Ana Sayfa Blog Sayfa 731

Yine kömür, yine ölüm: Bartın’daki patlamada 41 maden işçisi yaşamını yitirdi

BARTIN –  Amasra’da Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı madende dün akşam 18.15’te yerin 300 metre altında meydana gelen grizu  patlamasının ardından  41 işçinin cansız bedenine ulaşıldı.

Sabah erken saatlerde ölenlerin sayısı 28 olarak duyurulmuştu.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun son açıklamalarına göre yerin altındaki 110 işçiden 58’i kendi imkanlarıyla kurtulurken 11’inin hastanalerdeki tedavisi devam ediyor. 

İşçiler, arkadaşlarını kurtarmak için sabaha kadar AFAD ve UKOME ekiplerine yardım etti.

Öte yandan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez‘in bundan 25 gün önce katliamın gerekleştiği madene ziyarette bulunduğu, Sayıştay’ın 2019 raporunda ocakta grizu patlaması riskine değinildiği ortaya çıktı.

Bakanlık, bu ziyaret için ‘denetim değil, nezaket ziyaretiydi‘ açıklaması yaptı.

Göz göre göre gelen bir cinayet daha

Meslek örgütleri ve uzmanlar, yerin -300 kotundaki madende gaz içeriğinin yüksek olduğunu, ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi risklerin bilindiğine ve önlenebilirliğine dikkat çekiyor.

Sayıştay’ın Denetim Raporu’nda gaz risklerinin yanı sıra, işçi sayısının tehlike doğuracak boyutta azaltılmış olduğu , yer altı haberleşme sisteminin uzun süre kesik kalabildiği, 24 saat takip gerektiren tehlikeli gaz ölçümü sisteminin sağlıklı işlemediği tespitleri de yer alıyor.

Öte yandan TTK, Sayıştay Raporu’nu gündeme getiren haberlerde ‘dezenformasyon’ yapıldığını, “tüm müesseselerinde maden iş sağlığı ve güvenliği kurallarına sıkı sıkıya riayet edilerek üretim yapıldığını” öne sürdü.

Kurumun açıklaması şöyle:

“Ocak içerisindeki havalandırma ile kömürün bünyesindeki metan gazı birbirinden farklı konulardır. Dolayısıyla bu durum iş sağlığını ve güvenliğini etkileyen bir durum değildi. Öte yandan Kurumumuzdaki tüm müesseselerimizde maden iş sağlığı ve güvenliği kurallarına sıkı sıkıya riayet edilerek üretim yapılmaktadır.”

Sayıştay’ın raporuna göre söz konusu ocakta 2019’da 190 iş kazası meydana geldi.

2020 yılında 157’si yer altında, 7’si yer üstünde olmak üzere toplam 164 iş kazasında 164 işçi yaralandı.

Sayıştay Raporu’nun ilgili bazı bölümleri ise şöyle:

Her cinayette olduğu gibi bunun da mutlaka faili vardır

TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz, yaptığı basın açıklamasında şunları söyledi:

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğünü bakın” derler.

Tanıyın işte:

Bizim ülkemizde insanlar, evine üç kuruş ekmek parası götürebilmek için yerin yedi kat dibinde ölüyorlar. Bizim ülkemizde insanlar, işyerlerinin güvensizliği, yetkililerin sorumsuzluğu, patronların açgözlülüğü nedeniyle ölüyorlar. Bizim ülkemizde insanlar siyasi iktidarın rant hırsı nedeniyle, insan hayatını umursamazlığı nedeniyle ölüyorlar. Bizim ülkemizde insanlar kanunlar işletilmediği için, sorumlular cezalandırılmadığı için ölüyorlar.

Binlerce kişi öldük, on binlercemiz yaralandı. Bunca hayatımız elimizde alınırken ne bir patron hal ettiği cezayı aldı, ne bir sorumlu yargılandı, ne bir siyasi istifa etti. “Kaza” diyorlar, “fıtrat” diyorlar, “kader” diyorlar… Tüm bu sözler yaşanan faciaların arkasındaki sorumluları gizlemek için söyleniyor.

Gerekli önlemleri almadan, denetim yapmadan, güvenli koşulları oluşturmadan madencileri yerin yüzlerce metre altına gönderirseniz buna kaza diyemezsiniz. Bunun adı düpedüz cinayettir. Her cinayette olduğu gibi bunun da mutlaka faili vardır.

Madenci kardeşlerimizi göz göre göre ölüme yollayanlar bu cinayetin sorumlusudur. Madende güvenlik önlemlerini almayanlar bu cinayetin sorumlusudur. Madenlerin bu biçimde çalıştırılmasına izin verenler bu cinayetin sorumlusudur. Ve elbette madenleri vahşi bir sömürü ve rant kaynağı olarak kullanan siyasi iktidar bu cinayetin sorumlusudur.

Bizler bu sorumluların yargılanmasını, hesap vermesini istiyoruz. Bu işin peşini bırakmayacağız.”

 

 

Çocuk oyuncakları: Renkli ve sevimli maskotların karanlık yüzü

Geçen hafta hiçbir şeffaflığı olmayan üretim bantlarından çıkan plastik ambalajların içeriğindeki kimyasalları neden bilmediğimizi ve buna rağmen bundan pek de rahatsız olmayıp, onların en kıymetlilerimizle temas etmesine nasıl da müsaade ettiğimizi yazmıştım.

Bu durumun oldukça ilgi çekici olduğunu görünce bunu daha da ileri götürüp çocuk oyuncaklarına da değinmenin faydalı olacağını düşündüm. Aslında uzun süredir bu meseleye değinmek aklımdaydı ancak sürekli farklı konulara değinmek gibi bir durum ortaya çıkınca hep ertelemiştim. Çünkü yakın zamanda bir arkadaşımın çocuğuna doğum günü için bir hediye alma girişiminde bulunmuş ve çocuk ürünleri satan mağazalarda plastikten yapılma oyuncaklar ve eşyalar dışında neredeyse hiçbir şey olmadığını görmüş ve şok olmuştum. Ancak tahta bloklarla oynanan bir oyun bulmuş ve onu almıştım. Almak istediğim oyuncakların neredeyse hepsi plastik ve üstelik içeriği belli olmayan plastiklerdi. Ancak içeriği belli olmamasına rağmen bu kadar plastik oyuncak nasıl oluyor da tüm oyuncak pazarını işgal edebiliyordu?

Bu sorunun çok sayıda cevabı olabilir. Üreticilerin kar marjı daha yüksek olduğu için plastikten başka madde kullanmaması, ebeveynlerin bu konuda çok da kaygılı olmaması ve tabii ki piyasada başka tipte oyuncak olmaması ya da olanları da fahiş fiyatta olması ilk başta sayılabilecekler. Malum sağlıklı yaşamak ya da çevre dostu olmak zengin olmayı gerektirir. Aksi takdirde sağlıklı ve kaliteli ürünleri satın alamıyorsunuz. Ayrıca denetimsizlik ve başıboşluk da önemli bir faktör.

‘Geri dönüştürülen’ oyuncaklar da güvenli değil

Plastik oyuncakların ne düzeyde tehlike yaratabildiğine değinmeden önce bazı şeylerden bahsetmekte fayda var. Mevcut kullan at kültürünün, kaynaklar açısından israf ve Dünya’nın sınırlı kaynaklarını tüketmekten başka bir anlamı olmadığına hep değiniyoruz. Buna karşı alınan önlemler de yok değil. Örneğin 2021’de Avrupa Parlamentosu, Döngüsel Ekonomi Eylem Planı’nı bu kültürden kurtulma iddiasıyla kabul etti. Bu bağlamda ürün ve malzemelerin yeniden kullanılmasını, onarılmasını ve geri dönüştürülmesini teşvik eden bir dizi düzenleme gerçekleştirdi. Ancak sorun şu ki, her türlü ürün tekrar kullanılabilir ya da geri dönüştürüldükten sonra güvenle tekrar kullanılabilir değil.

Göteborg Üniversitesi‘nden araştırmacılar yakın zamanda Journal of Hazardous Materials Advances isimli bir dergide eski oyuncakların ve süs eşyalarının kansere neden olabilecek, DNA’ya zarar verebilecek veya çocukların gelecekteki üreme kapasitelerini bozabilecek zehirli kimyasallar içerebileceğini gösteren bir makale yayımladılar. Çalışma kapsamında plastik oyuncaklarda plastikleştirici ve alev geciktirici olarak kullanılan fitalatlar ve kısa zincirli klorlu parafinler keşfedilmiş. Araştırma için, yeni üretilmiş ve kullanılmış olan iki farklı gruptan 157 farklı oyuncak toplanmış ve kimyasal içerikleri ölçülmüş. Çalışma, eski oyuncakların ve eşyaların çoğunun (%84) mevcut yasal sınırları aşan miktarlarda zehirli kimyasal içerdiğini ortaya koyuyor. Yeni oyuncakların ve eşyaların da %30’u zehirli kimyasallara ait yasal sınırları aşıyormuş. Burada yasal sınırların da zaman içinde değişebildiğini söylemek lazım. Hatırlayın daha önce de PFAS için eskiden belirlenen sınırların altık olmadığını ve en düşük miktarın bile zehirli kabul edildiğinden bahsetmiştik. Yani yeni oyuncaklarda ya da eski oyuncaklarda bu zehirli kimyasalların varlığı yeterli. Ancak bazı plastiklerde plastik üreticileri ellerini korkak alıştırmamış ve kimyasalı boca etmişler. Örneğin, kullanılmış oyuncak topların çoğunda, oyuncağın ağırlığının %40’ından fazla ve yasal sınırın da 400 katından daha fazla olan fitalat konsantrasyonlarına rastlanmış.

