Ana Sayfa Blog Sayfa 677

Danıştay’dan Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin projelerine iptal

Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) tarafından Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin (OBB) iki projesinin iptali için açtığı dava sonunda Danıştay, itiraz yolu olmaksızın projenin uygulanamaz olduğuna karar verdi.

Melet Irmağı’nın doğu tarafında yapılmak istenen mendirek ve balıkçı barınağı ile Cumhuriyet ve Turnasuyu Mahalleleri kıyısında deniz dolgusu ve bisiklet yolu projeleri bulunuyordu. ORÇEV, İdare Mahkemesi’ne söz konusu projelerin ekosistem ve şehircilik kurallarına göre uygun olmadığı gerekçesiyle davalar açmıştı. İdare Mahkemesi Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin projelerinin uygun olmadığı yönünde karar almıştı. Danıştay 6. dairesi de her iki dava da İdare Mahkemesi’nin kararını onayladı.

Ordu Çevre Derneği Yönetim Kurulu adına konuya ilişkin yapılan açıklamada , “OBB mahkeme kararına uymalı ve çalışmaları derhal durdurmalıdır” denildi.

İki mahkeme kararında da ‘temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına… 2577 sayılı idari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20/A-2-(i) maddesi uyarınca karar düzeltme yolunun kapalı olduğunun duyurulmasına … tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir’ denildi. ORÇEV Yönetim Kurulu’nca yapılan açıklamada “Bu karar derneğimizin yaşanabilir bir şehir mücadelesinin ve ekosisteme sahip çıkma çabasının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu” ifadeleri kullanıldı.

‘Zarar nasıl giderilecek?’

ORÇEV  bugüne kadar gerçekleştirilen faaliyetler neticesinde verilen zararın nasıl giderileceğini sordu:

“Ordu Büyükşehir Belediyesi yönetimi geri dönülmez zararlar vermeye devam ediyor. OBB’nin şehrin ekosistemine zarar verdiği mahkeme kararıyla ortaya çıkmaktadır. OBB, mahkeme kararlarını yok sayarak Anayasal suç işlemektedir. OBB yönetimi halkı yok sayarak, kendi iradesini halkın ve mahkemenin iradesinden üstün görüyor. Dernek olarak balıkçı barınağı için verilen yürütmeyi durdurma kararını uygulatamadık. Tüm ısrarlarımıza karşın yetkili kurumlar da seyirci kaldı. Çalışma devam etti. Şimdi ne olacak?

Verilen zarar nasıl giderilecek? Bunun sorumlularına yaptırım olmayacak mı? Bir de davalı belediye ve yandaş küçük bir azınlık derneğimizi ‘her şeye karşı çıkıyorlar’ diye karalamaya çalışıyorlar. Ordu Çevre Derneği olarak yanlışlara karşı çıkıyoruz ve çıkmaya devam edeceğiz. Açtığımız davalar lehimize sonuçlanıyor. Ordu Çevre Derneği olarak ekosistemi yok edenlere karşı mücadelemiz sürecek.”

ORÇEV: Ordu Büyükşehir Belediyesi yanıltıcı bilgi veriyor
‣ORÇEV: Ordu Büyükşehir Belediyesi mahkeme kararına uymuyor 

Ne olmuştu?

ORÇEV, OBB 1. Ordu İdare Mahkemesi tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararına rağmen kıyı dolgu ve düzenleme projesi çalışmasını durdurmaması üzerine Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuştu.

Ordu Çevre Derneği yönetim kurulu adına yapılan açıklamada, “Ordu Büyükşehir Belediyesi tarafından Melet Irmağı ağzına yapmak istediği balıkçı barınağının yerinin uygun olmadığı ve ekolojik sorunlara neden olacağı gerekçesiyle dava açtık. Mahkeme de iddialarımızı olumlu değerlendirerek ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi. İdare Mahkemesi’nde duruşmalı mahkememiz de tamamlandı. Süreç, karar aşamasında. Buna karşın Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı basın açıklamasıyla balıkçı barınağının yapılacağı doğrultusunda bilgi veriyor. Mahkeme kararlarını önemsemiyor” denildi.

OBB kıyı dolgu ve düzenleme projesi çalışmasını durdurmaması üzerine ORÇEV Ordu Valiliğine ve İl Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Müdürlüğüne Şubat’ta dilekçe vermişti.

Londra’daki düşük emisyonlu bölge uygulaması, tüm şehri kapsayacak şekilde genişletilecek

İngiltere’nin başkenti Londra’nın belediye başkanı Sadiq Khan, halihazırda uygulanan ultra düşük emisyon bölgesi (ULEZ) sınırlarının 29 Ağustos 2023’ten’tan itibaren şehirdeki 9 milyon insanın tamamını kapsayacak şekilde genişletileceğini söyledi.

Buna göre önümüzdeki Ağustos ayından itibaren çevreyi en çok kirleten araçlar, tüm Londra metropolünü kapsayacak şekilde genişletilen Ultra Düşük Emisyon Bölgesine girmek için günde 15 dolar ödeyecek.

Uygulamanın sınırları Nisan 2019’da başladığından bu yana bir kez genişletildi ve şu anda Londra’nın Kuzey ve Güney Dairesel iç çevre yolları ve şehir merkezi içinde geniş bir alanı kapsıyor.

Yalnızca 2005’ten sonra tescil edilen benzinli arabalar ve Eylül 2015’ten sonra tescil edilen dizel arabalar, nitröz oksit emisyonları konusunda ULEZ standartlarını karşıluyor ve ödemeden muaf tutuluyor.

‣ Avrupa’da ‘düşük emisyonlu bölge’ uygulaması giderek yaygınlaşıyor

Otobüs hizmetlerinin de paralel bir şekilde Londra dışında genişleyeceğini duyuran Khan, daha eski ve daha ağır araçlardan kaynaklanan hava kirliliğinin Londralıları “beşikten mezara kadar hasta” ettiğini söyledi:

“Şehrimiz zehirli hava tarafından boğuluyor ve Londralıları öldürüyor, astıma, bunamaya ve hatta kansere yol açıyor. Doğmamış bebeklerin karaciğerlerinde ve beyinlerinde bile hava kirliliği parçacıkları bulundu. Boş durup bunun devam etmesine izin veremeyiz.”

Havayı herkes için temizlememiz gerekiyor

Londra’da her yıl yaklaşık 4 bin  hava kirliliğine uzun süreli maruz kalma nedeniyle 4 bin erken ölüm yaşandığını belirten Belediye Başkanı, en fazla ölümün Londra’nın dışındaki ilçelerde olduğunu ekledi:

“Bu yüzden bu genişletme çok önemli; havayı herkes için temizlememiz gerekiyor.”

Öte yandan uygulama büyük bir muhalefetle karşılanıyor. Bazı anketlere göre çoğunluk, uygulamanın genişletilmesini istemiyor. Ancak Khan, beş milyon kişinin daha temiz havaya ulaşacağını belirterek uygulamanın genişletilmesinde kararlı olduğunu belirtiyor.

Başsavcılık, ‘sürtük’ sözüne soruşturma açılmasına gerek görmedi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın 1 Haziran’da partisinin grup toplantısında Gezi eylemlerine katılanlar için sarf ettiği “terörist” ve “sürtük” ifadeleri hakkında suç duyurusunda bulunan dört kadının dosyasını yanıtlayan Bartın Cumhuriyet Savcılığı, soruşturma açılması talebini reddetti.

Erdoğan’ın ifadelerine karşı pek çok farklı  şehirde kadınlar, sivil toplum örgütleri cumhuriyet savcılıklarına suç duyurusunda bulunmuş, bazı yerlerde şikayet dilekçeleri bile alınmamıştı.

Fotoğraf: Ozan Mercan / csgorselarsiv.org

Sözcü‘den Saygı Öztürk‘ün haberine göre Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı, 3 Haziran’da yapılan suç duyurusu hakkında kararını açıkladı:

“Yasada ‘ihbar ve şikayet konusu fiilin suç oluşturmaması halinde bir araştırma yapılmasını gerektirmeksizin açıkça anlaşılması, ihbar veya şikayetin soyut ve genel nitelikte olması durumunda soruşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilir’ hükmü yer almaktadır. Hakaret suçunun oluşabilmesi için bir kimseye yönelik olarak eylemin yapılmış olması gerekir. Açıklanan nedenlerle ihbar edilen hakkında kamu adına soruşturmaya yer olmadığına karar verildi.

