Ana Sayfa Blog Sayfa 504

Rapor: Karbon yakalama teknolojilerinin yüzde 73’ü petrol sektörüne hizmet ediyor

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFİA) karbon yakalama teknolojilerine dair literatürdeki analizleri derlediği “CCUS/CCS Projeleri Gerçekten İklim Dostu mu?” başlıklı bir rapor yayımladı.

Söz konusu teknolojilerin iklim dostu olmaktan ziyade daha fazla petrol ve gaz üretmek amacıyla kullanıldığını ortaya koyan raporda, tüm karbon yakalama teknolojileri içinde yüzde 73 pay sahibi CCUS (karbon yakalama, kullanma ve depolama teknolojileri) ile yakalanan karbondioksitin tükenmiş petrol alanlarına taşındığı ve daha fazla petrol çıkarmak amacıyla yeniden değerlendirildiği belirtiliyor.

Geliştirilmiş petrol üretimi adı verilen bu kullanımla karbon kullanımının sürekliliğinin sağlanıyor. Çalışmada, son 50 yılda yakalanan karbondioksit miktarının ise yüzde 80-90’ının (240 milyon tonun üzerinde karbondioksitin) geliştirilmiş petrol üretimi faaliyetlerinde kullanıldığı kaydediliyor.

karbon

‣ İklim kriziyle mücadele için ‘karbonu yakalamak’ çözüm mü?

‘Henüz karbon yakalama hedefine ulaşan bir proje olmadı’

SEFİA, raporunda CCUS mevcut karbon yakalama kapasitesinin toplam küresel emisyonların ancak yüzde 0,1’ini karşıladığına dikkati çekiyor.

2000’den bu yana incelendiğinde, enerji santrallerindeki karbon yakalama kapasitesinin yaklaşık yüzde 90’ının uygulama aşamasında “teknik kısıtlara bağlı olarak” başarısız olduğu ya da uygulama öncesinde askıya alındığı görülüyor.

Öte yandan, yapılan çalışmalarda bugüne kadar hiçbir projenin taahhüt ettiği karbon yakalama hedefine ulaşamadığı belirtiliyor.

Ayrıca analistler, karbon yakalama teknolojilerinin kullanımının, santrallerde enerji verimliliğinin düşmesi ve yatırım maliyetlerinin baştan yükselmesi anlamına geldiğini aktarıyor.

SEFİA Direktörü Bengisu Özenç, rapora ilişkin şu değerlendirmelerde bulunuyor:

“Tarihsel olarak bakıldığında karbon yakalama teknolojilerinin yeşil dönüşümde gecikmeye yol açan, kısıtlı hacme sahip ve maliyetli bir çaba olduğu görülüyor. Rüzgar ve güneş projeleri kömür ve gaz projelerine göre yüzde 40 daha düşük maliyete sahipken, hem daha maliyetli hem de görece geleceği ve güvenilirliği daha belirsiz bir teknolojinin emisyonlara çözüm olarak sunulmasının yanıltıcı olduğunu değerlendiriyoruz.”

karbon

‣ Uyanın artık: Karbonsuz veya düşük karbonlu fosil yakıt diye bir şey yok

Karbon yakalama teknolojileri nedir?

Yaklaşık elli yıllık bir geçmişe sahip karbon yakalama, kullanma ve depolama teknolojileri (CCUS) ile karbon yakalama ve depolama teknolojileri (CCS); başta enerji üretimi, gaz işleme, endüstri ve karbondioksit giderimi olmak üzere birçok farklı alanda, ölçekte ve farklı amaçlarla kullanılıyor. CCUS/CCS üzerine yürütülen tartışmalar, farklı kullanımlarından ötürü, çok yönlü ve karmaşık bir hâl alıyor. Bu teknolojiler, bir tarafta, hem kullanıldığı alanda üretimin sürdürülebilirliğini desteklediği hem de iklim krizinin yıkıcı etkilerini azaltıcı bir niteliğe sahip olduğu savlarıyla ön plana çıkarılıyor. Çevre dostu bir kalkınma/büyüme stratejisi kapsamında, yüksek teknolojili bir çözüm olarak kamuoyuna sunuluyor.

Bir diğer tarafta ise CCUS/CCS kullanımının, karbon salımını –geliştirilmiş petrol üretimi faaliyetleri ile– hem doğrudan hem de dolaylı yoldan artırdığı tartışılıyor. CCUS/CCS, böylece, karbon bağımlılığını artıran, karbon yoğun kaynaklardan çıkışı geciktiren araçlar olarak tanımlanıyor.

karbon

 

‣ Enerji Bakanı Dönmez: Karbon yakalama teknoloji gelişirse kömürden çıkmayız

Karbon yakalama teknolojileri, fosil yakıtların ömrünü uzatıyor

Karbon yakalama teknolojilerinin kullanımına dair tartışmalar 1970’lere kadar uzanıyor. İran İslam Devrimi ve sonrasındaki İran-Irak Savaşı neticesinde petrol piyasasında yaşanan arz kısıtları ve fiyatlardaki yükseliş, tükenmiş petrol arazilerindeki üretimi teknolojinin sunduğu fırsatlarla sürdürme arayışlarını beraberinde getiriyor. CCUS/CCS teknolojileri, bu açıdan, yakalanan karbondioksitin kullanımını değerlendirmek üzere bir ekonomik fırsat (kazan-kazan) olarak sunuluyor: Gaz üreticileri yakaladıkları karbondioksiti petrol şirketlerine satarak gelir elde ederken, petrol üreticileri de tükenmiş petrol kuyularını yakalanan karbondioksit ile canlandırıp daha fazla petrol çıkarabiliyor.

Bu teknolojilerin iklim krizi karşısındaki kullanımı, ancak 1990’lar ve sonrasında, küresel ısınma karşısında uluslararası işbirliğinin kuvvetlenmesi ile gündeme getiriliyor.

karbon

‣ Petrol endüstrisinin iklim değişikliğine yeni çözüm önerisi: Daha fazla boru hattı

Karbon yakalama teknolojilerinin kullanımları

Karbondioksiti atmosfere ulaşmadan yakalamayı amaçlayan CCS, temel olarak karbondioksitin yakalanması, taşınması ve depolanması adımlarını izliyor. Yakalama, karbondioksitin yakılmadan önce veya sonra muhafaza edilmesi anlamına geliyor. Taşıma aşamasında, yakalanan karbondioksitin boru hatları ya da ulaşım araçlarıyla depolama alanlarına taşınması gerçekleştiriliyor. Son olarak belirli bir amaçla işlemden geçirilmeyen karbondioksit, kalıcı bir biçimde yer altında depolanıyor. Karbondioksitin taşıma işleminin ardından belirli bir amaca yönelik olarak kullanımı ise CCS ile diğer karbon yakalama teknolojileri (CCU ve CCUS) arasındaki farklılaşmanın temelini oluşturuyor:

CCS’de yakalanan karbondioksit sadece depolanması amacıyla, fosil yakıtların geldiği ilk yer de olan, yer altına pompalanıyor. Tüm karbon yakalama teknolojileri içinde CCS’in payı yüzde 27 seviyesinde seyrediyorCCU’da yakalanan karbondioksit, jeolojik bir yapı içerisinde değil doğrudan bir diğer ürüne dönüştürülmek üzere (örneğin çimento) kullanılıyor. CCU’nun karbon yakalama teknolojileri içindeki payı, yüzde 1’in altında kalıyor.

Tüm karbon yakalama teknolojileri içinde yüzde 73 pay sahibi CCUS’de ise yakalanan karbondioksit, tükenmiş petrol alanlarına taşınıyor ve daha fazla petrol çıkarmak amacıyla yeniden değerlendiriliyor. Karbondioksitin hidrokarbon üretimini artırmak isteyen firmalar tarafından bu şekilde kullanımı, geliştirilmiş petrol üretimi(EOR) olarak adlandırılıyor. CCU’da tek seferlik yeniden kullanım söz konusuyken, CCUS’de geliştirilmiş petrol üretimi işlemi ile karbon kullanımının sürekliliği sağlanmış oluyor. Daha fazla fosil yakıt üretimini destekleyen bu uygulama, aynı zamanda bu kaynakların kullanımı kaynaklı emisyonların da devam etmesine yol açıyor.

karbon
Kaynak: Sustainability Journal, MDPI, 2019. Grafik: SEFİA
‣ İngiltere’nin karbon yakalama endüstrisi potansiyeli 35 trilyon sterlin

Daha fazla fosil yakıt

Enerji Ekonomisi ve Finansal Analiz Enstitüsü’nün (IEEFA) analizi, kullanım oranı en yüksek olan milyon dolarlık CCUS projelerinin 39 milyon tonluk (Mt) yıllık karbon yakalama kapasitesinin ancak 28 Mt’luk kısmının kullanabildiğini gösteriyor. Bu miktarın petrol alanlarına, daha fazla petrol çıkarmak amacıyla, gömüldüğü ve tekrar rafine edilip, çıkarılan petrolle yakılıp atmosfere karbondioksit olarak yeniden salındığı vurgulanıyor.