En zehirli kimyasallar plastik oyuncaklarda

Avrupa’da oyuncakların kimyasal içeriğine ilişkin düzenlenmiş olan bir AB mevzuatı mevcut. Bu mevzuat çocukların sağlık ve güvenliğini korumak amacıyla oyuncaklarda bulunan bir dizi kimyasal maddenin miktarlarının ne kadar olabileceğine karar veriyor. Bu direktif yeni oyuncaklarda fitalatlar için izin verilen sınır değeri ağırlıkça %0,1 ve kısa zincirli klorlu parafinler için de ağırlıkça %0,15 olarak belirlemiş. Göteborg Üniversitesi’nden Bethanie Carney Almroth ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ortaya konulan sonuçlar olayın kontrolsüzlüğünü ve plastiğin neden beşikten mezara şeffaf bir üretim bandına sahip olması gerektiğini anlamak açısından ibretlik bir duruma işaret ediyor. Bu çalışma, yeniden kullanım ve geri dönüşümün her zaman iyi bir şey olarak kabul edilemeyeceğinin de göstergesi. Sağ olsun plastik üreticileri halk sağlığı konusunda o kadar vurdumduymaz ve bir o kadar da oksimoron ki hem döngüsel ekonomi, hem plastik hayatı kolaylaştırıyor diye propaganda yapıp hem de plastik ürünlerin hem de en hassas olunan çocukların kullanımına yönelik olanlarına en zehirli kimyasalları boca ediyorlar. Olacak iş değil. Dolayısıyla plastik gibi son derece zehirli ve tehlikeli bir kimyasal için döngüsel ekonomiye geçişte, tehlikeli kimyasallardan kurtulmak için ikna ya da uzlaşmaya değil yasaklar ve diğer kısıtlayıcı ve sınırlayıcı politika önlemlerine ihtiyacımız var.

Türkiye’de durum

Peki, Türkiye’de durum nedir? Oyuncakların içeriğindeki bu zehirli kimyasalların bulunurluğuna dair bir yönetmelik ya da geri dönüştürülmüş plastiklerin ya da yeniden kullanıma uygun olarak pazarlanan plastiklerin içeriklerinde bu kimyasallardan ne düzeyde yer alması gerektiğine dair bir yönetmelik mevcut mu? 2016 yılında (2019’da revize edilen) oyuncakların güvenliğine ve serbest dolaşımına ilişkin usul ve esasları belirleyen bir yönetmelik yayımlanmış. Ondan önce maruz kalınanlar için geçmiş olsun. Bu yönetmelik ve eklerinde bazı düzenlemeler ve kısıtlamalar mevcut. Örneğin 55 farklı kokunun alerjik olduğu gerekçesiyle kullanılması yasak ve 11 tanesi de 100 mg/kg’dan daha fazla bulunamayacağı belirtiliyor (Kokular konusunda geçmişteki kokulu silgileri hatırlayınız).

Yönetmeliğin tüm referansları AB direktifine yapılmış. Cıva ve kurşun da dâhil olmak üzere birçok ağır metal için migrasyon limitleri belirlenmiş ama çoğunluğu merdiven altı üretim olan plastik oyuncakların, bu migrasyon testlerine tabii tutulup tutulmadıklarını bilmiyoruz. Ayrıca yönetmelikte fitalat, bisfenol A dışındaki bisfenoller, alev geciktiriciler ya da diğer plastik eklenti kimyasallarının ne düzeyde kullanılıp kullanılamayacağına dair herhangi bir ibare gözüme çarpmadı. Kaldı ki bu oyuncaklara dair bir denetimin olup olmadığı, oluyorsa denetimlerin ne sıklıkla yapıldığı ve yapılan denetimlerde hangi zehirli ve hormon bozucu kimyasalın test edildiği ve ne sonuçlar elde edildiğini bilmiyoruz (Oyuncaklardaki fitalatlara dair Dr. Bülent Şık 2017 tarihinde bir yazı kaleme almış ve durumu özetlemiş). Bu arada aklınıza plastik toplardaki ya da oyuncaklardaki o kesif plastik kokusunu getirin ve bu kokunun nasıl da hafızanızda yer edindiğini anımsayın.

Sonuç olarak özellikle gıdayla temas eden ya da çocukların kullandığı plastik ürünler başta olmak üzere plastik ürünlerde içeriğe dair tüm detayların belirtildiği bir etiketleme zorunluluğu şart. Sadece bu da değil bu tür plastiklerde ve hatta tüm plastiklerde tehlikeli olan bazı kimyasalların da kullanımının yasaklanması gerekiyor. Bunun için de plastik üretiminde beşikten mezara şeffaflık zorunluluğu getirilerek, plastiğin zehirsiz üretiminin ve tekrar kullanıldığında ya da geri dönüşüme sokulduğunda sıfır zarar prensibiyle üretimine izin verilmesi şarttır.

 

[Bir şarkının hikayesi] Purple Rain/ Prince

Gösterişli ve androjen kişiliği, kapsamlı bir falsetto ve tiz çığlıklar içeren geniş vokal aralığı ile kendi kuşağının en büyük müzisyenlerinden biri olarak gösterilen Prince, 2016 yılında henüz 57 yaşında iken  aşırı doz fentanyl kullanımından hayatını kaybetti.

19 yaşında iken Warner Bross ile ilk sözleşmesini imzalayan Prince, beş yıl içinde ardı ardına beş albüm çıkardı. “1999” adlı albümünden sonra çıktığı turnede Bob Seeger’ın da sahne aldığı birçok şehirde konser vermiş ve onu canlı olarak dinleme fırsatı olmuştu. Seeger’ın “Nightmoves” ve “Mainstreet” gibi hikayeleri olan şarkılarda, kendilerinden bir şeyler bulan dinleyicileri ile kurduğu bağdan oldukça etkilenmişti. Bob Seeger’ı ilham alarak yazmaya karar verdiği balad, kendisi ile özdeşleşen en ikonik şarkısı olacaktı.

Fleetwood Mac’in ünlü solisti Stevie Nicks, bir gün Prince’den sürpriz  bir teklif aldı. Sanatçı, son yazdığı şarkının sözleri için Nicks’in yardım istiyordu ve ona 10 dakikalık bir demo kaseti göndermişti. Demo, çoğunlukla enstrümantal olarak kaydedilmişti ve bazı bölümlerde de Prince söylüyordu. Nicks, 2013 yılında Mojo dergisine verdiği  röportajda, demoyu en az  100 kere dinlediğini ama Prince’e nereden başlayacağını bilemediğini, kendisine uzatılan bu benzersiz zeytin dalını reddettiğini söylemişti ve ”Galiba benden beklediği sadece sözleri yazmam değildi ve sanki ikimiz arasında duygusal bir yakınlaşma olmasını da istediğini düşünmüştüm” diye ilave etmişti.

Böylece, bu iki benzersiz sesin işbirliğinin ve olası düetinin nasıl olabileceği hayranları için sadece hoş bir hayal olarak kaldı ama bu kez Prince’in yardımına grup arkadaşları yetişecekti.

Country’den soul’a

Rutin provalarından birinin sonuna doğru Prince grup arkadaşlarından bitiremediği bu balad için destek istedi. O dönemda Linda Coleman ve Wendy Melvoin’un Revolution adlı grubuyla beraber çalıyorlardı. Şarkı, “country” tarzda yazılmıştı ama Wendy Melvoin gitar akorlarını o kadar farklı ve güzel çalmıştı ki, Prince country’den tamamen vazgeçecekti. Altı saat boyunca durmadan çalıştılar ve o gün şarkıyı bitirdiler.“Purple Rain” rock ve soul müzik tarzında harika bir şarkı olmuştu.

Ancak Prince şarkıyı kaydettikten sonra, parçasının Journey grubunun “Faithfully” adlı şarkısını andırdığından şüphelendi ve şarkının bestecisi Jonathan Cain’i arayarak şarkıyı dinlemesini rica etti. Cain ise “Purple Rain”in kendi şarkısıyla, sadece dört ortak akorunun bulunduğunu ifade ederek Prince’i rahatlattı. Ayrıca Cain, şarkının hit olacağına dair inancını da eklemeyi ihmal etmemişti.

Purple Rain” aynı isimli filmin de merkezindeydi. Senaryo gereği, Prince grubundaki kadın üyeler olan Linda ve Wendy’nin hiçbir şarkısını dikkate almıyordu. Filmin sonunda Prince’in grubu rakip grup The Time ile bir rekabete giriyordu  ve Prince, grup arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında  “Purple Rain”i Linda ve Wendy’nin şarkısı olarak takdim ediyordu. Gerçekte şarkı Prince’e ait de olsa, grup arkadaşlarıyla işbirliği yaparak bitirdiği  ender şarkılardan biri olmuştu.

Kıyametten sonra yeni bir başlangıç

Şarkının sözlerinin ne ifade ettiği konusunda da farklı görüşler ortaya atılmıştı. Parçanın bazı mısraları eski bir sevgiliye yazılmış gibi gözükse de “Purple Rain” bir aşk şarkısı değildi.

