde alındığını” açıkladı.

Sosyal medyada da fenomen hale gelen Freya’nın insanların davranışları sebebiyle öldürülmesine tepkiler geldi.

İnsanlığın ayıbı ve küstahlığının özeti

Kullanıcılar, durumun ‘kelimenin tam anlamıyla insanlığın ayıbını ve küstahlığını özetlediğini’ söyleyen tweetler attı:

“Yaban hayvanlarının dünyada gideceği hiçbir güvenli yer kalmadı. Uyarıları görmezden gelen herkes utanmalı.”

“İnsanların onu kendi halinde bırakamamasının bedelinFreya ödemek zorunda kaldı. Çok kzıgınım.”

Freya’nın nerede olduğunu Google haritasında izleyerek insanların ondan ne zaman uzak durmaları gerektiğini bilmelerine yardımcı olan Güneydoğu Norveç Üniversitesi‘nden biyolog Rune Aae, “Onu öldürmeden önce birçok başka seçenek denenmeliydi” dedi ve öldürme kararını “çok aceleci” olarak nitelendirdi:

“Freya, önceki tüm deneyimlerin gösterdiği gibi, er ya da geç Oslo fiyordundan kurtulabilirdi. Bu yüzden bence ötanazi tamamen gereksizdi.”

İklim kriziyle yaşam alanları kayboluyor

Beş yaşındadişi bir mors olan Freya, Oslo açıklarındaki sulara varmadan önce, AFP’nin bildiriğine göre güney Norveç köyü Kragero açıklarında demirlemiş teknelere tırmanıyordu. Ondan önce yaklaşık iki yıl kadar Birleşik Krallık, Hollanda, Danimarka ve İsveç kıyılarında görülmüştü.

Dünya Yaban Hayatı Fonu’na (WWF) göre, vahşi doğada yalnızca 225 bin mors var.

Kanada, Grönland, Norveç, Rusya ve Alaska’da buzla kaplı sularda yaşayan morslar, vakitlerinin çoğunu bu buz tabakalarının üstünde geçirir

Freya da bu yüzden kendini iskelelere ve teknelere çekmeye çalışıyordu. Normalde saldırgan olmayan sosyal hayvanlar olan morslar, nihayetinde yaban hayvanlarıdır ve stres ve tehdit altında hissettiklerinde kendilerini savunmak isterler.

İklim değişikliği ile buz tabakaları erimesiyle morslar, yaşam alanlarının bir kısmını kaybediyor.

Uzmanlar, Freya’nın bu kadar uzak süre habitatından ayrı kalmasını ‘benzersiz bir durum’ şeklinde tanımlamıştı ancak hayvanın, kuzeye doğru bir yol bulmaya çalıştığı düşünülüyordu. Geçen yıl, Wally ismi verilen bir mors da İngiltere’nin güneybatısındaki sularda yaklaşık bir buçuk ay geçirmişti.

Abdullah Akyüz: Yenilenebilir enerjiyle Türkiye ekonomisi de bambaşka olabilirdi

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) eski Washington temsilcisi, George Washington Üniversitesi öğretim görevlisi ve Yeşil Gazete yazarı ekonomist Abdullah Akyüz ile Türkiye’nin içine girdiği enflasyon sarmalını, küresel krizlerin yansımalarını ve bununla şekillenen enerji politikalarını konuştuk.

Bu kışın ardından 2023’te enerji fiyatlarındaki artışın ivmesinin düşeceğini belirten Akyüz, yenilenebilir enerjinin çevresel bütün olumlu etkilerinin yanı sıra artık ekonomik gerekçelerle de bir ihtiyaç olduğuna vurgu yapıyor:

“Güneşin bu kadar cömert olduğu bir coğrafyada yaşayıp güneş fakiri Almanya‘nın çok gerisinde bir üretime sahip olmamız utanılacak bir durum. İşin çevresel ve diğer boyutlarını da bir tarafa koyarak, ekonomik olarak da yenilenebilir enerji Türkiye’ye çok daha büyük bir ufuk açacaktı.

‣‘Hayat pahalı, emek ucuz’
‣ Ekonomi nasıl düze çıkacak?

Yenilenebilir enerjide çok daha yüksek oranlara sahip olan bir Türkiye’de, enflasyon ve fosil yakıt krizi ortasında çok daha farklı bir tabloyla karşı karşıya olabilirdik. Fosil yakıtlar artık sudan ucuz da değilken ve Demokles’in kılıcı gibi tepemizde bir tehdit unsuru olarak sallandığı bu kadar açıkken çok hızlı ve kapsamlı şekilde yenilenebilir enerjiye yönelmemiz lazım.”

Sürdürülebilirlik modası, modanın sürdürülebilirliği

Tüketim kültürünün bizi sürüklediği sürdürülemezlik çıkmazına karşı alternatifimiz nasıl bir moda? Giydiklerimizin dünyaya ve insanlara etkilerini biliyor muyuz ve hızlı modaya (fast fashion) karşı nasıl bir giyim endüstrisi talep etmeliyiz?

Günümüzde birçok sürdürülebilir moda akımı mevcut. Internet çağının etkisi ve neyse ki farklı ve yeni şeyleri talep eden genç kuşakların sayesinde giyim endüstrisi de sürdürülebilirlik iddialarına daha çok yer vermeye başladı. Birçok farklı kumaş çeşidinden üretim sertifikalarına, kapsayıcı kesimlerden doğal boyamalara geniş perspektifte ürünler bulmak artık oldukça mümkün. Fiyat dengesi hızlı moda ürünlerle kıyaslanamayacak kadar pahalı olması sürdürülebilir giyimin erişilebilirliğini sorgulatsa da biz önce biraz mümkünlüğünü tartışalım.