Son 50 yılda yakalanan karbondioksit miktarının yüzde 80-90’ının (240 milyon tondan fazlası) geliştirilmiş petrol üretimi faaliyetlerinde kullanıldığı, yüzde 10-20’sinin de (60 milyon tondan azı) uygun jeolojik alanlarda depolandığı belirtiliyor. Bu durum, karbon yakalama teknolojilerinin her ne kadar iklim dostu olduğu savunulsa da temelde daha fazla petrol ve gaz üretmek amacıyla kullanıldığını gösteriyor.

CCUS/CCS teknolojilerinin teknik ve ekonomik kısıtları da göz önüne alındığında bu teknolojilerin aslında daha fazla fosil yakıt üretimi ve fosil yakıtların sistemdeki ömrünü uzatmak anlamına geldiği daha da belirginleşiyor.

Temiz Kömür Teknolojileri Zirvesi’nde kömür protestosu: Havası kirli, parası kirli, neresi temiz?

İnsan kaynaklı iklim krizi gerçeği ve Türkiye tarafından onaylanan Paris Anlaşması’na rağmen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın desteğiyle Türkiye Kömür Üreticileri Derneği (KÖMÜRDER) tarafından düzenlenen Dördüncü Temiz Kömür Teknolojileri Zirvesi, bugün (24 Nisan) Ankara’da başladı. Zirve, 24-25 Nisan tarihleri arasında devam edecek.

KÖMÜRDER Genel Müdürü Dr. Hasan Hüseyin Erdoğan’ın açılış konuşması sırasında Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü Ersin Tek “Havası Kirli, Parası Kirli, Neresi Temiz?!” yazılı pankartla ve düdük sesiyle kömürde ısrar eden karar vericileri ve endüstriyi protesto ederek, iklim aktivistlerinin yıllardır süregelen “İklim İçin Ses Ver” çağrısına cevap verdi. Barışçıl bir şekilde mesajını veren Tek, güvenlik görevlilerinin müdahalesi sonucu salondan çıkarıldı.

Kömürlü termik santrallerin karanlığında yaşayan insanları ve yaklaşan iklim krizini duymazdan gelen karar vericileri çarpıcı bir şekilde uyarmak amacıyla protestoyu gerçekleştiren Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü Ersin Tek, fosil yakıtların iklim krizi üzerindeki etkisine vurgu yaptı.

“Kömürün temizi olmaz! İklim krizindeki gezegenimiz için, zehirlenen havamız için, temiz yalanını bırakın! Yeşil ve Adil Dönüşüm! Hemen Şimdi!” diyen Tek, “temiz kömür” yalanından vazgeçilmesi, Türkiye’de kömür kullanımından çıkılması ve iklim adaleti taleplerini iletti.

kömür
Fotoğraf: Greenpeace Akdeniz

Sözde ‘Temiz’ Kömür Teknolojileri Zirvesi

Paris Anlaşması’nın 2016’da yürürlüğe girmesinden beş yıl sonra Türkiye, 2021’de anlaşmaya taraf olarak 2053 karbon nötr hedefini açıkladı. Ancak bu açıklamayı takip eden eylemlerin anlaşmaya zıt düşmesi, Türkiye’nin yanlış bir politika izlediğini gösteriyor.

İklim kriziyle mücadele için 2030 yılına kadar, yeni fosil yakıt yatırımlarının durdurulması ve mevcut olanların hızlı bir şekilde kademeli olarak ortadan kaldırılması gerektiği halde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 2023 Ocak ayında yayınladığı Türkiye Ulusal Enerji Planına göre kömürün enerji üretimindeki toplam payının yükseltilmesi öngörülüyor. Global Energy Monitor‘un “Yükseliş ve Çöküş” raporu, Türkiye’nin planlanan kömürlü santral kapasitesinde dünya üçüncüsü olduğunu belirtiyor.

Türkiye’de verilen taahhüde rağmen atılması gereken adımların aksine, Temiz Kömür Teknolojileri Zirvesi gibi etkinlikler finansal ve sosyal yatırımlarla devlet eliyle desteklenirken, içinde yaşanılan coğrafya kömürlü termik santraller yüzünden büyük bedeller ödüyor.

‘Havası kirli!’

Sağlık ve Çevre Birliği‘nin (HEAL) raporuna göre,1965 -2020 yılları arasında açılan ve halen 16 ilde faaliyette olan 50 MW’ın üzerindeki kömürlü termik santraller, 55 yılda toplamda 4,8 trilyon TL sağlık masrafına ve yaklaşık 200 bin erken ölüme neden oldu.

“Dünyamız olağanüstü bir krizle karşı karşıya. İklim krizi hepimizin geleceğini tehdit ediyor. Bir an önce, iklim krizinin baş sorumlularından olan kömüre dayalı olan zararlı, eski ve kirli teknolojilerden uzaklaşmamız gerekiyor. Türkiye’de ise bırakın kömürden çıkış için somut adımlar atmayı, bu teknolojilerin aklanmaya çalışıldığını görüyoruz” diyen Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü Ersin Tek, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, “Bilimsel raporlarla 55 yılda yaklaşık 200 bin erken ölüme sebep olduğu ortaya konan termik santraller mi temiz?” diye sordu.

Sıfır karbon ve sıfır kirletici prensibi ile çalışan bir termik santral teknolojisinin henüz keşfedilmediğinin altını çizen Tek, “Bu kirli, eski, ölümcül teknolojilere mahkum değiliz. İklim krizini durdurmak için zaman çok değerli. Kaynaklarımızın hala kömüre yatırılmasını savunmak gezegene karşı suç işlemekle eşdeğer” diye konuştu.

Ersin Tek, Türkiye’nin önünde hem doğaya hem ekonomiye katkı sunabilecek bir dönüşümü gerçekleştirme seçeneği olduğunu kaydederek şunları söyledi:

Yeşil ve adil bir dönüşümle, kaynaklarımızı kömür gibi eski ve ölümcül teknolojiler yerine yenilenebilir enerjiye ve kapsamlı bir iklim eylemine aktarmak zorundayız. Yeşil Adil Dönüşüm Sözleşmesini vakit kaybetmeden uygulamada görmek zorundayız.

kömür
Fotoğraf: Greenpeace Akdeniz

‘Parası kirli!’

Yatırım garantileri, arazi tahsisi, piyasa faiz oranlarının altında faiz oranları, kapasite mekanizması teşvikleri gibi maddi ve manevi varlıklar aracılığıyla aktarılan devasa destekler, tüm bu yıkıcı etkilerin, kömür yatırımına verilen kamu teşvikleri ve bankaların finansmanıyla büyüdüğünü gösteriyor.

İklim Kaosunun Bankacılığı 2023 raporuna göre Paris’te atılan imzaların üstünden geçen yedi yılda 5,5 trilyon dolar (106,73 trilyon lira) kaynak fosil yakıt yatırımlarına aktarıldı.

Geçen yıl kömür sektörünün bankalar aracılığıyla ulaştığı finansman miktarı 42 milyar dolardı. 350.org Türkiye’nin çalışmasına göre ise, Türkiye’de ise kömür finansmanına son vereceğini söyleyen sadece dokuz banka var.

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Gökhan Ersoy; “Kömüre dayalı enerji üretiminin havası da parası da kirli. Yaklaşan seçimlerin ardından göreve hangi yönetim gelecek olursa olsun, Paris Anlaşması bağlamında verilen sözlere sadık kalmak için kararlı olmalı” dedi.

kömür
Fotoğraf: Greenpeace Akdeniz

Ersoy, göreve gelecek olan yönetimin büyüme hedeflerini, mutlaka çevre ve iklim krizi mücadelesi kapsamında dikkatle ele alması ve yeşil ve adil bir dönüşüm hedefi için gerekli adımları acilen yürürlüğe sokması gerektiğini ifade etti ve ekledi:

Ancak, seçim öncesi söylemlerinde çoğu siyasi parti programı, iklim kriziyle mücadele için gerekli adımları atma konusunda çekimser gözüküyor. İklim krizinden önce son çıkış tabelasına yaklaştığımız bu dönemde ülkeyi yönetmeye talip tüm siyasilerin bu sorumluluğu üstlenmesi ise hayati önem taşıyor.’

Greenpeace Akdeniz, yeşil ve adil bir gezegeni kurmak için atılacak ilk adımın kömürden çıkmak olduğunu savunuyor. Türkiye kömürden çıktığı zaman, yalnızca 22 tane kömür sahasına kurulacak güneş panelleri sayesinde ülkenin yenilenebilir enerji kapasitesinde güneş enerjisinin payı yüzde 170 artacak ve böylece 6,9 milyon hanenin yıllık enerji ihtiyacı güneşten karşılanabilecek.

