Ana Sayfa Blog Sayfa 682

Disney animasyonuna sansür: LGBTİ+ karakter nedeniyle Türkiye dahil 20 ülkede yayımlanmayacak

Disney, yeni animasyon filmi Strange World’ü, içerdiği LGBTİQ+ ögeler nedeniyle Türkiye de dahil olmak üzere 15’ten fazla ülkede yayınlamayacağını duyurdu.

Filmde maceraları anlatılan Clade ailesinin LGBTİQ+ bir üyesi olan Ethan Clade, bir erkeğe aşık oluyor. Filmin bu kısmının ‘sansürlenip kırpılabileceğini’ düşünen Disney, filmi Türkiye, tüm Orta Doğu ülkeleri, Endonezya, Çin, Pakistan, Vietnam, Tanzanya, Uganda, Kenya, Nijerya, Gana, Maldivler, Nepal ve Bangladeş’te yayınlamayacak.

Film, Ukrayna‘yı işgalinin ardından yaptırım uygulanan Rusya’da da gösterilmeyecek.

Bir Disney sözcüsü şu açıklamayı yaptı:

“Faaliyet gösterdiğimiz ülkelerde, hikayelerimizi biz ve ilgili sanatçılar tarafından yaratıldığı şekliyle, orijinal haliyle paylaşmaya çalışıyoruz. Yasal veya diğer nedenlerle düzenlemeler yapılırsa bu mümkün olmayacak.Hikaye anlatımını etkileyeceğine inandığımız bir düzenleme yapmayacağız. Bu durumda, içeriği o pazarda dağıtmayacağız.”

Disney’in başka bir animasyonu Luca da aynı sebepten çeşitli gruplarca hedef gösterilmiş ve Türkiye’de yasaklanması istenmişti.

Geçen yıl Suudi Arabistan gibi bazı ülkeler aynı cinsiyetten iki kişinin öpüştüğü Marvel’s Eternals filminde bu sahnelerin kesilmesini istemiş, Disney bunu onaylamasa da sonuçta heteroseksüel ve eşcinsel tüm yakınlaşma sahnelerinin kaldırıldığı bir versiyon gösterime girmişti.

‣ Pixar’ın son animasyonu ‘Işıkyılı’, eşcinsel kahramanlar nedeniyle 14 ülkede yasaklandı
‣ Suudi Arabistan’da gökkuşağı renkli oyuncak ve giysiler toplatılıyor

[Şarm El-Şeyh’ten COP27 Notları-5] Sonuç zafer mi yenilgi mi?

Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde yapılan 27. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP27), bir buçuk güne yakın uzadıktan sonra, bazı yorumcuların beklentisinin aksine çökmedi ve pazar günü, epey cılız da olsa alkışlarla kapandı. Alınan kararların özetini haberimizde bulabilirsiniz.

BM İklim Konferanslarının izlemesi en ilginç kısımları açılış ve kapanış oturumlarıyla son günlerde, karar arifesinde yapılan başkanın gayrı resmi değerlendirme toplantılarıdır (informal stocktaking). Bu toplantılarda müzakere gruplarının sözcüsü olan ülkeler ve söz almak isteyen tek tek ülkeler müzakerelere ilişkin pozisyonlarını açıklarlar. Bu oturumlarda bazen prosedürel laf kalabalığı arasında işe yarar bir cümle yakalamaya çalışırsınız, bazen de gerçekten sağlam bir konuşma dinlersiniz. Ayrıca kim kimi veya neyi alkışladı, kim kime teşekkür etti, hangi ülke hangi ülkenin fikrine açıkça veya dokundurarak karşı çıktı veya referans verdi, bunları gözlemlemeye çalışırsınız.

COP27 başarıyla mı sonuçlandı yoksa yenilgiyle mi sorusunu ülkeler açısından cevaplamak için kapanış oturumunun başlarındaki, Şarm El Şeyh Uygulama Planı adı verilen ana karar metninin oylamasının ardından kararları kimlerin alkışladığına ve kimlerin ellerini göğsünde kavuşturup alkışa katılmadığına bakmak yeterliydi. Buna göre ev sahibi Mısır ve gelişmekte olan ülkelerin çoğu konferans sonucunu başarı olarak görürlerken, Avrupa Birliği başta olmak üzere gelişmiş ülkeler yenilgi olarak değerlendirdiler. Özellikle alkış sırasında delegasyon sıralarında dolaşan kameranın Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı ve AB delegasyonu sözcüsü (eski Hollanda Dışişleri Bakanı) Frans Timmermans’a kilitlenmesi ilginç oldu. Timmermans, asık bir suratla, çevresindekilerle birlikte alkışlamadan, öylece duruyordu.

Bölünme ve açmaz

Burada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında bugüne kadar görülen belki de en keskin bölünmenin yaşandığını ve iklim hareketi açısından da ilginç bir açmazın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Batı’da iklim hareketi içinde COP27’nin büyük bir başarısızlık olduğunu söyleyenler çok sayıda. Gazeteci ve yazar George Monbiot’dan Naomi Klein’a ve NASA’dan iklim bilimci Peter Kalmus’tan gazetemizin yazarlarına kadar büyük çoğunluk COP27’de iklim kriziyle mücadelede ileri bir adımın atılmadığını düşünüyor. Oysa aynı iklim hareketi ve yazarlar hiç kuşkusuz iklim adaletini merkeze alıyorlar. Sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, Batı’nın ve gelişmiş ülkelerin bütününde de mücadelenin odağını, soruna neden olan erken sanayileşmiş Batı ülkeleri ile emisyonları sonradan artmaya başlayan ya da hiçbir zaman artmayan, ama iklim krizinden en ağır şekilde etkilenen gelişmekte olan veya azgelişmiş ülkeler arasındaki çelişki oluşturuyor. Bu nedenle yıllardır finansman desteği konusu bu kadar ön planda.

Sözünü ettiğim açmaz, bu sene epey farklı bir gelişme yaşanmasından ve iklim adaletinin her zamankinden fazla gündeme gelip kararlara da yansımasından kaynaklanıyor. İklim müzakereleri tarihinde bu yıl ilk defa daha önce ortada olmayan bir finansman konusu COP27 gündemini işgal etti. Bu yıl yoksul ülkelerin iklim değişikliğine neden olan sera gazlarının salımını ya da ortaya çıkacak zararlara karşı kırılganlıklarını azaltmalarını (azaltım ve uyum) sağlayacak bildiğimiz tipteki iklim finansmanı değil, iklim değişikliği nedeniyle oluşan sel, fırtına, kuraklık, açlık gibi etkilerin artmasını ve giderilmesini (erken uyarı sistemleri, insani yardım, altyapıların onarılması, rehabilitasyon) sağlayacak yeni bir finansman mekanizması gündeme alındı. Böylece iki haftalık yoğun bir pazarlığın ardından, COP27’nin karar metinlerine, şimdilik tam olarak adı konmasa da Kayıp ve Zarar Fonu diye adlandırabileceğimiz, yeni bir finansman mekanizması girmiş oldu. Gelişmekte olan ülkeler, Afrika ülkeleri, küçük ada devletleri vb. bunu büyük bir zafer olarak görüyorlar. Hem delegasyonları hem de sivil toplumu…

Ancak bu yeni fonun kurulmasının gelişmiş ülke temsilcilerinde de iklim adaletini merkeze alan Batı’nın iklim hareketinde de pek bir heyecan yarattığı söylenemez.

