Ana Sayfa Blog Sayfa 670

Bir halkın özgürlük mücadelesi: İran’da zorunlu başörtüsü yasası gözden geçirilecek

İranlı yetkililer, başörtüsünü uygunsuz taktığı için ahlak polisleri tarafından alındığı gözaltında hayatını kaybeden Mahsa Amini’nin ardından gerçekleştirilen eylemler sürerken kıyafete yönelik zorunlulukları içeren yasayı gözden geçireceklerini aktardı.

Öte yandan ahlak polisi uygulamasına ilişkin İran Genel Başsavcısı  Muhammed Cafer Montazer‘nin yaptığı “Yargıyla ilgileri yok” açıklaması sonrası uygulamanın kaldırıldığı yönünde haberler yayınlanmıştı. Fakat konuya dair henüz resmi bir açıklama gelmedi.

Kadınların örtünmesini zorunlu kılan yasa ise onlarca yıllık ve ülke çapında bastırılamayan iki aylık toplumsal eylemlerin ardından gözden geçirilme kararı alındı.

‣[Yeşil Gazete TV] Morlu Yeşilli – İranlı Jina Omid anlattı: Bu bir protesto değil, bu bir devrim!

Montazeri, Cumartesi günü (3 Aralık) yaptığı açıklamada, yasada herhangi bir değişikliğe ihtiyaç olup olmadığı konusunda “Parlamento ve yargı [konu üzerinde] çalışıyor” dedi.

Her ikisi de büyük ölçüde muhafazakarların elinde olan iki kurum tarafından da yasada nelerin değiştirilebileceği açıklanmadı.

Başsavcı, inceleme ekibinin Çarşamba günü (30 Kasım) parlamentonun kültür komisyonu ile bir araya geldiğini ve sonuçların bir/iki hafta içinde netleşeceğini söyledi.

İran’da korku duvarı aşıldı: Kadınlar pes etmiyor

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi 3 Aralık’ta İran‘ın cumhuriyetçi ve İslami temellerinin anayasal olarak sağlam temellere oturtulmuş olduğunu söyledi ve ekledi: “Ancak anayasayı esnek olabilecek şekilde uygulamanın yöntemleri var.”

Mahsa Amini’nin 16 Eylül’de gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesiyle başlayan protestolarda, kadınlar başörtülerini sokaklarda yaktılar.

Fotoğraf: Orhan Qereman / Reuters

Liseli ve üniversiteli öğrenciler sokaklara çıktılar, okullarda eylemlere destek verdiler.

İran’da kadınlar başörtüleri olmadan yürüdüler, protestolar dünya kamuoyunda da yankı buldu.

İranlı kadınlarla birlikte birçok ülke vatandaşları ülkelerinin meydanlarında yürüyüşler gerçekleştirdi.

İran’daki kadın mücadelesi, kadınları kestikleri saçlarından yaptığı bayrakları sembolik hale getirdi.

Başörtüsü, Nisan 1983’te İran’daki tüm kadınlar için zorunlu hale geldi.

Temmuz 2022’de aşırı muhafazakar olan Raisi, “başörtüsü yasasını uygulamak için tüm devlet kurumlarının” seferber edilmesi çağrısında bulunmuştu.

Eylül’de ise İran’ın ana reformcu partisi zorunlu başörtüsü yasasının feshedilmesi çağrısında bulundu.

Eski reformcu Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi‘nin akrabalarının 3 Aralık’ta kurduğu İslami İran Halk Birliği Partisi, yetkililerden “zorunlu başörtüsü yasasının iptalinin önünü açan yasal unsurları hazırlamasını” talep etti.

Muhalif grup ayrıca hükümete “ahlak polisinin faaliyetlerinin sona erdiğini resmen ilan etmesi” ve “barışçıl gösterilere izin vermesi” çağrısında bulundu.

Oslo merkezli sivil toplum örgütü İran İnsan Hakları Örgütü (IHRNGO), Salı günü yaptığı açıklamada, ülke çapında devam eden protestolarda güvenlik güçleri tarafından en az 448 kişinin öldürüldüğünü bildirdi. 

Üç günlük grev çağrısı

bu arada İran’da eylemciler, çarşamba günü Tahran Üniversitesi’nde konuşacak Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi‘yi protesto için bugünden (5 aralık Pazartesi) itibaren üç gün süreyle grev çağrısı yaptı.

Sosyal medyadan yapılan paylaşımlarda, eylemcilerin çarşamba günü başkent Tahran’daki Azadi (Özgürlük) Meydanı’na yürüyüş çağrısında bulunduğu görüldü.

 

[Ankara’nın iklim gündemi-8] TİP: Yaşanabilir bir ülke ve doğa için AKP’den kurtulmalıyız

Röportaj: Hilal KÖYLÜ

*

Çevre ve iklim politikaları konusunda AKP iktidarına en sert eleştirilerde bulunan parti olarak bilinen TİP, yaklaşan seçimler öncesinde toplumun tüm kesimlerinin iktidara karşı sesini yükseltmesini. aksi halde Türkiye’de geri dönülmez çevre katliamları yaşanacağı uyarısında bulunuyor.

TİP Sözcüsü Sera Kadıgil, iktidarın çevre politikalarının ülkede yarattığı tahribata dönük tespitlerini ve bunlar için düşündüklerini çözüm önerilerini Yeşil Gazete’ye anlattı.

‘Şirketlerin yararı, üstün kamu yararı oldu’

Hilal Köylü: Türkiye’de çevre alanında tam olarak ne yaşanıyor?

Sera Kadıgil: Türkiye’nin en önemli ekolojik sorunu, kazanç odaklı yönetim ve yaklaşım. Talan ve karşı mücadele başlıklarına baktığımızda kömüre dayalı enerji politikaları ve madenler özellikle öne çıkıyor. Aslında ülkemizdeki ekolojik sorun başlıkları çorap söküğü gibi birbirinin ardına takılıyor. Hiçbir başlıkta olmadığı gibi bu alanda da toplum yararına, doğayı gözeterek bütünlüklü, planlı bir yaklaşım içinde olunmadığından, şirketlerin yararına ne gerekiyorsa o adımlar atılıyor. Ne yazık ki ormanları, meraları, denizlerimizi, kıyılarımızı koruyan ne yasa varsa onlar da eğilip bükülüyor. Özellikle enerji ve madenler bir sorun başlığı dedik. Bu ve benzeri başlıklar “üstün kamu yararı” denilerek karşımıza getiriliyor.

Bizim öncelikli politikamız, yaşanacak bir dünya ve ülke bırakmak olacak. Bundan taviz verecek lüksümüz asla yok. Sonrasında mutlaka bütünlüklü bir planlama yaklaşımını ortaya koyacağız.

‘Saray rejiminden kurtulmadan Paris Anlaşması uygulanmaz’

Paris İklim Anlaşması’nı AKP iktidarının uygulaması mümkün mü?

Paris İklim Anlaşması TBMM’ye geldiğinde de yaptığımız konuşmada bu anlaşmayı olumlu gördüğümüzü, hatta anlaşmayı imzalayan sondan beşinci ülke olduğumuzun utancından bahsetmiştik. Sonuç olarak “evet” oyu kullandık, ancak bu anlaşmanın da diğer uluslararası sözleşmeler gibi olmaması için yapılacak şey saray rejiminden kurtulmak olmalı. Çünkü tek adamın iki dudağından çıkanlarla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. Bu anlaşmanın da akıbetinin aynı olmaması için mücadele etmeye, takibe devam edeceğiz.

AKP iktidarının ise Paris İklim Anlaşması’nı meclise getirmesini samimi bulmuyoruz. İyi niyet beyanları verildi, türlü “yeşil” kalkınma fonları kovalanıyor ama hala kömüre dayalı enerji politikası terk edilmiyor, madene açılacak araziler üzerinde ne varsa feda ediliyor, ağaç kesimleri orman varlığımızı yok edici boyutlara ulaştı. Şırnak’ta yedi ayda kentteki orman alanının %7’si yok edildi. Tüm bunları ortaya dökünce bu iktidar zaten bu anlaşmayı hayata geçiremez. Ekoloji ve iklim aktivistleri, dernekler, dayanışmalar, ağlar ve bizler iklim odaklı yapılacakların teminatı olabiliriz ancak.

‘Tüm nükleer santral anlaşmaları iptal edilmelidir’

Nükleer santraller temiz enerji olabilir mi? Akkuyu için planınız nedir?

Nükleer enerji konusunda ikircikli bir yaklaşımımız yok. Net bir biçimde ülkemizde kurulmak istenen nükleer santral projelerinin karşısındayız. Mersin ve Sinop il örgütlerimiz illerdeki nükleer karşıtı platformların içindeler, bu projelere karşı mücadele veriyoruz. Nükleer enerjinin de sadece karbon emisyonu göz önünde bulundurularak temiz enerji olarak adlandırılmasını yanlış buluyoruz. Nükleer atık ve bertarafı konusu, bizim ülkemiz açısından düşündüğümüzde planlanan NGS’lerin deniz suyu sıcaklığında yaratacak değişiklik faktörü, riskinin bu ülkede tüp de patlıyor sığlığı ile tartışılıyor oluşu yeterince endişe verici.

Hatta hatırlayalım, Akkuyu NGS’de daha yaz aylarında sözleşmenin feshedilmesinin bir sebebi de inşaat müteahhidinin sözleşme standartlarına uygun imalat yapmamasıydı. Ayrıca yıllardır söylenen enerjide dışa bağımlılığımız bitecek söyleminin de doğru olmadığını söyleyelim. Özellikle yine Akkuyu NGS’yi ele alalım, dünyanın ilk Yap-İşlet-Devret nükleer santral projesi ile dışa bağımlılığa ek olarak bir de devlet garantör pozisyonunu yineliyor.

Özetle, Akkuyu Nükleer Santrali inşaatı bir an önce durmalı ve ülkemizdeki tüm nükleer santral anlaşmaları iptal edilmelidir.

‘Dünyanın en zengin yüzde 1’inden kurtulmak zorundayız’

Yeterli gıda ve temiz suya ulaşım konusunda ne yapılmalı?

Bu başlıkta iklim adaleti talebimizi açarak başlayalım dilerseniz. Tüm dünyada ekolojik yıkıma ve iklim krizine neden olan yatırımların felaket sonuçlarını bu krize sebep olan ülkelerin zenginleri değil, dünyanın en yoksul kesimleri yaşıyor. Ekip biçtikleri topraklarını, suyunu, meralarını, ormanlarını kirli ve karlı yatırımlarla kaybeden toplumsal kesimler hep en yoksullar.

Dünyanın en zengin yüzde 1’i atmosfere, dünya nüfusunun yoksul yüzde 50’sinden iki kat daha fazla karbon salıyor. Bir avuç zenginin böylesine yoğun karbon salımı yaratması, dünyayı iklim felaketinin eşiğine getiriyor, biyoçeşitliliğin kritik düzeyde azalmasına ve kimi canlı türlerin yok olmasına neden oluyor. Öncelikle dünyanın en zengin yüzde 1’inden kurtulmak, herkes için iklim adaletini sağlamak zorundayız.

Yeterli gıda, su ve iklim göçü konusuna da gelirsek, “kaynak” dediğimizde sanki hiç tükenmeyecek bir şeyden bahsediyoruz algısı oluşuyor insanlarda. Su hiç bitmeyecek, gıda hiç tükenmeyecekmiş gibi tüketiyoruz çünkü. Şirketler, dünyanın sonu gelmeyecek gibi sonsuz bir tüketim planı içindeler. Oysa ki, iklim krizi de bundan yıllar önce çok uzak bir karamsar senaryo gibi algılanıyordu. Şimdi tüm dünyada iklim krizinin sonuçlarını seller, su baskınları, yangınlar, kuraklık olarak yaşıyoruz. Özellikle dünyanın temiz suya erişimi zor olan bölgelerinde iklim göçü yaşanıyor. Suya erişmek için toplumsal eşitsizliğin derinleştiği, özellikle kadınların bu yükü sırtlandığı ve kız çocuklarının eğitimden koparıldığı sonuçlarını görüyoruz. Yani iklim göçü derken de uzak bir gelecek senaryosundan bahsetmiyoruz.