Gökyüzü kan rengi (kırmızı) olduğunda, mavi ve kırmızının karışımı mor (purple) ortaya çıkıyordu.  Mor renk bu nedenle  Prince’e  kıyameti çağrıştırıyordu.

Mor yağmur, dünyanın sonunun geldiğinin habercisiydi ve mor yağmurun içinden Tanrı’nın sevdiğinizle beraber sizi, yeni bir başlangıca götürmesine kendinizi bırakıyordunuz.

Prince şarkının kıyametle ilgili olduğunu söylerken, grup arkadaşı Coleman ise yenilenmeyle ilgili olduğunu söylemişti. Bu iki yorum farklı gibi gözükseler de aslında birbirleri ile çelişmiyordu.

Prince’in ailesi Yedinci Gün Adventist Kilisesi mensubu idi ve mensubu olduğu inancın “Purple Rain”in sözlerine yansıdığı söylenebilirdi. Hristiyan inancına sahip bazı kiliselere  göre “Kıyamet” bir son ve yeni bir başlangıçtı. Kıyamette şeytan dünyadan temizlenmiş olacaktı.

“Purple Rain”, Prince’in imza şarkısı oldu ve mor renk onunla özdeşleşti. Filmin ve şarkının ezici başarısı sanatçıya farklı duygular yaşatmıştı. Observer’a verdiği röportajda “Purple Rain”in kendisini korkuttuğunu ifade ederek “Bu şarkı benim albatros’um oldu. Müzik yaptığım sürece benim boynuma yapışık kalacak” demişti.

“Purple Rain” yayınlandığı sene Bilboard Hot 100’de ikinci sıraya kadar yükselmiş ve orada iki hafta kalmıştı. Prince, 2016 yılında ani bir şekilde hayatını kaybedince ikonik şarkısı itunes’de zirveye çıktı ve  tekrar Bilboard’a girerek, dördüncü sıraya kadar yükseldi.

Rolling Stone dergisi “Tüm zamanların  en iyi 500 Şarkısı” listesinde “Purple Rain”i 18.sırada gösterdi.

2020 yılında enerji içeceği firması Bang Enerji,”purple rain” kelimesini kendi adına tescil ettirmek istediğinde Prince’in mirasını yönetenler iptal davası açtı. Hakimler “Purple Rain”in “benzersiz ve tartışmasız” olarak Prince’e ait olduğunu tescil etti.

Beklenmedik ölümünden önce 14 Nisan 2016’da Atlanta’daki son konserini “Purple Rain” ile  bitiren Prince, sevenlerine de kendisiyle özdeşleşen parçası ile veda etmiş oluyordu.

Kaynakça

  • Eames T., The Story of.. ‘Purple Rain’by Prince, 7 September 2018,u pdated 20 April 2020
  • Whatley J., The Story Behind The Song:Prince’s apocalyptic ballad: ’Purple Rain’, 26 September 2020
  • Songfacts, Purple Rain
  • Wikipedia, Purple Rain, Prince

 

Himalaya buzulları eridikçe Güney Asya’daki su krizi derinleşiyor

Küresel iklim krizinin öldürücü sonuçları her geçen gün yaşantımıza daha çok etki etmeye başladı. Yıldan yıla sayıları ve büyüklükleri artan orman yangınları, aşırı soğuk ve sıcak hava dalgaları, kuraklık, kutup buzullarının erimesi, denizlerin yükselmesi bugünlerde en çok tartıştığımız ve yaşantımıza etki eden küresel iklim krizinin öldürücü sonuçları…

Fakat bu yıl Pakistan’da ortaya çıkan seller küresel iklim krizinin olumsuz etkilerinin, sadece bunlarla da sınırlı olmadığını bize gösterdi. Yale School of the Environment tarafından yayımlanan bir makalede; birçok bilim insanı tarafından ‘üçüncü kutuplar’ olarak nitelendirilen Himalaya dağ sıralarındaki buzulların da giderek yükselen hava sıcaklıkları nedeniyle çok inceldiği ve eriyerek yok olduğu gösterildi. Ayrıca makalede de tartışıldığı gibi eriyen buzullar büyük sel baskınlarına neden olup can ve ekonomik kayıplara yol açtığı gibi yakın gelecekte temiz ve güvenli suya erişimi, tarımı ve hidroelektrik enerji üretimini de zorlaştırabilir. Aslında Pakistan’da bu yıl yaşananlar bu korkutucu senaryonun, dağ buzullarının yer aldığı dünyanın daha birçok köşesinde her an ortaya çıkabileceğini gösterdi. Bilindiği gibi bu yılın başlarında,  ilkbahar aylarında, Pakistan’ın uzak bir sınır bölgesi olan Gilgit-Baltistan’ın yüksek dağlarında mart ve nisan aylarında rekor sıcaklıklar kaydedildi. Bu sıcaklar sonucu bölgedeki Shisper Buzulu’nun erimesi hızlandı. Bunun sonucunda bölgedeki bir baraj 7 Mayıs’ta patladı. Oluşan su ve enkaz seli alt bölgelerdeki vadileri sular altında bıraktı, tarlalara zarar verdi ve çok sayıda konutu yıktı. Yıkılanlar arasında iki hidroelektrik enerji santrali ve Pakistan ile Çin’i birbirine bağlayan otoyolun bazı kısımları da vardı.

2007 yılına kadar Hindu Kush Himalayaları‘ndaki buzullar, orta ve güney Asya‘da uzanan geniş buz dağları hakkında çok az şey biliniyordu. 2007 yılında ise Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin dördüncü raporunda Himalaya buzullarının küresel iklim değişikliğinin etkisi ile 2035 yılına kadar tamamen eriyebileceği tespiti yer alınca, dikkatler bu bölgeye döndü ve yapılan bilimsel araştırmalarda artış yaşandı. Bu araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar ise gerçekten çok ürkütücü.

Önce sel sonra susuzluk

Araştırmalar Himalaya buzullarının alanının, 400-700 yıl önce yaşanan Küçük Buzul Çağı’ndan bu yana %40 oranında küçüldüğünü gösteriyor. Bu küçülme son birkaç on yıllık dönemde daha da hızlanmış. Erime, araştırmalara göre buzulların istikrarlı olduğu birkaç bölgeden biri olan Pakistan’ın Karakoram bölgesinde de yakın zamanda başlamış.  Yapılan çalışmalar, küresel ısınma seviyesine bağlı olarak, bugüne kadar bölgedeki buzulların en az üçte birinin eridiği ve kalan üçte ikisinin de yüzyılın sonuna kadar yok olabileceğini gösteriyor. Bu duruma bağlı olarak, bölgede buzulların erimesinden kaynaklı suyun 2050’lere kadar artması ve daha sonra azalmaya başlaması bekleniyor. Bilim insanlarına göre bu sürecin yoğun nüfuslu bu bölgede sellerin yanı sıra gıda ve su güvenliği için de geniş kapsamlı olumsuz sonuçları olabilir. Çünkü bir milyardan fazla insan, gıda ve güvenli su açısından, çok fazla buzul içerdiği için dünyanın ‘üçüncü kutbu’ olarak bilinen Hindu Kush Himalaya bölgesinden gelen kar ve buzul erimesiyle beslenen İndus, Ganj ve Brahmaputra nehir sistemlerine bağımlı… Yaz aylarında zirveye ulaşan erimiş su, diğer su kaynaklarının çok azaldığı bir zamanda bölge halkı için gerçekten yaşamsal önemde.

Buzulların küresel iklim değişikliği etkisi ile hızlı erimesinin bölgede önce su bolluğu, sonra ise su kıtlığı yaratmasının yanı sıra bir diğer yarattığı tehdit bu yıl Pakistan’da yaşandığı gibi GLOF olarak isimlendirilen toprak kaymalarını veya buzul gölü patlaması sonucu ani sellerin tetiklenmesi… Buzulların erimesi ve bölgedeki nehir ve akarsuların bundan etkilenmesi yakın gelecekte bölgenin genişleyen hidroelektrik endüstrisinin güvenliğini ve verimliliğini de etkileyebilir. Nepal gibi ülkeler zaten tükettikleri elektriğin büyük bir bölümünü hidroelektrik kaynaklardan karşılıyor. Hindistan sera gazı emisyonlarını düşürmek için hidroelektrik enerji üretim kapasitesini artırmayı mecbur. Bölgedeki yüksek rakımlı yerlerde, çoğu buzullara veya buzul göllerine yakın olan yaklaşık 650 hidroelektrik projenin halen sürdürüldüğünü de biliyoruz.