Açmaz dediğim bu.

Gelişmiş ülkeler bunun yerine 1,5 derece hedefini güçlendirmek için sera gazlarının azaltılmasını sağlayacak yeni adımların atılmamasını, fosil yakıtlardan çıkışın metne sokulmamasını, daha doğrusu Çin, Hindistan gibi büyük gelişmekte olan ülkelerin emisyonlarını daha da azaltmalarını sağlayacak hükümlerin kabul edilmemesini ön plana çıkarıyorlar. Yenilgi veya başarısızlık dedikleri bu.

Kayıp ve zararın neresinden dönülecek?

Tabii, Kayıp ve Zarar Fonu hakkında fazla heyecanlanmamamızı öğütleyen uyarılarda haklılık payı olabilir. Her şeyden önce bu fonla ne kadar bir finansmandan bahsettiğimiz belli değil. İklim rejimi altında birkaç yüz milyonluk pek bir işe yaramayan küçük fonlar var. Kayıp ve Zarar Fonu’nu da bunlara benzetip herkesin umudu kesmesini sağlayabilirler. Ya da azaltım ve uyum için yılda 100 milyar dolarlık iklim finansmanı bile toplanamazken, büyük bir kalemin daha çıkmasının zengin ülkeleri daha da eli sıkı yapacağı, hedeflenen paranın toplanamayacağı, ölü doğmuş yeni bir finansman mekanizmasıyla göz boyandığı iddia edilebilir.

Öte yandan AB, yeni fona, iklim rejimi içinde gelişmekte olan ülke kategorisinde yer alsalar da hem kirletici hem de paralı olan diğer bazı ülkelerin de (Çin, Rusya, Güney Kore, Singapur, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn gibi) katkıda bulunmasını (haklı olarak) isterken, bu ülkelerden örneğin Çin, ancak gönüllü katkı veririz, uluslararası mekanizmaya girmemizi beklemeyin diyerek rejimi esnetmeye yanaşmıyor. (Bunun arkasında para vermek istememekten ziyade, kategorileri bir kez tartışmaya açtırırsak altından kalkamayız kaygısı yatıyor olabilir; Türkiye’nin Ek-1’den çıkma talebine karşı çıkmalarında olduğu gibi.)

Bir de bu fonu kimin kullanacağı sorusu var. Kararda “iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı özellikle kırılgan olan gelişmekte olan ülkeler” diyor. Ama hangi ülkelerin özellikle kırılgan olduğuna kim nasıl karar verecek, bu henüz belli değil. En az gelişmiş ülkeler (46 ülke) ve gelişmekte olan küçük ada devletleri (en az gelişmekte olanlar arasındaki ada devletlerine ek olarak 30 ülke daha) tamam, ama geri kalan 120 ülke arasında özellikle kırılgan olanlar yok mu? Bu sene topraklarının üçte birinde 33 milyona yakın insan iklim krizi nedeniyle sel sularıyla baş etmeye çalışan Pakistan, mesela. Ne ada devleti, ne de en az gelişmiş ülke, ama bu kadar büyük bir yıkım Kayıp ve Zarar Fonu’ndan desteklenmeyi hak etmiyor mu? Üstelik bu sene konunun gündeme gelmesini Pakistan selleri sağladı bile denebilir. Ya da yüksek gelirli sayılsa da kasırgalarla boğuşan küçük bir ada ülkesi olan Barbados veya bu yıl açlıkla boğuşan Doğu Afrika ülkelerinden Kenya ne olacak?

Öte yandan bütün bu zayıflıklara rağmen fonun henüz tam olarak kurulmadığını, önümüzde iki yıllık bir müzakere zamanı olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İşin iyi yanından bakarsak şunlar söylenebilir: İki hafta önce elimizde sık sık iklim felaketleri yaşayan yoksul ülkelerin yaralarını sarmaya yönelik herhangi bir araç yoktu, bugün nüvesi de olsa var. İklim felaketleri arttıkça bu fon daha çok önemsenebilir ve işler hale gelebilir. Bu biraz da hareketin iklim adaleti talebinden vazgeçmemesine bağlı. Gelecekteki felaketlerin yaratacağı kamuoyu baskısı zengin ülkeleri buraya daha fazla fon vermeye zorlayabilir. Hatta zaman içinde Çin gibi ülkeler de donör olmayı kabul edebilir.

Ortada bir finansman mekanizması olmadığında, bu sene Pakistan sellerinde veya Doğu Afrika ülkelerinde yaşanan açlık felaketinde olduğu gibi, iş sadece gönüllü insani yardıma kalıyor, onu da yapan pek hayırsever olmakla övünüyor. Oysa açılışta gelişmekte olan ülkelerin sözcüsü Pakistan delegesinin söylediği gibi Kayıp ve Zarar Fonu sadaka değil iklim adaletinin gereği olmalı. Bir başka deyişle adaletin gereği olarak sağlanan fonlar çok taraflılık çerçevesinde toplanıp uluslararası kuruluşların denetiminde hakkaniyetli bir şekilde bölüştürülmeli. Yoksa iş ülkeler arasındaki ikili siyasi ve ticari ilişkilerin bir aracı haline geliyor. Çin’in mekanizmaya girmek istememesinin bir nedeni de bu olabilir, yani parayı ikili ilişkilerde diplomatik silah olarak kullanmaya alışmış olması. Ayrıca kayıp ve zarar mekanizması insani yardımdan ibaret değil, teknolojik destek, kapasite geliştirme gibi farklı boyutları da var. Hele bir de Antigua ve Barbuda Başbakanı Gordon Browne’ın fosil yakıt şirketlerinden yapılan kesintilerin kayıp ve zarar fonuna eklenmesi çağrısı karşılık bulursa, değil iklim rejimi, kapitalist sistemin kendisi dönüşmeye başlamış demektir.

Bu fonun ortaya çıkmasının bir önemi daha var. Bundan birkaç sene önceye kadar ne zaman bir iklim felaketi olsa, aralarında bilim insanları da olan pek çok kişi çekingen bir şekilde “bu felaket tek başına iklim değişikliğinden kaynaklanıyor diyemeyiz” diyorlardı. Sonra felaketler giderek artmaya başladı. Avustralya’daki orman yangınları, rekor hızla şiddetlenen Ian gibi kasırgalar, Çin ve Avrupa’da yaşanan sıcak dalgaları ve kuraklık, Almanya ve Pakistan’daki devasa seller gibi olayların iklim krizinin olmadığı bir durumda bu sıklıkta ve bu kadar şiddetli ortaya çıkmasının imkânsız olduğunu kanıtlayan çalışmalar arttı. Zaten çoğuna daha önce hiç tanık olmadığımız bu kadar büyük felaketler gözümüzün önünde o kadar sık gerçekleşmeye başladı ki şüpheci veya temkinli sesler pek duyulmamaya başladı. Yani eskiden iklim felaketi diye bir şey olduğunu anlatmaya çalışırken, birkaç yıl içinde buralara geldik.