25 Kasım eylemlerine katılan göçmen kadınlar sınırdışı edilmek isteniyor

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslarası Mücadele Günü için Taksim Tünel‘de yapılan eylemde gözaltına alınan 200 kadından ikisi, sınırdışı edlime tehlikesi ile karşı karşıya. 

Göçmen kadınlardan biri gözaltına alınırken baygınlık geçirip ezilme tehlikesi yaşamıştı. Birinin Türkiye’de oturum izni bulunurken diğerinin ise turist vizesi ile Türkiye’de olduğu aktarıldı.

25 Kasım Platformu, göç uzmanlarının durumu bugün değerlendireceğini belirtirken, bugün saat 12.00’de Karaköy‘deki Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi‘nde 25 Kasım’da yaşananlara ilişkin basın açıklaması düzenleneceğini duyurdu.

Beyoğlu Kaymakamlığı‘nın keyfi sebeplerle yasakladığı eyleme katılan kadınlar, Beyoğlu ve Haliç‘in pek çok sokağında polis ablukasına alınmış, saldırıya uğramış, darp edilerek gözaltına alınan 200’den fazla kadın gruplar halinde İstanbul’un farklı bölgelerinden sabah karşı serbest bırakılmıştı.

Şiddete karşı sokağa çıkan kadınlara polis şiddeti

Cuma günü Türkiye’nin her yerinde kadınlar, erkek şiddetine ses çıkarmak için sokaklardaydı.

Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Diyarbakır, Kocaeli, Antalya, Samsun, Muğla, Manisa ve pek çok kentte kadınlar engellemelere rağmen bir araya gelerek eylem yaptı. İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da, Şırnak’ta Van’da Adana’da pek çok kadın gözaltına alındı.

Her tarafına polis konuşlandırılan Beyoğlu sokaklarında kadınlar farklı noktalarda ablukaya alınarak engellenmeye çalışıldı. Haliç köprüsüne pankart asan kadınlar “Jin Jiyan Azadi” sloganları attı. Gazeteciler de polis ablukasına alınarak görüntü almaları engellendi.

Kadıköy’de 116 kişi daha gözaltına alındı

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu‘nun çağrısıyla Kadıköy İskele Meydanı‘nda düzenlenen eylem de polis şiddetine sahne oldu.

Meydanın her yerini barikatlarla çeviren polis, ablukaya aldığı eyleme saldırdı. Silah kabzasıyla kadınların kafasına vuruldu, 116 kişi darp ve işkenceyle gözaltına aldı.

Fotoğraf: Zeynep Kuray
Fotoğraf: Zeynep Kuray

Saldırı ve gözaltıların ardından erkek şiddetiyle hayatını kaybeden kadınların aileleriyle birlikte başka bir yerde açıklama yapan Gülsüm Kav, “Alanda arkadaşlarımıza uygulanan şiddeti herkese duyuracağız. Ve bir gün Türkiye’de her alanda her gün maruz kaldığımız erkek şiddetinden polis şiddetinden kurtulduğumuz günü kendi ellerimizle, mücadelemizle yaratacağız. Bizi hiçbir baskı yıldırmaz ama bugün yaptıkları bir şeyi gösteriyor. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmenin bir sonucu da bu” dedi.

Küresel plastik anlaşması için müzakereler başladı: Türkiye ne yapacak?

Bu yılın başında Kenya’nın Nairobi kentinde Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde bir plastik anlaşması için tüm ülkeler hem fikir oldu ve 2024 yılında bu anlaşmanın yazılması kararına varıldı.

İşte bu anlaşma kapsamında planlanan müzakerelerin ilki, bu hafta Uruguay’da start aldı ve birçok etkinlik, toplantı ve konuşmayla plastik anlaşmasının neyi kapsaması gerektiği konusu konuşulacak. Dünyanın birçok ülkesinden hükümet heyetleri ve delegasyonları ile birlikte sivil toplum temsilcileri anlaşma müzakerelerini izlemek üzere Uruguay’da yoğun bir mesai harcayacak.

Bunun yanında kirliliğin asıl sorumlusu olan endüstri de kendince bazı girişimlerle bu müzakereleri etkileme peşinde. Nitekim bunların başında Ellen McArthur Vakfı’nın öncülüğünde kurulan ve WWF tarafından da desteklenen ve üyelerinin çoğunluğu ana kirletici sektörlerden oluşan bir girişim geliyor. 

Girişim, plastik kirliliğine ilişkin Birleşmiş Milletler nezdinde yapılması planlanan girişimleri etkilemeye dönük kurulduğunu gizlemiyor. Öyle ki girişimin ana hedefinin plastik anlaşmasının plastik kirliliğinin yalnızca semptomlarını değil, temel nedenlerini de ele alan, yasal olarak bağlayıcı bir anlaşmanın kapısını aralaması gerektiğini de belirtiyor. Sadece bu da değil, plastiğin beşikten mezara tekrardan düşünülmesi gerektiğini ve buradaki temel fırsatların da değerlendirilmesi gerektiğinden de üstüne basa basa geçiyor.

Burada kritik nokta “döngüsellik” ve “fırsatlar” atıfı! Çünkü devasa bir sorunun çözümünde bile ilk sayfada fırsat ve döngüselliğe yer veriliyorsa biraz şüphelenmemek elde değil.

Benzer birçok başka girişim daha var. Endüstri uzantısı olanlar dışında diğer girişimlerde ana eksen plastiğin üretiminin de kesinlikle azaltılması ve çözümün geri dönüşüm değil plastiksizleşmede olduğundan bahsediliyor. Bunların hepsine tek tek değinmeye gerek yok. Artık küresel bir plastik anlaşmasının şafağındayız ve bu bile başlı başına önemli bir gelişme. Çünkü plastik kirliliği ülkeleri aşan ve sınır tanımayan bir kirlilik; yediğimiz gıdada, içtiğimiz suda, soluduğumuz havada, okyanuslarımızın en derin çukurlarında ve en yüksek dağ zirvelerinde ve hatta her türlü canlı organında bile var.

Gelinen noktada böyle bir anlaşmanın ülkemiz plastikçilerinin de çoğunlukla önerdiği gibi sahil temizliği, kullanımda azaltım ya da geri dönüşüm filan değil doğrudan yasal yaptırımı olan ve azaltımı da içeren bir anlaşma olması gerektiği hemen konu hakkında bilgi sahibi olan dürüst her ilgili tarafından dile getiriliyor.

Artık plastik üretimi her 15-20 yılda bir ikiye katlanıyor ve bununla birlikte, hammadde tedarikinden nihai bertarafa ve çevresel emisyonlara kadar plastik yaşam döngüsünün her aşamasında kirlilik var. Yani sadece plastik krililiği diye denizlerdeki çöpleri düşünmeyin. Dolayısıyla plastik anlaşmasının beşikten mezara tüm aşamalarda kısıtlamalar içermesi elzem.