‘Tarımda kadın ve çocukların ücretsiz sömürülmesine son verilmeli’

Türkiye tarımda neden bir türlü kalkınamıyor, siz ne planlıyorsunuz?

Öncelikle TİP 1. Tarım Konferansı’mızı 2022 yılı içinde İzmir Kemalpaşa’da, özellikle ülkenin farklı bölgelerinden katılan çiftçilerle, tarım emekçileriyle, ziraat mühendisleri, akademisyenler, gıda egemenliği aktivistleriyle birlikte yaptığımızı ve bir sonuç bildirisi yayınladığımızı söyleyerek başlayayım. Dileyenler internet sitemizden konferansımızın sonuç bildirisine ulaşabilirler.

Önceliğimiz tarım politikalarındaki piyasacı yaklaşımın terk edilmesi, doğayı ve küçük üreticinin toprağını talan eden tarım ve enerji politikalarına son verilmesidir. Tarım politikasının kent ve kır arasında artan iktisadi ve toplumsal eşitsizliğin azaltılması gözetilmeden kalıcı ve gerçekçi çözümler üretilemeyeceği açık. Kırsal nüfustaki düşüşün yavaşlatılmasına dönük kırsal kalkınma programı uygulanmalıdır. Küçük çiftçiye gerekli kamusal destek sağlanmalı, bunun için Kamu İktisadi Teşekkülleri kurulmalıdır. Ürün deseninde piyasa odaklı yaklaşım terk edilmeli, halkın temel gıda ihtiyaçlarının ülke kaynakları ile karşılanmasını sağlayacak, ekolojik dengeyi ve iklim krizine karşı dirençli bir ürün çeşitliliğini gözetecek tarımsal bir planlama yapılmalıdır. Tarımda kayıt dışı çalışmaya son verilmelidir. Çoğunluğu kadınlar ve göçmenlerden oluşan tarım işçilerinin çalışma koşulları yeniden düzenlenmeli, işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmalı, tarımda sigortasız ve yaşam ücretinin altında ücretlerle işçi çalıştırmak yasaklanmalıdır. Tarımda kadınların ve çocukların ücretsiz emek sömürüsüne son verilmelidir.

Kırda küçük üreticinin kuşaklar boyunca oluşturduğu bilgi birikiminin, kadim uygulamaların ve atalık tohumların korunması ve yeni kuşaklara aktarılması sağlanmalıdır.

‘Ülkede afet planı yok’

Türkiye’nin orman yangınları başta olmak üzere doğal afetlerle başa çıkamaması normal mi?

Öncelikle her orman yangınında gördüğümüz ve halkın isyan ettiği bir yönetememe krizi var. Ülkede bir afet planı yok. Çok üzücü ama ne yangın için ne deprem ne sel için acil eylem planları yok. Acil eylem planları sadece akut anda ve birkaç ekibin hazır edilmesi ile olmaz. Toplumun afetlere hazırlığı, eğitimin bir politika olarak yerleşmesi gerekir. İklim krizinin artık içinde olduğumuz dönemde daha fazla yaşayacağımız bu afetlerin felakete dönüşmemesi için öncelikle eylem planlarına ihtiyacımız var. Söndürme uçaklarıyla ilgili yaşanan kriz, ülkemizin nasıl yönetildiği ile ilgili çok şey anlatıyordu. Politik kararlarla ormanlarımız gözlerimizin önünde yandı. Sonrasına dair ise herkesin aklında tek bir şey vardı: bu kaybettiğimiz orman alanları kimlere peşkeş çekilecek! Haksız mıyız?

Biz öncelikle mevcut orman varlığımızın tümünün muhafaza ormanları ilan edilmesi, bu alanlarda katiyetle imar, maden faaliyetine izin verilmeyecek düzenlemelerin yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Öncelikle bu yapılmalı.

Orman muhafazası sadece bürokratik bir görev olmaktan çıkarılıp, orman köylüsü ile birlikte yürütülmesi gereken bir süreç örülmeli. Özellikle orman yangın riskinin yüksek olduğu illerde yaygın biçimde afet gönüllüsü ağı örülmeli ve eğitimler verilmeli. Herkesin ama herkesin bir ağaç gölgesine ihtiyacı var.

‘Ülkenin her yeri maden ruhsatlı hale getirildi’

Orman ve tarım alanlarının madenlere açılmaması için ne yapacaksınız?

Ormanların, tarım alanlarının, meraların, zeytinliklerin madenlere açılması açık bir eko kırım politikasıdır. Partimizin pek çok il örgütünün temel gündemlerinden birini madenler oluşturuyor. Muğla ilinin %59’u maden ruhsatlı. Artvin’in %71’i, Kütahya’nın %91’i maden ruhsatlı. Neredeyse ülkenin her yeri maden ruhsatlı hale getirildi. Buna her yoldan karşı çıkıyoruz.

1 Mart 2022 tarihinde sabaha karşı, 31765 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından hazırlanan Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile maden yönetmeliğine zeytinlik alanların talanı düzenlemesi getirilmişti. Bu yönetmelik ile madenlerin karşısındaki zeytinlikleri koruyan tüm engeller ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Partimiz bu yönetmeliğe dava açtı. Hatay’dan ve Bursa’dan iki kol halinde yola çıkan arkadaşlarımız toplamda 9 ili katettikleri bir Zeytin Yürüyüşü yaptılar ve bunun sonunda Muğla’da bir Zeytin Mitingi yaptık. Ülkenin pek çok yerinde de farklı eylemlilikler oldu. Danıştay, yönetmeliğin uygulanmasını Zeytin Yasası’na dayanarak durdurdu. Ülkede ne kazanıyorsak gerçekten mücadele ile kazanıyoruz. Halk, iktidardan ve şirketlerden zeytinini, ormanını, taşını, toprağını korumaya çalışıyor.

‘Kanal İstanbul katil projedir’

Kanal İstanbul’la ilgili tavrınız nedir?

Kanal İstanbul “çılgın” proje olarak açıklanmıştı. Bizim ve toplumun pek çok kesimince de İstanbul, Marmara ve uluslararası anlamda bölge coğrafyasının sonu olacak bir katil projedir. Kanal İstanbul projesinin hayata geçmemesi için elimizden geleni yapacağız. Bunu ortaya atarak çok boyutlu sorunlar yumağı önümüze getiriyorlar. Ekolojik, ekonomik, güvenlik, yeni bir şehir projesi ile sosyolojik pek çok yıkıcı sonuçları olacak bir proje. Bunun tartışılacak bir tarafı bile yok, külliyen unutulmalı.

Şu anda ortada Kanal İstanbul’la ilgili bir ihale dahi yok, ancak başka bir tehlikeye dikkat çekmemiz gerekiyor. Kanal güzergahındaki “özel proje alanı” plan değişiklikleri ve arazi el değişimleri. Kuzey köylerinin zorla göç ettirilmesi süreci yaşanıyor. Gözümüz gibi korumamız gereken biricik kuzey ormanlarımızı sadece arsa olarak görenlerin gözünde dolar yeşilinden başka bir ışıltı yok. Kuzey ormanları kesinlikle ve pazarlıksız biçimde muhafaza ormanı ilan edilmeli. 3. köprü, bağlantı yolları ve yeni havalimanı ile yok edilişi hızlanan İstanbul’un ciğerlerinin bir parçasının daha yok oluşuna tahammülümüz yok.

Hazar Denizi kıyılarında 2 bin 500 fok ölü bulundu

Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan Cumhuriyeti’nde bulunan Hazar Denizi kıyısında 2 bin 500 civarında ölü fok bulunduğu bildirildi.

Dağıstan Doğal Kaynaklar ve Ekoloji Bakanlığı’nın sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, önce 600’den fazla ölü fok bulunduğunu ancak sayısının giderek arttığı kaydedildi: “Maalesef sayı önemli ölçüde arttı ve şu anda 2 bin 500 seviyesinde bulunuyor.”

Hazar Denizi’nde bulunan tek memeli olan Hazar foku, 2008’den bu yana Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) kırmızı listesinde nesli tükenmekte olan olarak sınıflandırılmış durumda. 

Foklar, Rusya’nın Dağıstan Cumhuriyeti kıyılarında, dünyanın karayla çevrili en büyük su kütlesi olan Hazar Denizi boyunca, beş ülkeyle sınır komşusu: Azerbaycan, İran, Kazakistan, Rusya ve Türkmenistan.

Toplu kırım gibi

Ölmüş fokların deniz kıyısında farklı yerlerde bulunduğuna dikkat çekilen açıklamada, özellikle Yuzbaş bölgesinde ve Sulak ile Şurnika nehirlerinin ağızları arasında çok sayıda ölmüş fok bulunduğu aktarıldı.

Bakanlık, görünüşlerine bakılırsa, fokların yaklaşık iki hafta önce öldüğünü ve “şiddetli ölüm belirtileri olmadığını, balık ağlarının kalıntısı olmadığını” söyledi.

Hazar foklarını koruma ajansı KASPIKA‘ya göre, toplu ölümler, bu yılın başlarında Hazar Denizi’nin Kazak sahillerinde 140’tan fazla Hazar foku ölü bulunmasının ardından geldi. Son 10 yılda ise bu kadara büyük sayıda fok ölümü yaşanmadı.

IUCN‘ye göre ise Hazar foku popülasyonu aşırı avlanma, habitat bozulması ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden zarar görüyor.

Olayın ardından Dağıstan bakanlığı, bölgedeki Hazar foklarının toplam sayısının “270.000 ila 300.000 arasında değiştiğini” söyledi.

Ağırlıklı olarak balıkla beslenen, 1,6 metre uzunluğa ulaşabilen ve 100 kilograma kadar ağırlığa ulaşabilen foklar, besin piramidinin tepesinde yer alıyor ve doğal düşmanları bulunmuyor.

Toplu fok ölümlerinin nedeninin, hayvanlardan alınan patolojik materyallerin laboratuvar çalışmalarından sonra belirlenecek.

Kadına yönelik şiddet araştırma anketi: Sistem kadınların güvenliğini sağlamıyor

Kadın Savunma Ağı 25 Kasım öncesi, iktidarın sürekli kadınlar adına konuştuğu, kadınlara sormadan kararlar aldığı, doğruluğu sorgulanması gereken istatistiklerin paylaşıldığı süreçte, kadınların şiddet ortamında kendilerini nasıl hissettiğini araştırmak üzere bir anket çalışması gerçekleştirdiğini duyurdu.

Anket yüz yüze ve çevrimiçi olarak gerçekleştirildi. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü öncesi yapılan araştırma, kadın örgütlerinin çokça dile getirdiği gerçekleri yeniden ortaya koydu.

‘Anket Bakanın açıklamasının tam tersini ortaya koydu’

Anket sonuçlarına göre; kadına yönelik şiddeti önlemekle ve kadınları şiddet karşısında korumakla görevli kurumların kadınlar açısından güvenilir değil ve kadına yönelik şiddetin her türlüsü her yerde mevcut. Ayrıca şiddet en çok kadınların yakınında bulunan erkeklerden geldi. Ek olarak kadınların şiddeti görmezden gelmediği de sonuçlardan biri.

Kadınlar şiddetin farklı biçimlerine maruz bırakılıyor. Anket açıklamasında “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, kadına yönelik şiddetle mücadelede ilerlediklerini söylese de araştırmamız, tam tersini ortaya koydu” deniliyor.

Araştırmaya katılanların neredeyse tamamı kadınların şiddete maruz bırakıldığını düşünüyor. Anket sonuçlarına ilişkin Kadın Savunma Ağı‘ndan yapılan açıklamada şu ifadelere yer veriliyor:

“İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedildiği, nafaka hakkının elimizden alınmaya çalışıldığı bu süreçte, iktidar tarafından kadına yönelik şiddetle mücadelenin ilerlediğine inanmak mümkün değil.”