Artık dünyanın bütün ülkeleri, bu büyük felaketlerin tarihsel olarak zengin ülkelerin salımına daha çok katkıda bulunduğu sera gazlarından kaynaklanan iklim krizine bağlı olduğu, parası ve kapasitesi olmayan ülkelerin yaşadıkları zararın karşılanması için gereken paranın da zengin ülkelerin oluşturduğu çok taraflı uluslararası bir fondan sağlanması gerektiği konusunda, en azından prensipte, anlaşmış durumdalar. İklim adaleti mücadelesinde, (üstelik “iklim adaletini” ancak tırnak içine alarak kullanabilen) Paris Anlaşması’ndan bu yana, bundan daha büyük bir aşama kaydedilmemiş olabilir.

Fosil yakıt zengini devletler bastırınca

Ancak tabii AB, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkeler de fosil yakıtların azaltılması ve kömürden çıkış konusunda gelişmekte olan ülkelerin ayak diretmeye devam etmesi konusunda kızgın olmakta haksız değiller. Gerçekten de şu an Çin en büyük kirletici ve üstelik sanayi devriminden beri atmosferde en fazla karbondioksit biriktiren ABD’den sonra ikinci ülke. Zira atmosferde biriken sera gazlarının yarısından fazlası 1990’dan sonra salındı ve bu da Çin’in ve diğer hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomilerin ekonomik büyüme dönemine denk geliyor. Öte yandan Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Paris Anlaşmasına hâlâ taraf olmayan Irak başta olmak üzere gelişmekte olan ülke statüsünü taşıyan ve Katar gibi bazıları kişi başı emisyonda en üst sıralarda olan, çoğu epey zengin petrol ve gaz devletleri işin içinde. Müzakerelerde azaltıma yönelik gelişmeleri baltalama konusunda bu ülkeler ve bunların etkisi alanındaki devletler (Mısır dahil) ustalık düzeyinde yıkıcı bir diplomasi sergilediler.

Bu sene COP27 bu konuda ilginç bir satranç oyununa (yoksa poker mi?) tanık oldu. Geçen yıl Glasgow’da ev sahibi İngiltere’nin bastırdığı kömürden çıkış kararını son dakika hamlesiyle kömürün azaltılmasına çevirmeyi başaran Hindistan, konunun AB ve İngiltere tarafından yeniden gündeme getirilmesini önlemek için neden sadece kömürü konuşuyoruz, bütün fosil yakıtları karara sokalım önerisinde bulundu. Herhalde amaçları savaş ve enerji krizi içinde kömüre ve gaza yönelimi artan Avrupa ülkelerini, hatta yeni petrol kuyuları açmayı planlayan ABD ve İngiltere’yi köşeye sıkıştırmaktı. Ancak Batı bu blöfü gördü ve tamam dedi, bütün fosil yakıtlardan çıkışı karara ekleyelim, bütün gelişmekte olan ülkeler bunu kabul etsin, biz de kayıp ve zarar finansmanını kabul edelim (ama sadece en kırılgan ülkeler için).

İşte burada devreye dünya petrolünün yüzde 25’ini üreten Suudi Arabistan ve hem bir fosil yakıt devi olan hem de Batı’ya gol atma fırsatını kaçırmak istemeyen Rusya girdi ve bir iklim anlaşmasında enerji kaynaklarına bu şekilde bir ayrımcılık yapılmasının hoş olmadığını söylediler! Mısır’da Sisi rejimini (herhalde mali olarak da) en çok destekleyen ülkelerin Suudi Arabistan ve BAE olduğunu düşünürseniz, COP başkanlığının bu aslında absürt olduğu açık olan görüşü derhal benimsemesine şaşırmamak gerekir. (Mısır’ın Rusya’yla arayı düzeltme çabası da bu hızlı yanıtın bir nedeni olabilir ve COP başkanı bunu “dengeli sonuç” olarak adlandırıyor.) Tabii ortalıkta dolaşan altı yüz küsur fosil yakıt lobicisinin de etkili olmadığını söylemek saflık olur. Sonuçta fosil yakıtlardan çıkış konusu 30 yıldır olduğu gibi iklim politikalarının resmen bir kez daha dışında kaldı ve kömür konusunda ancak Glasgow İklim Paktı’ndaki cümle tekrarlandı.

Gelişmiş ülkelerin son IPCC raporunda yer alan küresel emisyonların 2025’te tepe noktasına çıkarılmasının kararlara eklenmesi ısrarı da gelişmekte olan ülkeler grubunun duvarına çarptı. Çünkü 2025’te emisyonları tepe noktasına çıkarmak demek, en azından Çin, Hindistan gibi büyük kirleticilerin emisyonlarını bu tarihten itibaren azaltmaları demek. Onlar azaltmadan küresel emisyonların azalmaya başlaması imkânsız.

Başka bir taraftan bakarsak, gelişmiş ülkelerin, kendi hızlanan enerji dönüşümlerinin ve enerji krizine sadece enerji dönüşümünün çare olacağını kavramalarının da yardımıyla bütün fosil yakıtlardan çıkışı bu kadar canla başla savunur hale gelmeleri bu COP’un ikinci önemli kazanımı olabilir. Tabii bu yolla gelişmekte olan ülkeleri bölmek gibi taktik bir hedefleri de olduğu kuşkusuz, çünkü örneğin Hindistan’ın blöfünden Çin de hoşlanmayacaktı. Ancak gelişmiş ülkelerin bu kritik ısrardan vazgeçmeyerek kararı seneye bir petrol ülkesinde (BAE’de) yapılacak olan COP28’de aldırmaları asıl büyük başarı da olabilir. Yani henüz bu maç bitmedi ve fosil yakıtlardan çıkışın bu yılki karara girmemesinin dünyanın sonu olduğunu söylemek çok da anlamlı değil.

Tabii dürüstlük testi sürmeli. Bakalım fosil yakıtlardan çıkışı bu kadar önemseyen Batı ülkeleri bu yıl yeni petrol ve gaz aramalarına devam edecekler mi yoksa fosil yakıtları yerin altında bırakma politikasını benimseyip kendi yetersiz azaltım taahhütlerini geliştirmeyi mi tercih edecekler? Yoksa bütün bu diplomasi kayıp ve zarar finansmanı konusunda ayak sürümek ve gelişmekte olan ülkeleri sıkıştırmak için miydi, göreceğiz.

Bir tahmin, bir temenni

COP27 gibi baskıcı, sivil toplumu dışlayan bir yönetimin başkanlığında yapılan bir iklim konferansından hayırlı, ilerici bir sonuç çıkmasını beklemek pek de gerçekçi olmayabilir. Üstelik seneye Asya COP’u yine bir Arap Grubu ülkesinde ve bu sefer tam bir petrol zengini devlette, BAE’de yapılacak. (Fosil yakıtlar deyip duran Batı’nın COP’u iki sene üst üste Arap Grubu’na bırakması da nasıl bir diplomatik beceridir, bunu da ayrıca sormak gerek.) Fakat iklim müzakerelerinde önemli gelişmeler ancak kilitlenmelerin ve uzun bir demlenme süresinin ardından yaşanıyor. İllaki bir yerlerde yetersiz ve çok eleştirilen bir ilk adımın atılması kaydıyla.