Bu bağlamda başarılı bir plastik anlaşması için; 

  1. Plastik polimer üretiminin azaltılmasına ve adil bir geçişe öncelik veren bir müzakere yol haritası ile hazırlanması gerekmektedir.
  2. Plastik üretimini azaltmak, plastik kirliliğini sona erdirmek ve bundan etkilenen kayıt dışı ve kayıtlı işçiler için insan onuruna yakışırlık ilkesi benimsenmeli
  3. Merkezinde yeniden kullanımın olduğu bir sisteme adil bir geçiş sağlamak için gerekli altyapıyı ve sistemleri inşa etmeyi taahhüt eden ulusal eylem planları ile azaltım hedefleri de dâhil olmak üzere bağlayıcı küresel yükümlülükleri olan özel bir sözleşme olmalı.
  4. Plastik atığın üretildiği ülkelerde kalmasını sağlayacak bir taahhüte yer verilmeli ve plastik atık ticaretinin kesin bir dille reddedilmesi gerekmektedir.
  5. Müzakerelerde “plastik”, “plastik kirliliği” ve “yaşam döngüsü” gibi anlaşma kapsamını şekillendiren kavramlar için net tanımlar yapılmalı ve bu tanımlar da plastiklerin yaşam döngüsü boyunca kirlilikle etkili bir şekilde mücadele etmek için yeterli kapsama sahip olmalıdır.
  6. Toksik kirliliği daha da kötüleştiren bir ekonomiden ya da toksik maddelerin dolaşımını sağlayan, su güvenliğini tehdit eden veya çevresel adaletsizliği derinleştiren; insan veya çevre sağlığına zarar veren plastik polimerleri, katkı maddelerini, ürünleri ve atık yönetimi süreçlerini tümden yasaklama iradesini sağlayan bir çerçeve olmalıdır.
  7. Tüm müzakerelere sivil toplumun ve endüstri ile çıkar ilişkisi, danışmanlık bağı ya da söylem birliği olmayan bilim insanlarının da katılımının garanti edilmesi gerekmektedir.
  8. Petrol türevi olmayan alternatiflerin iyi bir etiketleme ve tanımlama yapılmadan, konvansiyonel plastiklerden farkı tam olarak anlaşılmadan, toksisite testlerinin tüm yönleriyle yapıldığı bir sistem dâhilinde değerlendirilmeden önerilmemesi gerekmektedir. Aksi takdirde kaş yapayım derken göz çıkartılacaktır.
  9. Kardan zarar ilkesinin değil kar merkezli olmama ilkesinin benimsenmesi gerekmektedir.
  10. Sigara izmariti gibi herhangi bir faydası olmadığı halde üretim endüstrisi tarafından dayatılan gereksiz plastiklerin yasaklanma iradesi ortaya konulmalıdır.

Bu önerileri neden yapıyoruz, çünkü UNEP tarafından ilan edilen bir belgede bazı kafa karışıklıklarının olduğu görülüyor. Her ne kadar iklim, sağlık ve insan hakları boyutları da dâhil olmak üzere plastik kirliliği hakkında sistemik bir değişim çağrısı yapan bilime dayalı gerçeklerin iyi bir özeti yapılmış olsa da aşağıdaki konularda eksik ve hayal kırıklığı yaratan tanımlamalar mevcut:

  • Kimyasal geri dönüşümle ilgili uyarıları vurgulamasına rağmen, “Kimyasal geri dönüşüm gibi yeni teknolojilerin, plastiklerin sürdürülebilir bir şekilde geri dönüştürülmesine yardımcı olma potansiyelleri dikkate alınmalı ve değerlendirilmelidir” tavsiyesinde bulunuyor. Bu son derece riskli çünkü kimyasal geri dönüşüm mevcut durumda faydadan çok zarar veren bir yöntem. Kaldı ki zaten kimyasal işlem bir geri dönüşüm yöntemi de değil.
  • Plastik çöplerin üretildiği yerde kalması ya da ülkelerin kendi kendine yeterlilik ilkeleri yerine “Plastiğin döngüselliğini engelleyen ticari engellerin kaldırılması”nı (=plastik atık ticareti) öneriyor.
  • UNEP belgesi, plastik ofset şemaları (ne dediği belli olmayan) ve “geri dönüştürülebilir plastik malzemenin atık olarak değil, bir kaynak olarak kabul edilmesi” önerisini yapıyor ki geri dönüşüm denen şeyin ne derece tehlikeli olabileceğine dair tonla kaynak mevcutken yapıyor hem de.  Ayrıca Uruguay müzakerelerinin ilk toplantısında Prof. Trisia Farrelly örneğin geri dönüştürülmüş PET’in sıfır PET’ten daha zehirli olduğunu belirten bir açılış konuşması yapmıştı ki bunu ben de çok defa kanıtlarıyla beraber belirtmiştim.

 

  • Plastik kirliliği ile ilgili sadece çevrede gördüğümüz ve ikonik olan kirlilikle sınırlı olmayan geniş bir plastik kirliliği tanımı yapsa da, emisyonların havayı ve tüm çevresel bölümleri etkileyen sera gazı ve toksinleri kapsayıp kapsamadığından net olarak bahsetmemektedir.
  • Yaşam döngüsü ile ilgili net olmayan bir tanımlama söz konusu ve bunun klasik yaklaşımla sınırlı olduğu izlenimi veriyor.
  • Mevcut multi-milyar kârları yetmiyormuş gibi hala plastik üreticileri için sübvansiyonlardan bahsediyor.
  • UNEP yaklaşımı, tüm polimerleri değil, yalnızca sorunlu ve gereksiz plastikleri ortadan kaldırmaya ve ikame etmeye odaklanıyor. Burada gereksizin ne olduğu ise net değil.
  • Son olarak da yeni plastik üretiminin kontrolünü (azaltılması, en aza indirilmesi, moratoryum vb.) önermiyor ki bu da UNEP yaklaşımında önemli güncelleme yapılmadığı takdirde ikinci bir Paris İklim Antlaşması fiyaskosuyla karşı karşıya kalabileceğimizi gösteriyor.

Bunlar müzakerenin geneline dair değerlendirmeler. Peki bu noktada Türkiye’nin pozisyonu ne olmalı? Bu konuda bir bilgi sahibi miyiz? Delegasyon üyeleri kimler ve nasıl bir hazırlık yaptılar?

Bu soruların hepsi birer muamma. Çünkü ne yazık ki bu müzakereler Türkiye tarafından yeterince ciddiye alınmıyor.

Anladığım kadarıyla yine 25 kuruş olan poşet parası ve Sıfır Atık ile ne kadar plastik çöp toplandığına dair bilgilerden ibaret bir hazırlıkla gidilmiş. Belki de birkaç üstünkörü öneri. Konu hakkında onlarca çalışma yapan biri olarak bana herhangi bir şey danışan olmadı. Diğer araştırıcılara da danışılıp danışılmadığı şüpheli. Danışılsa bile nasıl bir yanıt aldıkları belirsiz. O kadar araştırmama rağmen bu konuda herhangi bir bilgi elde edemedim.

Önemli değil. Umarım proje yönetmekten başka herhangi bir konuda dişe dokunur özel bir fikri olmayan, kıymeti kendinden menkul insanların ipiyle kuyuya inilmiyordur. Öyleyse durum vahim.

Türkiye bildiğiniz gibi Akdeniz’in en kirli sahillerine sahip ve Akdeniz ile Karadeniz’e de en fazla plastik çöp döken ülke konumunda. Bunun yanında atık yönetim alt yapısı da sıfıra yakın. Bununla da sınırlı değil, Avrupa’dan en çok plastik çöp ithal etmenin yanında en çok plastik üreten de ikinci ülke. Şimdi yeni kurulacak petrokimya tesisleriyle de bu sıralamada daha da yükseklere çıkması oldukça olası. Bunun yanında ortaya çıkan etkinin önlenmesinde de hala jenerik kavramların gölgesinde yaklaşımlar hakim. 

Türkiye’nin sahilleri sadece kendi plastik çöpüyle değil diğer benzer ülkelerden gelen çöplerle de tehdit altında. Dolayısıyla plastik anlaşmasında yaptırım içeren taahhütleri desteklemesi hayrına olacaktır. Belki böylelikle bölgesel bir işbirliğine bile gitme şansı yakalayabilir.

Türkiye yeni petrokimya tesisi kurmaktan vazgeçmelidir. Hele ki plastik anlaşmasının plastik üretiminde sınırlama getirmesi ihtimali bu yatırımları ölü yatırıma dönüştürecektir çünkü plastik üretimine sınırlama ülkelerin muhtemelen plastik kirliliğine dair performansları üzerinden şekillenecek ki bizim performansımız çok kötü.