Sürdürülebilir moda akımları

Hızlı modaya bir tepki olarak doğan yavaş moda, az tüketmeyi, kısa süre giyilebilecek kıyafetler almamayı, alınanları da uzun süreler giymeyi temel alır. Hızlı modanın aksine her hafta vitrinlerde yeniden tarzlar değişmez, bu hafta bunları giymek gerekmez, zamansız kıyafetler uzun süreli giyilebilir, hatta birden çok mevsime uygun kıyafetler vardır. Yavaş modada hava alan, dayanıklı kumaşlar ve kaliteli dikişler, kaliteli boyalardan bahsedebiliriz.

Ekolojik moda ise, özellikle kıyafetlerin üretim biçimlerinde çevreye zarar vermemeye odaklanır, kumaşın üretim biçimi, temiz içeriğinin yanı sıra boyasının toprağı kirletmemesi, ambalaj atığını en az düzeyde çıkarmak gibi kriterleri vardır. Bu kriterlerin her birisi de ayrı birer üretim yöntemi, ayrı çevre kirliliği demek.  Örneğin geleneksel pamuk üretimi çok fazla su harcadığı ve geleneksel tarımda yoğun pestisit kullanımı olduğu için organik pamuklu kumaşta pestisitten azade bir üretim vardır, ama yine de çok fazla su tüketilir. Dünyadaki temiz su kaynaklarının durumu düşünüldüğünde organik pamuğun üretim sürecinin sürdürülebilirliği tartışılabilir.

Yeni nesil kimi kumaşlar pamuk çekirdeği veya sapındaki lifleri değişik solüsyonlarla ayrıştırarak kumaşlar üretebiliyorlar, bu sayede geleneksel ya da organik pamuk üretiminde “artık” madde sayılabilecek kısımlar kullanılıyor. Bu noktaya kadar yeni teknolojiler güzel imkânlar sunuyor gibi; ama bir yandan bu kumaşların hepsinin büyük kumaş şirketleri tarafından patentli olduğu, formülün ve üretim yönteminin iplik fabrikası dışına çıkmadığı; örneğin Türkiye’deki kumaş fabrikalarına Avustralya veya Japonya’dan patentli ipliklerin gelmesiyle burada kumaşın üretildiği bilgisini ekleyelim; bu kez de bu yeni teknoloji kumaşların ekolojik ayak izi tartışılabilir oluyor. Örneğin geri dönüştürülmüş kumaşlar tüketimi azaltmak yolunda bir adım olsa da içindeki mikroplastiklerden dolayı deniz ve toprak kirliliği için bir tehdit oluşturabilirler. Boya ve ambalaj süreçleri için de benzer kriterler geçerli elbette.

Polyester-plastik içerikli kumaşlar hayvansal kumaşa alternatif bir vegan kumaş örneği gibi dursalar da mikroplastikleri düşündüğümüzde deniz yaşamına bu derece etkisi olan bu sentetik kumaşları vegan olarak düşünmek de pek mümkün olmuyor.

Kapsayıcı moda

Sürdürülebilirlik kavramı yalnızca üretim yöntemi veya tüketim hızına bağlı kalmamalı, bu sebeple kapsayıcılığı da burada düşünmek gerek. Dünya üzerinde herkesin kendi vücudu biricik iken; hızlı modanın bize sunduğu kalıplardaki kıyafetlere girmemiz, uydurmamız, üzerimize oturtmamız gerekiyor. Konunun zayıflık, beden dayatmaları kısmı bir kenara; içinde elastik katkısı bulunmayan kumaşların özel dikim olmadığı sürece herkesin üzerine tam oturması mümkün olmuyor. Yani petrol türevi içerikli kumaşlar kesimi nasıl olursa olsun birçok vücut tipine uyabilirken doğal içerikli kumaşlar herkesin üzerinde vitrinde durduğu gibi durmuyor. Bu da petrol türevi elastik içeriklerin toplum tarafından olmazsa olmaz olarak algılanmasına neden oluyor. Örneğin dünyanın en yaygın organik kumaş sertifikalarından biri GOTS; iki kademede %90 veya %75 temiz içerikli olmak kaydıyla temiz olmayan içeriğe izin veriyor. Bunun en büyük sebebi endüstriyel üretimin kullanım alışkanlıkları sebebiyle o %25 petrol türevine mecbur hissetmesi. Yani hızlı modanın standart kalıplarının kitlelere satılabilmesi için, plastik içerik gerekiyor.

Etik moda

İnsan haklarından ve etik moda yaklaşımından bahsetmeden tam olarak sürdürülebilirlikten bahsetmiş sayılmayız. Büyük moda markaları başta olmak üzere tedarik zincirinin neredeyse her bir aşamasında işçilerin çok ucuza ve güvencesiz çalıştırıldığı artık biliniyor. Özellikle 2013’de Bangladeş’te Rana Plaza binasının çökmesi, bu gerçeği dünyanın başını daha fazla çeviremeyeceği kadar ortaya koydu. Dünya üzerinde birçok kurum yıllardır işçilerin sağlık ve diğer haklarını alabilmeleri için çalışıyor. Türkiye’de kot işçilerinin güvencesiz ve yasa dışı çalıştırılmalarıyla yakalandıkları silikozis hastalığı giyim endüstrisinin karanlık yüzünü ortaya koyan örneklerden biri. Özellikle “moda devi” diye anılan küresel şirketler, taşeron usulü ile en ucuza mal eden şirkete üretimini teslim ediyor ve bu ucuzluğun nasıl olduğunu bilerek sormuyor, sorumluluk almıyor. Bu küresel rekabette en ucuza üretebilen şirketler de günlük 1 doların altında güvencesiz ve uzun saatler boyunca işçileri çalıştıran 3. Dünya ülkeleri oluyor. Özellikle Rana Plaza’dan sonra şirketlere üretim süreçlerini şeffaflaştırma çağrıları yapan kampanyalar arttı.