Örneğin 2009’da çöken Kopenhag Zirvesi… Kopenhag çöktü, ama bu sayede Cancun kararları ve ardından Paris Anlaşması geldi. Paris Anlaşması çok yetersizdi, ama bir şekilde 1,5 derece hedefini, net sıfırı ve bütün ülkelerin azaltıma katılma ilkesini getirdi. Azaltım ve uyum için iklim finansmanı bir türlü yeterince toplanamadı, ama bu yetersizlik o kadar çok vurgulandı ki şimdi üstüne bir de kayıp ve zarar fonu gelecek gibi görünüyor. Bu yıl da kayıp ve zarar finansmanı meselesi ile geçen sene başlayan kömür ve fosil yakıtlardan çıkış tartışması öyle birbirine karıştı ki fosil yakıtlardan çıkış artık (kademeli azaltım şekilden bile olsa) bir iki seneye kararlara girebilir.

Tabii zamanımız hızla tükeniyor, 1,5 dereceyi görmemize belki 10 yıl bile kalmadı, bu yavaşlık ve ayak diretmeler yüzünden (Guterres’in söylediği gibi) cehenneme giden otoyolda ayağımız gaz pedalında gidiyoruz. Tabii hemen fosil yakıtları yerin altında bırakmalıyız, hemen bu tüketime, kâra dayalı sistemi değiştirmeliyiz, hemen emisyonları düşürmeye başlamalıyız, hemen iklim adaletini sağlamalıyız.

Ama bütün bunları hemen sağlamanın bir yolunu bulamıyorsak, belki de bütün bu karmaşık bağlantıları ve arkasında başka başka niyetler olan müzakereleri biraz daha ciddiye almalı ve etkilemeye çalışmalıyız. Çok taraflı müzakere ve politika zeminini kaybedersek bütün gelişmeyi teknolojik yeniliklerden ve ülkeler arasındaki ikili güç ilişkilerinden beklemeye başlayabiliriz.

Çünkü elimizin altında başka bir gezegen olmadığı gibi, başka bir uluslararası sistem ve bu konuda bir şeyleri değiştirecek başka bir araç da olmayabilir.

Eğitim-İş: Öğretmenlerin yüzde 83’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor

Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası’nın (Eğitim-İş) 24 Kasım Öğretmenler Günü kapsamında hazırladığı rapora göre öğretmenlerin yüzde 83’ünün aylık hane geliri yoksulluk sınırının altında kalıyor.

Sendikanın farklı illerden 16 bin öğretmenden, eğitim çalışanlarının sosyoekonomik durumları ve tartışmalı Öğretmenlik Meslek Kanunu’na (ÖMK) ilişkin görüş aldığı anketin sonuçları raporlaştırıldı.

Araştırmaya katılanların yüzde 99,77’si, eğitim-öğretime hazırlık ödeneğinin yetersiz olduğunu söyledi.

Eğitim çalışanlarının yaklaşık yüzde 91’i ÖMK’nın yıllardır talep ettiği kanun hayalinden uzak olduğunu; yaklaşık yüzde 92’si ÖMK’nın kariyer imkânı getirmediğini ifade etti.

Kaynak: Eğitim-İş

Raporda, öğretmenlerin;

  • Yüzde 83.1’inin hane gelirinin yoksulluk sınırının altında olduğu,
  • Yüzde 61.40’ının gelirinin giderinden az olduğu,
  • Yüzde 97.5’i maaşının yaşam standartlarını karşılayamadığını düşündüğü,
  • Yüzde 90’ının kredi kartı borcunu ödemekte zorlandığı ve yüzde 31.89’unun şahıslara nakit borcu bulunduğu, yüzde 43’ünün istisnasız her ay borç para bulmaya çalıştığı,
  • Yüzde 91’inin ek iş arama ihtiyacı duyduğu,
  • Yüzde 94’ünün kıyafet ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı, yüzde 90’ından fazlasının çocuklarının eğitim ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çektiği,
  • Yüzde 96.7’sinin maaşının düşüklüğü nedeniyle toplumdaki saygınlığının azaldığını düşündüğü,
  • Sadece yüzde 63,43’ünün ayda bir kez ailesiyle dışarıda yemek yiyebildiği, köyüne ya da ailesinin yazlığına gitmek dışında yüzde 97’sinin hiç tatil yapamadığı bulguları yer aldı.
Kaynak: Eğitim-İş

Öğretmenlerin kazanımlarına göz dikenlerin ezbere övgülerini istemiyoruz

Sendika, açıklamasında, “Bu anket, dünyada Başöğretmen unvanlı bir liderin kurduğu tek ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, öğretmenlerin yoksulluğa ve itibarsızlığa sürüldüğünün göstergesidir” dedi ve şu ifadeleri kullandı:

“Hepimiz biliyoruz ki eğitimcisinin itibar görmediği bir ülkenin, eğitim sisteminin iyi olma ihtimali; eğitim sistemi iyi olmayan bir ülkenin de dünya ülkelerinden itibar görme ihtimali yoktur. Öğretmenlerin yılda bir kez Öğretmenler Günü’nde hatırlanmaya değil, sorunlarına samimiyetle ve çözüm odaklı yaklaşılmasına ihtiyacı vardır. Bu nedenle öğretmenlerin kazanımlarına göz diken ve emeğini küçümseyen anlayışın Öğretmenler Günü’nde riyakarca sarf edeceği ezbere övgüleri istemiyoruz.

 

İklim krizi: Gıda güvensizliği yüz binlerce çocuk için bir tehdit haline geldi

İngiltere kökenli 21 bağımsız hayır kurumunun bir araya gelmesi ile oluşan Oxfam Konfederasyonu ve Save The Children (Çocukları Kurtarın) Fonu tarafından hazırlanan “Tehlikeli Gecikme 2: Eylemsizliğin Bedeli” adlı rapora göre, Etiyopya, Kenya ve Somali‘de süren çatışmalar, Kovid-19 pandemisi ve Ukrayna’da devam eden savaşın tırmandırdığı enflasyonist ortam ve piyasa baskılarının yanı sıra iklim değişikliğinin etkileri sonucu ortaya çıkan gıda güvensizliği nedeniyle 181 milyon kişi kriz seviyesinde açlıkla karşı karşıya bulunuyor.

AA’dan Dilan Pamuk’un aktardığına göre; Bütün Çocuklar Bizim Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Çevre Mühendisi Aytül Yüksel, iklim değişikliğinden etkilenen kırılgan topluluklarda yaşayan çocukların durumunu ve karşı karşıya oldukları riskleri değerlendirdi:

“Eğer ekonomik olarak güçlü bir ülke ise, diğer ülkelerden gıda ithalatı ile sürdürülebilir olmasa da çözümler bulabiliyor. Ancak geliri düşük ülkeler tam bir çaresizlik içinde kalıyor. Dolayısıyla, bundan en çok da dezavantajlının da dezavantajlısı konumunda olan çocuklar etkileniyor. Ne sağlıklı olabiliyorlar ne okula gidebiliyorlar. Hatta ölüm kalım savaşı veriyorlar. Kazara yaşayıp büyümüşler ise de bu çaresizlik ortamında, ülkelerindeki savaş girdabına dahil oluyorlar.”

Fotoğraf: Zakir Hossain Chowdhury – Anadolu Ajansı

‘Akut açlık nedeniyle ortalama her 48 saniyede bir kişinin hayatını kaybediyor’

Akut açlık nedeniyle ortalama her 48 saniyede bir kişinin hayatını kaybettiği tahminine yer verilen raporda, iklim krizinin bir yandan ihtiyaçları tırmandırırken, bir yandan da kuraklık gibi aşırı hava olayları ile çatışma ve yerinden etme risklerini artırdığına vurgu yapıldı.