Türkiye’de yenilenebilir enerji önemli istihdam fırsatları sunuyor. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA)’nın 2022 yenilenebilir enerji sektöründeki istihdam analizine göre Türkiye’de rüzgar enerji sektöründe 25 bin ve güneş enerjisi sektöründe 21 bin işgücü kapasitesine ulaşılabileceği tahmin ediliyor. Bugüne kadar yapılan çalışmalar yeşil ve adil bir dönüşüm ile kömürden çıkışın olduğu senaryoda istihdam kaybının olmayacağına işaret ediyor.

kömür
Fotoğraf: Greenpeace Akdeniz

Çözüm: Yeşil Adil Dönüşüm

Greenpeace Akdeniz, seçim öncesi tüm siyasi parti ve adaylara ve toplumun her kesiminden yeşil ve adil bir dönüşüme inanan herkese bu durumu hatırlatmak üzere “Yeşil Adil Dönüşüm Sözleşmesi”ni yayımladı ve iklim kriziyle kapsamlı mücadele için Paris Anlaşması ile uyumlu bir yol haritasının parti programlarına eklenmesini talep etti.

Greenpeace Akdeniz, Yeşil Adil Dönüşüm Sözleşmesiyle,

  • İklim kriziyle etkin mücadele için elektrik üretiminde kömürden vazgeçilmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payının %75’e çıkarılmasını,
  • Toplumsal faydayı önceliklendiren, sosyal refah odaklı, ekolojik bütünlük ve iklim üzerindeki etkinin azaltılmasını hedefleyen yeşil ekonomi modeline geçilmesini,
  • Kömür bölgelerinde, katılımcı ve şeffaf mekanizmalarla, doğal alanların restorasyonunu da kapsayan adil geçiş planlamalarının geliştirilmesi ve uygulanmasını talep ediyor.

Kampanyaya yesiladildonusum.org adresinden erişilebiliyor.

Zehirsiz Sofralar Platformu uyarıyor: Tarım zehirleri soframızda

Avrupa Birliği tarafından 2022 yılında 311’i pestisit (tarım zehiri) kalıntısı olmak üzere Türkiye kaynaklı 518 bildirim yapıldı. Buğday Derneği tarafından yapılan açıklamaya göre; on iki yılda rekor seviyeye ulaşan bildirim sayısı insan sağlığını tehlikeye atan tarım zehri kullanımının iç pazarda da artmış olabileceği yönünde endişe yaratıyor.

Avrupa Birliği Komisyonu, gıda ve yemlerde yapılan kontroller sırasında tespit edilen gıda güvenliği risklerini, Gıda ve Yemler İçin Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) portalı üzerinden herkesin erişimine açık olacak şekilde bildiriyor.

[Bir konu/k] Zehirsiz bir kent mümkün mü?
Buğday Derneği soruyor: Orman yangını mı, ormansızlaşma mı?
Buğday Derneği: Pestisit zehirlenmeleri artıyor 
Görsel: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği

Alarm ve Dayanışma Ağı (ACN) bildirimlerin de dahil olduğu senelik raporlar yayınlanıyor. 2022 yılına ait rapor henüz yayınlanmadı ancak portal üzerinden yapılan bildirimlere göre Türkiye kaynaklı tarım zehiri bildirimlerinin sayısı 311’i pestisit olmak üzere toplam 518. Buğday Derneği tarafından konuya ilişkin açıklama yapılarak şunlar aktarıldı:

“Türkiye kaynaklı bildirimlerin sayısının 2022 yılında 2021’e göre azaldığı görülse de bu azalma umut vaadetmekten çok uzakta. 2018’de 113, 2019’da 98, 2020’de 194 parti üründe limitlerin üzerinde tarım zehri bildirimi yapılırken bu rakam 2021’de 613’e, 2022’de ise 518’e kadar yükseliyor.”

2022’de pestisit bildirimi yapılan meyve ve sebzeler arasında en çok biber, limon, greyfurt, mandalina, portakal olmak üzere üzüm, asma yaprağı, patlıcan, kabak, domates, karpuz ve armut bulunuyor.

Bildirimlerin yarısından fazlası pestisitlerden kaynaklanıyor

Son iki yılda yapılan bildirimlerin yarısından fazlası pestisitlerden kaynaklanıyor. 2022 yılında bildirim yapılan ürünlerdeki pestisitler arasında Klorpirifos, Acetamiprid, Buprofezin, Prochloraz, Formetanate, İmazalil, Fenbutatin Oxide, Deltamethrin, Taufluvalinate, Flonicamid, Diafenhiuron gibi etken maddeler bulunuyor.

2019’da EFSA Klorpirifos ve Klorpirifos-metil maddesi için olası genotoksik ve nörolojik etkiler sebebi ile güvenli bir maruz kalma seviyesinin belirlenemeyeceği sonucuna varmıştı. Bu, herhangi bir bulgunun potansiyel sağlık riski taşıdığı anlamına geliyor.

Türkiye’de de 30 Eylül 2021 tarihinde resmi yazıyla Fenbutatin Oxide’in, 31 Aralık 2021’de ise Klorpirifos Metil’in kullanımı sonlandırılmıştı. Buna rağmen ihraç edilen ürünlerde bu maddelerin bulunması yasaklı olan pestisitlerin de hâlâ sofralara girebildiğini gösteriyor.

Buğday Derneği’nden ‘Enerji Dönüşümü Raporu’
Buğday Derneği, Zehirsiz Kentler için harekete geçti
Buğday Derneği: Organik tarım dünya nüfusunu besler

Tarım zehirlerindeki artış rekor seviyede

Zehirsiz Sofralar Platformu’nca yapılan açıklamada ise “2021 yılına ait ACN raporu tarım zehiri kullanımının yüksek oranda arttığına dair çarpıcı veriler içeriyor. Rapora göre 2021 yılında en çok bildirilen gıda güvenliği riski pestisitler oldu ve tarihte ilk defa pestisitler bin 231 bildirimle en üst seviyeye ulaştı. Bu sayı 2020 ile karşılaştırıldığında yüzde 61 daha fazla. 2019 yılının ise dört katı” ifadeleri kullanıldı.

2021 yılında en çok rapor edilen gıdalar, Türkiye menşeli ürünlerden kaynaklanıyor. AB üyesi olmayan ülkeler arasında Türkiye 405’i pestisit olmak üzere toplamda 613 bildirimle ilk sırada. Bunu 272’si pestisit kaynaklı olarak toplam 383 bildirimle Hindistan takip ediyor.

Üçüncü sırada risk bildiriminin çoğunluğu gıda ile temas eden malzemelerden kaynaklanan 331 bildirimle Çin yer alıyor. AB üyesi ülkeler arasında ise Polonya 381 bildirim ile birinci, Fransa 256 bildirim ile ikinci, Almanya 210 bildirim ile üçüncü sırada.

‘Dış pazarda itibar kaybı sürüyor’

Ayrıca rekor seviyelerle tarım zehiri bildirimlerinde birinci sırada gelen Türkiye’nin tarımsal üretim potansiyeli yüksek olmasına rağmen ticari itibarı zarar gördüğü ifade ediliyor.

2021 yılına ait raporda, tehlike ve ürün kategorisine göre yapılan değerlendirmede en çok bildirim yapılan 10 konu başlığının üçünde Türkiye’nin adı geçiyor. Sebebi 359 parti meyve ve sebzede pestisit, 57 parti meyve ve sebzede aflatoksin ve 39 parti tohum, kabuklu yemiş ve türevi ürünlerde aflatoksin tespit edilmiş olması.

Menşei Türkiye olarak bildirilen ürünlerden özellikle limon, portakal, mandalina ve greyfurt gibi narenciyelerdeki uygunsuzluklar sebebiyle 2020’de 191 olan RASFF bildirimlerinin sayısı (etilen oksit dikkate alınmadan) 2021’de 361’e çıktı. Bu nedenle Ekim 2021’de Türkiye’den AB’ye giden greyfurt hariç ilgili ürünler için sınırda kontroller yüzde 20 oranında artırıldı.

Avrupa Komisyonu limitlerin üzerinde tarım zehiri bildirimi yaptığı ülkelere düzenli olarak resmi mektuplar göndererek ülke yetkililerini tarımsal gıda zinciri boyunca hileli veya aldatıcı uygulamaların önlenmesi, kontrolün garanti altına alınması amacıyla soruşturma yapmaya ve alınan tedbirler hakkında bilgi vermeye davet ediyor.

Ayrıca, bildirilen şirketlerden AB’ye ihraç edilmiş olan ve benzer uygunsuzluklar gösterebilecek benzer ürünlerin izini sürmeye çağırıyor. Ancak 2021 yılı raporuna göre Türkiye’nin gönderilen resmi mektuplara ilişkin cevap oranı yüzde 38 ile sınırlı kalmış ve çağrıların büyük kısmına cevap verilmemiş.

