ManşetDoğa MücadelesiEditörün SeçtikleriEkolojiHafta Sonuİklim KriziRöportajSivil Toplum

[Bir konu/k] Türkiye’de doğa mücadelesi vermek: Bir çevre suçuna nasıl engel olunur?

0

Türkiye’de neredeyse her gün ormanlık alanlarda, tarım arazilerinde ve sulak alanlarda tahribata neden olan ve hatta bazen bu alanların yok olmasına sebebiyet veren faaliyetler yaşanıyor. Doğada tahribata neden olan faaliyetler kimi zaman durmaksızın ruhsat verilen madencilik şirketleri eliyle gerçekleşirken, kimi zaman da nükleer santral projeleri, nereye gittiği umursanmayan sanayi ve evsel atıklar, şehirleri çöp yığınlarına çeviren plastik atıklar konusunda çevre odaklı bir yönetimin olmaması nedeniyle yaşanıyor. Söz konusu sorunlara paralel olarak da ülkenin dört bir yanında doğa mücadeleleri veriliyor. Yurttaşlar havasına, suyuna, taşına, toprağına, ağacına sahip çıkmaya çalışıyor. Kimileri orman için aylarca nöbet tutup ağaçlarına sarılarak mücadele verirken kimileri iklim adaleti için yollara düşüyor.

Doğa Derneği Hukuk Danışmanı ve  Ankara Üniversitesi İklim ve Ekokırım Hukuk Kliniği Koordinatörü Avukat Özlem Altıparmak’la Türkiye’de doğa mücadelelerine konu olan sorunları, davaları, bir çevre suçuna tanık olunması durumunda neler yapılabileceğini ve mücadelenin boyutlarını konuştuk.

Altıparmak, iklim davalarından iklim mülteciliğine; iklim krizi karşısındaki kırılgan gruplardan Ulusal Öneme Haiz bir Sulak Alan olan Marmara Gölü’nün kurutulmasına ilişkin davaya, ÇED’lerden gelecek nesillerin haklarının savunmasına ve üniversitelerdeki çevre hukuku eğitimine kadar doğa mücadelesinin içerisinde yer alan birçok konuya dair sorularımızı yanıtlandırdı:

İkizdere mücadelesi

‘İklim davaları idarenin işlemlerini insan hakları temelli olarak ele alır’

Av. Özlem Altıparmak

Öncelikle çevre hukukunun odağındaki iklim davası ve kapsamı nedir, Türkiye’deki karşılığını anlatabilir misiniz?

İkim davaları, çevre hukukunda alışık olduğumuz proje bazlı açılan iptal davaları veya ÇED davalarından daha farklı bir perspektifle ve stratejik hedef gözetilerek açılan davalardır. İdarenin işlemlerini, eylemlerini ve ihlalleri özellikle insan hakları temelli olarak ele alır. İdarenin iklim değişikliği nedeniyle atıl durumda kalmasını sorgular ve bir anlamda idareden hukuk önünde hesap sorar.

Dünyadaki örneklerine baktığımızda genel olarak fosil yakıttan çıkış konusunda adım atılmamasının yargı önüne taşındığını ve gelecek nesillerin haklarının da tartışma konusu yapıldığını görüyoruz.

Hesap verebilir bir iklim politikası talebi

Yargının özellikle “kuvvetler ayrılığı” nedeniyle “idarenin takdir yetkisi”ne atıf yaptığını ve idare yerine geçerek işlem tesis etmekten ve eylemsiz nedeniyle idareyi sorumlu tutmaktan özellikle kaçındığını söyleyebilirim. Ancak göz göre göre geri dönüşsüz bir felakete yol aldığımız bir süreçte, idarenin hepimizi felakete sürüklemeye hakkı olmadığını hukuksal olarak da tartışma konusu yapmamız gerekiyor. Kazanma şansı az olsa da, hesap verebilir bir iklim politikası talep etme noktasında iklim davalarının oldukça önemli ve stratejik girişimler olduğunu düşünüyorum.

‘İklim adaleti istiyoruz’ döviziyle genç iklim aktivisti ve ICHILD gönüllüsü Melisa Akkuş . Fotoğraf: Cansu Acar

Bir örneği incelememiz gerekirse; Cem Altıparmak ile açtığınız ve Türkiye’nin ilk iklim davası olduğunu belirttiğiniz Marmara Gölü’nü odağına alan dava için süreç nasıl işledi?