Somali’nin 2011 yılında maruz kaldığı kıtlık nedeniyle çeyrek milyon insanın hayatını kaybettiği ve bunların yarısının beş yaş altındaki çocuklardan oluştuğu hatırlatılan raporda “Etiyopya, Kenya ve Somali’de kriz seviyesinde açlıkla karşı karşıya olan insanların sayısı geçtiğimiz yıldan bu yana 10 milyondan 23 milyona çıkarak iki katın üzerinde artış gösterdi.” ifadelerine yer verildi.

Mevcut eğilimlerin devam etmesi durumunda, 2015’te 400 olan iklim kaynaklı yıllık küresel afet sayısının 2030’a kadar 560’a yükseleceğinin öngörüldüğü raporda “İklim finansmanıyla ileriye dönük eylemler arasında bağlantı kurulması yalnızca ‘daha fazla harcama‘ meselesi değil, aynı zamanda iklim felaketine en fazla katkıda bulunanlar ile en az katkıda bulunanlar arasındaki finansal eşitsizliği azaltmak adına ‘daha iyi ve daha adil harcama’ meselesidir” değerlendirmesinde bulunuldu.

Kaynak: UNICEF/UN0403964/Franc

Domino taşları: İklim değişikliği, gıda krizi ve aşırı kuraklık

İklim krizinin en ağır şekilde sosyal, finansal ve çevresel açıdan hazırlıksız olan, ortalama gelirin düşük olduğu, sosyal adaletsizliğin yaygınlaştığı dezavantajlı ülkeleri etkilediğini belirten Yüksel, aşırı kuraklık gibi iklimsel etkilerin gıda krizini tetiklediğini anlattı.

‘Açlığı çözmek için gereken kaynaklar yanı başımızda’

Kuraklık ve gıda krizi nedeniyle ortaya çıkan açlık koşullarına maruz kalan çocukların, eğitim, sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını yerine getirmede çeşitli sorunlarla karşılaştıklarını kaydeden Yüksel, Birleşmiş Milletler (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın “açlığa son” maddesinin “iklim eylemi” maddesiyle son derece ilintili olduğunu ifade etti.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları arasında bulunan “sağlıklı bireyler”, “nitelikli eğitim”, “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “temiz su ve sıhhi koşullar”, “barış”, “adalet” ve “güçlü kurumlar” gibi ondan fazla maddenin de iklim krizi ile bağlantılı olduğunu işaret eden Yüksel, “Açlıkla ilgili oranlar iyileşmenin olduğunu gösterse de belirlenen 2030 hedefi için hala çok uzakta. Oysa kaynaklar hemen yanı başımızda duruyor” görüşünü paylaştı. Yüksel, şöyle devam etti:

“Bir yanda büyük gıda israfı, bir yanda aç kalan çocuklar. Sistemsel ve köklü değişimler ile bunu çözmek gerçekten de zor değil. Adaletli bir paylaşım, iklim değişikliğinin sonuçlarını hafifletir ve uyum sürecini hızlandırabilir. Karnı doyan, sağlığına kavuşan çocuk oyuna ve öğrenmeye dönebilir. Okuluna ulaşabilir. Gelişime açık olur ve savaş gibi çıkmaz sokaklara dahil olmayı aklından bile geçirmeyebilir.”

‘Afet bölgelerindeki çocuklar eğitim haklarından mahrum kalabiliyor’

İklim değişikliğinin neden olduğu krizlerin, çocukların gelecekleri üzerindeki etkilerine değinen Yüksel, “İklim krizi biz ve bizden önceki yetişkinlerin seçimleri nedeniyle olsa da sonuçlarıyla yüzleşenler çocuklar oluyor” diye konuştu.

Beslenme, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçları giderilemeyen çocukların öğrenme ve gelişme haklarından mahrum kaldıklarına vurgu yapan Yüksel, geçen aylarda Pakistan’da yaşanan sel felaketinin çocukların eğitim haklarını engellediğini hatırlattı.

Yüksel, “Pakistan’da yaşanan sel felaketi nedeniyle ülke genelinde okulların yüzde 40’ı sular altında kaldı. Eğitime ulaşamayan çocuklar nedeniyle, ülke olarak, karşılaştıkları sosyal travmanın sonuçlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklar” diyerek sözlerini tamamladı.

WWF Türkiye: COP27’deki iklim hedefleri dünyayı kurtaramaz

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), COP27’nin ardından açıklama yaparak zirveden çıkan gelişmekte olan ülkelerin iklim krizi sonucunda yaşamakta olduğu kayıp ve zararların karşılanmasına yönelik bir fon kurulması kararını olumlu bir adım olarak değerlendirdi. Öte yandan COP27’nin küresel ısınmayı sınırlamaya yönelik emisyon azaltım taahhütlerini güçlendirme konusunda yetersiz kaldığına dikkat çekildi.

‣Sivil toplum daha fazla eylem istiyor: COP27, iklim krizinin sonuçlarını ele aldı, krizin temel nedenini değil

Birleşmiş Milletler’in her yıl iklim kriziyle nasıl mücadele edileceğine dair ortak karar almaları için hükümetleri ve uzmanları bir araya getirdiği COP27 görüşmeleri Mısır’da tamamlandı.

[COP27] Paris Antlaşması’nın 1.5-2 derece hedefi, yüzyılın sonuna ya da bir başka yüzyıla kaldı!

Zirve sonuç bildirgesi, tüm tarafların iklim hedeflerini 2023 yılı sonuna kadar bir kez daha gözden geçirmeye çağırdı. Görüşmelerde, iklim krizinden en fazla etkilenen gelişmekte olan ülkelerin kayıp ve zararlarının karşılanmasına yönelik bir fon oluşturulacağı açıklandı. Fonun işleyişine yönelik detaylar önümüzdeki yıl içerisinde netleştirilecek.

COP27 sona erdi: Kayıp-hasarda ‘tarihi’ kazanım, fosil yakıttan çıkışta hayal kırıklığı

Ayrıca görüşmeler sonrasında Emisyon Azaltımı Çalışma Programı’nın hayata geçmesine karar verildi. COP27’nin hemen sonrasında çalışmaya başlayacak olan program, 2030 yılına kadar devam edecek.

Program kapsamında, taraf ülkelerin küresel düzeyde emisyonların azaltılmasına hizmet edecek önlemleri tartışmak üzere yılda en az iki kez bir araya gelmesi planlanıyor.

[Şarm El-Şeyh’ten COP27 Notları-4] Konferans yine niye kilitlendi?

Türkiye emisyon seviyesini 2030’da yüzde 33 artırmış olacak

COP27’de, Türkiye de sera gazı emisyonunu azaltmaya yönelik 2030 iklim hedefini, yüzde 41 oranında artıştan azaltım olarak açıkladı.