Himalaya buzulları hakkındaki bilgilerdeki ilerlemelere rağmen, bilim insanları birçok araştırma boşluğunun devam ettiğini de söylüyor. Bir örnek vermek gerekirse siyah karbonun veya kurumun buzullardaki erimeyi hızlandırmadaki rolü hala tam olarak bilinmiyor. Hint-Ganj ovalarından kaynaklanan hava kirliliğinin dağlarda siyah karbon biriktirdiği, ısı emilimini arttırdığı ve erimeyi hızlandırdığı düşünülüyor ama bu durum bilimsel olarak ispatlanmış değil. Ayrıca, yerin altında bulunan ve su akışlarını ve eğim stabilitesini etkileyebilecek buz olan permafrost (donmuş toprak) hakkında da neredeyse hiçbir bilimsel veri yok. Bilindiği gibi permafrostun çözülmesi ani toprak kaymalarına yol açabilir. Tabii bilim insanlarının en çok yakındığı durum ise buzulların yoğun bulunduğu 4000 metrenin üzerinde yeterli sayıda hava gözlem istasyonunun olmaması, bölge ülkelerinin bilimsel işbirliğinden kaçınmaları ve birbirlerinden veri saklamaları…

25 yıl içinde gıda su ve enerji krizi bekleniyor

Küresel iklim krizinin ekosistemler üzerindeki öldürücü sonuçları her geçen gün daha çok görülüyor. Bu yıkıcı etkilerin en çok gözümüzden kaçanı da ‘üçüncü kutuplar’ olarak nitelendirilen Himalaya dağlarının üzerindeki buzulların hızla yok olması… Bunun ilk somut sonuçları bölgedeki sel baskınları ile yaşanıyor. Üç milyara yakın insanın yaşadığı bölgede buzulların 2050 yılına kadar tamamen erimesi sonucu gıda, su ve enerji krizi yaşanması bekleniyor.  Buna karşın bölge ülkeleri henüz gerçek anlamda çözümler geliştirmekten ve işbirliği yapmaktan çok uzaklar…

Kesin çözüm küresel iklim krizinin durdurulabilmesinden, en azından yavaşlatılabilmesinden geçiyor. Önümüzdeki ay Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenlenecek 27. COP toplantısında yaşanacaklar artık bunun mümkün olup olmadığını gösterecek. Zirvede ciddi olarak fosil yakıt kullanımı kısıtlanmazsa sadece güney-doğu Asya bölgesi değil, tüm dünya durdurulamayan küresel iklim değişikliği sonuçları ile önümüzdeki 20 yıl içinde artan şiddette yüzleşmeye devam edecek.

Post-modernizm ve popülizm

[email protected]

Post-modernizm ve popülizm hakkında, ayrı ayrı çok fazla yazıldı ve sanırım herkesin bu konularda yeterli bilgisi var artık. Ancak bu iki kavram arasındaki ilişkiler belki pek fazla tartışılmış değil. Her iki terim de daha çok ülke yönetimi ya da ulus-üstü örgütler kapsamlarda tartışılmış olsa da kavramlar kentler ve kent yönetimi için de önemli.

Post-modernizm yıllardır çok tartışılan bir kavram ve her şeyi kapsayabilecek kadar geniş görünüyor. Gerçi popülizmi, daha çok bir politika terimi olarak, post-modernizmi ise daha genel bir sosyolojik-felsefi veya ideolojik bir terim olarak kullanıyoruz. Bu nedenle popülizmi, post-modernite kavramı kapsamında konuşmak, anlamlandırmaya çalışmak ilginç olabilir.

Yakın bir kurtuluş ya da gelişme olasılığının toplumsal olarak algılanamadığı ortamlardaki sosyal-psikolojik ortam, giderek bir kurtarıcıya/ bir despotun egemen olmasına, emredeceği her şeye razı olmaya doğru bir teslimiyet toplumsal psikolojisi yaratıyor. Eric Fromm, bunu post-modernizm söz konusu değilken, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’sı/ Avrupa’sı için (Özgürlükten Kaçış) gözlemlemişti.

Popülizmin post-modern versiyonuna en uygun çağ

Popülizm geniş bir kavram ve kuşkusuz post-modern çağ ile başlamadı. Ama her iki kavram arasında, yakın on yıllarda daha yoğun ve birbirini pekiştiren bir ilişki ve uyum geliştiği söylenebilir. Popülizmin post-modern çağda bu kadar yaygınlaşması ve neredeyse dünyanın birçok ülkesinde iktidarı seçimler (demokratik ülkelerin standartlarında, ama katılım oranının oldukça düşük olduğu seçimler) sonucu kazanması ya da kazanmaya en yakın adaylar içinde bulunması, bu bağın güçlü olduğuna işaret ediyor. Belki de popülizmin post-modern versiyonunun, popülizmin niteliklerine en uygun ortamı post-modern çağda yakaladığını söylemek daha doğru olacak.

Kentlerdeki uygulamalar bakımından sadece iki örneğe bakmak yeterli: “Ankara kent kapıları” ve “Ankapark”. Her ikisi için de yazılmış çok sayıda makale var ama bu belediye yatırımlarını kısaca özetlemeye çalışalım:

Kent kapıları hiçbir gerçek işlevi ve gereği olmayan, Ankara’ya yapay ve yabancı bir kimlik yapıştırmaya, hiçbir zaman olmamış bir geçmişi yaratmaya çalışan, eklektik (ama gülünç ve acınası bir eklektisizm) ve gösterişli, göz alıcı (aslında göz boyayıcı) bir ihtişama sahip anıtsal simgeler… Gerçeği karalayan ve örtmeye çalışan, belki parasal çıkarlar sağlamak için dolayım yaratan, ama yalan ve çürük bir iddiayı topluma ideolojik bir güç pompalama iddiasıyla somutlaştıran kalıcı anıtlar… Kesin olarak post-modern yapılar ve popülist politika amaçlı.

Ankapark, batı kültüründen kaynaklanan Luna Park ve Disneyland türü tema parkı düşüncesini, doğu kültürü ve yerel Anadolu buluşu gibi, gösterişli biçimde giydirmeye (birleştirmeye ya da sentezlemeye vb. değil) çalışan, ama çıkarcılık ve soygun amacını gizlemek için çaba bile sarf etmeyen, popülist çıkar beklentisi güçlü, sahtekarlık ve israf anıtı… Popülist politikacılıkta, hırsızlık/ kamu kaynaklarının yağmalanması, israf/ gösteriş için israf, vb. post-modern bir toplumsal ideolojik atmosferde, olumsuzluk yaratmıyor. Çünkü seçmeni “çalıyor, ama yapıyor ve başarıyor…” diyor.

*

Çok fazla eksik/ hata ve tutarsızlık içerebilecek olsa ve kabul edilmesi güç bir “kestirme yol gibi gözükse” bile kısa bir yazıda bir anlam ve bütünlük sağlayabilmek için belki şöyle bir karşılaştırma tablosu yapabiliriz:

Post-modern popülizmin daha bütünsel ve sistemleştirilmiş bir tablosu için gelecek haftalarda tartışmaya devam edeceğiz.

 

Ömer Faruk: Attıklarımız bizi biçimlendiriyor

Söyleşi: Yelda BALER

*

Düşüncenin arkeolojisine girişen, tüm devletli toplumsallıkların ortak paydası olan “hapishane” üzerine düşünen ve “Hapishanenin Doğuşu” adlı kült bir kitap kaleme alan Michel Foucault, Gilles Deleuze için, “Bir gün, yirminci yüzyıl Deleuze çağı olarak anılacak” demişti. Bir filozofun bir başka filozof hakkında bu denli güçlü yargılarda bulunmasına pek sık rastlanmaz. Bu denli övülen Gilles Deleuze’ü bir cümle ile anmak zorunda kalırsak, o da herhalde, “Düşünmek, kavram yaratmaktır” cümlesi olur. Direnişi düşünceye, düşünceyi de kavram yaratmaya indirgeyen, böylece, devlet-dışı düşüncenin birikme süreçleri üzerine düşünen bir düşünürden söz ediyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yedi yüzyıllık köklü bir devlet geleneğinin karşısına çıkan her türlü muhalefeti püskürtmesini de devletçi düşüncenin becerisine bağlayabilir, aynı beceriyi devlet-dışı düşüncenin gösterememesinin de altını çizebiliriz. Henüz devletin nüfuz etme gücü üzerine kapsamlı bir çalışma yapılmamış olmasını da bir önceki cümlenin doğrulanması olarak ele alabiliriz.

Bu yüzden “devlet-dışı” bir kavram yaratmak çok önemlidir.

Bu yüzden yaratılmış tek bir kavram herhangi bir muhalefet partisinin kavram yaratmadan yaptıklarından daha kalıcı ve devlet-dışıdır ve kabul görmeye başladığı an da zamana hükmetmeye başlar.

Yeraltı edebiyatından ‘haysiyet’ yazılarına

“Yeraltı edebiyatı” da böylesi bir kavramdır. İlk telaffuz edildiği günden bu yana hemen karşılık bulmuş, dergilerde dosya konusu olarak işlenmiş, kimi arka kapak yazılarına “bu bir yeraltı edebiyatı örneğidir” ibaresi iliştirilmiş, kimi yazarlar kendilerini “yeraltı edebiyatı yazarı” olarak sunmaya başlamış ve bu durum edebiyat sohbetlerinin vazgeçilmez konuları arasına girmiştir.

Sözü, kavramı yaratan, bir dizi ile bu kavramı görünür ve inandırıcı kılan, bir fenomen kitap olan “Dövüş Kulübü”nü ilk kitap olarak seçip okurla buluşturan, yirmi yıl Ayrıntı Yayınları’nı yönettikten sonra ayrılan ve üst üste kitap yayımlamaya başlayan, üstelik “haysiyet”, “ereksiyon aşk’ı”, “kaos”, “çöp” gibi üzerinde pek de düşünülmeyen temalar seçen Ömer Faruk’a getirmek istiyorum.