Sulak alanlar ve özellikle Marmara Gölü konusunda Doğa Derneği uzun zamandır çalışıyor ve kampanyalar yürütüyor. Bizim de bu vesileyle Marmara Gölü’nden ve bölgede yaşanan hak ihlallerinden haberimiz oldu.

İlgili haber: Türkiye’nin ilk iklim davası, Marmara Gölü’nün balıkçıları adına açıldı

Yörede özellikle balıkçılık ve tarım etkilenmiş durumdaydı ve bir iç göç yaşanıyordu. Alanla ilgili araştırma yaparken gölün hatalı su politikaları ve eylemsizlik nedeniyle adeta göz göre göre kurutulduğunu tespit ettik. Bu konuda akademik çalışmalara ve yapılmış olan bilimsel uyarılara da rastladık.  Buna rağmen hiçbir önlem alınmamış ve Ulusal Öneme Haiz bir Sulak Alan adeta idare eliyle kurutulmuş durumda.

Marmara Gölü davası: Mali durumu nedeniyle dava açamayanlar için örnek teşkil edebilir

Gölde balık avlama hakkının balıkçı kooperatifine kiraya verildiğini ve idarenin gölü kuruttuğu yetmezmiş gibi, bir ödeme emri göndererek balıkçılardan kira bedeli talep ettiğini anladığımız anda bunu bir iklim davası olarak kurgulamaya karar verdik.

Açtığımız dava ile idarenin bu gölü hatalı su politikaları nedeniyle kuruttuğunu ve kooperatifin borçlu olmadığını tespit ettirmeyi amaçlıyoruz. İklim politikası olarak karbondan çıkışın yetmeyeceğini ve karbon nötr bir hedef için özellikle en önemli yutak alanlardan biri olan sulak alanların ve ekosistemlerin korunması gerektiğini söylüyoruz.

Davamız devam ediyor. Ancak yeni bir gelişme oldu. Davamızı açarken, kooperatifin borçları nedeniyle yargılama giderlerini ödemeyeceğini belirtmiş, kooperatifin borçlarını sunarak davamızı “adli yardım” talepli açmıştık ancak bu talebimiz kooperatiflerin adli yardımdan yararlanamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Biz de bu kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdık. Bu durumun yargıya erişim ve adil yargılanma hakkı ihlali olduğunu iddia ediyoruz. Bu ihlal AYM tarafından tespit edilirse dava açmak isteyen ancak mali durumu nedeniyle açamayan ve adli yardımdan da yararlanamayan kooperatifler, şirketler, dernekler ve sivil toplum kuruluşları için örnek teşkil edebilir. Buradan AYM başvurumuzun bilgisini de ilk kez paylaşmış olalım.

‘Karbondan çıkış adı altında yutak alanları ve biyoçeşitliliği yok etmek asla kabul edilemez’

Türkiye’deki bir çevre avukatının önüne en çok hangi dosyalar gelir? En sık karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Dava açılan kurumlar arasında bir benzerlik var mıdır?

Bizim önümüze en çok ÇED davaları geliyor ve ardı ardına verilen proje, ruhsat izinleri nedeniyle neredeyse herkes yaşam alanını savunmak zorunda kalıyor diyebilirim.  Buna ek olarak yenilenebilir enerji adı altında yutak alanların ve tarım arazilerinin ciddi bir tahribatı olduğunu ve bu konudaki davaların sayısının arttığını belirtmeliyim.

Erzincan, İliç’te madencilik şirketinin atık havuzunda evaporatörlerle siyanür havaya karışıyor. Bölgede mücadele devam ediyor.

İklim değişikliğine uyum ve karbondan çıkış adı altında yutak alanları ve biyoçeşitliliği yok etmek asla kabul edilemez. Buna uyum değil, uyumsuzluk (maladaptasyon) denir.

Kazanılan davalara rağmen yeni projeler: Yıldırıcı ve tüketici bir süreç

Çevre hukuku konusunda uzman hukukçu sayısı oldukça az ve idarenin hatalı politikaları nedeniyle sürekli tekrar eden projeler ve hak ihlalleriyle karşı karşıyayız. Bir davayı kazandığınızda aynı yerde bir başka projeye izin veriliyor ve bu hem hukukçular hem de yöre halkı için çok yıldırıcı ve tüketici bir süreç oluyor.