[COP27] Levent Kurnaz: Metin toplantıyı yansıtıyor; herkes bu COP’a ‘topu taca atma’ niyetiyle gelmişti

Söz konusu hedef Türkiye’nin emisyonunu 2030 yılında 693 milyon ton civarında sınırlandırmayı öngörüyor. Bir başka deyişle Türkiye, 2020’de 523 milyon ton olan emisyon seviyesini 2030’da yüzde 33 oranında artırmış olacak. Verilen hedef kapsamında emisyonlar 2038 yılından sonra azalmaya başlayacak. WWF tarafından yapılan açıklamada da verilen emisyon azaltım hedefine eleştiri getirildi:

“‘2053’te net sıfır emisyon’ vizyonuyla uyumlu olmayan bu hedef, ülkemizin enerji dönüşümünü geciktirirken iklim kriziyle mücadelenin ve iklim krizine uyumun maliyetini artıracak. COP27 öncesinde WWF-Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 17 sivil toplum kuruluşu tarafından yapılan çağrı, Türkiye’nin 2053 net sıfır vizyonu doğrultusunda 2030 için en az yüzde 35 oranında mutlak azaltım hedeflemesi gerektiğini ortaya koymuştu.”

[COP27] ABD, iklim görüşmelerinin ‘devasa fosili’ ilan edildi

‘İklim krizinin yıkıcı etkilerinin önüne geçmek imkânsız değil, acil’

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Yönetim Kurulu Başkanı Nafiz Karadere COP27’yi şu sözlerle değerlendirdi:

Nafiz Karadere

“Küresel ısınmayı 1,5 °C ile sınırlandırabilmemiz için 2030 yılında emisyonların 2019 yılı seviyesine kıyasla tüm dünyada yüzde 43 oranında azaltılması gerekiyor. Mevcut iklim hedefleri ise bizi 2,5 °C’lik bir ısınmaya götürüyor. Emisyonlarımızı azaltmaya yönelik acilen harekete geçilmediği takdirde hiçbir fon uğranılacak kayıp ve zararları yönetmeye yetmeyecek.

27. Taraflar Konferansı ardından belirlenen hedeflerin hala çok yetersiz olduğunu görüyoruz. Kömürden çıkış başta olmak üzere sıfır emisyonlu bir gelecek için somut adımlar atmak ve iklim krizinin yıkıcı etkilerinin önüne geçmek imkânsız değil fakat acil.”

[COP27] Taslak anlaşması yayımlandı: ‘Kayıp-hasar finansmanı’na ilişkin bir teklif yok

‘Kayıp ve zarar fonu, ‘Dünya’nın sonu’ fonu olma riski taşıyor’

WWF-Türkiye tarafından yapılan açıklamada, kayıp ve zarar fonu kararı olumlu bir adım olarak değerlendirilirken; ülkelerin, emisyonları azaltmak ve ısınmayı 1,5°C’nin altına indirmek için daha hızlı hareket etmemeleri halinde, fonun Dünya’nın sonu fonu olma riski taşıdığı belirtildi.

[COP27] AB, müzakerelerin tıkanmaması için kayıp ve hasarı fonu konusunda ‘orta yol’ önerdi

COP27’de liderler, fosil yakıtlardan aşamalı olarak vazgeçme yönünde adım atmayarak, fosil yakıtların ortadan kaldırılmasını hızlandırma ve iklim felaketlerini önleme yolunda ilerleme kaydedilmesine imkân vermemiş oldu.

İddialı emisyon azaltım hedeflerinin eksikliği, kayıp ve zarar etkilerinin sınırlandırılması önünde engel teşkil etmeye devam edecek. İklim krizinin derinleşmesini önlemeye yönelik kararlı adımlar atılmaması halinde, kayıp ve zararlara yönelik fonun tek başına yeterli bir mekanizma olmaktan çok uzak olduğu kaydedildi. Açıklamada ayrıca, geçtiğimiz sene Glasgow’da gerçekleşen COP26’dan bu yana iklim hedeflerinde hırslı bir ilerleme olmadığı değerlendirildi.

[COP27] Kritik virajda Guterres’ten son çağrı: Ayağa kalkın ve elinizden gelenin en iyisini yapın

2009’da Kopenhag’da düzenlenen Taraflar Konferansı’nda gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin iklim hedeflerini desteklemek için 100 milyar dolar finansman sağlamayı taahhüt etmişti.

İklim finansmanında söz verilen 100 milyar dolar hedefine halen ulaşılamadı. COP27 sonuç bildirgesi, küresel düzeyde 2050 net sıfır hedefine ulaşabilmek için, 2030’a kadar yenilenebilir enerjiye yılda 4-6 trilyon ABD doları yatırım yapılması gerektiğine dikkat çekiyor. Bunun için finans sisteminin acilen yeniden yapılandırılması gerekiyor. WWF’nin açıklamasında son olarak şu ifadelere yer verildi:

“Gezegenin, iklime yönelik hedeflerde finansmanın ve somut adımların artmadığı bir COP görüşmesine daha zamanı yok. Doğa, son 10 yılda insanlığın karbondioksit emisyonlarının yüzde 54’ünü absorbe edebildi ancak emisyonları hızlı bir şekilde azaltma görevini, insanlık olarak üzerimize düşeni yapmadan tek başına doğa üzerine yüklemek yeterli ve adil değil.”

 

Silikozis belgeselini göstermek ‘kabahat’ sayıldı

Yönetmen Murat Yüksel’in Aydın, Çine’de kuvars-feldspat çıkaran işletmelerde önlem alınmadan çalıştırıldıkları için silikozis hastalığına yakalanan işçileri anlattığı ‘Vakti Gelince’ adlı belgeselinin gösterimi ‘izinsiz’ yapıldığı gerekçesiyle yönetmene para cezası verildi.

Ajans Bakırçay‘ın aktardığına göre;  belgeselin gösterimini 15 Kasım’da Çine’de bir köy kahvesinde yaptıklarını anlatan yönetmen Yüksel, sonrasında Jandarma tarafından arandığını ve kendisine sözlü olarak para ceza kesildiği bilgisinin verildiğini söyledi.

Fotoğraf: Ajans Bakırçay

581 TL ceza

Belgeseli ücretsiz, halka açık gösteren Yüksel, 581 TL para cezasına tabi tutuldu. Ýönetmen Murat Yüksel yaşananları şöyle anlattı:

“Çine’de maden ocaklarında iş sağlığı ve güvenliği hiçe sayılarak çalışan ve ölümcül silikozis hastalığına yakalan, maden işçilerinin hikayesini anlattığım Vakti Gelince adlı belgesel çalışmamın ilk gösterimini çekimlerin bir kısmını yaptığım Aydın/Çine’nin Seferler Köyü’nde bir kahvehanede gerçekleştirdik. 15 Kasım tarihindeki gösterim sonrasında kahvehanenin sahibine, köyde ikamet eden bir vatandaşa ve bana ceza kesildiğini öğrendim.

16 Kasım‘da bölgede görev yapan jandarma ekipleri kahve sahibine ve köy sakinine ceza kestiklerini ve makbuz oluşturduklarını söylemişler. Ama şu an bana ulaşan herhangi bir tebligat bulunmuyor.

17 Kasım’da akşam saatlerinde Seferler bölgesinde görev yaptığını söyleyen bir astsubay beni telefonumdan aradı ve belgeselin çekimlerinde izin alıp almadığını; belgeselin gösterime girip girmediğini sordu. Gösterim için Jandarma’dan izin almam gerektiğini ifade etti. Ardından para cezasının Kaymakamlık tarafından onaylandıktan sonra bana tebliğ edileceğini, 15 gün içinde de itiraz edebileceğimi ekledi”

Telefonlar kendisini arayarak astsubay olduğunu söyleyen kişiye çekim sürecinde veya gösterimi için herhangi bir yerden izin almadığını, zira buna gerek olmadığını anlattığını ifade eden Yüksel, Anayasa’ya işaret etti:

“Anayasa 26. maddesi ne diyor? ‘Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar’. Dolayısıyla benim resmi makamlardan böyle bir izin almam gerekmediğini belirttim”.