Sürdürülebilir moda başlığı altında başka konulardan da bahsedebiliriz elbette; ikinci el kıyafetler, kıyafet paylaşımı, döngüsellik, ileri dönüşüm, kadın ve çocuk emeği…

Sürdürülebilir moda dediğimizde birçok bakış açısını, yaklaşımı, etiği, malzemeyi, üretim biçimini ve hakları kapsayan bir çatı kavramdan bahsediyoruz. Ne giydiğimiz, giydiklerimizle dünyadaki çevre hareketinin ve hak mücadelelerinin neresinde durduğumuz büyük bir sorumluluk. Konu geniş olsa da bu yapılacak çok şey var demek. Öğrenerek, araştırarak, etiket okuyarak, az tüketerek başlayabiliriz.

İlgilenenler için birkaç Türkçe kaynak şöyle:

https://www.surdurulebilirmodalisani.com/
https:// www.temizgiysi.org/

ABD Yüksek Mahkemesi’nin iklim kararı, yıllar süren ‘kirli lobiciliği’ ortaya çıkardı

Yazan: Julia Kane

Yeşil Gazete için çeviren: Hatice Pehlevan

*

ABD Yüksek Mahkemesi 30 Haziran 2022’de, erken saatlerde, federal hükümetlere ait güç santrallerinden çıkan sera gazı emisyonlarını düzenleme gücünü kısıtlayan, fazlasıyla beklenen bir karar yayınladı. Batı Virjinya‘ya karşı Çevre Koruma Ajansı (EPA) davasında, mahkemenin nitelikli çoğunluğunu oluşturan muhafazakar altı yargıç, federal kuruluşların düzenlemeleri kanunlaştırma yeteneğini sınırlandırabilecek rahatsız edici bir emsal karara imza attı. Karar, özellikle EPA’yı ilgilendiriyor. Çünkü EPA, dünya çapında fırtınalara, kuraklığa ve deniz seviyesini yükselmesine neden olan ve gezeni ısıtan emisyonları sıfırlamak için federal girişimleri yönlendiriyor.

Yüksek Mahkeme bu noktaya tesadüfen varmadı. On yıllardır aşırı varlıklı muhafazakar bağışçılar, liberter düşünce kuruluşları ve onların Cumhuriyetçi Parti’deki müttefikleri, federal hükümetlerin şirketleri düzenleme çabalarına –fosil yakıt endüstrisinin kazancını tehdit eden sera gazı emisyonlarını düzenleme çabaları dahil – engel olmak için bir kampanya yürütüyor. Yıllardır yetkilerini aştıklarını düşündükleri kuruluşları cezalandırabileceği bir dava beklentisi içinde, yargıya aşırı önem verdiler ve metodik olarak muhafazakar yargıçları yerleştirdiler.

Batı Virjinya – EPA davasına bakın. Davanın ayrıntılarının anlaşılması güçtü ama İklim Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu ve yöneticisi Kert Davies, temel iddianın “Doğrudan EPA’yı ve onların düzenleme yetkisini hedef aldığını” belirtti. “Onların 50 yıldır bu anı beklediklerini söylemek abartı değildir.”

Fosil yakıtçılardan ‘Dark Money’ ağı

Şimdi olanları anlamak için buraya nasıl vardığımızı gözden geçirmek faydalı olacak.

1970’ler, çevreyle ilgili endişelerde yeni dönemin başlangıcına damgasını vurdu. Amerikalılar yüksek kirlilik seviyeleri ve çevresel tahribatlardan giderek daha fazla telaşlanıyordu. Santa Barbara kıyılarında devasa bir petrol sızıntısı olmuştu. Cleveland’taki Cuyahoga Nehri alev almıştı ve Los Angeles gibi şehirler kalın bir duman tabakasıyla devamlı olarak boğuluyordu. Meclis, tüm bu sorunlara ülkenin temel çevre yasalarını tasarlayarak yanıt verdi: Ulusal çevre politikası yasası, 1970 temiz hava yasası, temiz su yasası, nesli tükenen türler yasası… Hepsi iki partinin üyelerinin desteğiyle geçti.

Federal güçlerin aniden genişlemesi Charles Koch isimli bir petrol yöneticisi tarafından yönlendirilen yeni, kararlı liberter bir hareketi kışkırttı. Koch, 1967’de Minnesota’daki kazançlı rafineriye, petrolü ülke çapına taşımış olan boru hatlarına, mavnalar ve kamyonlar dahil babasından kalan bir çok şirketin mirasına konmuştu. Kapitalizmin ateşli bir savunucusuydu ve özel mülkiyet korumasını aşan herhangi bir devlet faaliyetinin karşısındaydı. Ülkenin en büyük ikinci özel mülkiyet şirketi olan işini kurunca aynı zamanda düşüncelerini ana akıma lanse etmek için kar amacı gütmeyen düşünce kuruluşlardan bir ağ oluşturmaya başladı.