‘Sistem kadınların güvenliğini sağlamıyor’

Anket sonuçlarına göre; adli makamlar güvenilir değil:

“Şiddete karşı devletin politikalar üretmesini bekliyoruz. Ancak gerçeğin böyle olmadığını da biliyoruz. Bu sistem kadınların güvenliğini sağlamıyor. Kadınların özelleştirilmiş politikalar istediğini söylemekten asla vazgeçmeyeceğiz! Yaptığımız anket sonuçları gösteriyor ki kadınların şiddete maruz kalmasını önlemek ve engellemek devletin elindeki araçlarla mümkün. Kadınlar en çok aile içinde şiddete maruz bırakıldıklarını düşünürken iktidar ve yandaşları hala ailenin kutsallığından, ahlaktan bahsediyor.”

Son olarak kadınların bu adaletsizliğe, eşitsizliğe; kazanılan haklarının alınmasına ve katledilen kadınlar için isyan etmeye sokaklara çıktığında da erkek-devlet şiddetine maruz bırakıldığını vurgulayan açıklamada şunlara yer verildi:

“Hayatımızın her alanına sirayet eden şiddete rağmen hayatta kalmaya çalışan kadınlar olarak haklarımızdan, mücadelemizden, birbirimizden, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz!”

Anket sonuçlarına göre;

  • Araştırmaya katılan 500 kadına yöneltilen “Kadınların mobbinge maruz bırakıldığını düşünüyor musunuz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 85,8’i kadınların mobbinge maruz bırakıldığını düşündüğünü belirtti.
  • 500 kadına yöneltilen “Kadınların ekonomik şiddete maruz bırakıldığını düşünüyor musunuz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 85,2’si kadınların ekonomik şiddete bırakıldığını düşündüğünü belirtti.
  • 500 kadına yöneltilen “Kadınların cinsel şiddete maruz bırakıldığını düşünüyor musunuz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 84,6’sı kadınların cinsel şiddete maruz bırakıldığını düşündüğünü belirtti.
  • 500 kadına yöneltilen “Kadınların ısrarlı takibe maruz bırakıldığını düşünüyor musunuz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 72,8’i kadınların ısrarlı takibe maruz bırakıldığını düşündüğünü belirtti.
  • “Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin en çok kimler tarafından uygulandığını düşünüyorsunuz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 40,7’si koca/erkek arkadaş, yüzde 29,1’sı baba/erkek kardeş/amca/dayı, yüzde 6,1’sı tanımadıkları kişiler tarafından, yüzde 3,2’sı polis/ jandarma/bekçi tarafından ve yüzde 20,9 hepsi tarafından şiddet uygulandığını belirtti.
  • 500 kadından yüzde 65,4’ü kendisini sokaklarda tehlikede hissettiğini belirtti.
  • Yüzde 23,8’i kendisini işyerlerinde tehlikede hissettiğini belirtti.
  • Yüzde 21,4’ü kendisini hastanelerde tehlikede hissettiğini belirtti.
  • Yüzde 12,2’si kendisini aile evinde tehlikede hissettiğini belirtti.
  • Yüzde 10,2’si kendisini yaşadığı evde tehlikede hissettiğini belirtti.
  • “Kendinizi tehlikede hissettiğinizde/şiddete maruz bırakıldığınızda ilk olarak kimi ararsınız?“ sorusunu kadınların yüzde 24,06’sı aile, yüzde 24’ü arkadaş olarak yanıtladı. Yüzde 19,6’sı karakol derken, yüzde 18,7’si kadın örgütlerini arayacağını belirtti. Karakollar ile kadın örgütlerinin bu kadar yakın çıkması devletin şiddeti önlemeye yönelik politikalarda ne denli geride olduğunu gösteriyor. Kadınların yüzde 7,65’i bu soruyu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı Şiddetle Mücadele Hattı (183) olarak yanıtladı. Kadınların yüzde 3,73’ü baroları, yüzde 2,26’sı savcılığı arayacağını belirtti.

[İnsan kaynaklı çevre yıkımlarında bugün] Büyük Londra dumanlı sisi

Günümüzden 70 yıl önce Birleşik Krallık‘ın başkenti Londra, 5 Aralık cuma gününden 9 Aralık 1952 salı gününe kadar beş süren ve kaynaklara “Great Smog of London” veya “Great Smog of 1952” adıyla geçen; tarihin en şiddetli hava kirliliği olaylarından birine sahne oldu.

4 Aralık 1952 perşembe sabahı Londra Meteoroloji Müdürlüğü‘nde her zamankinden daha fazla hareketlenme ve telaş vardı. Sabah saatlerinde Meteoroloji Müdürlüğü binasının terasındaki hava tahmin ve ölçüm aygıtlarının değerlerini ölçen teknisyen, sonuçları baş teknisyene, o mühendise, o da baş mühendise; baş mühendis de baş bilim insanına gösterdi ve koridorda oluşan beş kişiden fazla meteoroloji müdürlüğü çalışanı müdürün odasına giren baş bilim insanını beklemeye başladı. Müdür: “Bu bir Donora! Bunu başbakanlığa acil bildiren bir yazı yaz. Okumazlar, ama Biz görevimizi yapmış olalım.” dediğinde Londra’da hava günlük güneşlik ve gökyüzü berraktı.

Donora felaketi

Donora, o zamana kadar bilinen insan etkisine bağlı en korkutucu doğal afet durumuydu. 26 Ekim 1948’de ABD’de Pensilvanya Eyaleti’ndeki iki dağ arasındaki çukur bir vadideki 14.000 kişinin yaşadığı Donora kasabasında yaşanan hava kirliliği sonucu 6.000 kişide solunum sorunları görülmüş, 20 kişi ölmüş, olaydan dolayı ilerleyen zamanlarda bu ölümlere 50 kişi daha eklenmiş ve hastalanan 7000 kişi kasabadan tahliye edilerek korunmuştu. Yaşanan olay, bir çinko işleme tesisinin bulunduğu kasabada sıcaklık inversiyonu ya da sıcaklık terslenimi denilecek bir doğal hava olayı sırasında fabrika bacasından salınan kükürt dioksit ve hidrojen florür gazlarının yer seviyesindeki sisle birleşip beş gün boyunca kasaba üzerinde hapis olması sonucu olmuş ve ölümler olaydan üç gün sonra başlamıştı. Bu olay ABD’de çok iyi incelenen ilk çevre sağlığı olaylarındandı ve Londra Meteoroloji müdürü ve başbilim insanı Londra’nın başına Donora benzeri bir olay gelmesinden korkmuştu.

Tesadüfler üst üste gelmişti. O yıl Londra’da elektrikli tramvay toplu taşımacılığından vazgeçilerek yerine benzinli otobüslere geçilmişti. O yıllarda benzin motorları ve kullanılan benzin bugünküne hiç benzemeyen yüksek egzoz emisyonu ve kurşun değerlerine sahipti. Üstelik kent içindeki beş ayrı bölgede bacalarından kükürt dioksit saçan çok sayıda büyük kömürlü elektrik santralı ve kömür yakan binlerce ev vardı. Kışları şimdikinden daha da soğuk olan Londra çok daha soğuk bir kış geçiriyordu. Ve havada yaprak kımıldamıyordu.

Tahmin ettikleri gibi başbakan Churchill’in ofisinde bu evrak beklenen ilgiyi görmedi, ama ana muhalefet partisi iktidarı yıpratacak bir malzemeye sahip oldu. Yaklaşık 12 saat sonra 5 Aralık 1952 günü Londra sisle karışık duman (smog) içine hapsolarak gömlek yakalarını siyahlaştıracak kadar güçlü ve giderek artan bir duman ve kükürt dioksit bulutuna gömüldü.

Londra sokakları, Noel kutlamaları için alışveriş yapmaya başlayan insanlarla doluydu. 5 Aralık öğleden sonra, duman tüm şehri hızla kapladı. Londra’da sis aslında şaşırtıcı bir durum değildi. Ancak bu sis daha farklıydı. Sisin kimyasal bir kokusu da vardı, ama insanlar bunun da geçeceğini düşünmüştü; öyle olmadı. 6 Aralık sabahı Londra sakinleri sarımsı yeşil bir gökyüzüne, daha da yoğunlaşan bir sise ve daha da kötü bir kokuya uyandı.

7 Aralık’ta sis yoğunlaştıkça hava da ağırlaştı ve dışarıda nefes almak çok zor hale gelmeye başladı. Gündüz görüş mesafesi bir metreye kadar düştü. Kapı eşiklerini, kaldırım taşları vb. gibi potansiyel engelleri hissetmek için insanların ayaklarını sürüyerek yürümeleri gerekti. Geceleri görme mesafesi 25 cm’e kadar indi, çünkü arka sokak lambaları, yayaların ayaklarını ve hatta bir lamba direğini görmesi için kaldırıma hiçbir ışık vermeyen akkor lambalardı. Sis, görüş mesafesini o kadar azaltmıştı ki insanlar evlerini bile bulamaz hale gelmişti. Hastane acilleri dolmaya başladı.

Beklenen ölüm sayısında yüzlerce artış

Londra metrosu dışında toplu taşıma ve ambulans hizmeti durunca insanlar hastaneye gitmekte zorlandı. Anayollarda  araçlarını terk edip yollarına yürüyerek gidiyorlardı. Sis o kadar yoğundu ki iç mekanlara bile sızdı; koltuklardan sahneleri ve ekranları görmek zorlaşınca konserlerin ve film gösterimlerinin ve açık hava spor etkinlikleri iptal edildi.

Kara trafiğinde ve demiryolunda kazalar arttı. Bir banliyö treni demiryolu işçilerine çarparak birkaçını öldürdü, çoğunu ağır yaraladı. Şoförler muavinlerini yola indirip önlerinde fenerle yürüterek yol almaya çalışıyordu.  Londra’nın bazı bölgelerinde büyük güvenlik sorunları yaşanmaya başladı.

İlk gün beklenen ölüm sayısında 135, ikinci gün 500 artış oldu. Doktorlar ve sağlık personeli de hastalanarak hizmet veremeyince sağlık personeli azaldı. Sosyal yaşam bitti. Hayat durdu.

BBC: Tanrının işi

BBC, sisi, “tanrının işi/doğal olay” olarak yorumladı. Churchill ise sel, kuraklık gibi bir doğa olayı olduğunu söylüyordu. Churchill ve hükümeti, başlangıçta ölümlerin hava kirliliğinden olduğunu kabul etmek istemedi, ama muhalefet ve bilimsel baskılar sonucu 8 Aralık’ta (sisin dördüncü günü) tek başına bir hastane ziyareti sonunda durumun önemi anladı ve yaptığı basın açıklamasında önce pahalı bularak kabul etmediği kamu araştırmasını yaptıracağını açıkladı. 9 Aralık Salı günü (sisin beşinci günü) çıkan rüzgarla sis dağıldı.

Londra sisiyle ünlü olduğu için şehirde panik olmadı. Ancak takip eden haftalarda, tıbbi hizmetler tarafından derlenen istatistikler, sisin 4.000 kişiyi öldürdüğünü ortaya çıkardı. Kurbanların çoğu çok genç ya da yaşlıydı ya da sigara içenler ve önceden solunum problemleri olanlardı. Ölüm oranı sisten sonra aylarca yüksek kaldı. Asla sonuçlanmayan bir ön rapor, bu ölümleri bir grip salgınına bağladı. Ortaya çıkan kanıtlar, ölümlerin yalnızca bir kısmının gripten olabileceğini ortaya koydu. Ölümlerin çoğu solunum yolu enfeksiyonlarından, oksijen yetmezliğinden ve dumanın neden olduğu akciğer enfeksiyonlarından kaynaklanan balgamın hava yollarını tıkanması sonucu gerçekleşti. Akciğer enfeksiyonları, esas olarak bronkopnömoni veya kronik bronşite eklenmiş akut pürülan bronşitti. Olayda en az 150 bin kişinin hastanelere başvurduğu ve hastalandığı tahmin ediliyor. 2004 yılında yayınlanan araştırma, ölüm sayısının yaklaşık 12.000 olduğunu gösterdi.