‘İç pazarda endişe hakim’

Tarım ve Orman Bakanlığı pestisit kalıntıları konusunda iç pazarda denetimler yapıyor. Zehirsiz Sofralar Platformu’nca konuya ilişkin yapılan açıklamada şu ifadelere yer veriliyor:

“Ancak denetim sonuçlarının taklit ve tağşiş yapıldığı kesinleşen gıdalarda olduğu gibi şeffaflıkla paylaşılmaması, ihraç edilen ürünlerde pestisit kaynaklı bildirimlerin artması ve kullanımı sonlandırılan pestisitlere dair bildirimlerin bulunması iç pazara sunulan ürünlerde daha fazla pestisit bulunabileceğine dair tüketicilerde endişe yaratıyor.

Bakanlık yetkilileri tarafından Gıda Güvenliği Bilgi Sistemi’ne (GGBS) ülke genelindeki tüm gıda ve yem işletmeleri, bu işletmelere yönelik denetimler, alınan numuneler, numunelerin analiz sonuçları, işletmelere uygulanan idari cezalar, yaptırımlar, ithalat ve ihracat kayıtları gibi bilgiler giriliyor. Ancak bu bilgiler halkın erişimine açık değil. Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de GGBS verilerinin halkın erişimine açılmasını talep eden Zehirsiz Sofralar Platformu son dönemde rekor seviyeye ulaşan kalıntılı ürünlere ilişkin halkın endişelerinin giderilmesi gerektiğini vurguluyor.”

‘Tarım zehirlerine mahkûm değiliz’

Zehirsiz Sofralar Platformu çatısı altında faaliyet gösteren Pestisit Eylem Ağı’nın tüm canlılara zarar veren pestisitlerin yasaklanması ve doğa dostu yöntemler ile bunları kullanan üreticilerin desteklenmesi için başlattığı Zehirsiz Kampanya’ya (Change.org/ZehirsizSofralar) bugüne kadar 180 bine yakın kişi imza desteği verdi.

Tarım ve Orman Bakanlığı AB geçiş sürecinde 200’ün üzerinde, kampanya döneminde ise 27 pestisit aktif maddesinin kullanımını yasakladı. Ancak kampanya talepleri arasında yer alan Dünya Sağlık Örgütü’nün “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlediği 13 aktif maddeden dokuzu hâlâ yasaklanmadı.

Buğday Derneği Gıda Yüksek Mühendisi Merve Atınç, Türkiye tarımında hâlâ kullanılan dokuz pestisit aktif madde ile birlikte, başta bebeklerin ve çocukların hormon sistemine zarar veren, havayı, suyu ve toprağı kirleten pestisitlerin ivedilikle yasaklanması için tüm vatandaşları gıdasının sorumluluğunu alarak kampanyaya destek olmaya çağırıyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan, Pestisit Eylem Ağı tarafından hazırlanan “Zehirsiz Sofralar İçin Yol Haritası”nı dikkate almasını talep ettiklerini belirten Atınç, “Tarım zehirlerine mahkûm değiliz. Dünyada ve Türkiye’de pek çok çiftçi zehirsiz gıda üretiyor. Sağlıklı bir gelecek için daha fazla ekolojik ve ekonomik kayba ve hastalığa sebep olmadan bir stratejik eylem planı geliştirmeli, doğru politikalar izlenmeli ve böylece pestisitlere dayanan konvansiyonel tarım sisteminin yerini agroekolojik, organik ve onarıcı tarıma bırakması sağlanmalı” diyor.

 

Ermeni Soykırımı’nın 108’inci yılında hayatını kaybedenler anıldı

Binlerce Ermeni, pazar gecesi (23 Nisan) Ermeni Soykırımı‘nın yıldönümünü anmak üzere Ermenistan’ın başkentinde bir araya geldi.

Erivan‘ın merkez meydanında toplanan yaklaşık on bin kişi, yanan meşaleler taşıyarak bir anma töreni gerçekleştirdi.

Her yıl düzenlenen etkinlik, katılımcıların Tsitsernakaberd Ermeni Soykırımı Anıt Kompleksi‘ne meşale taşımasıyla sona erdi ve orkestra eşliğinde bir geçit töreni ile yürüyüş gerçekleştirildi.

Yürüyüş sırasında bazı kişilerin Türkiye ve Azerbaycan bayrakları yaktığı kaydedildi.

Ermeni

‣ 102 yıllık acı: Ermeni soykırımında hayatını kaybedenler anıldı

Valiliklerden ‘huzur ve güvenlik’ gerekçeli yasaklar

Türkiye‘deki anmalarda ise 24 Nisan Anma Platformu‘nun saat 19.15’te Kadıköy‘deki Süreyya Operası önünde düzenlemek istediği “24 Nisan Ermeni Soykırımı” anması, İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı.

Ankara Valiliği de Halkların Demokratik Kongresi Ankara İl Meclisi tarafından Ermeni Soykırımı’nın 108. yılında “Unutma Yüzleş 1915” başlığı ile yapmayı planladığı paneli yasakladı. HDK panelin ileri bir tarihe ertelendiğini açıkladı.

Araştırmacı yazar Kadir Akın, aktivist Kayuş Çalıkman Gavrilof ve Yeşil Sol Parti Milletvekili adayı Emirali Türkmen‘in konuşmacı olacağı panel Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ tarafından hedef gösterilmişti.

‣ 24 Nisan anması bu yıl da yasaklandı

Ankara Valiliği’nin konuya ilişkin yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“24 Nisan 2023 Pazartesi günü, sözde Ermeni soykırımı ile ilgili çeşitli kurum/kuruluş, sivil toplum örgütü ya da gerçek kişiler tarafından, ilimizin muhtelif yerlerinde/salonlarında, toplumsal hassasiyet ve duyarlılık içeren panel, söyleşi, basın açıklaması, toplantı, gösteri yürüyüşü v.b. eylem/etkinliklerin ilimiz sınırları içerisinde düzenlenmesi; 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/C maddesi ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 17’nci maddesi hükümleri doğrultusunda huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin ve kamu esenliğinin sağlanması amacıyla uygun görülmemiştir. Yukarıda belirtilen emirlere uyulmaması halinde ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde gerekli adli ve idari işlemler yapılacaktır.”

Beyaz Saray: Hiçbir zaman unutmama sözümüzü yineliyoruz

ABD Devlet Başkanı Joe Biden adına Beyaz Saray‘dan yayımlanan basın açıklamasında, “Bugün, Meds Yeghern‘de [Büyük Felaket], Ermeni Soykırımı sırasında yitirilen canları anıyor ve hiçbir zaman unutmama sözümüzü yeniliyoruz” ifadesi kullanıldı.

Biden, “Dünyanın çeşitli ulusları olarak bu acı dolu tarihi anmak için bir araya gelirken, aynı zamanda Ermeni halkının direnç ve azmini düşünüyoruz” dedi.

Ermenilerin Amerikan ulusunu güçlendirdiğinin belirtildiği açıklamada, “(Ermeniler) kendi öykülerini ve atalarının öykülerini anlattılar, ki 108 yıl önce yaşanan o soykırım hatırlansın ve onun gibisi bir daha yaşanmasın diye” ifadelerine yer verildi. Açıklamada Türkiye’nin adı geçmedi.

‘Beyhude çabalar’

Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı “bazı ülkelerin hükümet yetkililerince yapılan beyanlara” ilişkin bir basın açıklaması paylaştı.

Açıklamada “1915 olayları konusunda gerçeklerle ve uluslararası hukukla bağdaşmayan talihsiz açıklamalar, tarihi siyasi saiklerle yeniden yazmaya yeltenen beyhude çabalardır” ifadesine yer verildi.

1915 olaylarının siyasetçilerin kendi gündemlerine ve iç siyasi mülahazalarına göre tanımlanamayacağının kaydedildiği açıklamada, bu tutumu sürdürenlerin “tarihte ucuz siyasi fırsatçılar olarak anılacağı” belirtildi.

Bakanlık, “Bizim açımızdan hükümsüz olan bu açıklamaları reddediyor, bu yanlışta ısrar edenleri en şiddetli şekilde kınıyoruz” dedi.

‣ Erdoğan’dan ‘soykırım’ ifadesini kullanan Biden’a iki gün sonra yanıt: Biz yapmadık onlar yaptı

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sosyal medya platformu Twitter üzerinde yaptığı paylaşımda Biden’ın ifadelerine tepki göstererek “Tarihi çarpıtmaya yeltenen siyasi şarlatanlar yine sahnede!” dedi.

Çavuşoğlu, “Siyasi açıklamalarla tarih yeniden yazılamaz. Bu tutumlarında ısrar eden fırsatçılar, art niyet ve ikiyüzlülükleriyle hatırlanacaktır. Yüce Türk Milleti’ne tarih dersi vermek kimsenin haddi değildir” diye belirtti.