Muhafazakar milyarderlerin radikal sağı nasıl şekillendirdiğini kronolojik olarak anlatan, araştırmacı gazeteci Jane Mayer’in 2016’daki kitabı “Dark Money”e (Kara Para) göre, Charles Koch ve iş ortağı olan kardeşi David Koch, liberal gündemi, daha da etkili hale getirmek için kişisel olarak 100 milyar doların üzerinde bir para harcadı. Hatta sonuçta benzer düşüncedeki küçük bir grup elitin girişimlerini, bir Koch çalışanının ülkenin siyasal sisteminin her yönünü etkileyen “tam olarak bütünleşmiş bir ağ” olarak adlandırdığı şeyi oluşturmaya doğru düzenledi.

Muhafazakar milyarder Charles Koch’un 2019 yılında çekilen bir fotoğrafı. Koch ülkenin siyasal sisteminin her yönünü etkileyen bir ağ kurdu. Fotoğraf: David Zalubowski/ AP.

Ülkedeki en güçlü yasal kurum olarak büyüyen muhafazakar grup Federalist Society, bu ağdaki kritik bir düğüm haline geldi. 1982’de Chicago ve Yale üniversitelerindeki hukuk öğrencileri, son derece muhafazakar yasal bir perspektifi teşvik eden bir grup kurdu. Örgüt, muhafazakar John M. Olin Vakfı’ndan başlangıç fonunu aldı, saygın hukuk okullarında her yıl sempozyumlara ve tanıtım dönemlerine ev sahipliği yapmaya başladı ve kısa zaman içinde Koch ve onun gibilerden büyük miktarda bağışlar aldı.

Federalist Society, en başta, esas olarak hukuk öğrencilerine yönelen tamamı gönüllü bir gruptu. 1990’ların başlarında örgütü avukatları, hâkimleri ve diğerlerini de kapsayacak şekilde genişleten ilk ücretli çalışanlardan biri olan Leonard Leo’yu tuttular. 2000’lerin başlarından 2020’ye kadar Leo, yaklaşık 60.000 üyelik bir ağı denetleyerek grubun yönetici başkan yardımcısı olarak hizmet etti. (Yüksek Mahkeme’deki altı muhafazakar yargıcın hepsi örgüte bağlıdır.)

Koch’un muhafazakar milyarder ağı, sadece adli sistem üzerine yoğunlaşmakta kalmadı. Federalist Society’ye para döktükleri gibi, aynı zamanda iklim değişikliğiyle ilgili birçok girişimi de kapsayan deregülasyon çabalarına da para döküyorlardı. Yıllar boyunca Koch ve Global Climate Coalition (Küresel İklim Koalisyonu), American Energy Alliance (Amerika Enerji Birliği), Competitive Enterprise Institute (Rekabetçi İşletme Enstitüsü) ve American Legislative Exchange Council (Amerikan Yasama Değişim Konseyi) gibi fosil yakıt destekli gruplar, iklim mevzuatına karşı lobicilik yaptı, bilimsel araştırmalar konusunda şüphe uyandıran ve eyleme geçmenin maliyetini vurgulayan araştırmalara finans sağladı.

Chevron doktrininin getirdikleri…

Ama uzun zamandır açıkça biliyorlardı ki yargı sistemi; hükümetlerin şirketlerin çalışmasını denetleme yetkisini zayıflatmak ve devlet yönetimini parçalara ayırmak – düzenlemeleri oluşturan ve yürürlüğe sokan yürütme organındaki hükümet birimlerini – için can alıcı olacaktı.

Liberter grupların hukuki çabaları, önemli sorular doktrini olarak bilinen, nispeten yeni ve tartışmalı yasal iddiayla önceden Chevron doktrini olarak bilinen 1984 Yüksek Mahkeme emsali kararını adeta gasp etmeye odaklandı. Chevron doktrinine göre, eğer Meclis yasada maksadını açıkça söylememişse mahkemeler, bir kurumun açıklamasına bu açıklama makul olduğu sürece saygı duymalıdır. Temel düşünce kurumların, Meclis’in ve mahkemenin sahip olmadığı uzmanlığa sahip olması ve bu kurumların başkanlık seçimi yoluyla dolaylı olarak halka karşı sorumlu ve hesap verebilir olmasıdır.

Önceden Adalet Bakanlığı‘nın üst düzey yetkililerinden, şimdi de True North Research‘ün yönetici müdürü olan Lisa Graves, “Liberter harekete göre Chevron lanet bir şeydir” dedi: “Yıllardır bu örnek olayı tersine çevirmenin ve etkisizleştirmenin yollarını arıyorlar.”

Muhafazakarlar, onun yerine “geniş” ekonomik ve politik sonuçlara yol açabilecek “olağanüstü” davalarda, mahkemenin bir kurumun geniş bir yasayı yorumlamasını görmezden gelebileceğini ve Kongre’den daha net bir yetki almadıkça bir düzenleme yapmasını engelleyebileceğini söyleyen ana sorular doktrinini öne sürdü.

Batı Virjinya – EPA davasında kararı veren Yüksek Mahkeme, işte bu iddiaya dayandı. Böyle yaparak kurumların Meclis’ten net bir yönlendirme yoksa çevre veya kamu sağlığına yönelik yeni tehditlere tepki göstermek için yönetmelikleri yürürlüğe koyma gücünü sarstı. Meclis, en son 30 yıldan fazladır Temiz Hava Yasası’nı değiştirdiğinden beri ilk kez herhangi bir ciddi iklim mevzuatını veya önemli, yeni bir çevre yasasını geçirmede başarısız oldu.

Bir çevre avukatı ve Vermont Hukuk Okulu’nda profesör olan Patrick Parenteau “Bu radikal bir durum. Herkesi etkileyecek, çevre hukuku açısından çok büyük sonuçları olacaktır” değerlendirmesini yaptı.