Türkiye’nin atık yönetim alt yapısı için ciddi bir desteğe ihtiyacı söz konusu. Mevcut haliyle Türkiye’nin atık yönetim stratejisi yoktan hallice. Bu durum için de bu tür müzakerelerde en ön saflarda olmalı. Başka türlü ulusal planlar için verilecek olan desteklerden mahrum olabilir. Çünkü bir yandan plastik üretimini ikiye katlayacak yatırımlar yapıp bir yandan da plastik üretiminde getirilecek sınırlamanın şartlarını sağlamakta zorlanabilir.

Benzer şekilde plastik mamul ihracatında da önemli engellerle karşılaşılacağını tahmin etmek zor değil. Henüz kendi çöpüyle baş edemeyen ve çevresini de en fazla kirleten konumda olan bir ülkenin ürettiği plastik için olacak talipli oldukça azalacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye plastik anlaşması ve ilişkili müzakereleri ciddiye almalı ve sonraki müzakereler için de konu ile ilgili doğrudan çalışanlarla birlikte kurulacak bir delegasyonu oluşturmalı. Aksi takdirde sefer görev emri ile -mış gibi olmak için gönderilen memurlar ile bu tür müzakerelerden bir çıkarım elde etmek imkânsız. 

Cehennem…

Konya’yı gördünüz mü? Mamak’ı?

Barınak denilen ‘cehennem çukuru’na üst üste doldurulmuş köpeklerden seçtikleri birini, kürekle öldüresiye döven işçilerin görüntüleri hani? 7-8 adam tarafından bir köşeye kıstırılmış hayvanın çığlıkları yeri göğü inletirken, diğerlerinin öteki köşede sinmiş; vahşeti ve sıranın kendilerine gelmesini çaresiz gözlerle izleyişlerini? Ya kerameti kendinden menkul ‘saldırgan’ gerekçesiyle, kendini korumaya çalışan kadının arkasına gizlenen hayvanın işkenceyle, darpla toplama merkezine götürülüşünü? Aç bırakıldıkları için birbirine saldıran, parçalayan hayvanları da görmüşsünüzdür belki..

Ne hissettiniz, nasıl düşündünüz bilmem. Aranızda “Oh olsun, kurtulduk şu itlerden” diyeni de vardır mutlaka. Ama epey kişinin “Biz bunu kastetmedik ki, bu kadarı vahşet, onları ortadan kaldırmak için daha ‘insani’ yollar bulmalı’ dediğini zannediyorum. İnsan bu nihayetinde, vicdan sahibi bir varlık, öyle değil mi?

Geçenlerde İstiklal Caddesi’nde balonlarla oynayan bir köpeğin görüntülerini yayınladık Yeşil Gazete hesabından. Balonlara bayılıyormuş, çevredeki esnafın mağazaları süsledikleri balonları buldukça, burnuyla havaya atıp peşinden koşturup duruyor. Neşesini, keyfini, masum mutluluğunu başkalarıyla da paylaşalım, gününüz iyi geçsin istedik. Herhalde gazete tarihinde yemediğimiz küfürün, duymadığımız hakaretin bin katını o gün işittik: İtperver! Yeni sıfatımız… Medeni olmaya davet edildik, dünyada uygar hiçbir ülkede sokaklarda hayvan yaşamadığı ‘bağırıldı’ yüzümüze, hayvan saldırılarında yaşamını yitirenlerin, yaralananların fotoğrafları; photoshop’la yapılmış korkutucu köpek görselleri paylaşıldı. Sanki birinin karşısına diğerini koymak mümkünmüş ve doğruymuş; bir acıyı duymak diğerini hissetmekten alıkoyarmış gibi katliam çağrıları doldurdu timeline’ımızı: Hepsini yok edin, savunanları, yanında duranları da yok edemiyorsanız seslerini kesin!

Köpek sevmiyorsunuz, tamam. Belki dininiz, belki yetiştirilme tarzınız buna uygun değil. En “uygar” gördüğünüz ülkelerde bile park ve bahçelerde yaşayan sincapları, çeşitli kemirgenleri hatta maymunları, şehir farelerini, kedileri, yarasaları, kirpileri, tavşanları, yılanları, atları, kuşları, böcekleri ve türlü çeşit yaban hayvanını; yaşam alanlarını işgal ettiğimiz için kent çeperlerine gelen kurtları, tilkileri, ayıları da hepten yok edecek miyiz peki? “Ötekiler” yok olunca, huzura mı ereceğiz?

Hıncını en zayıf gördüğünden çıkarmak

Birkaç aydır düzenli ve sistemli biçimde, bir sürek avı haleti ruhiyesiyle hayvan katliamları yapılıyor memleket sokaklarında. Her yer kan revan. Görüntüler, kimsenin ‘münferit, sıra dışı” demesine, diyebilmesine cevaz da vermiyor. Üstelik şiddet sadece hayvanlara yönelik de olmuyor, onları koruyan veya sadece yiyecek veren bile bundan nasibini alıyor. İzmir’de hayvanlara yiyecek veren bir ailenin fertlerinin sokak ortasında kurşuna dizildiğini de mi unuttunuz?  Hayvan aktivistlerine, HAYKURDER Başkanı Erman Paçalı’ya yönelik ölüm tehditlerini, fiziksel şiddeti içeren saldırıları, belediye aracı içinde kanlar içinde can çekişen köpek görüntülerini paylaşan Nilay Aydın’ın aracının kurşunlanmasını, türlü çeşit tacizleri de duymadıysanız ekleyeyim.

Şehir hayvanlarına yönelik son zamanlarda iyice ayyuka çıkan nefret ve hıncın, özellikle son 20 yıldır içinde debelendiğimiz öfke, kendinden olmayana, benzemeyene yönelik kinden azade olduğunu söylemek mümkün değil. Öyle bir yarılma hali ki bu, bizi bir toplum olmaktan çıkardı epeydir; diğerine diş bileyen, mümkünse bizzat onu/onları yok etmeye gönüllü yığınlar haline getirdi. Bizzat en üst düzeyden ve perdeden, kendi vekillerinin tamamının oy verdiği, kendi çıkardıkları kanunu çiğnemekte hiç beis görmeyenin, “vazgeçtim, toplayın” emrini verdiği/verebildiği, can pazarına dönmüş bir memlekette, hayata olan hıncını en zayıf gördüğünden, en korunaksız olandan çıkarması en kolayı gibi görünüyor olmalı. Kadınlara, farklı cinsel eğilimlere sahip olanlara, rengi, ırkı çoğunluktan değişik olanlara yapılanlara çok benzemiyor mu?

Biliyorsunuzdur ihtimal; bu hayvanları biz, insanlar binlerce yıl önce evcilleştirdik;  biz olmadan yaşayamaz hale getirdik. Kırma veya yeni türler ürettik, her türlü hizmetimizde kullandık; yaşam yolculuğumuz ortaklaştı. Artık ormana bırakıp kaçma dönemini çoktan geçtik yani. Hem orman kalmadığından hem de bu hayvanlar artık “vahşi” olmadığı için. Zannettiğiniz gibi insanlara karşı savaş açmış falan da değiller; kötü yürekli oldukları, insandan nefret ettikleri için, ‘keyifli’ bulduklarından ya da benzeri “insani” birtakım itkilerle saldırganlaşmıyorlar. Kuduz gibi nadir görülen –ve  şifası da olan- hastalıklar dışında, tıpkı sizin gibi kendilerini, yavrularını koruyor, tehdit algılamadıkları sürece insanlarla bir arada kısa hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Bildiğinizden emin olmadığım başka şeyler de var: Tıpkı bizim gibi onların da hakları olduğu mesela. En başta da yaşam hakkı. Bırakalım,  insana ‘default’ yüklü geldiği iddia edilen evrensel adalet, hakkaniyet duygusu ve vicdanı, bakın sizi de bağlayan kanunlar ne diyor:

5199 sayılı Kanun’un 14.maddesi ve 28/A maddesi uyarıca; hayvanlara kasıtlı olarak kötü davranmak, acımasız ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aç ve susuz bırakmak, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek ve öldürmek yasaklanmış olup, 14 üncü maddenin birinci fıkrasının (m) bendinde düzenlenen yasağa aykırı davranmak suretiyle bir ev hayvanına veya evcil hayvana işkence eden veya acımasız ve zalimce muamelede bulunan kişi altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile, BİR EV HAYVANINI VEYA EVCİL HAYVANI KASTEN ÖLDÜREN KİŞİ ALTI AYDAN DÖRT YILA KADAR HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILIR.