‘İnkâr, adaletin yerine gelmesi sürecinin önünde engeldir’

İnsan Hakları Derneği (İHD) yaptığı paylaşımda “Ermeni Soykırımının 108. yılında: Yeter, İnkara Son!” diyerek “Soykırım sonucu anayurtlarından kopartılıp dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermenilerin uğradıkları, hesaba da, sayıya da gelmeyecek kadar büyük kayıplarının telafisine yönelik talep, istek ve dileklerine yanıt verilmelidir. İnkâr, böyle bir telafi ve adaletin yerine gelmesi sürecinin de önünde engeldir” ifadelerini kullandı.

İHD, konuya ilişkin yayımladığı basın açıklamasında “Ermeni Soykırımı 99 yıldır inkâr ediliyor” diyerek, şunları kaydetti:

“Soykırım kurbanlarını suçlu çıkarmak, onların çocuklarını ve torunlarını düşmanlaştırmak, Soykırımı, insanlık suçunu sürdürmek, tüm bunlara seyirci kalan bir toplum yaratmak, onun desteğini almak; bu inkârın devamıdır. Biz, insan haklan savunucuları diyoruz ki; Soykırım, dönemin politik şartlarına, bir diplomasi meselesine yahut bir uluslararası ilişkiler konusuna indirgenemez.”

Ermeni

“Soykırımı Tanı, Af Dile, Tazmin Et” çağrısını yineleyen insan hakları savunucuları, şunları ekledi:

“Soykırım sonucu anayurtlarından kopartılıp dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermenilerin uğradıkları, maddi ve manevi değeri hesaplanamayacak kadar büyük kayıplarının telafisine yönelik talep, istek ve dileklerine yanıt verilmelidir.”

‘108 yıllık acıları ve yası paylaşıyoruz’

Halkların Demokratik Partisi (HDP) 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nda yaşamını kaybeden Ermenileri andı.

Yayımlanan bir basın açıklamasında, “Bir toplumda vicdan ve adalet duygularını geliştirmek, acıları karşılıklı paylaşmak, demokratik, barışçı ve eşit bir geleceği birlikte kurabilmenin de yoludur” diye belirtildi.

“Tarihsel hakikatlerle yüzleşmek, mağdur halklar ve inançlardan özür dilemek ve onarıcı adalet yollarına başvurmak, birbirini anlamak ve tarihsel yaraları samimi bir yaklaşımla sarmak ortak bir gelecek için vazgeçilmez adımlardır” hatırlatmasını yapan parti, şunları aktardı:

“Farklılıkları silmek ve homojen bir toplum yaratmak; tek ırk-tek din-tek dil anlayışını hakim kılmak; bu topraklarda farklı halkların ve inançların yaşadıklarını unutturmak hedefi o günden bu yana süregeldi. Bu topraklar üzerindeki hiçbir etnik kimlik, dil, kültür ya da inancın bir diğerinden üstün olmadığı gerçeği halen toplumsal ve siyasal genel kabul görmedi. İnsanlığa karşı işlenen suçlarla yüzleşmek ortak ve eşit bir geleceği, toplumsal barışı kurmanın da önemli bir adımıdır. Coğrafyamızı çoraklaştıran utançlarla yüzleşmeyi ertelemek, toplumsal barışa ve hakikatlerin konuşulmasına hizmet etmemektedir.”

Açıklama, şu ifadelerle sonlandırıldı:

“Bu duygu ve düşüncelerle, Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları olarak, 108 yıllık acıları paylaşıyor, yaşanmış olan Büyük Felaketi, bu insanlık trajedisini yüreğimizin derinliklerinde duyuyor, o süreçte yaşamını yitirenleri bir kez daha hüzün ve saygıyla anıyoruz.”

Türkiye İşçi Partisi, “1915’i unutmayacağız” yazısının yer aldığı bir fotoğrafı içeren paylaşımında şunları ifade etti: “Coğrafyamızın kadim halklarından Ermeni halkının topraklarımızdan koparılmasının acısını yaşamaya devam ediyoruz. Bu Büyük Felaketle yüzleşmek sadece geçmişe değil, ortak geleceğimize karşı da sorumluluğumuzdur. Aydınlık ve özgür günlerde kardeşçe yaşayacağımız bir ülkeyi birlikte kuracağız.”

Yeşil Sol Parti eş sözcüleri Çiğdem Kılıçgün Uçar ve İbrahim Akın‘ın yaptığı ortak bir açıklamada da “1915’in acılarını paylaşıyor, halklarımızın yasına ortak oluyoruz. İnkârdan vazgeçip her şeyi tüm açıklığıyla konuştukça, acıları paylaştıkça geleceği birlikte kurabilmenin, Türkiyeliler olarak eşit yurttaşlık ilişkisi içinde bir arada yaşayabilmenin imkânlarını hep birlikte çoğaltmaktan başka seçeneğimiz olmadığını biliyoruz” denildi.

Kılıçgün Uçar ve Akın “Ermeni toplumunun yaşadığı insanlık trajedisini yüreğimizin derinliklerinde duyuyor, bu süreçte yaşamını yitirenleri bir kez daha saygıyla anıyoruz” ifadelerini kullandı.

https://twitter.com/YesillerSol/status/1650431570023464960?s=20

Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Ercüment Akdeniz, yaptığı paylaşımda “Sürgün, soykırım ve asimilasyon politikalarıyla yüzleşmeden ne tarihsel yüzleşme ne de tam anlamıyla helalleşme mümkün. Ermeni halkının acılarını paylaşıyor, her türden ayrımcılığa karşı yaşasın halkların kardeşliği diyoruz” ifadelerine yer verdi.

‘Yüzleşilmeyen suç tekrarlandı’

Halkların Demokratik Kongresi Halklar ve İnançlar Meclisi‘nin yaptığı “108 yıl boyunca Ermeni Soykırımıyla yüzleşilmedi” başlıklı açıklamasında şu ifadeler kullanıldı:

“Yüzleşilmeyen suç tekrarlandı ve coğrafyadaki acılar bugüne kadar sürdü. Ermeni soykırımı, yüzyılın başında katliamcı çizginin halklara reva gördüğü bir siyasetin sembolü haline geldi. Ermenilere yaşatılan soykırımla yüzleşilemediğinden dolayı Asuri, Süryani, Rum, Keldani, sonrasında Alevi ve Kürt halkların acıları da benzer bir şiddetle yaşandı. Katliamla ve acıyla yüzleşmek, Türkiye’nin demokratik geleceğinin ve bir arada birlikte yaşama kültürünün olmazsa olmazıdır. Halkların Demokratik Kongresi olarak, 108 yıl önce yaşanan Ermeni Soykırımı’nda katledilen canları saygıyla anıyoruz.”

‣ 1915 Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek neden zor ama önemli?

Ne olmuştu?

Birinci Dünya Savaşı sürerken Anadolu‘da yaşayan Ermeniler 1915-1916 yıllarında, dönemin Osmanlı yönetimi tarafından Doğu Anadolu‘dan Suriye ve Mezopotamya‘ya sürgüne zorlanmıştı.

Açlık, susuzluk, hastalık ve katliamlar nedeniyle yüz binlerce Ermeni’nin sürgün sürecinde hayatını kaybetmesi, Ermenistan ve çok sayıda tarihçi tarafından bu dönemde bir milyonu aşkın Ermeninin sistematik olarak katledilmesi ve ağır koşullarda ölüme terk edilmesi olarak değerlendiriliyor ve süreç bir “soykırım” olarak nitelendiriyor.

Türkiye ise tehcir kararının, savaşın zorlu şartları altında silahlı isyana karşı “son çare” olarak alındığını savunuyor. Türkiye, acı olaylar yaşandığını kabul etmekle birlikte soykırım nitelendirmesini reddediyor.

Dünyada 30’dan fazla ülke Ermeni kırımını “soykırım” olarak tanıyor. Almanya‘da da Federal Meclis 2016 yılında Ermeni kırımını soykırım olarak nitelendiren bir kararı kabul etmişti. Alman hükümeti ise soykırımın hukuki bir tanımı bulunduğuna ve bu konudaki kararın yetkili mahkemelerce verilebileceğine işaret ederek Ermeni kırımıyla ilgili bu tanımlamayı kullanmıyor.

ABD Başkanı Biden ise “soykırım” ifadesini ilk kez 2021’de kullanmıştı.

[Seçim Günlüğü] Sırrı Süreyya Önder’den LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi çağrısı

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Pervin Buldan ve Yeşil Sol Parti İstanbul milletvekili adayları Sırrı Süreyya Önder, Kerem Fırtına, Özgül Saki, Dersim Dağ, Kezban Konukçu ve Hakan Öztürk, dün (23 Nisan) Kadıköy Yoğurtçu Parkı‘nda yurttaşlarla bir araya geldi.

bianet‘ten Tuğçe Yılmaz‘ın aktardığına göre; Yeşil Sol Parti’nin İstanbul 1. Bölge, 1. sıra adayı Sırrı Süreyya Önder, Bahar Şenliği‘ndeki konuşmasında LGBTİ+‘ların maruz kaldığı hak gasplarına dikkat çekerek tüm milletvekili adaylarını, kendisinin de imzaladığı Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği‘nin (SPoD) “LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi”ni imzalamaya davet etti. Önder’in konuşması özetle şöyle:

‘En kuvvetli çağrım buna’

“Kendilerine göre bir tasnif yapmışlar, bunun dışında kalan Alevi‘yi, Ermeni‘yi, Kürt‘ü, LGBTİ bireyleri; herkesi yok sayıyorlar –bu arada LGBTİ bireyler sözleşmesini de imzaladım, büyük bir onurla yaptım bunu. Herkesi de bu konuda ötekileştirici, daha da kötüsü, aman şimdi başımızı sıkıntıya sokmayalımcı anlayıştan uzak durmaya davet ediyorum. En kuvvetli çağrım buna.