Ordu’da mahkeme kararına rağmen sürdürülen belediye inşaatına mahkeme kararları asılıyor.

Çevre hukuku Türkiye’de nasıl bir yere sahip, gelişmeler ve eksikler nelerdir? Bu alanda uzman hukukçular ve yeni yetişen hukukçular için nasıl bir durum söz konusu ve Türkiye’deki eğitim bunun için yeterli mi?

Çevre hukuku bizim ülkemizde ayrı bir ana bilim dalı ne yazık ki değil. İdare hukuku çatısı altında çalışılıyor ve bence insan hakları bağı da oldukça zayıf.

Çevre hukukuna dair konular mühendislik, ekonomi, enerji ve biyoloji gibi farklı disiplinleri ilgilendiriyor ve hukuk bilgisi bunu yargı önüne taşımaya ne yazık ki yeterli olmuyor.

‘Üniversitelerdeki hukuk eğitimi yeterli değil’

Üniversitelerdeki hukuk eğitimi de yeterli değil. Çevre hukukunu hukukçular uzmanlaşmaları gereken ve para kazanabilecekleri bir alan olarak görmüyorlar. Ancak süreç oldukça hızlı değişiyor. Artık hepimiz bir şekilde iklimi, çevreyi, doğayı ve sürdürülebilirliği konuşur haldeyiz. Gittikçe de daha çok konuşacağız. Bu alanı bütüncül, hak bakışıyla çalışacak ve uluslararası gelişmeleri takip edecek hukukçulara çok ihtiyaç var.

Çevre suçları temel insan hakları arasında yer buldu mu? Mevcut durumda açılan davalarda nasıl bir prosedür uygulanıyor? Sonuç alınabiliyor mu?

Çevre suçları açısından bizim ülkemizdeki mevzuat, “kirleten öder” ve hatta bir nevi ödeyen kirletir prensibi üzerine kurulu ve bu ne yazık ki yeterli değil.

Adana’daki plastik atıklar,
Fotoğraf: Greenpeace

‘Tüm dünyada ekokırım gibi bir suçu tanımlama ve cezalandırma için çalışmalar yapılıyor’

Suçu etkili yaptırım ve denetimle desteklemezseniz caydırıcılıktan bahsedilemez. Sadece suç olarak kanunda yazar ama uygulanabilir olmaz. Bir hak meselesi gibi değil de idari para cezası şeklinde bir uygulama var ve bu yeterli değil. Bu nedenle tüm dünyada ekokırım gibi bir suçu tanımlama ve cezalandırma için çalışmalar yapılıyor.

Barış zamanında doğaya ve çevreye yönelik tahribatların uluslararası alanda bir cezası ne yazık ki yok. Özellikle sınır aşan doğa felaketlerinde ve çevre suçlarında devreye girebilecek bir mahkeme gerekli. Bu konuda ayrı bir çevre mahkemesi kurulması veya Uluslararası Ceza Mahkemesi çatısı altında cezalandırılması tartışılıyor ve hatta ekokırım suçu için uluslararası bir uzman heyeti taslak bir tanım da hazırladı. Doğaya geniş çaplı, uzun vadeli ve ağır verilen zararların cezasız kalmaması gerekiyor.

Türkiye’de insan hakları örgütleri çevre konusunu çalışmıyor’

Bu alanda sizi en çok zorlayan ne oldu? Oldukça geniş bir ölçeği olan iklim adaleti ve doğa ihlalinden hareketle insan hakkı ihlalleri üzerinde çalışan bir avukat olarak doğa savunucularına önerileriniz nedir?

Ben uzun bir süre insan hakları alanında çalıştım ve kendimi insan hakları hukukçusu olarak adlandırdım. Ekoloji, doğa hakkı ve çevre hukuku konusunda çalışmaya başlayınca iki alanın birbiriyle temas etmediğini gözlemledim.

Türkiye’de insan hakları örgütleri çevre konusunu çalışmıyor, çevre örgütleri de konuya insan hakları odaklı bakmıyor. İki alan da birbiriyle ne yazık ki temas halinde değil.

İkizköylüler Akbelen Ormanı için YK Enerji’ye karşı direnişlerini sürdürüyorlar.