Uzun yolculuklar yaptığım, zaman zaman yürüyüşlerine eşlik ettiğim, bir cümlesi üzerine saatlerce konuştuğum, düşündüklerimiz ve ürettiklerimiz için kadeh tokuşturduğum dostum Ömer Faruk’a…

Yolculuklarda yolda olmanın hakkını düşünerek verir, anın fotoğrafını anın düşüncesiyle zihnine sabitler Ömer Faruk; detaylara dikkat eder, farklı olanı yakalar, bunları çerçeve içine alarak heybesindeki panosuna asar ve zihnimizde bilinçsizce ürettiklerimize ışık, bilinçle yarattıklarımıza ayna olan cümleler kurar.

Birlikte yaptığımız Nepal, İran, Moğolistan, Endonezya, Venedik yolculuklarını bir sofranın etrafında çok kez buluşturduk. Ürettiği kavramları baharatlayarak lezzetlendirmesine keyifle tanıklık ettim.

Elinde Carl Schmitt’in “Kara ve Deniz” adlı kitabıyla Venedik’i sokak sokak, kanal kanal altını üstüne getirmesinin tanığıyım. Suyun karayla olan ilişkisi üzerine kurguladıklarını, yakında kitapçı raflarında göreceğimiz genişletilmiş “Yarabıçak”ta izleyeceğiz.

Bütün çalışmaları “Ömer Faruk Kitapları” adı altında yeni bir diziyle Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Ömer Faruk’la uzun sohbetlerimizin birini söyleşiye dönüştürmeye karar verdiğimizde bunun konuşmanın savrulmalarına kapılmayan “özenilmiş ve süzülmüş cümleler”le olmasına ayrıca özen gösterdik.

 Besim Dellaloğlu’nun, “İfşa ve inşa: Çöplüğün sosyolojisi” adlı düşünceli sunuşuyla başlayan çarpıcı denemesinden söz ederken gündelik politikaya da değinmeden edemedik…

Ömer Faruk.

Yelda Baler: Sevgili Ömer Faruk, araştırdım, çöpü aşağılama aracı olarak ele alan başka bir kitap Türkçede yok. Bu yanıyla bir ilk kitap bu. Tıpkı “yeraltı edebiyatı” kavramsallaştırılmasında olduğu gibi. Nereden aklına geldi çöp üzerine kalem oynatmak? 

Ömer Faruk: Öteden beri “Her haysiyet (= özsaygı) sahibi kişinin kendisine ait bir sorusu olmalıdır” diye düşünürüm. Benim sorularımdan biri şu: “Ne oldu da yabanıl varoluşunun kaynağını kendi dışında aramaya başladı?”

Theodor W. Adorno’nun “Minima Moralia”sından esinlenerek şu cümleyi yazıp, bir kenara not etmiştim. Cümle şöyle: “Ben diyerek söz alınması gereken yerde biz diyerek kendisine hakaret edenler, bu aşağıla(n)madan hoşnut kalanlardır.”

Sorumun bir cevabı bu olabilirdi. Bu kırılma anını görünür kılabilirsem cevaba doğru bir adım atabilirdim. Ateşin bulunması, kâğıt yapılması, balon ile uçulması, barut, yazı, tekerlek ve buhar makinelerinin icadından daha önemli bir kırılma anıydı bu. Haysiyet kaybının (= özsaygı yoksunluğunun) başlangıcına dair bir kırılma anının saptanmasıydı aradığım.

Franz Kafka’nın Çin Seddi hakkında yazdıklarını okuduktan, Zhang Yimou’nun “The Great Wall” ( Çin Seddi) ve Florian Henckel von Donnersmarck’ın “The Livers of Others” ( Başkalarının Hayatı) adlı filmlerini seyrettikten sonra zihnimin bir köşesinde bir cevap küçük küçük birikmeye başladı. İlk filmin başlangıcında Çin Seddi’nin 8851 km’den uzun olduğu ve yapımının 1700 yıl sürdüğü belirtilir. Üzerinde atlı arabaların bile hareket edebildiği bu devasa duvarın nedenleri üzerine düşünmeye ve çalışmaya başladım. Kafka, kanın önce taşa karışmasına, ardından duvara dönüşmesine, MÖ yapımına başlanan sürecin “birlik ve beraberlik sembolü” haline gelmesine dikkat çekiyordu…

Kabul edelim: Bir salgın hastalık olarak “duvar”, sonrasında neredeyse bütün devletli toplumsallıkların biricik sembolü oldu. Bu toplumsal hastalığa bütün toplumsallıklar tutuldu ve maalesef sosyalistler de bu durumun dışarısında kalamadı. Berlin Duvarı bu durumun inkâr edilemez örneğidir. Haysiyet (= özsaygı) sahibi kişilerin değil devleti oluşturan tebaaların oluşturduğu toplumsallığın kendi kafasına kurşun sıkmasıdır bu durum. Duvar, yapımıyla birlikte ben kendisini biz’e adamış ve bir başka biz’i aşağılamaya başlamıştır. Duvar, iki biz arasında hem sürekli artan çatışmanın hem de diğer biz’le karşılaşmaktan ve etkilenmekten korkmanın simgesi, özgüven yoksunluğunun aleni itirafıdır.

Bu yüzden her biz bir diğer biz için “lanetli pay”dır, atılması gerekendir, dışarıya atılandır, çöptür.

Ya da bu duruma itiraz edenler için bir sınır mekândır. Berlin Duvarı’nı aşmayı deneyenleri konu alan film ve kitapları hatırlayın.

Bu yüzden diyebiliriz ki her duvara itiraz, aynı zamanda, ben diyerek söz alma isteğidir.

Biraz fazla zorlamıyor musun?

Hayır! Akdeniz’i devasa bir göl olarak, son yıllarda bu gölde hayatını kaybeden binlerce mülteciyi ve gölün etrafında kurulmuş devletli toplumsallıkları düşün. Tümü, duvarlarının arkasına çekilerek, kapılarının önüne silahlı askerler dikerek sessizce ölümlerini seyretti. Cellatları oy ve vergi vererek destekleyenler ise susmayı tercih etti.

Elias Canetti’nin olağanüstü saptamasını hatırlayalım: “Gerçek cellat, idam sehpasının etrafına toplanmış kitledir.”

Bu da bize yaklaşık yüz yıl önce Franz Kafka’nın Çin Seddi üzerine düşünürken kanın taşa, taşın da duvara dönüşmesi gözleminin ne denli yaratıcı bir metafor olduğunu gösterir.

‘Attığımız çöpler bizi de çöpleştiriyor’

Bunlar dikkate alınması gereken saptamalar ama kitabın adındaki “çöp” vurgusunu yeterince açıklamıyor.

İçeriğinde bir nebze açmaya çalışmıştım, burada da açıklayayım. Yukarıda ifade ettiğim “ben↔biz” gerilimini veri alarak devam edelim. Biz’in ben’i bünyesinde eritmeye başlamasıyla birlikte dünya da nesneleşmeye başladı. Nesneleştirmenin ilk adımı da yabanın evcilleştirilmesiyle atıldı. Tarımla birlikte hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yaklaşık yarısı yok edildi. Tarım, stok, kâr ve tahakkümün ilk kıvılcımını çaktı. Nesnenin hayatımızda daha çok yer kaplamasıyla birlikte piyasa toplumları dönemine geçtik; piyasanın belirleyeni olmaktan çıkıp piyasanın müşterisine dönüştük.

Bugün yüz otuz bin kimyasal atık doğaya karışıyor ve çözünmeden besin zincirine karışarak tekrar bedenimize katılıyor; anne sütü üzerinden çocuklarımızı bile zehirliyor.

Attıklarımıza dönüşüyoruz, attıklarımız bizi belirlemeye başlıyor.

Doğada çözünmeyen çöp ürettiğimiz için biz de çöpleşiyoruz.

Bunlar güçlü vurgular ve çok önemli olduğunu kabul ediyorum. Nasıl bir çözüm öneriyorsun peki?

Topu taca atmaya gerek yok. Antroposen Dönemi’ne girdik. İnsan hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yaklaşık yarısını yok etti. Öngörülemeyen ve ele geçirilemeyenin mekânı olan yaban artık kalmadı.

Bu yüzden başlangıca ve sona, doğuma ve ölüme, üretime ve tüketime, temize ve kirliye aynı anda bakabileceğimiz vajina, penis ve anüs arasındaki bölgeden, perineden bakmayı öneriyorum. Buradan bakabildiğimiz oranda bir fail olarak kendimize de bakabiliriz bence.

“Dünya Devleti” ve “Tanrı Devleti” kullanımına da ilk kez rastlıyoruz. Her iki kavramı da sen mi ürettin?

Ben üretmedim. Ama bildiğim kadarıyla ilk kez ben beraber kullanıyorum. İlki gelmiş geçmiş en büyük imparatorluk olan Britanya İmparatorluğu’nu ifade etmek için, ikincisi de iktidarın teolojik karakterine vurgu yapmak için Augustinus ve Friedrich Nietzsche tarafından daha önce kullanılmış. Gündelik politikanın “o şunu dedi, bu da ona şöyle cevap verdi” seviyesinin krizi çözmeyi bırakın, krizi derinleştirdiğini çok önceleri fark etmiştim. Epeydir kırılma anları üzerine düşünüyor, düşünce tarihinde işe yarar kaldıraçlar arıyordum.