Fotoğraf: Ajans Bakırçay

Anayasa’ya aykırı

Murat Yüksel kesilen para cezasının Anayasa’ya aykırı olduğuna dikkat çekerek asıl meselenin göz ardı edildiğini, bölgedeki madenlerde çalışan işçilerin vahşi çalışma koşullarını konuşmak ve düzeltmek yerine konunun bürokratik engellerle kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya çalışıldığını sözlerine ekledi.

Planlanan diğer gösterimleri bir süre erteleyeceklerini söyleyen Murat Yüksel, “Verilen para cezasının önemi yok. Asıl konuşmamız gereken maden ocaklarında iş güvenliğinin hiçe sayılması. Öyle olmasaydı Soma veya Amasra yaşanır mıydı? Buradaki madenlerde saatlerce toz soluyan işçilere verilen maske, boyacılara verilen bez maskeden ibaret. Belgeselde konuştuğumuz bir işçi, iş güvenlik uzmanının maaşını devletten değil, şirketten aldığını söylediğini; beğenmiyorsa işi bırakabileceğini anlatıyor. Silikozis hala bir meslek hastalığı olarak tanınmadığı için şirketler işçiyi hiçbir gerekçe göstermeden kapı önüne koyuyor. Biz işte bu sorunları kamuoyuna göstermeye çalışıyoruz” dedi.

Katalonya su kısıtlaması ilan etti

İspanya‘nın kuzeydoğusundaki Katalonya Bölgesi‘nde, aylarca süren kuraklık sonrasında su kısıtlamaları başlatıldı.

Katalan yönetimi sözcüsü Patricia Plaja dün yaptığı açıklamada, önlemlerin Katalonya bölgesindeki nüfusun yüzde 80’inin yani 6,7 milyon insanın etkileneceğini söyledi.

Bu Cuma gününden itibaren yürürlüğe girecek tedbirler, ekinlerin ve endüstrinin sulanması için kullanılan suyun azaltılmasını içeriyor. Şehir sakinlerinin evlerin veya arabaların dışını yıkamak veya yüzme havuzlarını doldurmak için içme suyu kullanmalarına izin verilmeyecek.

Barselona da dahil olmak üzere 500’den fazla belediye binası, çeşmeleri doldurmayı ve sokakları içme suyuyla temizlemeyi bırakacak.

Plaja, henüz evlerde yıkanmak, yemek pişirmek veya içmek için kullanılan suyun sınırlandırılmasına gerek olmadığını, ancak vatandaşları “ülkenin karşı karşıya olduğu istisnai durumun farkında olmaya” davet ettiğini söyledi.

İspanya’daki Vilanova de Sau’daki bir rezervuarda kısmen açığa çıkan 11. yüzyıldan kalma bir Romanesk kilisenin 20 Haziran 2022 ve 18 Kasım 2022’de aynı noktadan çekilmiş fotoüğrafları. Emilio Morenatti / AP Photo

Uzmanların  iklim değişikliğiyle ilişkilendirdiği ortalamanın altındaki yağışlar, İspanya genelinde su kaynaklarını daralttı ve tarıma zarar verdi.

Daha önce  güneydeki Sevilla kentinde kurak ve sıcak yaz mevsiminin ardından Eylül ayında benzer önlemler alınmasının ardından Barselona şimdi İspanya’da su kullanımını sınırlayan ikinci büyük şehir oldu.

İspanya’nın ekolojik geçiş bakanlığına göre, Sevilla yakınlarındaki rezervuarlar şu anda kuraklııktan en çok etkilenen kaynaklar. Katalonya’nın su rezervuarları kapasitesinin %34’e düştüğü aktarıldı.

2008’de uzun süreli bir kuraklık sonrası Barcelona’nın su ihtiyacını desteklemek için kurulan yılda 60 hm3 üretim kapasitesiyle Avrupa’nın en büyük tuzdan arındırma tesisi şu anda yüzde 90 kapasiteyle çalıştırılıyor.

Plaja, yağmurlar sonunda bir miktar rahatlama sağlasa bile, İspanya’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi “iklim bağlamının” Katalonya’nın daha uzun ve daha sık kuraklık çekeceği anlamına geldiğini belirtti.

Akdeniz Havzası, iklim değişikliği nedeniyle artan sıcaklıklardan dünyanın en fazla zarar görecek bölgelerinden biri olarak tanımlanıyor.

Bulunan en eski yiyecek kalıntıları, Neandarteller ve Homo sapiens’in ‘gurme’ olabileceğini söylüyor

Liverpool Üniversitesi‘nden arkeobotanik uzmanı Dr. Ceren Kabukçu ve meslektaşlarının yürüttüğü ve sonuçları Antiquity dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmada, Kuzey Irak’taki 70 bin yıllık Shanidar Mağarası‘nda ve Yunanistan‘daki 12 bin yıllık Franchthi Mağarası‘nda bulunan işlenmiş bitki kalınıtları incelendi.

Analiz, Neandertaller ve erken modern insanların (Homo sapiens), düşünülenin aksine birkaç adımla yemek pişirdiğini ve kullanılan malzemelerin çeşitli olduğunu ortaya çıkardı.

Paleolitik avcı-toplayıcı beslenme üzerine yapılan araştırmalar genelde hayvansal tüketime odaklanıyor ve bitkisel gıdaların kullanımına ilişkin kanıtlar nispeten sınırlı. Ancak araştırma, Taş Devri’ndeki yaşamın, en azından bu iki bölgede sadece “acımasız bir hayatta kalma mücadelesi” olmadığını ve tarih öncesi insanların seçici bir şekilde çeşitli farklı bitkileri topladığını ve bunların farklı tat profillerini anladığını öne sürüyor.

Shanidar Mağarası’ndan çıkarılan şimdiye kadar bulunan en eski yiyecek kalıntısının mikroskobik görüntüsü.

Irak’ta Zagros Dağları‘nda yer alan 70 bin yıllık Neandertal yerleşimi Shanidar Mağarası’ndaki antik ocaklarda bulunan kalıntılar, şimdiye kadar bulunan en eski yanmış yiyecek kalıntıları.

Bilim insanları yaptıkları çalışmada ayrıca güney Yunanistan’daki 12 bin yıllık Franchthi Mağarası‘ndan çıkarılan eski yanmış yiyecek parçalarını da analiz etti.

Analiz, pişmiş bitki gıdalarında ortak bir bileşen olarak dövülmüş baklagillerin kullanıldığını ortaya koydu ve sonuçta, acı ve buruk tatlara sahip bitkilerin Güneybatı Asya ve Doğu Akdeniz’deki Paleolitik mutfakların temel bileşenleri olduğu öngörüldü.

Ayrıca Taş Devri aşçılarının, bir dizi malzemeyi bir araya getirerek ve yemeklerini hazırlamak ve tatlandırmak için farklı teknikler kullandığı ve ‘şaşırtıcı derecede sofistike‘ oldukları belirlendi.

Franchthi Mağarası’nda bulunan bakliyat açısından zengin fosilleşmiş bitkisel besinin mikroskobik görüntüsü.