Liberallerin uzun süredir yönetimle ilgili kurumların şirketleri düzenleme yetkilerini küçümsemesine rağmen, bunu bozmaları için federal mahkemeler üzerinde yeteri kadar etki oluşturmaları zaman aldı. 1991’de Başkan George W. Bush, eski bir Federalist Society üyesi olan ve sürekli olarak Chevron doktrinine itiraz eden Yargıç Clarence Thomas’ı Yüksek Mahkemeye atadı. Yaklaşık on beş yıl sonra oğul başkan George W. Bush, yine eski bir Federalist Society üyesi Yargıç John Roberts’i ve bir aile dostu olan ama üye olmayan Harriet Miers’i atadı. Kurum, Miers’ê karşı harekete geçti ve sonunda Bush, onun yerine Federalist Society’e uzun süredir bağlı olan Yargıç Samuel Alito’yu tayin etti. Roberts, Batı Virjinya – EPA davasındaki çoğunluk görüşünü yazdı ve Thomas ve Alito da aynı fikri onayladı.

Eski ABD Başkanı Obama, Merrick Garland’ın adaylığını açıkladığı basın toplantısında.

Bir diğer muhafazakar büyük zafer,  2010’nun ortasında, Kentucky’li Cumhuriyetçi bir Koch müttefikinin, – o zamanki senato çoğunluk lideri Mitch McConnell– Başkan Barack Obama’nın federal hakimleri atamasını önlemek için şaşırtıcı bir şekilde başarılı bir çaba göstermesi ve “en çok gurur duyduğum anlardan biri” diye bahsettiği Merrick Garland’ın Yüksek Mahkeme’ye adaylığını engellemesiydi. Bu, başkan Donald Trump’ın üç yüksek mahkeme hakimi dahil 200’den fazla federal yargıç atamasının yolunu açtı.

Trump’a yol gösteren, o zaman Federalist Society yönetici başkan yardımcısı olan Leo idi. 2016 yılının Mart ayında Leo, Donald Trump ve daha sonra Başkan Trump’ın Beyaz Saray danışmanı olarak görev yapan, Federalist Society’in bir üyesi olan Donald McGahn ile buluştu. Leo, sonraları Yargıç Neil Gorsuch’un da içinde olduğu, Federalist Society’nin destekleyeceği Yüksek Mahkeme’nin olası adaylarının kısa listesini Trump’a verdi. Trump’n kampanya ekibi de,  Cumhuriyetçi tabanı tatmin etmek amacıyla listeleri kamuoyuna sundu. 2016’da Iowa’daki kampanya mitinginde Trump şunları söyledi: “Eğer Donald Trump’ı gerçekten seviyorsanız, bu harika. Ama sevmiyorsanız da her halükarda bana oy vermek zorundasınız. Neden biliyor musunuz? Yüksek Mahkeme yargıçları… ” Yaklaşık bir yıl sonra yargıçlar Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett, bir başka Federalist Society tavsiyeleri listesinde boy gösterdi.

Federalist Society’nin önceki başkan yardımcısı Leonard Leo, 2017 Kasımı’nda bir Federalist Society etkinliğinde Hakim Neil Gorsuch ile el sıkışıyor. Fotoğraf: Sait Serkan Gürbüz/AP.

Trump seçilince Leo, Senato aracılığıyla Gorsuch, Kavanaugh ve Barrett’in adaylıklarına yol verdi. 2014-2020 yıllarında True North Research tarafından derlenen ABD Gelirler İdaresi dosyalarına göre Leo ve işbirlikçileri, bağışçılarını ifşa etmek zorunda olmayan ve kar amacı gütmeyen muhafazakarlar için 580 milyon dolardan daha fazla para topladı. Kar amacı gütmeyenler ağı, topladıkları paranın çoğunu görüş yazılarına yer vermek için muhafazakar medya bağlantıları güçlendirmek, televizyon programlarında uygun uzmanların yer almasını sağlamak, çeşitli toplantılara konuşmacılar göndermek ve çevrimiçi ortamlarda propaganda videoları oluşturacak kişileri işe almak için kullandı. Bunların hepsi Trump lehine kamuoyu desteği sağlamak ve senatörleri onun seçimlerini onaylaması için baskı altına almak amacıyla gerçekleştirildi.

‘Hırsız baron’ dönemi

Günümüzde, aşırı zengin muhafazakar bağışçılar, liberter düşünce kuruluşları ve Cumhuriyetçi Parti’nin onlarca yıllık eşgüdümlü çabaları doruğa ulaşmış durumda. Yüksek Mahkeme’nin Batı Virjinya – EPA davasındaki kararı biraz daha kısıtlayıcı olsa da fosil yakıtçıların çıkarları açısından önemli kazanım ve Amerika’nın iklim değişikliğini ele alma çabalarına bir darbe.

Graves için Yüksek Mahkeme’nin yeni yönü, “mahkemeler, demokrasimizde halkın  şirketler lehine çıkarılmak istenen yasaları geçersiz kılmak için teraziye ağırlığını koyduğunda,  “hırsız baron” döneminin yeniden canlanması anlamına geliyor: “Özel çıkarlar tarafından tutsak edilmiş bir Yüksek Mahkemeniz var.”

Kısa zaman içinde işler daha tatsız hale bile gelebilir. Halen Cumhuriyetçi eyalet başsavcıları federal mahkeme sistemiyle iklimle ilgili birkaç davaya baskı yapıyor. Mahkemeler, önemli sorunlar doktrinini hükümetin egzoz emisyonlarını kısıtlama gücünü engellemek veya yeni altyapıları ya da çevreyle ilgili kuralları denetlerken karbonun toplumsal maliyetini dikkate alması için kullanabilir. Parenteau, şirketlerin iklim risklerini kamuya açıklamasını gerektiren; önerilen bir kanunun şimdi savunmasız da olduğuna işaret ediyor.