Bugün, pan-kapitalizm dönemine geçtik ve bu durumun taşıyıcısı olanları da pan-insanlık olarak adlandırmak isabetli olur. Tüm dünya artık pan-kapitalizmin pazarı ve ulus devletler de bölgeleri. Devlet başkanları da satış temsilcileri. Daha önce kapitalizmi “kötülük” örgütlenmesi olarak tanımlamaktan yanaydım; pan-kapitalizm dönemiyle birlikte “sonsuz kötülük” dönemine girdik. Artık dizginlenemez bir kötülüğü kitlesel olarak yaşıyoruz.

‘Silah icat eden silah kullananı yönetir’

Varlığını “dünyayı sömürgeleştirmek” üzerinden inşa eden Tanrı Devleti ise bu itibar ve güç kaybına tahammül edemiyor, sahneden silinmesini hazmedemiyor. Müktesebatında hemen hiç kapitalizm eleştirisi olmadığı için de ne yapacağını bilemiyor, iktidarın ellerinden kayıp gitmesine de çok öfkeleniyor. Artık kutsal bayrakların “kredi kartı”, kutsal kitapların “hesap ekstresi”, kutsal sanatların “gökdelenler” ve kutsal tapınakların AVM’ler olduğu gerçeğiyle yüzleşemiyor. En organize tepkisini pan-kapitalizmin sembol gökdeleni olan Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırarak gösterdi. Ama bu “kör tepki”, tepki olarak kaldı; ötesine taşınamadı.

Çünkü silah icat eden, silah kullananı yönetir. Silah kullananın silah icat eden karşısında hiçbir şansı yoktur.

Parası değerli olan, parası değersiz olana hükmeder; borsayı kuran, borsada oynayanı piyon olarak kullanır; kasa her zaman kazanır, kumarbaza bozuk para kalır: Basit, çıplak gerçek budur.

Bu yüzden hem kendi hayatımız üzerinde düşünürken hem de gündelik siyaset üzerinde söz alırken Dünya Devleti ve Tanrı Devleti’ni iki etkili koordinat noktası olarak kullanmayı isabetli buluyorum.

Yelda Baler.

Seçilmemiş tek adam rejimleri” ve “seçilmiş tek adam rejimleri” olarak bir ayrım daha yapıyorsun. Biraz açar mısın?

Eric Hobsbawm’ın “geleneğin icadı” adını verdiği bir kavramsallaştırması vardır. Devletin yukarıdan aşağıya davranışlar dikte etmesinin sakıncalarına işaret eder.

Soruna gelirsek: “Seçilmemiş tek adam” ile “seçilmiş tek adam” arasında sembolik bir “iç savaş” hüküm sürüyor. İlkinin sembol ismi Mustafa Kemal hiç seçime girmedi, ama seksen dört yıl geçmesine rağmen Kemalizm her on Kasım’da saat dokuzu beş geçe herkesi saygı duruşuna davet ediyor, sokak ve meydanları tekrar ve tekrar zorla işgal etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Bu ve benzeri zorlamalara tepki olarak Recep Tayyip Erdoğan seçildi ve şimdi o da sokak ve meydanlara hamle yapıyor. Meydanlara dikilen Atatürk heykellerine karşı kendi varlığını camilerle görünür kılmaya, imam hatip okullarını yaygınlaştırarak kalıcılaşmaya çalışıyor. Üstelik seçilmiş olmaktan gelen müthiş bir kitle desteğine de sahip.

Her ikisi de krizi yeniden ve yeniden üretiyorlar. Her ikisi de hem bugüne hem de geleceğe hükmetmek istiyorlar. Her ikisinin de ortak keseni her ben talebini biz’e dönüştürmek. Her ikisinin de ufku pan-kapitalizmi sorgulamaya ve dışarısına çıkmaya yetmiyor. Her ikisi de birbirinin nedeni ve sonucu.

Oysa demokrasiyi içselleştirmiş bir toplumsallıkta herkese eşit uzaklıkta ve yakınlıkta olan bir “kamusal alan” tarifinin çoktan yapılmış olması gerekirdi. Bu da böylesi bir düşünce üretimini dolaşıma sokacak entelektüelin yokluğuna işaret eder. Kitaba “baharatlı sohbetler sofrası” adlı bir bölüm ekleyerek ve sembol bir örnek olarak İlhan Selçuk’u seçerek kısa bir giriş yaptım.

Duvarın temsil ettiği toplumsallık

Rus işgalinin örtük gerekçelerinden birinin de Ukraynalıları “çöp” olarak kabul etmesi diyebilir miyiz?

Elias Canetti, “Bütün yeryüzü onların [= ulus devletlerin] her birine vaat edilmiştir ve tabii ki bütün dünya onlara ait olacaktır,” diyor. Etnik köken, dil ve dinden gelen her fark bir diğeriyle kendisini eşdeğer değil de “hükmedilmesi gerekenler” olarak görmeye göre kurgulanmıştır: Millî marşlar, bayraklar, düzenli ordular ve duvarlar bu durumun inkâr edilemez örnekleridir. Örneğin Almanlar için Yahudiler, Yahudiler için Araplar, Japonlar için Çinliler, Çinliler için Moğollar, Türkler için Kürtler, Kürtler için Zazalar, Farisiler için Azeriler, Fransızlar için Korsikalılar, İspanyollar için Katalanlar, İngilizler için İrlandalılar, Hindu dinine mensup Hintliler için Müslüman dinine mensup Pakistanlılar, Ruslar için Tacikler… hükmedilmesi gerekenlerdir.

Soruna gelirsek: Öncelikle devrimin alternatif bir hayat yarat(a)madığı için milliyetçiliğin Rus Devrimi’ni ele geçirdiğini ve Rusluk zehrinin toplumsallaştığını söylemek isterim.

Bolşevik Darbesi’nin bu topraklardaki açmazlarını teori ve pratikten temizlemek de özgürlükçü sosyalistlere düşüyor. Artık “Ekim Devrimi”ni öven dosyalar hazırlamaktan, anma günleri düzenlemekten, sokakları afişlemekten vazgeçmeliler. Bunu şimdiye kadar yap(a)madılar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra bile yap(a)mayacaklarsa da yazıklar olsun! Düşüncenin muhafızı olmaktan öteye geçemedikleri için düşüncesizlikleri ve darbecilikleri de alenileşecek.

Tekrarlamakta sakınca görmüyorum: Düşüncenin muhafızı olmaktan öteye geçemedikleri, “Türklükten çıkmak gerek!” vurgusunun altını daha sık çiz(e)medikleri için de “Kürtlükten de çıkmak gerek!”i söyle(ye)memenin bedelini ödemeye devam edecek, cumhur ittifakının ve millet ittifakının hayatımızı daha çok kâbusa çevirmesine zemin hazırlayacağız.

Unutmayalım: Her devlet tebaasını topyekûnlaştırmak ister; ben’den biz’e gönüllü olarak geçen her tebaa da aşağılamaktan ve aşağılanmaktan hoşnut kalandır. Çünkü her tahakküm ilişkisi çoğalarak kendisini kendisine hem inandırıcı hem de ötekine görünür ve bağımlı kılar.

Bu da onu düşüncenin muhafızı yapar.

Nokta.

Son bir cümle?

Theodor W. Adorno ile başladık, onunla bitirelim: Her biz talebinin evrilme amacı olan “Bütün, yanlıştır.”

Senin son cümlen?

Her devletli toplumsallığın bir biçimi vardır, o da duvardır. Bizi attıklarımız biçimlendirir.

*

Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, Ömer Faruk, Yeni İnsan Yayınevi, 256 sayfa

Boğaziçi direnişi: Hak mücadelemize kararlılıkla devam ediyoruz

Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri, bugün de atanmış rektör ve üniversite yönetimine karşı 639’uncu kez bir araya geldi. Direnişlerini sürdüren akademisyenler 439’uncu kez rektörlük binasına sırt çevirdi.

Akademisyenler nöbet boyunca ellerinde “Kabul Etmiyoruz”, “Vazgeçmiyoruz” ve “Özerk, Özgür, Demokratik Üniversite” yazan dövizler taşıdılar. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri nöbetlerinin ardından haftanın her son iş gününde olduğu gibi haftalık açıklamalarını okudular:

“Bu hafta Boğaziçi Üniversitesi’nden beş akademisyenin 29 Aralık 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulan Veri Bilimi ve Yapay Zekâ Enstitüsü’nün iptali için açtığı davada Danıştay Savcısı görüş bildirdi.

Danıştay Savcısı da Erdoğan’ın Boğaziçi’nde enstitü kurma kararını Anayasa’ya aykırı buldu

Yaklaşık iki yıldır, üniversitemizde hukuksuz bir şekilde kurulan tüm fakülte ve enstitülerin, hukuksuz bir şekilde gerçekleştirilen akademik ve idari kadro istihdamlarının, bölüm ve fakülte kurullarının iradesini hiçe sayan tüm hukuksuz uygulamaların iptali için yürüttüğümüz hak mücadelemize kararlılıkla devam ediyoruz.

Fotoğraf: Nazım Çapkın

‘Kayyım yönetiminin esas gündemi nitelikli eğitim ve öğretim hedefinden çok uzakta’

Son dönemde kayyım yönetiminin üniversitemizin eğitim ortamına ve idari işleyişine verdiği en büyük zararlardan biri de Fakülte Yönetim Kurullarınca, bölümlerin talepleri doğrultusunda kabul ve ihdas edilmiş yirmiden fazla dersin ilgili birimler haberdar edilmeden, idarenin keyfî tasarrufuyla ve Yüksek Öğretim Kanununa açıkça aykırı şekilde iptal edilmesi olmuştu.