 Maddede düzenlenen suçların veteriner hekim, veteriner sağlık teknisyeni, hayvan koruma gönüllüsü, hayvan koruma derneği üyeleri, hayvan koruma vakfı üyeleri veya hayvanlara bakmak yahut onları korumakla görevlendirilen kişiler tarafından işlenmesi durumunda verilecek ceza yarı oranında artırılır.

Aynı kanunun Hayvanların Korunmasına Dair Uygulama Yönetmeliğinde, geçici bakımevlerinde aranacak şartların (Md.24), sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların bakımı (Md.21) düzenlenmiştir.

Oysa ağızlardan hiç düşmeyen “insani” çözümler hep var, biraz zaman alsa da zor değil üstelik. Sadece bundan sorumlu olan,  bu nedenle maaş alan insanların ve kurumların görevini yapması yetecek. Mesela;

  • Öncelikli olarak, kentlerdeki tüm köpek nüfusuna yönelik kapsamlı ve gerekli sağlık koşullarının sağlandığı bir kısırlaştırma kampanyasının başlatılması,
  • Şehir hayvanlarının kafeslere tıkıldığı cezaevi konseptli barınaklarda toplatılıp, esarete ve sonunda ölüme terk edilmesine son verilmesi,
  • Belediye barınaklarının bir sürgün yeri olmaktan çıkması, işinin ehli, hayvansever personelden oluşması; veteriner hekimler, teknikerler, biyologlar, zooteknisyenler ve benzeri uzmanların görev yaptığı, geniş alanlara sahip kompleksler haline getirilmesi,
  • Buralara teşhis, tedavi, bakım ve diğer ihtiyaçları için mümkün olan en geniş kaynağın ayrılması, her yerine dışarıdan serbestçe izlenecek kameralar takılması,
  • Hayvan hakları örgütleri ve gönüllülerin düzenli ve sürekli denetimine açılması,  hayvanseverlerin mama ve diğer ihtiyaçlarını gidermelerine olanak sağlanması,
  • Okullarda hayvan hakları ve hayvanlarla birlikte yaşamayı öğreten derslerin müfredata girmesi, öğrencilerin düzenli barınak ziyaretinin ve buradan bir hayvan sahiplenmesinin cesaretlendirilmesi,
  • Çocuklara henüz küçükken, tıpkı trafik ışıklarının anlamını, şehir kurallarını öğrettiğiniz gibi  sokaktaki hayvanlara nasıl davranacağının, onlarla nasıl güvenli ilişki kuracağının öğretilmesi,
  • Kent sokaklarında belirli ve güvenli besleme alanları oluşturulması, aşılamalarının yapılması,
  • Evcil hayvan satışının her şekilde yasaklanması  gibi..

Yasal zorunluluk olduğu halde yetki ve sorumluluk verilmiş belediyeler ve merkezi yönetim işlerini yapmıyor diye katliam mı yapalım, ille elimize, ruhumuza kan mı bulaşsın? Düzeltmek, onarmak, kurumları işlerini yapmaları için zorlamak, baskı kurmak zahmetli, öldürmek, yok etmek daha mı kolay? İnsan insanın cehennemi de cenneti de olabilir ya isterse, belki insan olmayana reva gördüğümüzün her daim “cehennem” oluşunu sorgulamamızın zamanı gelmiştir. Hayırsızada‘nın kefaretini hala üzerinde taşıyanların torunları olarak,  artık “günahlarımızdan arınma” zamanıdır belki…

Yüreğiniz dayanıyorsa görüntüleri bulup izleyin. Sonra da vicdanınıza danışın, aklınızla tartın ve yapılanlara itirazınız varsa bu masumların hesabını siz sorun. Onlar haklarını arayamaz zira, seslerini çıkaramaz. Siz olanı biteni görünür hale getirir ve yapanların/yaptıranların yakasını bırakmazsanız, dünya işte o zaman “bir anlığına güzelleşir”, gayya kuyusuna dönmüş hayatımıza dair bir umut yeşerir.  

*

Not: Konya’daki barınakta, bir köpeği kürekle defalarca vurarak öldüren çalışanla ona yardımcı olan kişi tutuklandı. Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanlığı Hayvan Sağlığı Şube Müdürü ise görevden alındı. AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ömer Çelik, sosyal medyada yaptığı açıklamada, vahşetin onların da vicdanını yaraladığını ve derinden üzdüğünü, hayvanlara yapılan zulüme asla müsamaha göstermeyeceklerini bildirdi, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sokakta köpek olmaz, onların yeri barınak” sözlerini sahiplenerek şunları söyledi: “Cumhurbaşkanımızın açıkladığı gibi hem sokak hayvanlarına sahip çıkacak hem de insanımızın bu tür sorunlarla karşılaşmamasını sağlayacak tavrımızı daha etkili şekilde uygulayacağız. Yetkililer bu doğrultuda gerekli tedbirleri almak üzere talimatlandırılmıştır.”

Verilen talimat, kanuna aykırıysa ne yapacağını ise sorulmadığı için olsa gerek, söylemedi.

Geceyarısı notu: Konya’da Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde bir köpeğin kürekle kafasına vurularak öldürülmesine ilişkin haberlere, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın talebiyle erişim engeli getirildi. Engelliweb’in bildirdiğine göre cinayete dair haberler ve sosyal medya paylaşımları Ankara 3’üncü Sulh Ceza Hakimliği’nin kararıyla erişime engellendi ve silinmelerine hükmedildi. Neden? Hayvan hakları aktivistleri ise bugün başta Konya olmak üzere Türkiye’nin pek çok ilinde protesto eylemi yapacak. İstanbul‘daki eylem 13.30’de Beşiktaş Meydanı’nda. 

[Yazı Yaban] Isınmanın muhasebesi

Daha dünyaya gözlerini açalı 10-15 sene olmamış genç bir sedir ormanı içinde yürüyoruz. Sedir mantarı bakacağım ama ama hem ağaçlar genç olduğu, hem de bir kesim alanında bulunduğumuz için vazgeçiyorum. Eğer vardıysa bile nevaleyi çoktan toplamışlardır.

Orman işletme tarafından her sene “bu sene son” diyerek köylüye verilen yakacak odunu hakkım için buradayım. Memur hangi odunun benim olduğunu gösterecek, üzerine sprey boyayla adımı yazacak, bir de imza alacakmış. Ertesi gün de odunu yükleyecek ve evin önüne yıkacağız.

Köylünün lugatine “odun istihkakı” diye yerleşmiş bir haktan bahsediyorum. Yani orman kesimi yapılan hazine arazilerinin sahibi olan devlet, bir anlamda buranın yerlilerinin öncelikli hak sahibi olduğunu kabul ediyor ve odun ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlıyor. Ancak eskiden köylünün ev, ahır, samanlık, kümes hakkını da veriyorken, bugün sadece yakacak odunu veriyorlar. Hak baki, Orman Kanunu‘nda hala duruyor. Gelgelelim köylerde artık bu hakkı arayacak nüfus kalmadığı, kümese, ahıra, samanlığa çoğunlukla ihtiyaç duyulmadığı, tahmin edersiniz ki devlet hepimizden çok daha fazla ihtiyaç sahibi olduğu için uygulanmıyor. Yasada hane başına 6’dan az nüfuslu aileler için 18 stere, 6’dan çok olanlar için ise 22 stere kadar yakacak odun alma hakkı bulunmasına rağmen geçen sene 5 ster verildi, bu sene ise 4 ster verilecek.

‘Odun bayramınız kutlu olsun!’