Kim ne derse desin, bu halk her şeyi bilir. Sayın Kılıçdaroğlu ‘Ben Aleviyim, ne var bunda?’ dedi, bunu keşke daha önce söyleseydi. Birden bire bütün bu propaganda tuzla buz oldu. Bu ülkede Kürt’ün adı da yoktu.

Kürtler dedi ki ben dilimle, kültürümle yaşayacağım. Bunu stranlarıyla unutturmadı, halaylarıyla unutturmadı. Baraj sorunu vardı, şimdi baraj sorunu yaşayanlara dayanışmayla bir şemsiye açar hale geldi.

Önümüzde üç hafta kaldı. Bize düşen kapı kapı gezmek. Görmeyen gözlere göstermek, işitmeyen kulaklara duyurmak. HDP‘li olmak, Yeşil Sol çatısında buluşmak bu memlekette sadece eza, cefa ve sıkıntı getiriyor. Ortaya canını, enerjinizi koyup çalışana Yeşil Sol Partili denir. Tarlasını, işini bırakıp gelen halkın eseriyiz. Bu yüzden sorumluluğumuz da bir o kadar ağır.”

‣Milletvekili adayları, SPoD’un ‘LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi’ni imzaladı 

LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi hakkında

LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi’nde adayların seçildikten sonraki süreçte Meclis’te ve diğer siyasi alanlarda LGBTİ+ hakları alanında siyasetin belirlenmesinde LGBTİ+ hareketiyle birlikte çalışmaya, LGBTİ+’ların temel kamusal hizmetlere erişebilmeleri ve anayasal haklarından eşit olarak yararlanabilmeleri için gereken politikaların oluşturulmasına yönelik beyanlar içeriyor.

Aynı zamanda sözleşmede LGBTİ+ hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınacağına ve yasama döneminde LGBTİ+ haklarının korunması, iyileştirilmesi, Meclis gündemine taşınması için çalışacağına dair beyanlar da yer alıyor.

Aslantuğ: Akbelen’e bunu yapanlar vatanperverse, vatan haini olmayı göze alıyoruz

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Muğla Milletvekili adayı Mehmet Aslantuğ,  Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Akbelen Ormanı‘nda kurulmak istenen maden sahasının yarattığı ekolojik tahribata dikkat çekti.

Aslantuğ, sosyal medya platformu Twitter üzerinden yaptığı paylaşımda “Yüzlerce köyü, köylüğü; insanın vicdanına emanet doğayı ve diğer canları talan edenlere; vahşi, şahsi çıkarı için çocukların geleceğini çalanlara inat: ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ Kutlu Olsun” ifadeleri ile 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı‘nı kutladı.

Milletvekili adayı Aslantuğ, paylaşımındaki videoda “Ülkenin bugününe ve yarınına değil, halkına ve halkının yararına değil; birilerine çıkar sağlamak üzere böyle bir vahşete tanıklık ediyoruz” diyerek söze başladı.

‣ Bir yerinden edilme hikayesi: Akbelen giderse Muğla da gider
‣ Akbelen davası ertelendi: Beşli çeteye de imtiyaz tanınamaz

Türkiye’nin birçok yerinde rant uğruna doğal varlıkların tahrip edildiğine işaret eden Mehmet Astantuğ, şunları söyledi:

“Kâh burada Milas ormanlarında, kâh Kazdağları‘nda, kâh Karadeniz‘de ya da yurdun birçok yerinde insan hak ve özgürlüklerin peşine düşen arkadaşlarımız, başkaca dertlere elini uzatan, bedenini uzatan arkadaşlarımız; ‘kişisel konforundan’ vazgeçip kendini bu vandallıkların önüne atan insanlar vatan haini ve bunları yapanlar da vatanperver ise, biz vatan haini olmayı göze alıyoruz. Hesap soracağımızı beyan ediyoruz.”

https://twitter.com/_aslantug/status/1650061926217424897?s=20

‣ Akbelen’i yok etmek isteyen Limak’ın yöneticisi Davos’ta ‘çeşitliliğin coğrafyası’nı anlattı
‣ Akbelen Ormanı’nı savunanların yargılandığı dava altıncı kez ertelendi

‘Türkiye’nin içinde bulunduğu Akdeniz havzası daha da sıcak ve kurak hale gelecek’

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), iklim değişikliğinin 2022’de doğa olaylarından ekonomiye kadar çok yönlü olumsuz etkisini sürdürdüğünü ve milyonlarca kişinin yerinden olmasına yol açtığını bildirdi.

WMO’nun yayımladığı 2022 Küresel İklim Durumu Raporu‘nda sera gazları, sıcaklıklar, deniz seviyesinin yükselmesi, okyanus ısısı ve asitlenme, deniz buzu ve buzullar gibi temel iklim göstergelerine odaklanılırken iklim değişikliğinin ve aşırı hava olaylarının etkileri de vurgulandı.

Rapora göre, iklim değişikliği, dağların zirvesinden okyanusun derinliklerine kadar 2022’de de etkisini sürdürdü. Kuraklıklar, seller ve sıcak dalgaları her kıtayı etkilerken milyarlarca dolar değerinde kayıp ve hasara neden oldu.

Antarktika‘da deniz buzu seviyesi en düşük düzeye inerken bazı Avrupa buzullarında ise alışılmışın dışında erime oldu.

Son üç yıldır hava sıcaklığını düşürücü etkiye sahip hava olayı La Niña‘nın etkisine rağmen 2015-2022, küresel sıcaklık açısından en sıcak sekiz yıl oldu.

Buzul erimeleri ve deniz seviyesinin yükselmesi, 2022’de yine rekor seviyelere ulaşırken etkisinin binlerce yıl sürmesi bekleniyor.

Küresel ortalama sıcaklık 2022’de 1850-1900 yılları ortalamasının 1,15 derece üzerinde ölçüldü.

Fotoğraf: Tomar Ketter

Avrupa’da rekor seviyede buzul erimesi gerçekleşti

Avrupa Alpleri‘nde kışın az miktardaki kar yağışı, Mart 2022’de Sahra tozunun etkisi ve mayıs ile eylül arasındaki sıcak hava dalgalarının birleşimiyle rekor düzeyde buzul erimesine neden oldu.

İsviçre‘de 2021-2022 yıllarında buzul hacminin yüzde 6’sı, 2001 ile 2022 yılları arasında ise üçte biri kayboldu.

25 Şubat 2022’de 1,92 milyon kilometrekareye düşen Antarktika’daki deniz buzu seviyesi, kaydedilen en düşük düzey oldu.

Kuraklık, Doğu Afrika‘yı da etkilerken yağışlar, art arda beş yağışlı mevsimde de ortalamanın altında kaldı.

Ocak 2023 itibarıyla Doğu Afrika genelinde 20 milyon kişi kuraklık ve diğer doğa olaylarının etkisiyle gıda güvensizliğiyle karşı karşıya kaldı.

sıcak
Pakistan, 2022. Fotoğraf: BM

Aşırı doğa olayları, milyonları yerinden etti

Pakistan‘da temmuz ve ağustosta rekor seviyedeki yağmurlar yoğun sellere neden oldu. 33 milyon kişiyi etkileyen seller sebebiyle 1700 kişi yaşamını yitirdi, sekiz milyon kişi yerinden oldu. Pakistan için toplam hasar ve ekonomik kayıp 30 milyar dolara ulaştı.

Yıl boyunca tehlikeli iklim ve hava koşullarıyla ilgili yaşananlar, insanların yerinden edilmesine neden olurken halihazırda yerinden edilmiş 95 milyon kişinin yaşam koşullarını kötüleştirdi.

Somali‘de yıl boyunca kuraklığın geçim kaynakları üzerindeki etkileri ve yaşanan açlığın da etkisiyle 1,2 milyon kişi ülke içinde yerinden oldu. Bunlardan 60 bini Kenya‘ya göç etti.

İklim değişikliğinin ekosistem ve çevre için de önemli sonuçları oldu.

Raporda görüşlerine yer verilen WMO Genel Sekreteri Petteri Taalas, sera gazı emisyonları artarken ve iklim değişikliği sürerken dünya genelinde insanların aşırı hava ve iklim olaylarından ciddi şekilde etkilenmeye devam ettiğini belirtti.