Birleşik Krallık tarihindeki en kötü hava kirliliği olayı olduğu düşünülen Büyük Londra Dumanlı Sisi (smog), çevre ve tıp araştırmaları, hükümet düzenlemeleri açısından hava kalitesi ve sağlık arasındaki  ilişkileri göstererek gerek Birleşik Kırallık gerekse diğer dünya halklarının ve hükümetlerin farkındalığını arttıran en önemli çevre sağlığı olaylarındandır.

Olayın edebiyata ve görsel sanatlara yansıması

  • Büyük Londra Dumanlı Sisi,  Netflix isimli dijital yayın kanalının The Crown isimli dizisinin 1. sezonunun Türkçe yayında “Doğal Afet” adıyla yayınlanan “Act of God” isimli dördüncü bölümünün ana konusudurHastanelerdeki siyasi önlem ve kaosun büyük ölçüde abartıldığı düşünülse de, hava kirliliğinin temsili eleştirmenler tarafından makul ölçüde doğru görülmüştür.
  • The Goon Show’un  BBC Home Service’te 21 Aralık 1954’te yayınlanan “Frog” başlıklı bölümü, öldürücü sis krizi üzerine ince örtülü bir hicivdi. 
  • Boris Starling’in Görünürlük romanı 1952’deki sis olayında geçer.
  • DE Stevenson’ın romanı The Tall Stranger (1957), 1952 sis olayına atıfta bulunarak, içeriye giren ve hastanedeki hastaları tehlikeye atan yoğun bir “sis” ile başlar.
  • Kate Winkler Dawson’ın Death in the Air (2017) adlı kitabı, Londra’nın Büyük Dumanlı Sisi’nin hikayesini seri katil John Christie’ninkiyle iç içe geçirir.

Yararlanılan kaynaklar

  1. https://onedio.com/haber/1952-londra-sinda-bes-gunde-binlerce-kisinin-canini-alan-urkutucu-doga-olayi-olduren-sis-913656
  2. https://www.britannica.com/event/Great-Smog-of-London
  3. https://www.britishturks.com/12-bin-kisinin-oldugu-buyuk-londra-sisi-great-smog-of-london/

 

 

Akbelen’de bilirkişi raporu sonrası yürütmeyi durdurma kararı kaldırıldı

MUĞLA- İkizköy‘deki Akbelen Ormanı’nı Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne (YK Enerji) tahsis eden Bakanlık kararına karşı İkizköylülerce açılan davada verilen yürütmeyi durdurma kararı kaldırıldı.

Muğla 1. İdare Mahkemesi tarafından verilen karar Akbelen’de yapılan son bilirkişi keşfine dayandırıldı. Akbelen Ormanı’nda ağaçlar için 500’ü aşkın gündür nöbet tutan İkizköylüler söz konusu bilirkişi incelemesinden çıkan raporun bilimsellikten uzak olduğunu belirtiyordu. İkizköy Çevre Komitesi tarafından karara ilişkin yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Önce hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sunduğumuz uzman görüşlerinin dikkate alınmadığı ve tamamiyle YK Enerji şirketinin raporları kullanılarak hazırlanan bilirkişi raporlarını, şimdi de ‘bilimsellikten uzak’ bu rapora dayanarak yürütmenin durdurulması kararının kaldırılmasını biz İkizköylüler olarak kabul etmiyoruz.”

İkizköy’de bugüne kadar üç ayrı bilirkişi keşfi yapıldı. 7 Eylül 2021’de yapılan ilk keşif sırasında hakimin avukatlara  hakaret etmesi nedeniyle  avukatlar Arif Ali Cangı,  İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulunmuştu.

İkinci inceleme öncesi Resmi Gazete‘de yayınlanan maden  yönetmeliğindeki  değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açılmıştı. Sosyal medyada yankı uyandıran değişiklik, #ZeytinİçinAdalet ve #AkbelenİçinAdalet etiketleriyle birçok paylaşım yapılmıştı.

‣Kömür madeni açılmak istenen Akbelen Ormanı’nda protestolar eşliğinde bilirkişi incelemesi

Bilirkişilerden dördü kömürün bölgeye geri dönülmez zararlar vereceği görüşünü verirken; ikisi ekolojik yıkım olacağını ancak enerji ihtiyacı nedeniyle madene açılması gerektiği yönünde görüş bildirmişti.

Üçüncü bilirkişi keşfinin sonucu ise 24 Kasım’da çıkmış, “Madencilik yapılabilir” denilmişti. İkizköylüler çevreye, zeytinliklere, suya ve toprağa değmeyen raporu ortaya koyan bilirkişi heyeti hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.

17 Temmuz 2021’de dava henüz devam ederken İkizköylüler, Akbelen Ormanı’ndaki kesimi engelleyip çadırlı nöbet başlatmışlardı.  Raporun ardından Akbelen Ormanı’nda tuttuğu nöbet 505. gününe girerken mahkeme yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı.

İkizköy Çevre Komitesi yaptığı açıklamada sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına işaret ederek “İkizköylüler olarak yalnızca yaşam alanlarımız, zeytinlerimiz, ormanımız için değil; tüm dünyadaki insanların evrensel hakkı için de mücadeleyi sürdürüyoruz. Bizler bu baskıların, ömrünü dolduran kömür madenleri ve termik santrallerinin son çırpınışları olduğunu biliyoruz” denildi.

“Yürütmeyi durdurma kararının kaldırılması bizleri yıldıramaz ve haklı mücadelemizden vazgeçiremez!” diyen İkizköylüler, mücadeleye daha sıkı sarılacaklarını, yaşam alanları ve kaynakları için direnmekten vazgeçmeyecekleri yönünde mesaj vererek “Yaşam kaynağı Akbelen Ormanı ve zeytinlerimizi ölüm saçan kömür madeni ve termik santrallere feda etmeyeceğiz” dedi.

Son olarak İkizköylüler, yürütmeyi durdurma kararının kaldırılmasına karşı İzmir Bölge İdare Mahkemesi’ne itirazda bulunacaklarını ve Akbelen’dekö nöbete devam edeceklerini söyledi:

Termik santraller ve kömür madenleri başlı başına büyük ekokırımlara sebep oluyor. Bu ekokırım suçunun en büyük sorumlularından biri olan Limak-İC İçtaş Ortaklığı YK Enerji gidecek, Akbelen Ormanı kalacak!”

[Bir konu/k] İkizdere’nin kızından köyün mücadelesi: Bir milat olarak Cengiz İnşaat

İkizdere, Cengiz İnşaat’ın yeşilinde açtığı taş ocağıyla duyulan, uzakta bir köy. Rize’ye bağlı İkizdere, en çok da ağaçlara sarılan kadınlarıyla hafızalara kazındı. İkizdere hala orada ve uzakta olan bir köy ve mücadeleye devam ediyor. Peki nedir bu mücadele, o kadınların o ağaçlara kenetlenmesinin sebebi ne?

“O köydeki insanlar, hepimiz, köklerimizi oraya saldık.”

Böyle anlatıyor Ayla Baş, mücadelelerinin sebebini. “Ben o köyün hem kızıyım, hem geliniyim” diyor 56 yaşındaki Ayla, hızlıca köyünü anlatmaya başlıyor:

Ayla Baş

“Rize, İkizdere, Güldereliyim. Dokuz kardeşin en küçüğüyüm. Bütün ablalarım, abilerim, kuzenlerim hepimiz orada büyüdük. Ben abilerimin, ablalarımın anılarıyla büyüdüm. Onlar hep ‘Biz bu derede alabalıklarla yüzerdik, kertenkelelerle oynardık, kırmızı pullu alabalık tutardık. O derenin taşlarından yonta yonta kına yapardık’ diye anılarını anlatırlardı.

Oradaki meyve ağaçlarını benim babamın babası dikmiş. Bugün sökülen ağaçlar hep bizim büyüklerimizin diktiği, 200-250 yıldır orada duran ağaçlar. Bizim evin önünden bir büyük dere geçer, yanından da bir küçük dere geçer. Biz Karadenizliler hep çok hızlı, telaşlı ve bağırarak konuşuruz. Çünkü derenin sesinden biz birbirimizi duyamazdık. Fakat bugün o derelerden kopardılar cânım o ağaçları, dereleri kayalarla doldurdular. Şimdi oradan akan dere yok. Nesli tükenen, kırmızı pullu alabalık, dağ ceylanı, ayılar yok. ”

İkizdere’de Cengiz İnşaat’ın dinamitleri patlamaya devam ediyor 

Bir milat olarak Cengiz İnşaat

Dediği gibi hızlı konuşan biri Ayla. Geçmişi anlatırken yeşiller ve maviler hızla gözünüzün önünden geçip gidiyor ve gittikçe köy biraz daha belirginleşmeye başlıyor.

Cengiz İnşaat’ın taş ocağına ilişkin ortaya koyulan bilirkişi raporundan cümleleri hatırlatıyor bu belirginlik.

Bilirkişi kök raporunda madenin ’bölgenin doğal görünümünü bozacağı, orman alanını tahrip edeceği, yöre halkı açısından yaşam alanları yönüyle kabul edilemez’ olduğu belirtilmişti. Bu raporu işaret ettiği gerçeklikten dinleyelim; o köyün kızı olan Ayla’dan.

İkizdere’de hafriyat kamyonlarının önünde oturma eylemi: Yeter!
Kaynak: Kemal Baş

Köylerine içmek için kazadan (merkezden) pet şişelerle su alır hale geldiklerini söylüyor Ayla Baş, çünkü artık musluklarından çamurlu su akıyor:

“Akan çamurlu suyu zaten içemiyoruz, temizlikte kullanamıyoruz. Hayvanlar için de yengemler bidonlara biriktiriyor, çamur dibe çöküyor. Üstte kalan suyu vermeye çalışıyorlar. Fakat hayvanlar onu bile içemiyor.

İlk kepçe atılmadan önce de hiç gelmeyen bütün ilçelerin belediye başkanları geldi. Dediler ki; ‘Devlet sizin yararınıza yapacak, bir ağacın yerine on ağaç dikilecek’. ‘Benim annemler lahanayı bile tek tek dikiyorlar, siz bir ağacın yerine on ağacı nasıl dikeceksiniz, zaten bunlar 200-300 yılda oluşmuş?’ diye sordum. Böyle sorular soruldukça onlar ‘Suyunuzu getirelim, ne istiyorsanız yapalım’ dediler. Biz bir şey istemedik.

‘Biz liman yapılmasın, Karadeniz kalkınmasın’, demiyoruz. Mutlaka o taşı alabilecek başka yerler vardır ama ormanlarımız gitmesin.”

Maden için köklerinden sökülüp atılmış ağaçlar böyle ‣görüntülendi
Kaynak: Kemal Baş

Uzakta bir köyde coplar, gözaltılar, biber gazları

Ayla’nın İkizdere mücadelesi sekiz kardeşinden biri olan öğretmen Kemal Baş’ın, abisinin, coplanması, gözaltına alınması ve biber gazı yemesiyle başlıyor:

“Bu olayı ilk duyduğumuz zaman hepimiz müdahil olduk. Elimizden geldiği kadarıyla karşı durduk. İlk başta benim bir rahatsızlığım vardı; gidemedim. Abimler engel olmak için gittiler. Üçüncü gün biz abimin haberini aldık. Benim küçük abime, yengemlere biber gazı sıktılar. Joplarla dövdüler. Abimi taşlarda sürüklediler. Bir hafta nefes alamadı. Abimi görünce hep birlikte toplanıp gittik.”

İkizdere’ye giden aktivistlere jandarmadan tehdit 
Kaynak: Kemal Baş

Dik yokuşlarda doğa mücadelesi

Karadeniz’in kendine özgü zorluğuna işaret ediyor Ayla. Mücadeleye dik yokuşlar da dahil oluyor.