4 ster yaklaşık 2 tona denk geliyor. Ancak 2 ay yeter. Ekim ayında ne bulursak yakmaya başladık bile. Nisan’a kadar da soba hiç sönmez. Sonra günün bir yarısında yanar, derken söner hepten. Nereden baksan 6 ton oduna ihtiyacımız var ama haklar sıralaması değişti. “Hayatımız odun oldu” diyor sevgili. Bir dağ köyünde yaşıyorsanız öyle oluyor. Hatta yine onun taktığı adla yarın “odun bayramı”. Öncelikli hak sahipleri olarak gidip odunumuzu alacağız. Yine de sevinelim, bu sene meşe odununun tonu 2.500 lira.

Kesim yapılan alan hangi köylere yakınsa o köylerden başlanmak üzere, ikameti köyde olup yakacak listesine adını yazdıranlar peyderpey hakkını alıyor. Daha doğrusu 2 ton için yaklaşık 670 lira yatırabilenler, bir traktör sahibine 700-900 lira vererek, kesim alanından aldığı odunu evine getirtebilecek olanlar, 350-500 lira vererek kocaman odunları motorlu testereyle doğratabilecek olanlar. Yani toplamda 2 ton odun için yaklaşık 2 bin lira verebilecekler sıraya giriyor. Herhalde bizden başka kimse bu kadar para vermiyordur, ne de olsa, hemen herkes hısım, akraba diye düşünecek oluyorum da vazgeçiyorum. Hangi dayanışma bu zamlara dayanabilir?

Köyün yerlisi olanlar arasında bu meblağı karşılayabilecekler oldukça az olduğu için, çoğunlukla ya emekli olup buralara ocak kurmuş olanlar ya yaylacılar, ya da bizim gibi piyangodan çıkmış olanlar yararlanıyor bu haktan.

Traktörü ayarladık, yardım işi de tamam. Sabah 8’de yola çıkıyoruz. Lakin hak; kesim alanının içlerine doğru ilerledikçe bir zulme dönüşüyor. İki arabanın bile yan yana geçemeyeceği kadar daracık bir orman yolunda traktörler, hangi odunun kendisine ait olduğunu belirletip imza atacaklar vızır vızır gidip geliyor. Odun şantiyesindeyiz sanki. Birazdan bir oduniyer, başımızdan aşağı odunu boca edecek ve şoför başını camdan çıkararak bağıracak; “Odun bayramınız kutlu olsun, işte odun istihkakınız.”

Toros göknarı olmasın?

Traktörler kafa kafaya verince el kol işareti yaparak 5 saniyede anlaşıyor ve bir şekilde kenara çekilip birbirlerine yol vermeyi becerebiliyorlar. Sedire, ardıca, kayalara hayran kaldığım kadar, hayran kalıyorum bu anlaşabilme haline. Acaba kaç yılın temrini? Kaç yılın sözsüz anlaşması?

Yol tıkandı… Biri odununu yüklüyor, hemen inip omuz veriyoruz yapabildiğimiz kadar. Bu koca gövde kasaya nasıl yüklenecek, ancak iş makinası kaldırır bunu, diyorum. Omuz verenlerden biri “bizden iyi iş makinası mı olur” diyor. Haydi, kaldırın. Hooooop, tomruk kasada. Tekrar ilerlemeye başlıyoruz.

Hiç yolum düşmemiş buraya daha önce. Neden? Oysa ayaklarını kullanarak gelirsen çok güzel bir yer. Genç sedirlere yaşlı ardıçlar eşlik ediyor. Bu coğrafyada her zaman olduğu gibi kayayı mesken edinmişler. Görseniz, hayata tutunmalarına hayran kalırdınız ama sevdikleri de, aradıkları da bu öte yandan. Kayaları takip ediyorlar. Başka da ne bitki varsa başını çekmiş derine veya kuruluğunun güzelliği bile geçip gitmiş çoktan.

Odun yığınımıza varıyoruz. Bu sedir de değil, ardıç da değil. Köylü “iladin” diyor ancak yaşlı ağaçlar kesildiği için yaşayan bir bireyi göremiyorum. Ladinin ise Akdeniz’de doğal yayılışı bulunmuyor. En az 150-200 yaşında ağaçlar olduğuna göre yapay ağaçlandırma da olamaz. Zaten bu alan böyle bir ağaçlandırma için uygun da değil. Taşa, kayaya tutunabilecek kaç ağaç vardır? Toros göknarı olmasın?

Kızılçam gibi hemen yanıp geçmez herhalde.
– Geçer geçer, bu da kızılçam gibi yanar.

Kesim yapanlar odunu, tomruğu inci gibi dizmiş yolun keyine.(*) Dizmeyip kestiği yerde bıraksa, orman işletme memuruna odunu ölçtürüp parasını alamaz, dizmek zorunda.

– Bu koca tomruğu nasıl indiriyorlar yamaçtan?
– Olmaz dersen, olmaz. Zamanında bu işleri çok yaptık, yönünü bilisen, iner, inme mi? Ama bu genç fidanlara zarar vermeden indirmek çok zor. Görmüyorlar mı bunuuu?
– Kesim için işçiye ne kadar veriyorlar?
– Bilemem şimdi fiyatı neci? Metresine 100 lira mıdır, verirler. Anca o kadar olu.
– Çok zor iş. 500 lira verseler yeridir.
– Vermezler o parayı, vermezler. Kim verecek?
– Bu koca gövdeleri ikiye bölseler ya. Yüklemek daha kolay olurdu.
– Bölmezler. Böyle 4 ster 2 ton gelise, öyle 3 ton gelir.

Bir de üstüne yağmur iniyor. Ha anam de anam, atlı kovalıyor sanki. Geldiğimizde kaymak gibi olan yol, 10 dakikada çorbaya dönüyor. Arabaya güç veriyoruz; hadi sarı bela, hadi canım, sen ne yollardan geçtin of demedin.  Yine of demiyor sarı bela. Çok uzun bir süredir ilk defa asfalt gördüğüme seviniyorum galiba.

Bir mayasıl çiçekte

Arkada sedir dalları. Ahmet Abi‘nin keçilerine taze dallar topladık. Daha önce hiç sedir yememiş keçilere hediye. Ben diyor, bunun kozalağından da aradım, hanıma vermek için.” Tuttu mu eline yapışacaktı, çok sakızlı olur katranın(* )kozalağı ama bulamadım”

– Seneye bulalım Ahmet Abi.
– Oluuu.

Odun yığının hemen arkasında gün ışığının cimrileşmesine aldırmayan bir mayasıl  çiçekte. Son anda tomrukların tekerlenip üzerine gelmesinden kurtuluyor, oh.

Eve varır varmaz verilen odunun ne olduğunu öğrenmek üzere orman işletmeyi arıyorum. Düşündüğüm gibi Toros göknarı çıkıyor. Ama bu türün endemik bir alt türü var. Hem endemik olan hem de olmayan türler aynı coğrafyada yayılış gösterebilir. Endemik bir ağacı mı yakıyoruz? Telefonun ucundaki memur şöyle cevap veriyor;

“Normalde olağanüstü bir durum olmadıkça göknar için kesim önermeyiz. Koruma altındadır. O sahada ya olağanüstü bir durum olmuştur ya da gençleştirme adına kesim yapılmış, yaşlı ağaçlar alandan çıkarılmıştır. Gençleştirmede yeni fidanların ışık alabilmesi için yaşlı ağaçlar kesilir. Benim tahminim bu yönde. Ancak orman şefimiz izinli. Haftaya ararsanız ondan daha ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.”

Tomruklar evin önünde duruyor.

*

Key: Kenar
Katran: Sedir ağacı
İladin: Toros göknarı(Abies cilicica). Akdeniz’de doğal yayılışı bulunan göknarın iki alttürü bulunuyor. Birinde tomurcuklar reçinesiz, genç sürgünleri tüylü (Abies cilicica subsp. cilicica), diğerinde tomurcuklar reçineli, genç sürgünler tüysüzdür (Abies cilicica subsp. isaurica). Bu alttür endemiktir.
Tekerlenmek: Tomrukların yuvarlanarak gitmesi.