Somalili bir çoban, ‘Hayvanlarınız ölürse, siz de onlarla ölürsünüz’ diyerek iklim krizinin tırmandırdığı kuraklık ve kıtlığa dikkati çekiyor. Fotoğraf: ICRC

Doğa olayları, 2022’de milyonlarca insanı etkiledi

Taalas, “2022’de Doğu Afrika’daki sürekli kuraklık, Pakistan’da rekor kıran yağışlar ve Çin ile Avrupa’daki yüksek sıcaklar on milyonlarca kişiyi etkiledi, gıda güvensizliğine yol açtı. Bu olaylar toplu göçü artırırken milyarlarca dolarlık kayıp ve hasara neden oldu” ifadelerini kullandı.

BM kuruluşları arasındaki işbirliğinin, aşırı hava ve iklim olaylarının yol açtığı insani etkilerin ele alınmasında özellikle ilgili ölüm ve ekonomik kayıpların azaltılmasındaki rolüne değinen Taalas, BM Herkes İçin Erken Uyarılar Girişimi‘nin, dünyadaki herkesin erken uyarı hizmetleri kapsamında olmasını sağlamak için mevcut kapasite boşluğunu doldurmayı amaçladığını kaydetti.

Taalas, “Şu anda yaklaşık 100 ülke yeterli meteoroloji servisi hizmeti alamıyor. Bu görevi başarmak, gözlem ağlarının iyileştirilmesini, erken uyarı yatırımlarını, hidrolojik ve iklim hizmet kapasitelerini gerektiriyor” dedi.

Hırvatistan. Fotoğraf: Šime Barešić / WMO

‘Küresel ortalama sıcaklıklar 1,15 derece arttı’

AA‘dan Muhammet İkbal Arslan‘ın aktardığına göre, Taalas, geçen yılın sonuna kadar rekor düzeyde ana sera gazı konsantrasyonları, karbondioksit, metan ve nitröz oksit kaydedildiğini söyledi.

Taalas, “Son 10 yıl, kaydedilen en sıcak dönem oldu. Şu ana kadar küresel ortalama sıcaklıkta 1,15 dereceye ulaşıldı. Okyanus sıcaklığının yükseldiğini ve deniz seviyesinin iki katına çıktığını gördük. Bu oran geçmişte yılda 2,3 milimetre oranındayken son zamanlarda deniz seviyesinde yılda yaklaşık 5 milimetreye yakın yükseliş yaşandı. Böylece Güney Kutbu bölgesinde deniz buzu seviyesinde rekor düşüş görüldü” dedi.

Geçen yıl dünya genelinde farklı aşırı hava olaylarına tanık olunduğunu anlatan Taalas, Pakistan’da çok şiddetli sellerin yanı sıra Avrupa, ABD, Çin ve Meksika’yı vuran sıcak hava dalgalarının yaşandığını ifade etti. Özellikle Çin’de şiddetli kuraklığın yaşandığını anımsatan Taalas, Yangtze Nehri‘ndeki en düşük su seviyesinin kaydedildiğini söyledi.

Taalas, “İngiltere‘de tüm zamanların sıcaklık rekoru kırıldı ve sıcaklıklar 40 derecenin üzerine çıktı. İsveç‘te sıcaklıklar 37,2 derece olarak ölçüldü. Atmosferde henüz bir gelişme görülmedi ve tüm iklim göstergeleri olumsuz yönde ilerliyor” dedi.

‘Türkiye’de daha yüksek sıcaklıklar görülecek’

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin her yerden daha fazla hissedildiği iki bölgenin bulunduğuna işaret eden Taalas, bunlardan ilkinin Kuzey Kutup bölgesi ve diğerinin Akdeniz olduğunu dile getirdi.

Petteri Taalas, “(İklim değişikliğiyle ilgili) Bu olumsuz trendin önümüzdeki yıllarda devam etmesi bekleniyor. Bu da Akdeniz Bölgesi‘nin daha sıcak ve kuru olacağı anlamına geliyor. Bunun kıyı kesimlerinde deniz seviyesinin yükselmesine de etkisi olacaktır. Bu da tarım, turizm ve bu bölgedeki insan refahı için kötü bir haber” diye konuştu.

İklim değişikliğinin Türkiye ile ilgili olumsuz etkilerine de değinen Taalas, şunları aktardı:

“Türkiye’de özellikle yılın yaz dönemlerinde daha yüksek sıcaklıklar görülecek. Yağış miktarları daha düşük olacak ve zemin yüzeyinden buharlaşma artacak. Yavaş yavaş deniz seviyesinin yükselmesinin etkilerini de göreceğiz. Uzun vadede deniz seviyesinde birkaç metre yükselme riski bile var ancak bu, oldukça yavaş bir ilerlemedir. Önümüzdeki on yıllar boyunca bu tür sıcak hava dalgaları ve kuraklığın yoğunlaşması daha sık olacak.”

Taalas, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini önlemek üzere harekete geçtiklerini ve başarılı olmaktan başka hedeflerinin bulunmadığını vurguladı.

Güneş ve rüzgar enerjisi fiyatlarının, fosil enerji fiyatının altına düştüğünü hatırlatan Taalas, artan miktarda elektrikli araç kullanımının görüldüğünü ve bunların fiyatlarının da azaldığını kaydetti.

sıcak
Güney Kıbrıs’taki Yermasoyia rezervuarının kurumuş yatağı. Fotoğraf: Katia Christodoulou / EPA

‘İklim değişikliğini hafifletmede başarılı olmak ekonomik olarak da mümkün’

Taalas, iklim değişikliğiyle mücadelede önemli araçlara sahip olunsa da Paris İklim Anlaşması‘nın “küresel sıcaklık artışını 2 derecenin olabildiğince altında (mümkünse 1,5 derece seviyesinde) tutma” hedefine doğru olumlu bir ilerleyişin görülmediğini söyledi.

Bu hedefin (küresel sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak) insanların refahı için önemine işaret eden Taalas, “Eğer daha fazla ısınma olursa bunun insanlar, biyosfer ve küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerini daha fazla göreceğiz. Dolayısıyla iklim değişikliğini hafifletmede başarılı olmak ekonomik olarak da mümkün” diye konuştu.

Taalas, iklim değişikliğiyle ilgili olumsuz gidişata müdahale edilse de etkilerinin 2060’lara kadar süreceğine dikkati çekti.

Buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi, pratikte kaybettiğimiz oyuna işaret ediyor ve bunun etkisi binlerce yıl bile devam edecek” diyen Taalas, böylelikle iklim değişikliğinin küresel tehdit olmayı sürdüreceğini vurguladı.

Petteri Taalas, iklim değişikliğiyle mücadelede başarı için teknolojiye sahip bulunulmasının iyiye işaret olduğunu ifade ederek, ülkelerin bu mücadelede teknoloji kullanımında harekete geçtiğini ve özellikle varlıklı ülkelerin çok daha iddialı hedeflerinin olduğunu söyledi.

Rusya, Çin, Hindistan, Türkiye ve Güney Afrika gibi ekonomik geçiş sürecindeki ülkelerin de bu sürece dahil olmasının önemine işaret eden Taalas, “Bu konuda biraz iyimserim ancak eylemlerimizi artırmamız gerekiyor” dedi.

[Seçim Günlüğü] Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın görevlerini açıkladı

Millet İttifakı‘nın cumhurbaşkanı adayı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu, sosyal medya hesabından yayınladığı videoda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile kamera karşısına geçti. Kılıçdaroğlu, yurttaşa ‘cumhurbaşkanı yardımcıları’ ile seslenerek şu ifadelerini kullandı:

“Ekrem Başkanım solumda, Mansur Başkanım da sağımda. Son günlerde olan olayları lütfen artık boş verelim. Biz işimize bakıyoruz. Siz bakmayın onlara.”

“Bu ülkenin gündemi provokasyonlar olamaz” diyerek halkın gündemini şöyle özetledi:

“Halkımızın gündeminde ne var biliyor musunuz, ekonomik sıkıntılar var, mutfaklarda yangın var, kira derdi var, dahası depremler var, seller var. Ülkemizde olan ve olması muhtemel afetler var. Bu yüzden doğru şehirleşmeye, doğru konut politikalarıyla kentlerimizi güçlendirmeye, güçlü yapılara ihtiyacımız var. Türkiye’yi afetlere hazırlamak ve kentlerimizin dirençlerini artırmak istiyorum.”

“Bu görevi en iyi kim yapar?” diye soran Kılıçdaroğlu, şunları aktardı:

“Tabi Ekrem Başkan yapar. İstanbul’da ve dünya tarihinde 10 metroyu aynı anda yapan bir kişi var. Bu görevi ona vereceğiz. Bu berbat şehirleşmeyi bitirecek yiğit odur, Ekrem Başkandır.

Gündemimizdeki diğer bir konu ne, sosyal politikalar. Hane ekonomisini hızla güçlendirmemiz gerekiyor. Aile destekleri sigortasından kadın istihdamına kadar yoksullukla mücadelede yapacak çok işimiz var.”