İnsan hakları alanında uzun süre çok daha can yakıcı olduğu düşünülen kişisel güvenlik, işkence yasağı, ifade özgürlüğü gibi konular ana eksende oldu ve insan hakları örgütlerinin gündemi o kadar yoğundu ki çevre ve ekoloji konusunu gündemlerine almaya sıra gelmedi. Bu sadece Türkiye için geçerli değil, tüm dünyada da bu şekilde aslında.

Toplumsal cinsiyet, iklim adaleti ve iklim mülteciliği

Kadın ve toplumsal cinsiyet meselesini iklimle bağlantılı olarak yeni yeni düşünüyoruz. İklim adaletinden bahsediyoruz, iklim mülteciliği diye bir şey duyar olduk. Oysa bu bize çok uzak bir kavram değil.

İklim değişikliği nedeniyle yerinden yurdundan olan insanlar, aslında bir iklim göçmenidir. İç göçlere daha çok tanık olacağız. Bu aradaki bağlantıyı anlamamız ve insan hakları ve iklim ortak keseniyle konuları ele almamız artık şart. Hem hukukçuların hem de sivil toplumun bu iki alanı birlikte düşünmesi ve çalışması gerekiyor.

İlgili haber: Geçen sene 59 milyon insan yerinden edildi

Bir kişinin tanık olduğu bir doğa ihlali sonrası dava açabilmesi için hukuki süreçlerde ne gibi gerekçelere ve/veya göstergelere/delillere ihtiyacı oluyor?

Kişinin ihlal konusunu öncelikle detaylandırması, sebep ve sonuç ilişkisini gerekçeli olarak kurması ve delillendirmesi önemli. Hepimiz ortada bir tahribat olduğunu biliyoruz ama bunu belgelemek gerektiği noktada elimizde yeterince bilgi ve belge olmuyor. Örneğin bir alanda hava kirliliği konusuna odaklanmışsak ve zarar görüyorsak, bu zararı raporlarla belgelendirmemiz, kirliliği ölçümletmemiz ve bağlantılı diğer sorunları tespit etmemiz veya ettirmemiz gerekiyor.

Bir alanda proje yapılmasına veya maden ruhsatı verilmesine karşıysak bu alanın önemini, o bölgede yaşayan türleri bilmek gerekir. Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının güvenilir ve detaylı veri toplaması ve bunları raporlandırması çok önemli. Bir alanda hangi kuşlar var, hangi türler yaşıyor, o kuşun göç yolu nereden geçiyor bunları bilmek gerekir ki o alandaki ihlalleri ve o alanın önemini yargı önünde anlatabilelim.

Aliağa Termik Santrali/ Fotoğraf: Cansu Acar

‘Verileri detaylandırmak lazım’

Haklar açısından da bir bölgeden iklim değişikliğine bağlı iç göç var diyorsak, kaç kişi göçtü, kaçı kadındı, kaçı engelliydi, kaçı çocuktu bu verileri detaylandırmak lazım. Cinsiyetlendirilmiş veri her zaman önemlidir. Ancak bizde ne afetlerde ne de doğaya yönelik ihlallerde detaylandırılmış, akademik raporlarla desteklenmiş ve kırılgan gruplara göre analizi yapılmış veriler ve raporlar ne yazık ki yok. Bu durum da hak arama önünde ciddi engel oluşturuyor.

‘İdarenin kırılgan grupların direncini arttırmak için bir politikası yok’

İklim adaletinin savunusunun Türkiye ölçeğinde sağlanabilmesi için hukuki açıdan nasıl düzenlemelere ihtiyaç var?

Belirttiğim gibi veri ve raporlar bize zaten iklim değişikliğinden en çok etkilenen grupları gösterecektir. İdarenin bu kırılgan grupların direncini arttırmak için bir politikası ne yazık ki yok. Buna dair bir hukuki düzenleme de yok.

Ordu Altınordu’da da taş ocağına karşı doğa mücadelesi veriliyor.

Kadınların ve kız çocuklarının, yaşlıların, engellilerin, yoksullar gibi kırılgan grupların güçlendirilmesi gerekiyor. Gelecek kuşakların hakkını ve kuşaklar arası adaleti tartışmalıyız. Bu hem stratejilerle, eylem planlarıyla, yerel yönetim planlarıyla olacak bir şey, hem de hukuki boyutu var.