Zorlu doğa koşulları içerisinde ağaçları korumak için normalde 20 dakikalık olan yol Jandarmalar tarafından kapatıldığı için derelerin içlerinden ormana girdiklerini anlatan Ayla, “O zaman bir de Ramazan’dı” diye başlıyor anlatmaya:

Sahurlarını yapıp, namazlarını kılıp, karanlıkta köylülerle birleşip ormanların içinden gidiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’ler ellerinde mukabelelerini orada yapıyorlardı. Orada bekliyorlardı. Kadınlara biber gazı sıkıldı. Kemal abimi TOMA’yla karakola götürdüler, gözaltına aldılar. Kelepçe takmak istediler. Defalarca içeri alındılar. Kuzenlerimin eşleri oruçluydu, onlara biber gazı sıkıldı. İftar ezanı 17.00’da okunuyordu. Karakollara götürüldüler. Gece 23.00’da bir yudum su içtiler.”

Mahkemenin Cengiz İnşaat’ın İkizdere’deki taş ocağını durdurmama nedeni: Zararsız olması hayatın gerçeklerine aykırı
Kaynak: Kemal Baş

Köyde kız kardeşlik

İkizdereliler Nisan 2021’den bu yana ağaçları için direniyorlar. Kimi zaman bu direniş çadırlarda sürdürülüyor, kimi zaman kamyonların önünde duruluyor. Bir yandan da hukuki mücadele veriliyor.

Cengiz İnşaat’ın son dinamiti patlayalı üç gün oluyor. Dinamitler yalnızca ağaçları tehdit etmiyor aynı zamanda Ayla gibi İkizderelilerin köylerine saldıkları köklerini de derinden sarsıyor.

Kaynak: Ayla Baş

“Ormana” diyor Ayla Baş, “Bizim orada ‘ambar’ derler”. Ayla şimdi İstanbul’da yaşıyor ve ev hanımı. Aynı zamanda yazılar kaleme almayı da çok seviyor. Köydeki kız kardeşliği bir yazısında şöyle betimliyor:

“… geleceğimize seslenen köyümüzün kızları, elele tutuşmuş kız kardeşleri… Nejlası, Hediyesi, Zeynebi, Naziresi, Deryası, Şengülü (İlknuru) [..] Söz konusu köyleri olunca ağaçlara çıktılar Zeyna oldular. Dağ tepe dolaştılar dağlar kızı reyhan oldular.”

İkizdereli direnişçi kadınlar: Mücadele ateşimizi asla söndürmeyeceğiz
Kaynak: Ayla Baş

İkizdere’denin ormanı: Ambar

Ambarlarına nasıl gözleri gibi baktıklarını ise şöyle anlatıyor Ayla:

“Önceden bizim evimizin olduğu yerde çok toprak ve ağaç yokmuş. Eskiden zaten hiç kimse bir ağaç kesmeyi bırakın bir dal kırmazmış. Eğer dal kırarsa çocukların bacaklarına vururdu annemler, dedemler. O yeşil dal tekrar toprağa gömülürdü ki tekrar büyüsün. Eskiden yere düşen dalları yazdan toplayıp sobalarında yakarlardı. Baharda karlar erimeye başladığı zaman dere taşar. Taştığı zaman da ormanın içindeki kırık odunları sürükler. Kadınlar o dalları toplayıp kışlık odunlarını yaparlardı. Bir tane ağaç kesmiyorlardı. Şimdi onlar kaç bin tane ağacın kesildiğini görüyorlar.

Bir de orada çay var. Dinamitler patlıyor. Onlarca kamyon gidip geliyor. Bütün toz bulutu çayın yapraklarına siniyor. Kuzenlerim çayları keserlerken maske takıyorlar. Tüm tozu yutuyorlar.”

İkizdere davası görüldü
Kaynak: Kemal Baş

‘Onurlu, gururlu insanlarız biz’

Ayla’nın sesi titriyor artık, duraksıyor ve şu cümleler dökülüyor dilinden:

“O ağaçları kestiler, yani bizim köklerimizi oynattılar.”

Telaşlı sesin yerini bir durgunluk alıyor ve yutkunarak “Onurlu, gururlu insanlarız biz” diyor, köy içindeki emeklerine işaret ediyor:

“Bizimkilerin hepsi, petekte bal yaptılar, çay yaptılar, mısır, lahana ektiler, dereden balık tuttular, ormandan ağaç getirdiler. Herkes çocuklarını orada yaptıklarıyla büyüttü. Ve çocukları, mühendis, hemşire, doktor, avukat oldu. Erkekler gurbete gitti, kadınlar orada yaptıklarıyla evlerinin çarkını döndürdüler ve kimseden el açıp para dilenmediler. Kendileri imkanları el verdiğince yaptılar. Memlekete hayırlı evlatlar yetiştirdiler.”

[Bir konu/k] Türkiye’de doğa mücadelesi vermek: Bir çevre suçuna nasıl engel olunur?
Kaynak: Kemal Baş

‘Mezarlarımıza ne olacak?’

Kış düşmeden önce köydeki yaşlıların tedavi ihtiyaçlarını gidermek için İstanbul’a geldiğini ve nisan olmadan bir şey olur da başlarına bir şey gelirse diye köylerinde geri dönmek istediklerini söyleyen Ayla, İkizdere’de hakim olan “Mezarlarımıza ne olacak” sorusunu anlatıyor:

“Köyde yaşlılarımıza taş ocağından bahsettiğimizde ilk söylenilen; ‘Mezarlıklarımız ne olacak?’ Köyde büyük bir mezarlık yok, eskiden beri herkes bahçesinin bir yerine ölülerini defnederlerdi. Bizim mezarlıklarımız çaylıklarımızın ortasında. Gelen geçen dua eder.”

Kaynak: Kemal Baş

Cengiz İnşaat’ın faaliyetleri köyde halihazırda sürüyor. Öte yandan aktivist ve hukuki mücadele de devam ediyor. Ayla bu mücadeleye katılımların herkesin maddi durumunun el verdiğince gerçekleştiğini, “üç kuruş” para bulduklarında köyün yolunu tuttuklarını anlatıyor.

Önceden horonlu, şimdi GBT’li 29 Ekim…

Ayla’nın söylediğine göre; her fırsatta başka şehirlerden de desteğe gelinen köyde, evde ne varsa gelenlerle paylaşılıyor.

Kaynak: Ayla Baş

Ayrıca başta köyden çoğu insanın da mücadelede bulunduğunu ancak daha sonra gözleri korkutulduğu için desteğin azaldığını söylüyor Ayla ve Cengiz İnşaat’tan sonra köyde bir 29 Ekim’i şöyle anlatıyor:

“1964’te, daha ben doğmadan önce, İkizdere’deki elektrik direkleri milli bayramlarda yollardaki ağaçların yapraklarıyla süslenirmiş. Merkezde horon edilerek kutlanırmış. Şimdi buradan 29 Ekim’de bir otobüs gittti. Ne yapabilir ki bu insanlar? Kendi köyümüze bile giderken otobüs İyidere’de durduruluyor, kim girmiş/çıkmış GBT bakılıyor. Orada biz ne yapabiliriz? Türk bayrağımız, Atatürk’ün resmi ve ‘İkizdere taş ocağı olmasın’ pankartı asıp ne yapabiliriz? Devletin polisi, askerisiniz ama siz de bizim evladımızsınız. Biz size bir şey yapmayız, yapamayız ki. Bizim derdimiz zaten doğa. Hep beraber saygı duruşunda bulunalım? Hep beraber marşımızı okuyalım?”

İkizdere’den Cimil’e ‘Büyük Doğa Yürüyüşü’ 
Kaynak: Kemal Baş

‘Köye gidip bir nefes alayım’

Son olarak Ayla, en çok da ekolojik dengenin bozulmasına, yaban hayvanlarının zarar görmesine ve derenin kurutulmasına üzüldüğünü belirterek “Her insanın nefes alabilecek bir köyü olmalı diyor:

“Köyde zaten her taraf yemyeşildir. Başka bir renk yoktur ki bizim köyde. Biz akşamdan yeşile uyur, sabahtan da yeşile kalkardık. Şimdi etraf taş, kamyon, toz, toprak. Dere sesi yok. Karşıdaki köylerde de aynıları oldu, dinamitler patlatıldı, yaşlılar korktu. Derenin gürültüsü değil, şırıltısı bile yok. Bu insanlar başka yerde yaşamayı, başka yerde nefes almayı bilmiyor ki. Buradaki herkes ilk fırsatta ‘Gideyim ben köyde bir nefes alıp geleyim’ der.”

CHP vizyon belgesini açıkladı: İktidarın ilk yılında ‘Yeşil Bütçe Reformu’ yapılacak

CHP, Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun öncülüğünde bugün (3 Aralık)  İstanbul’daki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen ‘İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması’nda vizyon belgesini açıkladı. Kılıçdaroğlu, “Yeni sistemi bugün açıklıyorum. Bugün siyaset üstü beyin takımıyla tanışacaksınız. Dünyadan ve Türkiye’den itibarlı 70 kişiden oluşan bir ekipten söz ediyoruz” dedi. Kılıçdaroğlu’nun açılışının ardından konuşmacılara geçildi.

Başdanışmanın odağı iklim krizi

Açılış konuşmasının ardından online olarak toplantıya bağlanan Kılıçdaroğlu’nun endüstri ve ekonomi başdanışmanı Jeremy Rifkin’in konuşmasının odağında ise iklim krizi yer aldı. Rifkin özetle şunları söyledi:

  • Bilimsel, teknik ve ekonomik girdi sağlayacağım. Türkiye’nin kapsamlı bir yön haritası oluşturmasına yardımcı olacağım.
  • Ekibim, AB ve Çin’de mimari görevlerde yer aldı. Kılıçdaroğlu ülkesini bir dönüşümden geçirmek istiyor, bu bir sanayi dönüşümü. Sayın Acemoğlu ile birlikte çalışıyor olmak da bana mutluluk verecek.
  • Son dönemdeki iklim çalışmaları bize şunu gösteriyor. Akdeniz’deki ülkeler dünyanın geri kalanında yüzde 20 daha hızlı ısınıyor. En hızlı yağmur azalımı da bu bölgede görülüyor. Bu şekilde devam ederse burası yaşanamaz hale gelecek.
  • Her Akdeniz ülkesinin bu konuyu ele alması gerekiyor. Birlikte çalışırsak başarılı olabiliriz. Bütün Türk halkının bu yolculukta dayanışma içerisinde olması gerekiyor.
  • Bunu akılda tutarak bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Türkiye’de Akdeniz havzasında yaşayan insanlar iklimin farkında. Çok ciddi seller yaşanıyor. Yaz aylarına geldiğimizde ise kuraklık ve susuzluk yaşanıyor.

Öztrak: Temiz enerji, temiz fonlarla, tertemiz bir ülke inşa edeceğiz

Rifkin’in ardından ekonomi politikalarını anlatmak üzere kürsüye çıkan parti sözcüsü Faik Öztrak “Bu yeni dönemi devletler, iyi hazırlık yapan milletler yeni dönemin kazananı olacak. CHP olarak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında ülkemizi dördüncü endüstri devriminin takipçisi ve tüketicisi değil; geliştiricisi ve üreticisi yapmaya kararlıyız. Temiz enerjiyle, temiz fonlarla, temiz bir toplumla tertemiz bir ülkeyi inşa edeceğiz. Ülkemizin potansiyelini gayet iyi biliyoruz. Zenginleşeceğiz. Milletimizi, orta gelir tuzağından kurtaracağız. Kimseyi geride bırakmayacağız” diye konuştu.

Merkez Bankası’nın başına tüm dünyanın saygı duyduğu birini atayacaklarını ve bağımsızlığını güvence altına alacak düzenlemeleri hemen yapacaklarını belirten Öztrak, ekonomik ihtiyaç ve öncelikleri gözeterek 2023 bütçesini yeniden yapacaklarını, şatafat ve israfa son vereceklerini, Cumhurbaşkanlığı makamını yeniden Çankaya Köşkü’ne taşıyacaklarını anlattı.

Özttrak, cinsiyet eşitsizlikleriyle etkin şekilde mücadele edeceklerini, İstanbul Sözleşmesi‘ni yeniden yürürlüğe sokacaklarını da vurguladı.