Bakliyatlar, ıslatılıyor, kabukları soyuluyor ve dövülüyordu

Buna göre antik yemeklerde yabani yemişler, bezelye, bakla ve yenilebilir tohum kabukları olan baklagil ve otlar, en yaygın olarak  fasulye veya mercimek gibi bakliyatlarla ve bazen de yabani hardalla birleştirilerek tüketiliyordu.

Ayrıca doğal olarak acı bir tada sahip olan bakliyatlar daha lezzetli hale gelmesi için kabuklarını çıkarmak için ıslatılarak kabuklarından çıkarılıyor, kaplarda öğütülüyor veya taşlarla dövülüyordu.

Daha önce bu tür yaratıcı pişirme tekniklerinin, yalnızca 6 bin ila 10 bin yıl önce gerçekleşen Neolitik zamanda avcı-toplayıcı yaşam tarzından insanların tarıma geçmesiyle ortaya çıktığı düşünülüyordu.

Çalışmanın baş yazarı Dr. Ceren Kabukçu, zaman ve mekandaki mesafeye rağmen, her iki bölgede de benzer bitkiler ve pişirme tekniklerinin tespit edildiğini ve bunun muhtemelen ortak bir mutfak geleneği olduğunu öne sürdüğünü söyledi.

Kabukçu’ya göre, eski insanların 70 bin önce Shanidar Mağarası’nda baklagilleri dövüp ıslattığına dair kanıt, bitkilerin yiyecek için işlenmesine ilişkin Afrika dışındaki en eski doğrudan kanıt.

Kabukçu, tarih öncesi insanların bitki bileşenlerini bu şekilde birleştirdiğini görünce şaşırdığını, bunun da lezzetin önemli olduğunun açık bir göstergesi olduğunu söyledi. Araştırema ekibi, kalıntılarda daha besleyici görünen ve hazırlanması daha kolay olan kök ve yumrular gibi nişastalı bitkiler bulmayı bekliyordu.

 

 

‘Albatros Marina’da kaçak yapılaşma bakanlık himayesinde devam ediyor’

Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi ve Muğla Çevre Platformu’ndan (MUÇEP) ekoloji aktivistleri dün Marmaris Körfezi‘nde yer alan Albatros Marina önünde kapasite artırımı için yapılan liman genişletme faaliyetlerinin mevzuata aykırı biçimde yürütülmesini protesto etti. Marina güvenliğinin engelleme girişimine rağmen aktivistler kamusal alanda olduklarını vurgulayarak açıklamada bulundu.

Aktivistler marinaların kapasite arttırma faaliyetinin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’ne tabi olmasına rağmen bu sürecin Albatros Marina’da işletilmediğini hatırlatarak, kaçak yapılaşmanın denetim ödevi olan Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Marmaris Belediyesi’nin himayesinde devam ettirildiğini bildirdi.

Aktivistler 6 Eylül’de CİMER’le Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvurmuş, dilekçe sonucunda Bakanlıkça şu yanıt verilmişti: 

“Söz konusu başvurunuza istinaden yerinde yapılan incelemede; başvuruda bahsi geçen marinanın kapasite artışı için inşaat faaliyetine başlanmış olduğu ve halihazırda devam ettiği belirlenmiş olmakla birlikte, söz konusu kapasite artışı için 11/05/2012 tarih ve V.727 sayılı ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararının bulunduğu tespit edilmiştir.”

Yanıtın ardından CİMER’e ikinci bir dilekçe 9 Eylül’de iletilmiş, Bakanlıkça verilen yanıta işaret edilerek “ÇED Yönetmeliği Madde 17: ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı verilen proje için beş yıl içinde mücbir sebep bulunmaksızın yatırıma başlanmaması durumunda ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı geçersiz sayılır” hükmü hatırlatılmıştı.

Ayrıca marina kapasite artışıyla ilgili inşai faaliyete son verilmesi, gerekli cezai müeyyidelerin uygulanması, doğa üzerinde yaratılan tahribatın sorumlu firmaca giderilmesi talep edilmişti. 

Dün marina önünden seslenen aktivistler, marinanın bulunduğu lokasyonda endemik ve koruma altında olan sığla ağaçlarının bulunduğuna, Marmaris Günnücek Milli Parkı’nın yanı ve bir sulak alanı olduğuna yeniden işaret etti.

Ekoloji Birliği eş sözcüsü ve Marmaris Kent Konseyi çevreden sorumlu yürütme kurulu üyesi Halime Şaman ile Muğla Çevre Platformu ve Datça Kent Konseyi yürütme kurulu üyesi avukat Güngör Erçil’in yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Marina inşaatının çevresel etkiler açısından değerlendirilmeksizin, denize çakılan kazıklarla denizel hareketliliği tümüyle etkileyerek sığla ağaçlarını kaybetmemize yol açacak bir sona yol açabilir. Kaldı ki mevzuatın yetkili kurumlarca uygulanmaması yurttaşların yasalar önünde eşitlik ilkesine olan inançlarını erozyona uğratmaktadır.”

 

Sivas’a su sağlayan baraj kurudu: 54 kilometreden su taşınacak

Kuraklık nedeniyle Sivas’ın içme suyunu karşılayan 4 Eylül Barajı’nda su seviyesi düştü.

Kentin su ihtiyacı için, Devlet Su İşleri (DSİ) ve Sivas Belediyesi, kent merkezine 54 kilometre uzaklıkta bulunan Hafik ilçesi sınırlarındaki Pusat Özen Barajı‘ndan su aktarımı için isale hattı planlandı.

Öte yandan takviye su getirilmesi planlanan Pusat Özen Barajı’nda da su seviyesi düşük.

Şehrin son günlerde en önemli gündeminin içme suyu sıkıntısı olduğunu belirten Belediye Başkanı Hilmi Bilgin, adeta zamanla yarıştıklarını söyledi:

“Barajda su, bitti denecek kadar az. Yaklaşık 15-20 günlük bir su var. Tavra Deresi ve barajdan alınan suyla şehrin su ihtiyacını karşılıyoruz. DSİ Genel Müdürlüğü tarafından ihale edilen çalışma Bölge Müdürlüğü kontrolünde yürütülüyor ama bizim ekiplerimiz de tüm çalışma saatlerinde sahada gerekli yardımda bulunmaya gayret ediyor. Müteahhit firmanın da bizim de amacımız planlı su kesintisine gerek kalmadan bağlantıyı sağlamak.”

Bilgin, bu süreci su kesintisi olmadan atlatmayı düşündüklerini ancak planlı bir su kesintisi yapılması gerekirse kamuoyuyla şeffaf bir şekilde paylaşacaklarını belirtti.

“Pusat Barajı’nda bir sorun görünmüyor ama bu uzun vadede de sorun olmayacağı anlamına gelmiyor” diyen Bilgin şöyle devam etti:

“Geçen yıl barajdaki su seviyesi doluluk oranı yüzde 90 seviyesine kadar gelmişti. Bu dönem de yağış durumuna göre yükselecektir. Sadece Sivas merkez değil, uzun vadede bölgemizin içme suyu konusunda sıkıntı yaşamaması için yeni projeleri devreye alacağız. Şimdilik kısa vadede Pusat Barajı’ndan gelecek suyla ilimizin su sıkıntısını çözeceğiz.”