İklim adaleti açısından adil geçiş konusu önümüzdeki en önemli meselelerden bir tanesi. Sendikaların bu konu ne yazık ki gündemlerinde değil. Bir geçiş olacaksa kimseyi geride bırakmadığımız bir geçiş nasıl kurgulanmalı? Bu geçiş nasıl olursa adil olur? Kadınlar bu geçişten güçlenerek nasıl çıkabilir? Bunları hep birlikte tartışmak ve hukuki düzenlemelerle de desteklemek gerekecektir.

İklim değişikliğinin bir kader olmadığını yüksek sesle söylemek, devletin de bu değişikliğin etkilerinden bizleri korumasının gerekli olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Adaleti iklimden değil, bizi yönetenlerden beklemektir iklim adaletinin özü. Bunu fark etmek ve talep etmektir.

Beşiktaş’taki Küresel İklim Grevi.
Fotoğraf: Cansu Acar

‘Türkiye’nin bir iklim politikası yok’

Türkiye’de iklim krizi konusunda mücadele için etkin bir strateji ve eylem planı oluşturulmamış olması çevre hukukunu nasıl etkiliyor?

Türkiye’nin bir iklim politikası yok.  Paris İklim Anlaşması sonrasında yapılan İklim Şurası’nda Türkiye Barolar Birliği’ni temsilen ben de yer aldım ve Göç, İklim Adaleti, Adil Geçiş ve Diğer Sosyal Politikalar üzerine çalışan komisyondaydım.

Pek çok şey tartıştık, karar aldık ancak Şura’nın üzerinden neredeyse üç ay geçmesine rağmen hiçbir gelişme ve karar yok. Bu politikasızlık hali, ekonomiyi, ticareti, uzun vadeli plan yapmayı etkiliyor. İklim Kanunu’nun akıbeti hala belirsiz. Çevre hukukuna ek bir düzenleme olarak düşünülen İklim Kanunu rafa mı kaldırıldı, neler olacak hiç bilmiyoruz. Aynı şekilde AB Yeşil Mutabakatı’nın Türkiye’deki hukuku nasıl etkileyeceğini, nasıl düzenlemeler gerekeceğini henüz tartışmıyoruz.

İklim Şurası

Bir doğa ihlalini canlıların hakkının ihlali olarak göstermek Türkiye’de ne kadar mümkün veya kamuoyunda bunun karşılığını görüyor musunuz? Doğa ihlallerinde hukuki mücadelenin ağırlığı doğaya mı yoksa insana mı odaklı?

Doğayı insandan ayrı düşünmüyoruz aslında. İnsanı doğanın bir parçası kabul ediyoruz ve insan hakkı dediğimiz şeyin aslında doğayı savunmak olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz.

Mevcut hukuk sistemi elbette insan odaklı. Çevre hukuku dediğimiz şey insanın çevresi, insan merkezli. İnsan kendi çevresini savunuyor. Doğa merkezli baktığımızda ve kendimizi onun bir parçası kabul ettiğimizde hukuk pratiğimiz de değişiyor.

‘Zeytini yeme değil, zeytinin var olma ve o toprakta köklenme hakkını savunuyoruz’

Zeytini yeme hakkımızı değil, zeytinin var olma ve o toprakta köklenme hakkını savunuyoruz. Davamızı da böyle kurgulayıp anlatmaya çalışıyoruz. Av Komisyonu kararlarına veya yaban hayata dair yönetmeliğe dava açtığımızda da benzer hukuki tartışmalar yaptık.  Ben bu söylemin etkili olduğunu düşünüyorum.

Hukuk değişen ve yaşayan bir şeydir. Krizler yaşadığımız bu çağda insan olarak sorumluluğumuzun farkına varmamız ve tabir yerindeyse kendimize çeki düzen vermemiz lazım. Kendimizi doğanın üstünde görmediğimiz sürdürülebilir bir yaşam hakkını savunmalıyız. Kendi yaşamımızla sınırlı ve sürdürmemiz gereken yegane şeyin kalkınma olduğunu söyleyerek hukuk mücadelesi yapamayız. Yayınlarımızda ve eğitimlerimizde bu konuyu özellikle vurguluyoruz ve büyük bir farkındalık oluştuğunu gözlemliyorum.  Tarih boyunca bir hakkın hak olarak tanınması farkına varma ile başlar, kabulle değil. O nedenle bu bakışı, söylemi ve farkındalığı önemsiyorum.