 

Moda endüstrisi kadına yönelik şiddeti besliyor

Moda denilince ister istemez birçoğumuzun aklına kadın modası, kadın modeller geliyor; biz cinsiyetçi olduğumuzdan değil, endüstri cinsiyetçi olduğundan. Gün geçtikçe moda dünyası çeşitlense de moda endüstrisinin merkezi hâlâ kadın modası diyebiliriz. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde de kadın imgesi üzerinde yükselen endüstriyi gözden geçirmek gerek.

Kadının ne giydiği-giymediği dünya tarihinin çok büyük döneminde nedense toplumun gündeminde yer aldı. Kadın bedeninin kamusal bir nesne, kadının da sahip olunan bir şey olarak görülmesi sadece ne giydiğinde değil ne giymediğinde de kendini gösteriyor. Ülkemizde de durum farklı değil. Başörtüsünden mini eteğine kadının ne giydiği bu ülkede hem devletin hem halkın rahatça karışabilme hakkını kendinde gördüğü bir şiddet malzemesi.

Yalnızca ülkemiz değil, bu satırlar yazılırken İran’da Afganistan’da baskıcı rejimlerin kadınları kontrol altında tutmak için kapanma zorunluluğu getirmesine, uyguladığı şiddete karşı mücadele eden kadınların mücadelesi hepimizin.

Fotoğraf: Serra Akcan/csgorselarsiv.org

Kadın bedeni bu kadar nesneleştirilirken kadın modası da uzun yıllardır kadınların “nasıl olması, görünmesi gerektiğine” karar veren erkek sistemin içinde var oldu. Üstelik bunu yaparken bir yandan da tüketici olan kadınları yine cinsiyetçi etiketlerle “çok alışveriş yapan, para harcayan, süslü, şımarık…” göstermeye de devam etti. Öte yandan endüstride çalışan modeller de uzun yıllardır taciz, tecavüz, aşağılanma ile mücadele ediyorlar.

Kültür şiddeti besliyor

Kadın bedenini bir mal, meta olarak gören kültür şiddeti de besliyor. Kadını üzerinde söz söylenebilecek, hak iddia edilebilecek bir nesneye indirgeyen toplum algısı tacizi, saldırıyı,  tecavüzü de meşrulaştırıyor; şiddete yol açan kültürü normalleştirerek bu kültürde şiddete maruz bırakılan kadınları suçluyor. Bu yapısal şiddet toplumun her kesiminde kendini gösteriyor, tecavüze maruz bırakılan bir kadının mini eteğini hakimler de kahvedeki adamlar da sorma hakkını kendinde görebiliyor.

İran’da başörtüsü mücadelesi verirken tutuklanan aktivistlerin tecavüze maruz kaldıklarını biliyoruz. Yine aynı şekilde Adidas’ın bir fotoğraf çekiminde bacak tüylerini almadan poz veren manken de tecavüz tehditlerine maruz kalmıştı. Kadının; toplum tarafından belirlenen rolünün dışına çıktığında yine toplum tarafından cezalandırıldığı, tehdit edildiği bu sistemle asıl mücadele.

Fotoğraf: Özge Özgüner/csgorselarsiv.org

Moda medyası da bu kültürden her zaman beslendi ve kendi de besledi. Reklamlar, kampanyalar çok yakın zamana kadar sadece erkeklerin beğenisine göre bir kadın ve giyim modeli sundu. Gün geçtikçe kampanyaların çoğu “pinkwashing” olsa da bu eksenden çıkmaya başladı, ama hala dekolte giyen bir kadının haberi ne kadar özgür olduğu değil ne kadar davetkar olduğu başlığıyla veriliyor. Davetkar?

Kadın tüketim malzemesi, ya üretimdeki kadın?

Modadan bahsederken ürünleri satın alan, kamera önünde tanıtan kadınlar kadar üretenlerden de bahsetmek gerek. Giyim endüstrisinde çalışan işçilerin büyük çoğunluğu kadın, üstelik güvencesiz ve zor koşullar altında çalışmak sektörün normali haline gelmiş durumda.

Endüstrinin işleyişinden burada bahsetmiştik; sektörde çoğu kadın olan işçilerin maruz bırakıldığı asgari geçim ücretlerinin altında ödeme, güvencesizlik, sağlıksız koşullar, çocuk ve göçmen emeği sömürüsü, cinsel şiddet, taciz, zorla aşırı çalışma saatleri, ayrımcılık, zararlı maddelere maruziyet gibi çok büyük hak ihlalleri ve suçlar söz konusu.

Sınıf meselesi burada da tabii ki karşımızda apaçık duruyor. Zengin, ünlü, mesleği kamera önünde olan kadınların ne giydiğini çok iyi biliyoruz da dikiş makinesinin arkasında onları üretenlerin koşullarını bilmiyoruz, görmeye de pek vakit ayırmıyoruz.

Türkiye’de 25 Kasım klişeleri

Markalar böyle özel günleri kadını güçlendirecek bir gün değil de tüketici kitlesine hitap edilecek bir gün olarak gördüğünden pembe reklamlardan mor gözlü kadın fotoğraflarının olduğu billboardlara kadar geniş yelpazede “pinkwashing” örnekleri görebiliyoruz.

Hak temelli, şiddete maruz bırakılanı güçlendirecek, şiddet kültürüne karşı yaklaşımlar yerine dikkat çekmek vurucu olmak amacıyla yapılan şiddeti yeniden üreten işler maalesef karşımıza çıkıyor. Kadını maruz bırakıldığı şiddette bile sergilenecek bir meta olarak kullanan bu bakış açısının, bu dikkati çektikten sonra ne yapılacağına dair bir fikri ya da önerisi de bulunmuyor.

Moda endüstrisinde böyle zamanlar kadın işçilerine paralarını vermeyen ya da yan haklarını kesen markaların ünlü manken/oyunculara milyonlar aktarıp “kadınlar, kadınlarımız” kampanyaları yapma, şiddet faillerinin, faili aklayanların pembeli reklamlarda oynama zamanı.

Mücadele Kutlu Olsun!

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü kadınların mücadeleyi bin bir emekle büyüttüğü, görünür kıldığı günlerden biri. Üstelik daha yolun başındayız, mücadele Türkiye’de, İran’da, fabrikada, podyumda, sokakta, evde devam ediyor!

COP27’nin iç yüzü: Takım elbiseli beyaz erkekler ve pes etmeyen sivil toplum

İki hafta boyunca Şarm El-Şeyh‘te COP27′yi izleyen Avrupa İklim Eylem Ağı’ndan (CAN Europe) Elif Cansu İlhan‘la ‘zirvenin görünmeyen yüzünü’ konuştuk.

İlhan, ‘COP’u, hiç gitmeyen birine nasıl anlatırdınız?’ sorusuna şöyle yanıt verdi:

“Geçen sene COP26’da yerli halklar ve STK’lar şöyle tanımlamıştı COP’u: ‘Burası bizim için tasarlanmış bir alan değil.’ Varsıl, takım elbiseli beyaz erkeklerin ön planda olduğu, kendi aralarında anlaşılması çok zor diplomatik bir dil kullandıkları bir yer, aslında. Ama böyle tipte bir insan değilseniz zaten dünyada sizin için tasarlanmış çok bir yer yok. O yüzden bizim için tasarlanmamış bütün alanları geri almaya çalıştığımız gibi, geri almaya çalıştığımız alanlardan.”

Öte yandan sivil toplumun, ülkelerin ve özel sektörün bir arada bulunabildiği çok önemli bir deneyim olduğunu da söyleyen İlhan, bu sene yaşanan organizasyonel sıkıntılardan bahsediyor ve Mısır’ın, hem başkanlıkta hem de lojistikte yetersiz kaldığına işaret etti:

“Mısır’da olmasına rağmen konferans salonları çok soğuktu, tam ‘takım elbiseli ceketli erkeklere’ göre düzenlenmiş bir alandı. Tuvalet, su bulmakta hep zorlandık. Engelli erişimi çok zordu. Çok pahalıydı. Çok uzun kuyruklar vardı. Normalde COP’larda iklim müzakareleri yürür, Mısır’da bunların müzakereleri yürüdü arka planda: Yiyeceklerin çok pahalı olması, su olmaması, sivil topluma baskılar…”

Mısır’ın baskıcı politikalarının özellikle ilk günlerde hissedildiğini, sonraları tepkiler ve yapılan bu ‘pazarlıklarla‘ orta yollar bulunduğunu aktaran İlhan, protestolardaki aktivistlerin ve insanların güvenlikler tarafından sürekli videoya kaydedildiğini anlattı.