Naci İnci yönetiminin ders programlarına kural tanımaz bir tavırla yaptığı son müdahale ise öğrenci kayıtları sonlandıktan ve ders ekleme / bırakma dönemi kapandıktan sonra İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin dışarıdan atanmış dekanı Murat Önder’e Üniversite Yönetim Kurulu kararı ile doktora seviyesinde bir ders açtırması oldu.

Dönemin üçüncü haftasına girilirken, bölüm talebi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yönetim Kurulu onayı olmaksızın, sıfır öğrenci kadrosuyla açılmış bulunan bu ders, cebren ve kurum dışından atanmış dekanların kendilerini üniversitemiz akademik sistemine eklemleyerek konumlarını meşrulaştırma çabalarının acıklı bir göstergesidir.

Bu tür uygulamaların hukuki düzlemde takipçisi olacağımızın altını çizmek isteriz. Her biri bir diğerinden kıymetli emekli ve yarı zamanlı birçok hocamızın ders vermesi engellenirken, Boğaziçi Üniversitesi liyakat kriterlerine uygunlukları şüpheli olan atanmış yöneticilere ders açtırılması, kayyım yönetiminin esas gündem ve önceliklerinin nitelikli eğitim ve öğretim hedefinden çok uzakta olduğunu gösteriyor. Üniversitemizin yüksek akademik standartlarını tüm şartlarda sürdürmeye kararlı akademisyenler olarak tekrar ediyoruz:

Naci İnci yönetimi bu hukuksuz ve baskıcı tavrından vazgeçmeli, üniversitemizdeki akademik zenginlik ve çok sesliliğin teminatı olan ders havuzundan ellerini çekmelidir.

Fotoğraf: Nazım Çapkın

‘Mithat Alam Film Merkezi işlevsizleştirmeye çalışılıyor’

Kayyım yönetimi, Boğaziçi Üniversitesi’ne saygınlığını ve itibarını sağlayan köklü değerlere ve yapılara adeta düşman hukukuyla zarar vermeyi sürdürüyor. 22 yıldır Türkiye’de sinema çalışmalarına katkı sunan en değerli kurumlarından biri olan Mithat Alam Film Merkezi işlevsizleştirmeye çalışılıyor.

Sinema kültürünün gelişimine önemli katkılarda bulunan, özgür, yaratıcı, katılımcı yapısıyla genç sinemacılara destek olan, sinema arşiv külliyatının oluşturulması ve geliştirilmesi için çalışmalar yapan, Türkiye’den ve dünyadan, sinema sanatının farklı bileşenlerini bir araya getirerek projeler, eğitim programları, seminerler, paneller düzenleyen, sinema alanına ulusal ve uluslar arası düzeyde değer katan pek çok sanatçı yetiştirmiş olan Mithat Alam Film Merkezi’ne yapılan bu operasyon sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne değil Türkiye sinemasına, kültür ortamına vurulmak istenen bir darbedir.

Merkezin iki yöneticisi Zeynep Ünal ve Elif Ergezen’in ağustos ayında işten çıkartılması, kampüse dahi girişlerinin yasaklanmasıyla başlayan yıpratma sürecinde bu değerli kurum günden güne atıllaştırılıyor; bir yandan öğrencilerin merkeze erişimleri keyfî bir şekilde kısıtlanırken diğer yandan merkez, siyasi sadakatleri dolayısıyla üniversiteye sokulmuş kadrolara makam dairesi hâline getirilmeye çalışılıyor.

Mithat Alam’ın adının ve mirasının saygınlığından itibar devşirmeye girişenlerin çabasının beyhudeliği, bu operasyona karşı sadece Boğaziçi Üniversitesi mensuplarının değil sinema camiasının yükselttiği ortak seste ve gösterdiği güçlü tepkide açık olarak görülüyor.

Fotoğraf: Nazım Çapkın

‘Gayrimeşru uygulamalar bir an önce sona ermeli’

Üniversitemizdeki tüm fakülte dekanları, enstitü müdürleri ve yüksek okul müdürü seçimle göreve gelmeli ve seçilmiş kurullarla denetlenebilmelidir. Şeffaf ve demokratik yollardan belirlediğimiz ve haksızca işlerine son verilen dekanlarımız ve enstitü müdürümüz bir an önce görevlerine iade edilmelidir.

Atama ve yükseltme kriterleri hiçe sayılarak, bölüm, fakülte ve enstitülerin onayı alınmadan, tepeden inme kararlarla yapılan tüm atamalar gayrimeşrudur, geri alınmalıdır. İşlevsizleştirilen Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi ve Cinsel Tacizi Önleme Koordinatörlüğü işinin ehli çalışanlarıyla birlikte bir an önce tekrar faal hâle getirilmelidir.

Gayrimeşru yönetim tarafından gerekçesiz şekilde el konulan İstanbul Matematiksel Bilimler Merkezi binası eski işlevine kavuşturulmalı, yeniden araştırmacıların kullanımına sunulmalıdır. Naci İnci ve yönetimi ile bugüne kadar hukuksuzca kadrolaşmış tüm isimlerin istifasını talep ediyoruz.

Fotoğraf: Nazım Çapkın

Bizler her iş günü her öğlen bu meydanda toplanıyor, rektörlüğe sırtımızı dönüyor, gayrimeşru yönetimin demokratik olmayan uygulamaların hiçbirini kabul etmediğimizi, ilkelerimizden vazgeçmeyeceğimizi söylüyoruz.

Kamuoyuna ilkelerimizin arkasında olduğumuzu, insan haklarına, bilimsel düşünceye saygılı, demokratik bir üniversite ortamı kurulana kadar bu direnişten vazgeçmeyeceğimizi yeniden ve ilk günkü kararlılığımızla duyurur, bu mücadeleyi öğrencilerimize, mezunlarımıza, tüm topluma olan borcumuz olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz.

Fotoğraf: Nazım Çapkın

Türkiye’de özgür, özerk, demokratik ve katılımcı ilkelere dayalı bir üniversite ideali gerçekleşene kadar kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz.”

Aliağalılar cüruf tesisine karşı ayakta: Kanser olmak istemiyoruz

Aliağalılar Aliağa Çevre Platformu‘nun (ALÇEP) çağrısıyla bir araya gelerek Batı Ege ve Güney Marmara Endüstriyel Atık (Cüruf) Berteraf tesisi ve Cüruf Depolama ve Geri Kazanım tesisine karşı topraklarını, havalarını ve sularını savunuyor. Aliağa Şehitkamil Mahallesi Akçekise bölgesinde kurulması planlanan cüruf tesisi için yapılan çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) başvurusu 5 Ekim’de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca ‘Olumlu’ karşılanmıştı. ‘ÇED Olumlu’ kararı verilen tesise karşı vatandaşlar bir basın açıklaması gerçekleştirerek cürufun ovalarına vereceği zarara dikkat çekti.

Bir poşet cürufu göstererek çevreye ve insan sağlığına zararlarına işaret eden Muhtar Ayşe Algül’ün okuduğu açıklamada “Aliağamız yeni bir çevre tehdidi altında. Bu tehdidi bugünden bertaraf edemezsek telafisi mümkün olmayan bir sonuçla karşı karşıya kalacağız” denildi.

Foça Ilıpınar’daki cüruf dağlarının durumuna işaret eden Muhtar Ayşe Algül, “Yöre halkı ve sivil toplum kuruluşları olarak Aliağamıza daha da yaşanmaz hale getirecek bu tesise itirazlarımızı her platformda dile getirmemize rağmen Bakanlık itirazlarımızı dikkate almadan vermiş olduğu bu karırı tanımamız mümkün değildir” dedi. Açıklamanın devamında şu ifadelere yer verildi:

“Aliağa’ da yaşayan herkes bu tesislere karşıdır ve her zeminde yasal haklarımızı sonuna kadar kullanmaya kararlıdır.”

Fotoğraftaki Aliağalı yurttaşların hepsi akciğer kanseri.

İptal için dava açıldı

Geçen hafta Aliağa’dan 12 mahalle muhtarı ve yörede yaşayan insanlardan oluşan 50 kişi bu kararın yürütmesinin durdurulması ve tamamen iptal edilmesi için EGEÇEP’in üstlendiği dava sürecine dahil oldu. Cürufun yapılmasına karşı bir araya gelinen mahallede yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Bu firma yapacakları işin boyutunu gizlemek içinde aklımızla alay ederek ‘Cüruf’ kelimesini parantez içine alarak; yedi ilin endüstriyel atığını da ilçemize getirmeyi planlıyor. Bunun ne anlama geldiği açık. Kendi kirliliğimiz yetmezmiş gibi dışarıdan endüstriyel atıklar getirerek daha da çok çevre kirliliğine neden olacaklar.

Aliağa’mızın havasına bir kez daha kast ediliyor. Gemi söküm tesisleriyle, hurda tesisleriyle, asbestli gemilerle, hava kirliliği sınırlarını çoktan aşan Aliağa’yı bir kez daha firmaların karı uğruna kıyılıyor. Yani bilerek ve isteyerek hayatımız yok ediliyor.

Elbette kıyılan, kast edilen bizlerin hayatıdır, çocuklarımızın geleceğidir, yeşil alanlardır, su kaynaklarımız, göletlerimiz, bal ormanlarımızdır.