Yurtdışındaki davalar: Tazminat ve yeşile boyama

Yurt dışındaki çevre sorunları ve davaları nasıl bir sürece tabi oluyor ve hangi sektör çevresinde daha yoğun davalar açılıyor?

Bizim ülkemizde idare hukuku yoğunluklu, yani idareye karşı açılan proje bazlı davalar yoğun demiştim. Ancak yurtdışında bunlara ek olarak tazminat davalarının da açıldığını görüyoruz. Türkiye’de kullanılan bir yöntem değil bu. Şirketlere dava açmak yerine idareye dava açılıyor. Ama örneğin ABD’de şirketlerin çevre hakkı ihlallerinde mağdurların açtığı ve kazandığı tazminat davaları ağırlıkta. Bizdeki uygulamadan farklı olarak tazminat hukukunu çok etkin kullanıyorlar.

‘Stratejik davalar kurgulanabilir ve başarı şansı da yüksek olacaktır’

Fosil yakıt yoğun şirketlerin uygulamalarının, yatırımlılarının ve devlet politikalarının sorgulandığını davalar var. Ayrıca bizde henüz örneğini duymadığım “Yeşile Boyama-Greenwashing” davalarını da görüyoruz. Bizde de aslında tüketici hukuku ve yanıltıcı reklam gibi dayanaklarla bu tip davalar açılabilir. Bu konuda stratejik davalar kurgulanabilir ve başarı şansı da yüksek olacaktır diye düşünüyorum.

Ülkeler ve bölgeler bazında da farklılıklar var. Özellikle Latin Amerika‘daki gibi bazı ülkelerde çevre savunucularına yönelik öldürme, yargısal taciz ve yıldırma gibi politikalar var. BM insan hakları mekanizmalarına yapılan başvuru ve raporlarda bu ihlaller de yer alıyor.   

BM Özel prosedürlere başvuru rehberi

Son olarak doğa mücadelesi ve hak ihlallerine BM Özel prosedürlere başvuru rehberine neden ihtiyaç duyuldu? Bu rehberle ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

Dediğim gibi ben uzun süre insan hakları alanında çalıştım ve insan hakları örgütlerinin uluslararası insan hakları mekanizmalarına dair kapsamlı bilgisi vardır. Bu konuda raporlar hazırlamak, başvurular yapmak, gölge raporlar sunmak gibi deneyimlere sahip bir insan hakları birikimi var. Örneğin bu konuda kadın örgütlerinin muazzam bir bilgisi ve deneyimi var.

İlgili haber:Doğa mücadelesi ve hak ihlalleri için BM’ye başvuru rehberi yayında

Uluslararası bağı kuvvetli, gelişmeleri takip eden ve raporlar sunan bir kadın hareketi var Türkiye’de. Ancak çevre örgütlerine baktığımızda bu alanın yeterince bilinmediğini ve kullanılmadığını tespit ettik. Bunun bir sebebi konunun bilinmemesi, diğeri de dil engeli.

‘Savunuculuğun pek çok yöntemi var’

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni hukukçular, bireyler ve sivil toplum kuruluşları öğrendi ve bir ihlal olduğunu düşünüyorlarsa AİHM’e başvurmak mutlaka akıllarına geliyor. Ancak Birleşmiş Milletler o şekilde değil. BM’nin sağlıklı, temiz ve sürdürülebilir bir çevrede yaşam hakkını bir insan hakkı olarak kabul etmesine dair son ilke kararı, kırılgan gruplar ve iklim adaleti konusundaki raporları ve BM raportör katkı çağrılarının artık iklim odaklı da olması bizi bu rehberi hazırlamaya yöneltti. Savunuculuğun pek çok yöntemi var. Davalar, kampanyalar, kamu denetçisi başvurusu, bilgi edinme başvurusu gibi yöntemleri biliyor ve kullanıyoruz.

Bir yöntem olarak BM Özel Prosedürlere Başvuru konusunu doğa mücadelesi veren kişi ve grupların ilgi ve bilgisine sunmak istedik. Rehberle ilgili geri dönüşler de çok olumlu oldu. BM dili çok teknik olabiliyor. Biz elimizden geldiğinde sade, herkes için anlaşılır bir rehber olsun istedik. Umarız okuyanı bol olur ve doğadan ayrı olmadığımızın farkında olarak yeni bir savunuculuk yönteminin bilinmesine ve kullanılmasına katkı sunabiliriz.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.