Foggo: İlk hedef yoksulluğu kökten bitirmek

“İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısında Yoksulluk ve Dayanışma Ofisi Koordinatörü Hacer Foggo da kürsüden seslendi:

“Son 20 yıldır Türkiye’de gittikçe derinleşen yoksulluk adaletsizliğe yol açıyor. Zenginin daha zengin yoksulun ise daha yoksul olduğu ve bunun doğal karşılandığı bir zamanın içindeyiz. Bu memlekette eşitsizlik bu kadar derin ve yakıcı olmamıştı. Çünkü bu memleket bu kadar umursamaz bu kadar kötü bir yönetim anlayışıyla karşılaşmadı. Bu adaletsiz sisteme karşı CHP iktidarının ilk hedefi yoksulluğu kökten bitirmek olacak.

CHP iktidarının ilk altı ayında Aile Destekleri Sigortası Kurumu kurulacak. Tüm sosyal yardımlar tek bir çatı altında toplanacak. Hiç kimse sosyal yardım almak için kapı kapı dolaşmak zorunda kalmayacak. Devlet, zorda olanın ayağına gidecek.”

Prof. Kara: Kaynak, sürdürülebilir büyüme ve gelir artışına ihtiyaç var

Toplantıya video konferans yoluyla katılan Merkez Bankası‘nın eski Baş ekonomisti ve Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Hakan Kara, yoksullukla mücadele için kaynak gerektiğini, bunun için de sürdürülebilir bir büyüme ve gelir artışına ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Geçmişten ders alıp, geleceğe yönelik politikaları tasarlamanın önemine dikkat çeken Kara, “Önümüzdeki dönemde maliye politikalarının tasarımında daha detaylı, biraz daha kapsamlı, kalkınmayı destekleyecek bir politika anlayışına ihtiyaç var” dedi.

Gürkaynak: ‘Enflasyonu büyüterek büyüyeyim’ diye bir şey yok

Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı Refet Gürkaynak da video konferansla toplantıya bağlandı. Şu anda olumsuz seyreden iktisadi durumu, hali hazırdaki iktidarın dünyanın Türkiye’ye bir tezahürü olarak anlatmaya çalıştığını belirten Gürkaynak, “Halbuki böyle değil. Türkiye’de enflasyonun bu kadar yüksek olmasının nedeni adının Türkiye olmasından kaynaklanmıyor, dünyanın hiçbir yerinde işe yaramayacak politikalar Türkiye’de de işe yaramıyor” dedi:

“Enflasyonu göze aldık çünkü büyümek istiyoruz anlayışını 1970’lerde bütün dünya denedi ve çuvalladı. ‘Enflasyonu yükselteyim ama büyüyeyim’, böyle bir şey yok, hiç olmadı! Türkiye’de de olmadığını görüyoruz ve bir kere daha görmemize gerek yoktu. 90’larda da gördük bunu.”

Sayek Böke: Yeşil dönüşüm gerçekleştireceğiz

Gürkaynak’ın ardından kürsüye gelen Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke, en çok alkışlanan konuşmalardan birini yaptı. Yeşil üretim, yeşil ve adil dönüşüme önemli yer ayıran Sayek Böke’nin konuşmasından satır başları şöyle:

Büyük bir değişimin eşiğindeyiz: Bilimle siyasetin köprüsünü kurmaya geliyoruz. Büyük bir değişimin eşiğinde, ortak geleceğimizin ne olacağına dair keskin bir yol ayrımındayız. Bizim tercihimiz, vizyonumuz belli. Bugünkü bu ağır yıkımı kalıcı bir şekilde ortadan kaldıracağız. Üretimi dönüştüreceğiz. Rant yerine üretken yatırımlara; sömürü düzeni yerine kalkınmaya, halkın omuzuna bırakın vergi yükünü, adaletli bir reformla çok kazanının çok, az kazananın az ödediği adil bir düzene dönüştürecek; dönüşen üretimle, istihdam verimlilik yaratacak, gelirleri artıracak, hayat pahalılığına son verecek, sağlıklı güvende ve kaliteli hayatları birlikte yaşayacağız.

Sosyal adaleti sağlayacağız: Bugün 3.5 milyon insanımız işsiz. İş arıyor ve bulamıyor. Yaklaşık üç milyon insanımız, umudunu yitirdiği için iş aramayı bile bırakmış. Üretimi dönüştürdüğümüzde, herkesin için iş, herkes için istihdam olacak. Bugün, çalışanların yüzde 65’i asgari ücret veya ona yakın ücret alıyor.  Üretimde yapacağımız dönüşümle verimlilik artacak ve ücretler herkes için yükselecek. Bugün, dünyanın çalışanlar için en kötü çalışma koşullarına sahip 10 ülkesinden biri Türkiye. Ama üretimde yapacağımız dönüşümle, güvenceli istihdamla sosyal adaleti sağlayacağız.

Yeşil ve mavi dönüşüm: Bugünün rantçı zihniyeti; doğayı katlederek, iklim krizinin en ağır koşullarıyla halkı baş başa bırakmış vaziyette. Ama üretimde yapacağımız yeşil ve mavi dönüşümle, yani temiz üretimle nefes alacağız. Bu dönüşüm, yarını beklemeyecek. Bu dönüşüm, iktidar olduğumuz gün başlayacak. Yarının kalkınmasının da güvencesini, bugünden atacağımız adımlarla sağlayacağız.

Yeşil sanayi, yeşil istihdam:  Dünya yeni bir üretim devriminin eşiğinde. Bu devrim, bilgiye, veriye, bilginin ürettiği yeni ve yeşil teknolojilere dayanıyor. Daha önceki üç büyük sanayi devrimini ıskaladık. Bu sefer ıskalamayacak, bir parçası, hatta öncüsü olacağız. Dijitalleşme ve yeşil enerji dönüşümüne dayalı bir yeşil sanayi ile ve onun yaratacağı çokça yeşil istihdamla bu fırsatı kaçırmadığımız gibi herkesin hayatının gerçeği haline getireceğiz.

Üretimimizin, ihraç ettiğimiz ürünlerin niteliği düşük, gelir yaratma ihtimali çok zayıf. Hedefimiz belli. Yeni bir bilim, teknoloji ve politika anlayışıyla üretimimizi dijital çağın gerçekleriyle buluşturacağız ve öncü bir şekilde bu değişimi gerçekleştireceğiz. Bilim insanlarımız bilim üretecek, girişimcilerimiz teknoloji üretecek. Kamu olarak biz, tüm toplum kesimlerinin bu teknolojiyle buluşmasını sağlayacağız.

Yeşil Mutabakat: Küresel tedarik zincirleri değişiyor. Ticaret dünyamız değişiyor. Artık çevre ve dayanıklılık,  ticaret için aranan ön koşullar haline gelmiş vaziyette. En büyük ticaret ortağımız, en büyük ihracat pazarımız olan Avrupa Birliği, Yeşil Mutabakat ile işte bu dönüşümün öncülüğünde adım atıyor. Türkiye üretimini, yeşil üretimle dönüştürmezse her yıl, yaklaşık o sınırda 3 milyar euroyu Avrupalıya ödüyor olacak. Biz üretimimizi değiştirmeye geliyoruz. Her yıl o 3 milyar euro Türkiye’de kalacak. Türkiye’de üretim, yatırım ve istihdam yaratacak.

Adil dönüşüm, ‘temiz fonlar’: Dünyada finans imkanları değişiyor. Artık finans da sosyal kaygılar, sosyal riskler, sosyal adalet ve aynı zamanda çevre risklerini de gözetiyor. Bu riskleri gözeten ESG fonları, her yıl neredeyse 10 milyarlarca dolar büyüyor. Üretimimizi emek dostu, yeşil ve çağı yakalayan teknolojiyle dönüştürdüğümüzde yani adil bir dönüşümü gerçekleştirdiğimizde işte bu temiz fonlar, ülkemize gelecek. Böylece temiz parayla ülkemizde yüksek gelirli, güvenceli ve nitelikli istihdam sağlayacak yeni yatırımların da önünü biz açmış olacağız.

Yeni kamucu anlayış: Üretimimizin bu dönüşümü gerçekleştirebilmesi için yeni bir yönetim anlayışına ihtiyacımız var. Yeni bir kamucu anlayışla yönetmeye geliyoruz. Her şeyin önüne kamu yararını koyacak, bu esnada piyasa aksaklıkları varsa onları mutlaka gidereceğiz. Verimliliği, güvenceli istihdam ve yeşil dönüşümü hedefleyeceğiz. Yeteneklere, insanına, üreticisinin kapasitesine yatırım yapan yeni bir kamucu anlayışla geliyoruz. Kamu üretimin hem öncüsü hem destekçisi hem demokratik ortağı olacak.

Adil dönüşüm: Biz üretimi dönüştürürken üç temel hedefimiz olacak:

1-güvenceli ve kalite işler yaratmak
2-teknolojik dönüşümü sağlamak
3-Üretimde yeşil dönüşüm. Yani kimseyi geride bırakmayan adil dönüşüm.

Kamunun vereceği tüm destekler, değerlendirilecek, etkileri analiz edilecek, teşvikler öyle verilecek. Bağımsız olarak tüm politikalarımızın öncesinde, uygulanmasında ve sonrasında etki analizi yapacak bir Etki Analiz Değerlendirme Kurulu kuracağız. Bilim insanları bize o kurullarda kamuda yaratacağımız kapasiteyle birlikte hangi politikaların etkin olduğunu en açık biçimiyle anlatacaklar. İşsizlik işte böyle bitecek. Böylece kamuya vereceğimiz, teşvikler, vergi indirimleri, hibeler, Ar-Ge destekleri, kamu ihaleleri, yani kamunun kaynakları, güvenceli ve zenginleştirici istihdam yaratmak için kullanılacak.

Temiz ihale dönemi: Kamu ihaleleri kanununu, yeşil üretimi ve bölgesel kalkınmayı destekleyen organize suç, yolsuzluk kara para aklama suçlarıyla mücadele eden bir yapıda hazırlayacağız. Temiz ihale dönemi başlayacak. Kamu kaynakları yandaşa, yolsuzluk içeren ihalelere dağıtılmayacak. Kamunun parasını halk için kullanacağız. Kaynak, vergi ve adalet reformuyla, temiz fonların çekilmesiyle, kamunun kaynağını kamuda tutarak yapılacak.

Evden çalışanlara güvence: Dünya değişiyor. Yeni işler, yeni iş yapma biçimleri var. Güvenceli, zenginleştirici ve kaliteli istihdam yaratan üretim politikamızda, geleneksel işlerde çalışanların da bu yeni işlerde çalışanların da sosyal haklarının ve güvencelerinin olmasının sağlanması, bizim en temel görevimiz olacak. Mesela, evden ya da hibrit çalışma altında mesaisi bir türlü bitmeyen, masrafları kendi üstlenen, sosyal güvencesi olmayan beyaz yakalılara fazla mesai ödemesi hakkı, ulaşılamama hakkı, tüm sosyal hakları sağlanacak. Kendi hesabına çalışıyorsun diyerek tüm haklarından mahkum bırakılan kuryeler vs. sosyal güvenceye kavuşturulacak.

Yetenek inşası: Büyük bir seferberlik başlatacağız ve en temel taşlarımızdan biri yetenek inşası olacak. Gençlerin fen, teknoloji, teknoloji, mühendislik, veri bilimi, kodlama gibi, bunun dışında eğiticilerin de eğitileceği ulusal bir seferberliği başlatacağız. Liyakatli bir düzen buradan başlayacak.

Genç girişimcilerin yeteneklerini kullanmalarını sağlayacağız. Risk almaktan çekinmeyecekler. Akıllarına gelen işi, deneme cesaretini gösterecekler, ilk finansal desteği de ‘Hayata Atılma Fonu’yla biz vereceğiz.

Yok olma tehditi altındaki işler: Kamu, yok olma tehdidi altındaki işleri belirleyecek. Bir planlama, bir dönüşüm stratejisi ortaya koyacak. Tüm çalışanların kendi şahsına ait olacak Kişisel Eğitim Hesapları olacak. Mesleği yok olma tehdidi altında olanlar veya mesleğini değiştirmek isteyenlerin hayallerinin güvencesi, bu hesaplar olacak. Herkesin kendi hayali, gerçekleşebilecek bir ileri hedef olmuş olacak.