Konre zararı önlemek için harekete geçebilir. Massachusetts’ten bir Demokrat, Elizabeth Warren, çalışma arkadaşlarına mahkemeyi genişletme çağrısı yaptı. ABC News’e konuşan Warren, “Mahkememize biraz güven sağlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu, Amerika Yüksek Mahkemesi’nde daha fazla adalete ihtiyacımız olduğu anlamına geliyor” dedi.  Meclis de Yüksek Mahkeme’ye daha fazla yargıç eklemek için yasa çıkarabilir ama Demokrat liderliğin şimdiye dek bu fikre pek hevesli olmadığı görülüyor.

New York’tan Demokrat temsilci Alexandria Ocasio-Cortez, Senato’nun Gorsuch ve Kavanaugh’dan,  önceki hafta mahkeme tarafından verilen bir başka radikal karar olan Roe v. Wade davası hakkındaki görüşleriyle ilgili, Meclis’i yanıltmaktan dolayı hesap sorması gerektiğini savunuyor. NBC News’e “Yalan söylediler” diyen Ocasio-Cortez, “Yeminliyken yalan söylemenin yargılanması gereken bir suç olduğunu düşünüyorum” görüşünü paylaştı.

Yargıçların mahkemeden çıkarılması için Senato’da üçte iki çoğunluk gerekiyor.

Batı Virjinya – EPA davasında, sert bir muhalefet yapan Yargıç Elena Kagan da  şöyle yazdı: “Bu mahkeme başka ne bilirse bilsin, iklim değişikliğine nasıl yaklaşacağı konusunda hiçbir fikri yok. En son kararında Kongre veya uzman kuruluş yerine kendini iklim polikası konusunda nihai karar verici olarak tayin etti. Daha korkutucu bir şey düşünemiyorum.”

Makelenin İngilizce orijinali

[Bir şarkının hikayesi] Comme ils disent/ Charles Aznavour

Charles Aznavour, 1972 yılında bir eşcinselin hikayesini anlattığı şarkısını Olympia’da ilk defa icra ettiğinde, hiçbir yanlış anlaşılmaya veya alaya alınmaya fırsat vermemiş ve o yıllarda hala tabu olan bu konuyu açık yüreklilikle ele almıştı.

1968 Mayıs’ında Sorbonne’daki öğrencilerden oluşan bir eylem komitesinin eşcinsellere  yapılan baskıya ilk karşı çıkışlarından bu yana dört yıl geçmiş olmasına rağmen, eşcinsellik Fransa’da hala yasaktı ve suç kabul edilmemesi için bir 10 yıl daha geçmesi gerekecekti.

Kendisinden önce çok az şarkıcı konuya bu denli ciddiyet ve hassasiyetle değinmişti.

Şarkıyı bestelediğinde  48 yaşında olan Charles Aznavour, fikirlerini söylemekten çekinmeyen ve geri adım atmayan bir şarkıcıydı. Edebiyatta, resimde ya da fotoğrafta olduğu gibi şarkıda da samimi olmak ve bayağıya kaçmamak şartı ile her şeyin söylenebileceğini düşünüyordu.

‘İkili yaşam’ın bedeli

Gözlem yapmayı  ve taklit etmeyi çok iyi bilen Aznavour, bu şarkıda şoförü, sekreteri ve dekoratör arkadaşı Androuchka’dan esinlenmişti.

Aznavour, hikayedeki kahramanının sürdüğü ya da toplum baskısı ile sürdürmek zorunda kaldığı “ikili yaşamı” şarkının içinde ustalıkla anlatıyordu.

Şarkının ilk kıtalarında  annesi, kanaryası, kaplumbağası ve kedisi  ile yalnız yaşayan ve biraz da dekorasyonla ilgilenen orta yaşlı bir adamın portesi çiziliyor gibiydi. Annesine bakan, alışveriş, çamaşır, ütü gibi ev işleriyle uğraşan ve hayvanlarıyla vakit geçiren anlatıcı, toplumun kendisini hapsettiği evinde sınırlı günlük faaliyetlerini sürdürüyordu.

Üçüncü kıtada Aznavour, hikayedeki kahramanının geceleri icra ettiği gerçek mesleğini açıklayarak dinleyiciyi şaşırtıyordu. O, geceleri kabarede gösteri yapan bir artist, bir “drag queen” idi.

Gösterisini striptiz’in ardından erkek seyircilerin şaşkın bakışları arasında tümüyle çıplak olarak sonlandırıyordu.

Je suis un homme, oh
 comme ils disent”

“Ben bir homo’yum söyledikleri gibi”

Aznavour, dönemin LGBTİ+’larının ikili hayatlarını, toplumun gözlerinden uzakta, partilerde, tiyatrolarda ve kabarelerde sürdürebildiğini gözler önüne seriyordu. Bu anlar, onların özgürlük anlarıydı. Ama bu anlarında bile arkadaşlarına show yapmak için onları mimik ve jestlerle taklit eden bazı münasebetsizlere de rastlamıyor değillerdi. Hikayenin kahramanı eşcinselleri taklit ederken gülünç duruma düşen bu insanları “zavallı deliler” olarak tanımlasa da alaylarının ardındaki gerçek payını da kabulleniyordu.