İlhan açlık grevindeki tutuklu insan hakları aktivisti Ala Abd el-Fattah‘ın buradaki direniş sayesinde ailesiyle iletişime geçebildiğine dikkat çekti ve Mısır’ın, protestolarda Fattah’ın, şirketlerin ve ülkelerin isimlendirilmesini istemediğini kaydetti:

“Ama sivil toplum Ala’nın adının anılmasından vazgeçmedi.”

Türkiye, ‘COP’taki en ucuz numarayı’ yaptığı için büyük oy çokluğuyla Günün Fosili seçildi

İlhan, CAN International’ın her COP’ta dağıttığı geleneksel Günün Fosili ödüllerinin sivil toplum örgütlerince ortaklaşa belirlendiğini; ve Türkiye’nin ‘artıştan azaltım’ hedefini açıkladığı ve ödülü aldığı gün yüzlerce kişinin oy birliğiyle seçildiğini belirtti.

Bu sene fosil yakıt şirketlerinin ve lobicilerin bu kadar görünür olmasını ‘bir son çırpınış’ olarak değerlendiren İlhan, zirvenin çıktılarını da kısaca şöyle yorumladı:

“Kayıp-zarar fonunun oluşturulması bence iklim adaleti adına şu ana kadar elde etmiş olduğumuz en büyük kazanım. Zirvenn tüm eksiklerini telafi ediyor denemez ama çok büyük bir kazanım. Africa COP’u olmasının böyle bir artısı da oldu.”

Yenilenebilir enerji kaynakları için yer seçimleri ne kadar doğru yapılıyor?

Geçtiğimiz hafta içinde Yeşil Gazete’de çıkan bir haberde, ülkemizde elektrik üretiminde rüzgar enerjisinden üretim açısından tüm zamanların rekorunun kırıldığını belirtiyordu. Habere göre Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) verilerine göre, geçtiğimiz salı günü ülkemizde üretilen elektrikte rüzgar enerjisi payı % 25 olmuş ve bu pay üretimin ilk sırasında yer almış. Aynı habere göre rüzgar santrallerini (RES), % 24,7 ile ithal kömür, % 14,9 ile linyit santralleri izlemiş. Yani elektrik üretiminde kömürün toplam payı % 39.6 ve kömürlü termik santrallerin elektrik üretimi içindeki payı RES’lerin yine de çok önünde…

Yine RES’lerin elektrik üretimi içindeki payının artması sevindirici… Çünkü çok iyi bilindiği gibi küresel iklim değişikliğini önlemenin tek yolu fosil yakıtlardan kaynaklanan sera emisyonlarını azaltmaktan geçiyor. O nedenle elektrik üretimi içindeki kömür payını çok kısa sürede ülke olarak sıfırlamamız lazım. Ancak başta RES’ler olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları için doğru yer seçimlerini yapılabiliyor muyuz? Bu soruya ‘evet’ yanıtı verebilmek çok zor…

Neden itiraz ediyorlar?

Genelde RES veya GES’lerin kurulduğu bölgenin, yerel ekonomik yapısı,  ekosistemi ve bu santralleri kaldırma kapasitesini hiç dikkate alınmadı. Sonuçta Türkiye’nin birçok bölgesinden başta rüzgar, güneş ve jeotermal enerji santralleri olmak üzere yenilebilir enerji santrallerinin yer seçimi konusunda bölge insanından itirazlar yükseldi. Bu tartışmaların kamuoyu tarafından en iyi bilinenlerinden biri İzmir’in Karaburun ilçesindeki RES’ler ile ilgili yöre halkının yıllardır süren direnişi… Direnişin odağında ise Karaburun’un ünlü keçileri var.

Kamuoyuna yansıyan itirazlar genelde keçilerin sayısının ve süt veriminin düştüğü üzerineydi. Karaburun’un yerel ekonomisinde keçilerin önemli bir yeri var. Yüzyıllardır bu bölgede keçi yetiştiriliyor. Bölgede keçi sütünden üretilen peynirler çok meşhur… Ancak bölgede RES’lerin kurulması ile beraber hiçbir sakıncası olmamasına karşın yüzyıllardır keçilerin otladığı meralar Karaburunlu keçi üreticilerine kapatılmış. Karaburunlu keçi yetiştiricileri keçilerini meraların RES’ler nedeniyle kapatılması nedeniyle besleyemez olmuş. Sonuç olarak daha birkaç yıl öncesine kadar sayıları 300 binin üzerinde olan keçilerin sayısı bugün Karaburun’da 28 binlere kadar düşmüş. Karaburunlular kapatılan mera alanları kullanımlarına tekrar açılmazsa keçi sayısının birkaç yıl içinde 5 binin altına düşeceğini söylüyor.

Şirket çıkarlarına öncelik verilirse…

Zaten son on yıldır tarımın ve keçi yetiştiriciliğinin RES’ler yüzünden aldığı darbe nedeniyle genç nüfus bölgeden göç etmeye de başlamış. Karaburunlular yüzyıllardır kullandıkları ve Karaburun keçisini bir marka haline getirdikleri meralarını geri istiyor. Çözüm RES’lerin kurulu olduğu meraların tekrar Karaburunlulara açılmasında yatıyor. Almanya’da RES’lerin kurulu olduğu alanlar da bırakın mera olarak kullanılmayı, tarım yapılmasına bile tamamen açık…

Uygun yer seçimi sorunu Ege bölgesinde sadece Karaburun ile ve RES’lerle sınırlı da değil. Başta Urla olmak üzere İzmir’in yarımada bölgesinde orman ve tarım alanlarının içinde güneş enerjisi santralleri (GES), Aydın ve İzmir’de incir ve narenciye bahçelerinin ortasında jeotermal enerji santralleri (JES) kuruluyor. Üstelik elektrik üretim ve dağıtımı özel sektöre verildiği için tüm bu santraller yerel ekonomi ve halkın duyarlılıklarına saygı göstermeden ve çevresel koşullar dikkate alınmaksızın yapılıyor. Şirketler elektrik üretim ve dağıtımından daha çok para kazanmayı her şeyin üstünde tutuyor.

6-18 Kasım tarihlerinde Mısır’ın Şarm-El Şeyh kentinde düzenlenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı’nda (COP 27) Türkiye’nin verdiği niyet mektubunda ‘artıştan azaltım’ yolunu seçtiğini, üstelik artıracağı sera gazı emisyonlarından %41 azaltımı, 2038 yılından sonra yapacağını beyan ettiğini düşünecek olursak, geçtiğimiz hafta içinde yaşanan, üretilen elektrikte rüzgar enerjisi payının % 25’e ulaşması çok değerli… Ülkemizin elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık verilmesi, başta kömür olmak üzere fosil yakıtların tamamen terk edilmesi, kömürlü termik santrallerin kapatılması temel amaç olmalı… Ayrıca sera gazı emisyonları açısından dünyada ilk yirmi ülke arasında olan Türkiye’nin artık COP toplantılarında ciddiyetten uzak ‘artıştan azaltım’ mektupları yerine ‘mutlak azaltım’ niyetini beyan etmesi için de çalışmak gerek… Bunun için yenilebilir enerji kaynaklarının desteklenmesi gerekiyor. Fakat bu yapılırken, yenilenebilir enerji santrallerinin kurulacağı bölgenin ekolojik yapısı, yerel halkın duyarlılığı ve yerel ekonomik yapı kesinlikle dikkate alınmalı… Ayrıca elektrik üretim ve dağıtımının bir kamu görevi olması gerekliliği de unutulmamalı…

Aksi halde geleceğimiz açısından çok önemli olan yenilenebilir enerji kaynaklarının fosil yakıtların yerini alabilmesi zorlaşabilir…