‘Danışmanını ara’ projesi: Torpille değil, yeteneklerimizle, kimi tanıdığımızla, hangi adreste doğduğumuzla değil, inşa edebildiğimiz öğrendiklerimizle var olacağız. Yani hiç kimse, okusam da ne olur demeyecek. Bunun için İş-Kur’un Milli Eğitim Bakanlığı ile koordinasyonlu yürüteceği ‘danışmanını ara’ uygulamasını biz başlatacağız. Böylece her genç, yetenekleri ve hayalleri doğrultusunda bir sosyal hizmet ve rehberlik danışmayla eşleşecek.

Toplu konutlarda ortak alan: Her mahallede, inşa edeceğimiz toplu konutlarda her 20 apartmana bir apartman ortak alan olarak inşa edilecek. Ortak alanda kreş, bakım hizmetleri, dijital kütüphane, teknoloji laboratuvarları olacak. Kadınlar çocuklarını güvenle bıraktıktan sonra işe gidecekler. Gençler teknolojiyle buluşacak, yaşıtlarıyla rekabet edecekler.

Bilim yenilik teknoloji politikası: Üretimin Sanayi 4.0’ı yakalaması için yeni bir bilim ve teknoloji politikasına ihtiyacı var. Bilginin bilime, bilimin teknoloji ve yeniliğe dönüşmesi, o teknolojiye herkesin erişmesi gerekiyor. Ürettiğimiz bilimi destekleyecek güçlü dinamik ve çeşitlendirilmiş bir işbirliği kuracağız. TÜBİTAK, temel ve uygulamalı araştırma faaliyetlerine odaklanmak üzere yeniden kimlik kazanacak. Kamu Ar-Ge enstitüleri kuracağız.

YÖK kalkacak, Barış Akademisyenleri dönecek: Emek Dostu Teknolojiler Enstütüsü kuracağız. Bilim insanlarının üniversitelerde daha çok bilim üretebilmesi için ders yüklerini hafifletecek, onların bilim zamanını biz fonluyor olacağız. Araştırma yapmak, ders vermek, bilim yapmak isteyen tüm bilim insanlarımız özgür üniversitelere kavuşacak. YÖK’ü kaldıracağız, Boğaziçi Üniversitesi’ni ve tüm üniversiteleri hep birlikte özgürleştireceğiz. Barış akademisyenlerini yeniden üniversiteleriyle, öğrencileriyle buluşturacağız. Yurt dışında yaşayan bilim insanlarına bilim vizesi vereceğiz.

Tarım için model çiftlikler: Teknolojinin yayılması için aktif kamu politikaları uygulayacağız. Teknoloji bir elit grubun elinde kalmayacak. KOBİ’leri örnek üretim merkezleriyle destekleyeceğiz, tarım için model çiftlikler kuracağız. Bu çiftliklerde ziraat mühendisleri, tarım uzmanları çalışacak, çiftçilere danışmanlık yapacak. Çiftçi öğrendiği teknolojiyi daha sonra kendi topraklarını ekmek için kullanır hale gelecek. Çiftçi, toprağını terk etmek zorunda kalmayacak.

Her sınıfa her eve birer bilgisayar: Her okulda her sınıfta, her evde bir bilgisayar olması için evrensel hizmet fonunu amacına uygun kullanacağız. Dijital hizmet vergilerini öğrenci ve öğretmenler için yeniden düzenleyeceğiz. Yaşlılar, engelliler ve dezavantajlı gruplar hizmetlere dijital olarak erişebilecekler.

Üretimin Yeşil dönüşümü: Enerjimizi artıracağız. Yeşil dönüşüm salt bir dönüşüm programı değil, esasında bir yatırım programıdır. Yeni yatırımlarla güvenceli, zenginleştirici yeni istihdam alanları yaratmanın programı. İşte bunun için kömürden çıkışı planlayacağız, yenilebilir enerji projelerimizi hızlandıracağız. Araştırmalar, her bir liralık yenilenebilir enerji yatırımının, aynı parayı kömüre yatırdığınızdan tam beş kat daha çok istihdam yarattığını söylüyor. İşsizliği işte böyle çözeceğiz.

Tüm binalara güneş paneli: Türkiye güneş ve rüzgar enerjisi ofisini kuracağız. En önemlisi enerji ihtiyacının karşılanması için bir seferberlik başlatacağız. Başta apartmanlar olmak üzere tüm binaların çatılarına ve yüzeylerine güneş enerjisi panelleri kuracağız. Yapacağımız sosyal konutların tümünde ve bu iktidarın vaat ettiği ama tamamlamayacağını bildiğimiz, bizim iktidarımızda tamamlayacağımız TOKİ’lerde bütün binaların çatısına ve yüzeyine güneş enerjisini biz inşa edeceğiz. . İşte o zaman son bir yılda üç katına çıkmış olan elektrik faturanız var ya gümdür gümdür düşürecek.

Sanayiye yenilenebilir enerji teşviği: Tüm OSB ve sanayinin de yenilenebilir enerji üretmesi ve kullanması için seferberlik başlatacağız. İçinde üretim yaptığı bina, bulunduğu OSB, kullandığı girdi, makine, teçhzat, ulaşım yolları gibi her alanda yeşil ekonomiyle uygun tercihleri kullanması için gereken desteği ve teşvikleri vereceğiz.

Çiftçiye ücretsiz elektrik: 2030 yeşil dönüşüm için mihenk taşı. Bu yedi yıl içinde güneş enerjisi yatırımlarıyla üreteceğimiz enerjinin üçte birini ücretsiz olarak çiftçimize ulaştıracağız. Aynı zamanda yenilenebilir enerji kullanan tarım makinelerini de destekleyeceğiz. Çiftçi için elektrik dert olmaktan çıkacak, maliyetleri düşecek. Daha uygun fiyatlarla sattığı için fiyatlar da düşecek.

İklim hedeflerine uygun finans politikası: Finans politikaları ve düzenlemeleri de iklim hedefleriyle uygun hale getirilecek. G20’de Endonezya’ya kömürden çıkış stratejisi için 20 milyar dolarlık fon sağlandı. Aynı fonlar Türkiye’ye de açık. Temiz yatırım hedefleyen bu fonları biz getireceğiz. Bankalar, kredi verirken, finans sağlarken emek dostu, dijital ve yeşil dönüşüm hedefini gözeten bu yatırımları tercih edecek.

2023’ten başlayarak, iktidarımızın ilk yılında güçlü bir TBMM’de, Yeşil Bütçe Reformu’nu hep birlikte başlatacağız.

Acemoğlu: Tablo negatif ama çözüm var

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü‘nde (MIT) öğretim görevlisi olan ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu, Böke’den sonra video konferansla toplantıya katılan bir diğer isim oldu. Acemoğlu’nun ifadeleri özetle şöyle:

“Eğitim düzeyi ve eğitim kalitesi çok kötü durumda. Türkiye’den gelen öğrencilerin uluslararası sınavlardan aldığı notlar çok düşük. Ya da Türkiye’deki öğrencilerin üniversiteye gitme, liseden mezun olma oranları Avrupa’ya ya da Güney Amerika‘ya oranla çok düşük.

Teknolojiye yatırım yapmamak, verimsiz büyüme, insan kaynaklarını doğru kullanmamak… Bunun çok net bir sonucu var; düşük verimli istihdam, düşük ücret düzeyi, yoksulluk… Bu yoksulluk problemini çözmek istiyorsak verimliliği artırmak lazım. Türkiye’deki problem bundan da derin. Çünkü olan gelir çok eşitsiz bir şekilde dağılıyor.”

Tablonun çok negatif olduğunu ancak Türkiye’nin geleceğini karamsar görmediğini söyleyen Acemoğlu, “Burada iyimser olacak şeyler de var. En önemlisi Türkiye’nin potansiyelinin çok yüksek olması ve çözümlerin çok açık olması. Bunlar kısa dönemde ekonominin makro ekonomik olarak normalleşmesi. Orta dönemde teknolojiye, bilime yatırım yapılması ve bunu doğru bir kurumsal yapıya oturtmak” dedi.

Kılıçdaroğlu’ndan kapanış konuşması: Lamı cimi yok, bu zorba gidecek

Kapanış konuşması için tekrar kürsüye çıkan ve “Bugün size bu sahneden ana muhalefet partisinin genel başkanı olarak değil, kuracağımız sistemin, büyük güç birliğinin bir parçası olarak sesleniyorum” diyen Kılıçdaroğlu’nun olası iktidarlarında vaat ettiği ana başlıklar şöyle:  :

  • Tek adam rejimi bitecek, yerine liyakata dayalı bir sistem gelecek.
  • İktidarımızın ilk altı ayında halkımıza nefes aldıracak, sonra kalıcı refahı sağlayacağız.
  • İktidarımızın ilk üç yılında Türkiye’ye 100 milyar dolar doğrudan, yatırım fonlarından da 75 milyar dolar yatırım gelecek. Ayrıca Avrupa, Uzak Doğu, Norveç ve Singapur gibi ülke ve bölgelerden, kaynağı belli, temiz ve sürdürülebilir en az 150 milyar dolar yatırım getireceğiz.
  • ‘Kirli sermaye’nin çaldığı 418 milyar hukuk yoluyla geri alacağız.
  • Ücretli çalışanlar için gelir vergisi tarifesi yeniden düzenlenecek.
  • Endüstriyel dönüşüm gerçekleştirilecek; Türkiye’nin uluslararası rekabet gücü artırılacak, Tüm Türkiye üretecek; Marmara ve Ege’den tersine göç teşvik edilecek.
  • İşgücü dönüşümü sağlanacak; eğitimde fırsat eşitliği, yüksek yetenek inşası ve nitelikli işgücüne yatırım yapılacak.
  • Enerji bağımsızlığı önceliğimiz olacak. Gıda bolluğu ve bereketi sağlanacak.
  • Hızlı istihdam artışı ile ilk etapta 3.5 milyon kişi istihdam edilecek. Sürdürülebilir iş edinme programları başlatılacak. Beş yıl içinde 13.5 milyon kişi sürdürülebilir iş edinme programlarına dahil edilecek.
  • Kişi başına düşen milli gelir, 20 bin doların üzerine çıkarılacak.
  • Bağımsız kalması gereken kurumlar bağımsız kalacak.

Türkiye’nin önünde aylar sürecek uzun mücadeleler ve ıstıraplar olduğunu söyleyen CHP lideri, “Korkunç kara progandalar olacak ama sonunda hak ve halk galip gelecek. Lamı, cimi yok, bu zorba gidecek. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İktidara geliyoruz, en ufak bir endişeniz olmasın” dedi.

[İnsan kaynaklı çevre yıkımlarında bugün] 1984 Bhopal kimyasal gaz kazası kıranı

Günümüzden 38 yıl önce 2-3 Aralık 1984 tarihinde Orta Hindistan’ın Madya Pradeş eyaletindeki Bhopal kenti ve çevresi o zamana kadar gerçekleşmiş “dünyanın en kötü endüstriyel kıranı”na sahne oldu. Kıran, bugün için de hâlâ derslerle dolu.

“İnsanoğlunun para hırsı, vahşi kapitalizmin insanı umursamaması, hükümetlerin aymazlığı ve yoksul ülkelerin çaresizliği felaketlerin ve doğanın kirlenmesinin başlıca nedenlerindendir… Bhopal, sanayinin yüzkarası, sömürgeciliğin acımasızlığı, hükümetlerinin acizliği, kimyasal nedenli ölümlerin ve çevre kirliliğinin sembolü olarak tarihteki yerini aldı.” (Zafer Öztek- Kahraman Doğa İnsana Karşı)

Antik çağdan başlayarak insanoğlu deprem, sel, kuraklık, bulaşıcı hastalıklar gibi doğal kıranları tanrı(lar)nın cezası kabul ederek mitolojik ve kutsal metinlerinde anlattı. İnsan kaynaklı (çevresel) kıranları “ilahi takdir” olarak görenler bunu ancak yaratılış inancıyla (tüm varlıklar gibi insanın da Tanrı tarafından yaratılması) açıklayabilir. Günümüzde ise bu anlatılar edebiyatla veya belgesel ve drama tarzı sinema ve TV filmleri yoluyla oluyor. Raslantısal olarak Bhopal Kazası Kıranı ile başlayan “İnsan Kaynaklı Çevresel Kıranlar/Yıkımlar Tarihinde Bugün” dizisi yazılarımızla Tanrının böyle durumlardaki rolü belki daha iyi anlaşılabilir. Kanımca, geçmişte ve günümüzdeki doğal kıranları da sonuçları itibarıyla “insan kaynaklı kıranlar” içine sokmakta sakınca yok ve yazı dizimiz kimi doğal kıranları da kapsayacak. Yazımızda, açık kaynak oldukları için Wikipedi’nin yeni yüzü Wikiwand kaynağından ve Zafer Öztek’in derlemesinden yararlanacağız. Ayrıntılı bilgi için bu kaynaklara bakılmalıdır.