 

Charles Aznavour’un şarkıda yarattığı karakter kendini olduğu gibi kabul etme cesaretini gösteriyor olsa da ikili bir yaşam sürmek ve toplum tarafından kabul edilmemek onun canını acıtıyordu. Sabaha karşı yeni bir gün doğarken evine dönüp  kendi deyimi ile “Zavallı bir palyaço gibi” takma kirpiklerini ve peruğunu çıkardığında, tekrar olduğu kişiye geri dönüyor ve gece yaşadığı “dönüşüm” doğduğu yerde sona eriyordu.

‘Farklılıkla ilgili yazılmış en iyi şarkı’

Şarkının sonunda Charles Aznavour, yarattığı karakter üzerinden, LGBTİ+lara empati ile yaklaşmayıp onları yargılayanlara bir de mesaj göndermişti. Kimsenin onu suçlamaya ya da yargılamaya hakkı yoktu, eğer “Söyledikleri gibi bir homo” idiyse  bunun tek sorumlusu “Doğa” idi.

Aznavour, Le Figaro ile yaptığı söyleşide şarkıyı ilk defa eşcinsel arkadaşlarının bulunduğu bir ortamda söylediğinde aldığı tepkiyi şöyle anlatmıştı:

Önce soğuk bir hava esti ve ardından şarkıyı kimin seslendireceğini sordular. ‘Ben’ diye cevap verdiğimde bir sonraki soru, öncesinde bir açıklama yapıp yapmayacağımdı. Düşünebiliyor musunuz  sahneye çıkıp kendimi bir eşcinselin yerine koyacaktım ama öncesinde eşcinsel olmadığımı söyleyecektim. Tabi ki bu söz konusu bile olamazdı.”

Aznavour  sahnede şarkıyı seslendirdiğinde kollarını çapraz yaparak arkadaşı Androuchka’nın duruşunu taklit etmişti.

Şarkının 45’liği 150.000 kopya sattı ve Charles Aznavour’un imza şarkılarından biri oldu.

Belçikalı şarkıcı Lara Fabian, 2003 yılında Olympia’da verdiği konserde şarkıyı seslendirdi ve “En toute Intimité” adlı albümünde yayınladı.

 

Fransız şarkıcı, Calogero RTL’e verdiği demeçte “Comme ils disent”in  sadece LGBTİ+ların değil, onların kız kardeşlerinin ve annelerinin de kaderini dikkate alan ve onlara cesaret veren bir şarkı olduğunu söyleyip şöyle ilave etmişti: “Farklılık ve eşcinsellikle ilgili bugüne kadar yazılmış en iyi şarkıdır.”

Kaynakça

  • Trollion C., Décès de Charles Aznavour: l’histoire de “Comme ils disent”, 1.10.2018, RTL
  • Lentz P. “Comme ils disent”: Quand Aznavour précurseur chantait l’homosexualité, 1.10.2019, Huffpost
  • Haloche L., Comme ils disent de Charles Aznavour, 16.08.2011

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Doğada farklıysak kardeşiz!

“… doğayla içiçe yaşamak istiyorum!” Büyük şehirde ikamet ediyorsanız muhtemelen bu cümleyi arkadaş çevrenizden sıkça duymuş, belki de kendiniz kurmuşsunuzdur. En geç emekli olunca köye, kıra göç etmek nicedir plazalarda ya da home officelerde ömür tüketen orta yaş beyaz yakalıların büyük hayali. Gençler arasında işsizlik yayıldıkça henüz yirmili yaşlarını sürenler dahi diplomalarını duvara asmak yerine rafa kaldırmayı düşünen, eski bir köy evinde küçük bir parça toprakla geçinip gitmek üzerinde hesap yapanlar artıyor.

Çoğunlukla fanteziden öteye gidemeyen bu “doğaya kaçış akımı”nda kuşkusuz Dünya’nın ekolojik dengesinin hızla bozulup etkilerini günden güne daha çok hissettirmesinin büyük payı var. “Birey olarak büyük gidişatı durduramayacaksam, hiç değilse bireysel (ya da en iyi ihtimalle küçük bir arkadaş çevresiyle sınırlı kolektif) kurtarılmış alanım olsun” güdüsüyle çiftlik hayatına çoktan geçenler de var tabii. Tıpkı o çiftlik hayatında beklediğini bulamayıp  hayal kırıklığıyla eski yaşamlarına dönenler olduğu gibi. Sonuçta doğayla iç içe yaşamayı istemek ile doğal yaşamla baş etmek, demek oluyor ki doğayla uyum içinde yaşamak iki farklı şey.

Kardeşçe yaşamak emek ister, bostan da öyle…

İkincisini başarmak birçok faktöre bağlı, öncelikle de bilgiye. İşte, Doğan Çocuk’tan geçtiğimiz aylarda çıkan Bostan Kardeşliği adlı kitap, belki de günün birinde küçük bir toprak parçasıyla ilgili büyük hayaller kuracak olan bugünün çocuklarına hitap edip onlara şimdiden temel bilgileri kazandırmayı amaçlıyor.

Kitap, daha adında ele verdiği gibi kardeşlik fikri etrafında kurgulanmış. “Kardeşçe yaşamak emek ister, bir bostan da öyle… ” deniyor arka kapakta. “Hem lezzetli hem sağlıklı ürünler almak istiyorsak doğaya onun dengesini bozmadan kardeşçe yaklaşmalıyız. Üstelik bir kardeş bostanında sebze meyveler de birbirine destek olur, biri diğerini korur ve gelişmesine yardım eder” açıklamasını yapan yazar Mariapia De Conto elbette bu genel geçer bilgileri vermekle yetinmiyor. İlerleyen sayfalarda fesleğenin yanına dikilen domateslerin güzel koktuğunu, salatalıkların aynısefa çiçeklerinin yakınında büyümeyi sevdiğini öğrendiğimiz gibi “bitki birliği” kavramının anlamı ve önemi de izah ediliyor.