Çevre Mühendisleri Odası 2020 Hava Kirliliği Raporu ve en son İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin hazırlamış olduğu raporlarda ‘Doğrudan akciğerlere ulaşan ve alt solunum yolu enfeksiyonu, akciğer hastalıklarına yol açan partikül madde verileri baz alındığında Aliağa’mızın durumunun hiç de iç açıcı olmadığı görülecektir. Ne yazık ki İzmir’in havası en kirli ilçesi durumundayız.

‘Sularımızı, tarım alanlarımızı, zeytinlerimizi kirletecek tesisleri istemiyoruz’

Bu karanlık tablo yetmiyormuş gibi şimdi de endüstriyel atık ve geri kazanım tesisi adı altında bir çok yeni tesis kurulmak isteniyor.

Biz Aliağalılar, yeraltı su kaynaklarımızı, tarım alanlarımızı, zeytinlerimizi, göletlerimizi, Bal Ormanı’mızı kirletecek tesisleri istemiyoruz. Alaiağa’da yeni kirletici tesislerin kurulmasını kabul etmiyoruz. Söz konusu projelerin ÇED olumlu raporunun yürütmeyi durdurularak tamamen iptal edilmesini talep ediyoruz. Her yurttaş gibi temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamak istiyoruz.

Biz Aliağalılar Anayasa’mızın 56. maddesiyle güvence altında bulunan sağlıklı çevrede yaşama hakkının temel bir insan hakkı olduğunu bir kez daha vurguluyor ve bu bilincin bütün hemşerilerimizin ortak paydası olarak belirleyiciliğini ilan etmesini temenni ediyoruz.

‘Biz karşı çıkarsak Aliağa’yı çölleştirmeye cüret edemezler’

İnanıyoruz ki biz istemezsek yapamazlar. Biz karşı çıkarsak, biz itiraz edersek Aliağa’yı çölleştirmeye cüret edemezler. Biz izin vermezsek bütün bir hayatı paraya tahvil edemezler. Biz istemezsek gerçekten de yapamazlar. Nasıl ki Zehir gemisi Nae Sao Poulo ‘yu birlikte durdurduk bu tesisleri de durduracağız.”

 

Plastiksiz kargo mümkün: Küçük üretici başardı, artık talep artıyor

Merve Özkorkmaz, Sapanca Kırkpınar‘da imalathanesinde ürettiği doğal kozmetik ürünlerini, mahalle sakinlerinden topladığı atıklarla hazırladığı plastiksiz olarak müşteriye ulaştırıyor.

Dört yıldır adil ve dönüşüm temelli bir kozmetik alışverişi anlayışıyla çalışan Özkorkmaz, kargo şirketleriyle buna dair çözüm geliştiren küçük üreticilerden biri. Özkorkmaz, markasının sosyal medya hesaplarında da sık sık #PlastiksizKargo‘nun mümkün olduğunu hatırlatıyor:

“İlk ambalajımı eski gazete kağıtları ve kutularla hazırlayıp kargo şubesine gittim. Şubede çalışan arkadaş, başka hiçbir şeyin içine koymaya gerek olmayan kutuyu bir kargo poşetinin içine koymaya çalıştı. Ben de ‘Bir dakika, onu koymasak olur mu?’ dedim, ‘Olmaz, biz bu şekilde çalışıyoruz çünkü belli bir boyutun altındaki kargo paketleri kaybolabiliyor, o yüzden bunu kargo poşetine koymamız gerekiyor.’ dedi. ‘O zaman ben bunu göndermiyorum, alayım onu‘ dedim.”

Plastik poşet kullanımına alternatif arayan Özkorkmaz kargo şirketlerinin yöneticileriyle temas kurmuş:

“Eve gittim ve bu paketi nasıl gönderebilirim diye düşünmeye başladım. Daha sonra kargo şirketlerinin yöneticilerine ulaşmaya çalıştım. ‘Ben kargolarımı kargo poşetsiz yollamak istiyorum’ dedim. Onlar da ‘Olur tabii ancak bütün sorumluluğu sizin almanız gerekir, kaybolursa, kırılırsa sorumluluk sizde‘ dediler. Ben de bunu seve seve kabul ettim ve onlarla bu konuda bir sözleşme imzaladık. O günden beri kargolarımı aktarma noktalarında kaybolmasın diye belli bir boyutun üzerinde hazırlıyorum ve plastiksiz kargo adı verilen işlemi böylece tam anlamıyla gerçekleştirmiş oluyorum.”

“Mahalenizin kozmetikçisi” sloganıyla çalışan Özkorkmaz’ın atölyesindeki dayanışma ve geri dönüşüm kültürüne, mahalle sakinleri de destek veriyor:

“Evde kullanmadıkları cam kavanozları ve e-ticaretle evlerine gelen küçük kutuları kullanmamız, atık kızartma yağlarını ise arap sabunu yapmamız için bize getirmeye başladılar. Şu anda artık o kadar güzel bir ağ oluştu ki bu mahallede gidip çöplerden bir şeyler toplamamıza bile gerek kalmıyor.

Evde biriktirilen e-ticaret kutuları, gazete kağıtları ve ambalajlardan çıkan sarf malzemelerinin plastiksiz kargo hazırlamak için temel ürünler olduğunu vurgulayan Özkorkmaz, herhangi bir kutuya, gönderilecek ürünleri sarf malzemeleriyle doldurup sıkıştırdıktan sonra kargo poşeti veya pıt pıt naylonlara ihtiyaç duyulmadığını söylüyor.

AA’ya konuşan Özkorkmaz kargoları plastiksiz ve sağlam bir şekilde gönderme konusunda da şu bilgileri veriyor:

“Topladığım kartonları küçük parçalara bölerek kutuların içine yerleştiriyorum. Böylece cam malzemeleri korumaya çalışıyorum. Her yerden böyle darbe testleri yapıp o kutuyu hazır hale getiriyorum.

Cam şişelerde hazırladığım ürünleri koruması için çöpe gitmek üzere olan malzemeleri kurtarıp, onları bir kez daha hayata döndürerek bir paket hazırlıyorum. Yani kargo paketlerinin içinde atık ürünler kullanıyorum.

Özkorkmaz, sadece yaşadığı ilçedeki bir kargo şubesinde küçük boyutta plastik poşete giren günlük kargo sayısının yaklaşık 1500 olduğuna, Türkiye’deki kargo firmalarının tüm şubelerini düşününce bir günde plastik poşete giren kargo sayısının milyonlara denk gelebileceğine dikkati çekiyor.

Plastiksiz kargoyla kendi firmasının günde 30 ila 40 sipariş gönderdiğini, bunun ayda bin , yılda ise 12 bin plastik kargo poşeti kullanımının önüne geçtiğine işaret eden Özkorkmaz şöyle diyor:

“12 bin… Rakamla yazması çok kolay. Bu, kaç yılda doğaya karışacak? Doğaya karışana kadar hangi canlılara zarar verecek?”

Öte yandan, plastiksiz kargo hareketi yaygınlaşıyor:

“Biz bunu bir şekilde başardık ama şimdi talep o kadar arttı ki artık endüstriyel üreticiler bile bunu tercih eder hale geldi. ‘Plastiksiz kargo sermaye kaybı’ diyen herkes şimdi plastiksiz kargo hazırlıyor.”

 

İklim aktivistlerinden Van Gogh’un tablosuna çorbalı protesto

Fosil yakıtlara karşı kampanya yürüten Just Stop Oil‘den aktivistler, Londra’daki Ulusal Galeri‘de Vincent van Gogh’un Ayçiçekleri tablosu üzerine domates çorbası attı. İki genç protestocu bugün saat 11.00’da, camla korunan tabloya çorba fırlattıktan sonra kendilerini galerinin duvarına yapıştırdı. Aktivistlerden 21 yaşındaki Phoeve Plummer eyleme ilişkin şunları söyledi:

“Hangisi daha önemli, sanat mı hayat mı? Yemekten daha mı önemli? Adaletten daha mı önemli? Bu tablonun güvenliğinden mi endişe ediyorsunuz? Peki gezegenimizin ve insanların güvenliği ne olacak?

Yaşam krizinin maliyeti, petrol krizinin maliyetinin bir parçası, akaryakıt, milyonlarca soğukta kalan, aç aile için pahalı. Bir teneke çorbayı bile ısıtmaya güçleri yetmez.”

Eser zarar görmedi

Ulusal Galeri yetkileri tablonun zarar görmediğini bildirdi. Galeri tarafından yapılan açıklamada eylem sırasında sanat eserinin sergilendiği odadan ziyaretçilerin çıkarıldığı ve güvenlik güçlerinin çağırıldığı belirtildi. Aktivistler eylemin ardından gözaltına alındı.

Aktivist grup, son iki haftadır Londra’nın merkezindeki yollarda oturma protestoları düzenliyor.

Guardian’ın aktardığına göre; eyleme tanık olan ve ismini vermek istemeyen bir ziyaretçi eylemin nedenini anlayabildiğini fakat bir sanat eserinin hedef alınmasından endişe duyduğunu ifade etti:

“İnsanları sorunlar hakkında düşünmeye sevk etmeye çalışıyor olabilirler, ancak tek yaptıkları insanları gerçekten sinirlendirmek.”

Resim, Van Gogh’un Fransa‘nın güneyinde yaşarken yaptığı, dünyanın en ünlü resimlerinden biri.