Sorumsuzluğun  katliam gibi sonucu

Kendi ülkesindeki (ABD) katı üretim koşullarından kaçmaya çalışan Amerikan kökenli, Union Carbide (India Limited) (UCIL) pestisit şirketine ait tarım ilaçları üreten, bakımsız ve köhne fabrika, Bhopal Kentine 4 km yakınlıkta idi. 2 Aralık 1984 gece geç saatlerde başlayan zehirli gaz sızıntısının kaynağı saat 23.45’de bulundu ve üst sorumluya bildirildi, ama sorunun ertesi gün saat 12.15’deki çay molası sonrasında çözülmesine karar verildi. Ancak 3 Aralık 1984’de çay molası saat 12.40’da bittiğinde artık çok geçti; iki saat içinde atmosfere 40 ton çok zehirli “metil izosiyanat (MIC) gazı” sızdı ve kentin üzerine yayıldı. Bu sırada fabrika içindeki alarm sireni çaldı, ama halkı ve Bhopal şehrini uyaracak kamu sireni 12.59’de kısa süre çaldıktan sonra (fabrikadaki halkı önemsiz sızıntılar nedeniyle alarma geçirmekten kaçınmayı amaçlayan şirket prosedürü uyarınca)  hızla kapatıldı.

İlk saatlerde fabrika işçileri ve Bhopal çevresinde gazdan zehirlenen 3787 kişi hemen öldü. Başlangıçta firma, ticari sır olduğu gerekçesiyle toksik maddenin ne olduğunu açıklamaktan kaçındı. Böylece hastanelere getirilen hastalara gerekli panzehir tedavilerin yapılması da gecikti.

Metil izosiyanat gazı havadan yaklaşık iki kat daha ağır olduğundan toprak yüzeyine yakın biçimde dağıldı. Bu yüzden, çocuklar ve kısa boylular gazdan daha çok etkilendi. Ertesi sabah ve hafta haftalar içinde toplam 18.000 kişi yaşamını yitirdi; 150.000’den fazla kişi zehirlendi; 50.000 kişi hastanelerde tedavi altına alındı.

Birkaç gün içinde civardaki ağaçlar kurudu ve şişmiş hayvan ölülerinin  bertaraf edilmesi gerekti. 170.000 kişi hastanelerde ve geçici dispanserlerde tedavi edildi ve 2.000 büyük ve küçükbaş ve kümes hayvanı vb. toplanıp gömüldü. Gıda da dahil olmak üzere malzemeler, tedarikçilerin güvenlik korkuları nedeniyle kıt hale geldi. Balıkçılık yasaklandı ve bu, daha fazla arz sıkıntısına neden oldu.

Hindistan Tıbbi Araştırma Konseyi‘nin (ICMR) 1994 yılına kadarki sağlık etkisi verilerini yayınlaması yasak olduğu için, sağlık etkileri hakkında bazı veriler hâlâ bilinmiyor.

Yetkililer tarafından 520.000 kişilik bir nüfusu barındıran toplam 36 bölge “gazdan etkilendi” kabul edildi. Bunlardan 200.000’i 15 yaşın altındaydı ve 3.000’i hamileydi. 1991’de 3.928 ölüm resmi olarak onaylandı. Ingrid Eckerman, iki hafta içinde 8.000 kişinin öldüğünü tahmin ediyor. Madya Pradeş hükümeti, gaz salımıyla ilgili toplam 3.787 ölümü doğruladı.

Daha sonra, etkilenen alan 700.000 vatandaşı içerecek şekilde genişletildi. 2006 yılında bir hükümet beyannamesi, sızıntının 38.478 geçici kısmi yaralanma ve yaklaşık 3.900 ciddi ve kalıcı olarak sakat bırakan yaralanma dahil 558.125 yaralanmaya neden olduğunu belirtti.

Yıllar sonra hala çocuklar sakat doğuyor

Firma felaket sonrasında bölgede etkili bir temizlik yapmadığı için toprak ve su kirliliği uzun süre devam etti. Greenpeace’in kazadan 25 yıl sonra (2009) yaptığı ölçümlerde toprakta olması gerekenin yedi katı toksik madde olduğu, sakat çocukların doğmaya devam ettiği anlaşıldı.

Kazadan sekiz ve 10 yıl sonra, Daimi Halk Mahkemesi (Permanent Peoples’ Tribunal) 19-23 Ekim 1992’de Bhopal’de, Endüstriyel Tehlikeler ve İnsan Hakları (Bhopal-I) ve 28 Kasım- 2 Aralık1994’de Londra’da, Endüstriyel Tehlikeler ve İnsan Hakları (Bhopal-II)  oturumlarını yaptı ve 1996’da “Endüstriyel Tehlikeler ve İnsan Hakları Şartı” kabul edildi.

Kaza, dört romana konu oldu:

  • Amulya Malladi’nin kaza sırasında Bhopal ile ilgili hatıralarına dayanan, gaza maruz kalma sonucu sağlık sorunları yaşayan bir anne ve oğlunun hikayesini anlatan romanı A Breath of Fresh Air (2002)
  • Indra Sinha’nın, gazın etkisiyle omurga rahatsızlığı ile doğan bir çocuğun hikayesini anlattığı 2007 tarihli romanı Animal’s People
  •  Arundhati Roy’un Hindistan’daki birçok çağdaş siyasi meseleyi ele alan ve aynı zamanda hâlâ gaz sızıntısının sonuçlarıyla uğraşan birkaç karaktere de yer veren romanı The Ministry of Utmost Happiness (2017) ve, 
  • Annie Murray’in  kısmen felaket sonrası Bhopal’da geçen romanı Anne ve Çocuk (2019).

Biri belgesel olan iki filme ve biri yakında yayına girecek iki TV dizisi de olayı konu edindi:

  • Hintli film yapımcısı Tapan Bose’nın, felaket üzerine bir belgesel filmi, Bhopal: Beyond Genocide’ı (1986)
  • Trajediyi konu alan bir Hint filmi Bhopal Express (1999)
  • Televizyon belgesel dizisi Seconds from Disaster’ın 4. sezonunun altıncı bölümü “Bhopal Nightmare”(2011)
  • 2014 yılında, felaketin 30. yıldönümüne denk gelecek şekilde yayınlanan tarihi drama “Bhopal: A Prayer for Rain” ve 
  • “The Railway Men” adlı bir dizi bu kazaya dayanacak ve kazanın oluş yıldönümünde (2 Aralık 2022’de) yayınlanacak.

Felaketin ardından birkaç yıl firma hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Daha sonra açılan dava 26 yıl sonra 2010’da sonuçlandı. Verilen cezalar komik denecek düzeydeydi. Hint hükümetinin 3,3 milyar dolar tazminat istemesine karşılık toplam 470 milyon dolar tazminat ödendi; bu miktarın ne kadarının gerçek mağdurların eline geçtiği bilinmiyor. Kaldı ki, bu para mağdurların eline geçseydi bile kişi başına 500 dolar düşecekti.

Dava sonucunda Union Carbide firmasının üst düzey yöneticilerine yalnızca 2 yıl hapis ve 100.000 Hindistan Rupisi (1400 sterlin) para cezası verildi. Firmanın genel müdürü ABD’de yaşamaya devam etti, Hindistan’a dönmedi; Firmayı satın alan Dow Chemical Company ise felaketzedelerle iletişime bile girmeyi reddetti; üretime devam etti. Hindistan Hükümeti de yabancı yatırımcıları ürkütmemek için yeni şirketle sürtüşmeye girmekten kaçındı. Aradan geçen onlarca yıl sonra bile fabrikanın tanklarında kalan binlerce ton pestisit ve atık madde yağmurlarla toprağı ve yeraltı sularını kirletmeye devam ediyor.

Şimdi, Baudelaire’in “Yolculuk” şiirinde sorduğu gibi: Söyleyin, ne gördünüz?

 

 

Fleetwood Mac’in ‘Songbird’ü sonsuzluğa uçtu.

Tarihin en önemli rock gruplarından biri Fleetwod Mac’ın başarısında çok önemli bir rolü olan ve birçok hit şarkısına imza atan Christine McVie,  geçtiğimiz çarşamba günü hayata veda etti.

60’lı yıllarda birçok grupta yer aldıktan sonra, yıldızı “Chicken Shack” te parlamıştı, ama 1970 yılında Mick Fleetwod tarafından gruba davet edilmesiyle hayatı tamamen değişecekti.

1969 yılında Melody Maker dergisi tarafından “Yılın kadın şarkıcısı” seçildiğinde  “zaten sadece iki rakibim vardı “diyecek kadar alçak gönüllü idi. Bu sadeliğini grubun müthiş bir çıkış yakaladığı yıllarda da korumuş ve grup arkadaşlarının bir pembe diziyi andıran aşırılık ve çılgınlıklarından bir adım uzakta durmayı başarmıştı.

30 dakikada eski aşka veda: Dün gitti, yarına bak

45 milyon kopya satan ve tüm zamanların en iyi albümlerinden biri sayılan  Rumours‘da grup arkadaşları Stevie Nicks ve Lindsey Buckingham çöken ilişkilerinin ardından birbirleriyle  iğneleyici şarkılarla atışırken, Christine McVie, boşandığı eşi ve grubun basçısı John McVie’ye “Don’t Stop” ile seslenmiş ve ayrılıklarına iyi yönünden bakmasını önererek, “Dün artık gitti, yarın hakkında düşünmeyi bırakma” demişti.

 

Albümün kaydı sırasında Stevie Nicks ile kaldığı odada, gecenin 3.30’unda sadece 30 dakikada kaleme aldığı imza şarkısı “Songbird” ile McVie, gerçek aşkta fedakarlığı anlatmıştı.

“Everywhere” ve “Little Lies” gibi hit şarkılara da imza atan McVie, 1998 yılında grup arkadaşlarıyla beraber Rock and Roll Hall of Fame’e davet edilmişti. Aynı yıl bir nevi yarı emeklilik hayatı için İngiltere’ye geri dönen McVie, 15 yıl sonra gruba tekrar katılmış ve  konserlere kaldığı yerden devam etmişti.

Stevie Nicks, McVie’nin hasta olduğunu ölümünden sadece birkaç gün önce öğrendi ve onu görmeye dahi gidemedi. Yakın arkadaşıyla Twitter’da Haim grubunun dokunaklı şarkısı “Hallelujah” ile vedalaştı.

Mick Fleetwood ise grubun şarkılarının ardındaki “Songbird”e övgü ve şükran dolu sözlerle veda edecekti: “Bugün sevgili ve tatlı arkadaşım Christine McVie’nin uçup gittiği gün..biz dünyada kalanlara, bu “ötücü kuşun” (Songbird)  sesini, nefesimizi tutarak dinleyerek,  bu kıymetli hayatta aşkın, ona dokunacak ve ulaşacak kadar yakınımızda olduğunu hatırlatarak veda etti.”   

Kaynakça

  • Songfacts, Songbird
  • Wikipedia, Rumours, Christine McVie
  • Petidis A., The Enigma of Christine McVie ,01.12.2022, The Guardian
  • Youngs I., Christine McVie: The songbird behind some of Fleetwood Mac’s greatest hits, 01.12.2022