Sözlük anlamı aynı anda iki ya da daha fazla bitki türünün birbirine yakın mesafeyle ekilerek yetiştirilmesi olan (tarımda) bitki birliği her şeyden önce verimi artırıyor. Çünkü uzun bitkiler kısalara gölge sağlıyor, çünkü farklı bitkiler farklı savunma mekanizmalarıyla zararlı böcekleri uzak tutmak için güç birliği ediyor. Hatta yabani otların bile ekolojik tarıma faydası var. Mesela yonca, doğanın dengesi için çok önemli, çünkü tozlaşma sağlayan polenleri bir çiçekten diğerine taşıyan arı gibi böcekleri kendine çekiyor.

Aynılar da farklılar da yan yana

Çünküler çoğaltılabilir. Üstelik yazar onları madde madde açıklamakla yetinmeyip hepsiyle ilgili somut örnekler veriyor. Bu da onu, öncelikle hedef kitlesi çocuklar olmasına karşın, ekolojik tarımın ABC’sini öğrenmek ya da tazelemek isteyen yetişkinler için de ilgi çekici kılıyor. Yalnızca kırsalda yaşayanlar değil, bostan illüzyonu yaşatacak bir apartman bahçesine ya da büyükçe birkaç saksı alan bir balkona/terasa sahip olan şanslı kentliler de bu kitaptan bahçecilik denemelerini gerçek birer deneyime dönüştürmek için faydalanabilir. Kaldı ki hangi otun hangi sebzeye fayda sağladığını; hangi aromatik bitkinin hangi sebze ya da meyveye tat kattığını, hangi bitkilerin birbirleriyle iyi anlaştığı, hangilerinin geçinemediğini öylesine öğrenmek bile heyecan verici.

Hem belli mi olur belki bir gün siz de kendinizi doğayla iç içe yaşamak hayalini gerçekleştirmeye çalışırken bulursunuz. İşte o zaman bu kitabı okumuş çocuklarınızın size bilgiçlik taslamasını istemiyorsanız şimdiden aile içi çatışmanın bitkiler için de geçerli olduğunuzu öğrenmekte fayda var.  Sonuçta kardeşlik bir yere kadar. Asıl zenginlik farklılıklarda. Özetle; Bostan Kardeşliği, doğa ile iç içe yaşayabilmek için doğanın doğal işleyişinden ders çıkarmamız gerektiğini, çıkarılacak en önemli dersin de kardeşçe yaşamanın sırrının farklılıkların uyumlu birlikteliği olduğunu öğütlüyor.

Yazar: Mariapa De Conto

İtalya’nın Pordenone şehrinde doğdu. Porcia’da yaşıyor. En büyük tutkusu kitaplar, kediler ve bitkiler. Yıllardır çocuk edebiyatıyla uğraşıyor; okutmanlık ve okul kütüphanelerinin geliştirilmesiyle ilgili projeler yürütüyor. Çocuklarla okuma buluşmaları ve atölyeler, yetişkinler için eğitim kursları ve yazarlarla buluşmalar yapıyor. Okul kitapları ve romanları yayımlanmıştır.

Çizer: Silvia Mauri

Karga kılığında dünyayı gezen, hiç büyümeyen bir çocuk. Floransa Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden ve Milana IED’de İllustrasyon Bölümü’nden mezun oldu. Şu anda Como’da yaşıyor ve ve 0-122 yaş arası çocuklar için serbest illüstratör olarak çalışıyor.  Yaptığı birçok iş birliği arasında Editoriale Scienza, Rizzoli, Mc Editrice, Rolling Stone Magazine, Hoppipolla, Bepart, Courmayeur Noir in festival, Collective Arts Brewing, ABI Associazione Bance Italiane, Storie da non raccontare sayılabilir. 2010 yılından bu yana İtalya’da ve yurtdışında çok sayıda karma ve kişisel sergide yer almış, sektörel bazı önemli ulusal festivallere katılmıştır

Gül

Yeryüzü’nün bir parçasını oluşturan “gül” bir nedeni olmaksızın ve bir sonuç hedeflemeksizin güzeldir. Hatta güzel olma kaygısı gütmeksizin güzeldir. Onu “güzel” olarak adlandırmak suçu ise “çirkin”liği de icat etmiş olan insana aittir. [1]

Aynı insan dini, devleti, düzenli orduyu, bir sonsuz kötülük örgütlenmesi olan pan-kapitalizmi ve uzantısı olan “seçilmiş tek adam rejimleri”ni de icat etmiş ve ona müşteri olarak katılarak pan-insanlığa evrilmiştir.

Pan-insanlığın vatanı gökdelen ve banka şubesinin olduğu her yer, bayrağı kredi kartı, kutsal kitabı ise hesap ekstresidir.

İnsan (artık) varlığını edindiği, bir parçası olduğu yeryüzü’ne ihanet ederek yaşamaya başlamış; yeryüzü ile ilişkisini temsil eden ve edilen [= adına konuşan ve adına konuşulan (= yöneten ve yönetilen)] olarak (yeniden) tanzim ederek ona layık olmadığını göstermiştir.

Kabul etmemiz gereken basit, çıplak gerçek budur.

Gül ise her şeye rağmen ve her gün yeryüzü’nün bir şairi gibi açmaya hâlâ devam etmektedir. [2]

*

[1] Esin kaynağı olarak bkz.: Nancy, J-L., Dünyayı Yaratmak ya da Küreselleşme, s. 68.
[2] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.