Bunun yanında Türkiye’yi geliştirecek, güçlendirecek, teknolojik atılımları, tarımsal kalkınmanın hayata geçirilmesi gerektiğini ifade eden Kılıçdaroğlu, “Bu görevi hangi yiğit yapar? Doğal olarak bunu da Mansur Başkanımız yapar. Bu konuda Ankara’da devraldığı kötü yönetimi halkçı politikalarıyla hızla bambaşka yere taşıyan, peşi sıra etkili projelere imza atan Mansur Başkanıma güvenirim. Ülkenin teknolojileri konusunda da ona güvenirim” dedi.

İmamoğlu: 20 yıl içinde en büyük yıkım ne yazık ki kentlerde yaşandı

Ekrem İmamoğlu ise “Bu güzel ülke son 20 yıl içinde en büyük yıkımı ne yazık ki kentlerde yaşadı. Çoklu kanun, kurum ve yönetmeliklerle ve de partizanlıkla, ayrımcılıkla kentlerimiz ne yazık ki çağdaş dünyanın çok gerisinde kaldı” diyerek şu ifadeleri kullandı:

“Belediyecilikle dünyanın en büyük kenti İstanbul’da elde ettiğim deneyimle ikinci yüzyılda kentleri en çağdaş seviyeye taşımak ve özellikle plansız otobanlarla değil, birbirine entegre raylı sistemlerle, havayolu karayolu entegre bir ağ olarak Türkiye’yi dünyanın en önemli lojistik merkezlerinden birine dönüştürmeyi ve bütün kentlerimizi, bütün yerleşim bölgelerini depreme dayanıklı ve uygar bir sürece kavuşturmaya bütün ülkenin mutluluğu için hazırız.”

Yavaş: Karada, havada, mavi vatanda ve siber uzayda…

Mansur Yavaş ise “Sosyal devlet anlayışını yeni yapılandırarak hiç kimsenin yatağa aç girmediği, açıkta kalmadığı, eğitiminden ve protein hakkından mahrum kalmadığı bir yapıyı yeniden inşallah inşa edeceğiz” dedi ve ekledi:

“Çiftçinin sırtından döviz yükünü kaldırmak suretiyle, kırsal kalkınma desteklerimizle çalışan, üreten ve kendi ülkesine yeten bir modeli mutlaka oluşturacağız. Karada, havada, mavi vatanda ve siber uzayda, yedi bölgede ve 81 ilde önemli stratejik ve milli teknolojik çalışmalarına, liyakatli kadrolarla ve ülkemizin pırıl pırıl gençleriyle mutlaka başarılara imza atacağız.”

Ağrı Dağı’nda bahri kuşu görüldü

Ağrı Dağı‘nın eteğindeki Karasu sulak alanında bahri kuşu kayda alındı. Dağın zirvesindeki kar ve buzulların erimesiyle beslenen sulak alanda yapılan gözlem çalışmalarında bugüne kadar 200 kuş türü tespit edildi.

Türlerin arasında yer alan bahri kuşu (podiceps cristatus) da alanda yaşayan en büyük batağan türü olarak biliniyor.

Fotoğraf: Hüseyin Yıldız – AA

Doğu Anadolu Bölgesi’nin büyük bir bölümü haricinde, Türkiye’nin tamamında, beslenebileceği uygun sulak alanlarda görülen bahri kuşu, bölgede görülen en büyük batağan olarak biliniyor.

Gövdesi ve boynu uzun olan bahri kuşu, sivri gagası pembe ve nispeten incedir. Üreme döneminde benzersiz baş tüylenmesi ile diğer türlerden rahatlıkla ayırt edilir. Tepesinin iki yanında; siyah, uzun süs tüyleri ve kızıl-siyah boyunluğu bulunur. Kur davranışı sırasında süs tüylerini kaldırır ve başını iki yana çevirir.

Fotoğraf: AA

Kış formu daha sadedir. Tepesindeki süs tüyleri ve boyunluğu kaybolur. Siyah gözpınarı ve beyaz yanakları dikkat çeker. Boynu ve alt tarafı beyazdır. Genci, kış formuna benzer. Ancak başında ve boynunda siyah lekeler bulunur. Uçarken, uzun ve ince boynu, kanadın iç tarafındaki beyaz hücum ve firar hattı ile beyaz omzu sayesinde diğer batağanlardan ayırt edilir.

10 yıl sonra Rana Plaza çöküşü

20 Nisan 2013’te Bangladeş Dakka’da tekstil üretim atölyelerinden oluşan 8 katlı Rana Plaza binasının çökmesiyle, çoğu kadın 1130’dan fazla işçi öldü ve binlercesi de yaralandı. Olay tarihe tekstil sektörünün en ölümcül kazası veya Rana Plaza Faciası olarak geçse de ne kaza ne facia, en doğru kelimenin katliam olduğunu düşünüyorum.

Rana Plaza binası çökmeden günler önce binada çatlaklar oluşmaya başlamıştı ve sesler geliyordu. İşçiler hayatlarından endişe ettikleri için binaya girmek istemiyordu fakat işten atılma tehdidiyle zorla binaya girmek zorunda bırakıldılar. Tamamen önlenebilir olduğu için buna kaza ya da facia (çok üzüntü veren acıklı olay) diyemeyiz. 1000 kişi göz göre göre öldürüldü, sorumluları insanlar ve sistemdi ve aradan geçen 10 yılda çok az şey değişti.

Bangladeş ve Hindistan gibi ucuz işgücünün yoğun olduğu ülkelerde tekstil işçilerinin maruz kaldığı çalışma koşulları ve Rana Plaza’nın çöküşüne giden yolu burada yazmıştım.

Bu “kaza” 19. yy başlarında olmadı, iletişim ve bilgi çağında, akıllı telefonlar, online kampanyalar çağında, gözümüzün önünde oldu. Çünkü bu yaşam ve çalışma koşulları endüstri dönüşümü tarihini anlatan kitaplarda değil şu anda gerçekleşiyor. Bütün bu bilgilere ulaşmak bu kadar kolay, yaşananlar göz önündeyken Rana Plaza ya da başka örnekleri “acıklı olay” olarak anmak ya da prezentabl kelimelerle yumuşatmak değil 10 yılda neler değiştiğinin ve değişmediğinin peşine düşmek görevimiz.

Bina çökmeden sistemin çürümüşlüğünü kabul etmek

Çöken Rana Plaza’nın enkaz görüntüleri haberleri doldururken, enkazda görülen büyük markaların logoları ve etiketleri tekstil üretiminin saklamaya çalıştığı gerçekleri ortaya döktü. Tekstil sektörünün durumu işçi mücadelesi ve insan hakları aktivistlerinin bildiği ama dünya kamuoyuna getirmenin çok zor olduğu bir konuydu, bu enkazla üzeri kapanamayacak bir şekilde görüntülenmiş oldu. Kapanamayacak şekilde dememin bir sebebi var; tekstil endüstrisinde üretim süreci, parlak, ışıltılı büyük markaların ürünlerini çok kötü koşullarda ucuza ürettirdiklerini gizlemek, takip edilemeyecek tedarik zincirleriyle kapatmak üzerine kurulu. Rana Plaza’daki atölyenin işvereninin işvereninin işvereni olan falanca marka; enkazda logoları ortaya çıkmasaydı sorumluluğu takip edilemeyecekti. Dolayısıyla birçok marka bina ilk çöktüğünde büyük bir özgüvenle yalan söylemeye koyularak o binada üretimlerinin olmadığını iddia etti.

Bir yandan gerçekten o binada üretimlerinin olduğunu bilmiyor da olabilirler çünkü zincirin yapısı gereği bu markalar zaten tam olarak hangi sweatshopta hangi işçinin sömürülmesine katkıda bulunduğunu bilmeyebilir. Ama şu bir gerçek ki Rana Plaza ya da X binası ya da Y ülkesi; markalar ürünlerinin ne koşullarda üretilerek o fiyata maledildiğini çok iyi biliyorlar. İlk reddedişin ardından, bina enkazında görülen etiketlerle de birçok markanın ipliği pazara çıktı.

Markalar olabilecek en ucuz ve hızlı üretim için üreticileri zorlar, üreticiler de bu ucuz maliyeti asgari yaşam koşullarının çok altında ücretler, çalışma saatleri ve koşullarıyla ihtiyacı olan işçileri yaşamları pahasına sömürerek karşılar. Daha ucuza üretim, daha kötü çalışma koşulları demek. Rana Plaza’ya işçilerin kovulma tehdidiyle sokulmalarının ardında da bu baskı vardı, her zamanki gibi yetiştirilmesi gereken büyük teslimatlar vardı ve gecikmenin maliyeti büyüktü. Moda markaları çürük bina, çalışma koşulu filan gibi onların sorunu olmayan şeylerle ilgilenmez, geciken teslimatın parasını ödemez ve işini onun koşullarını karşılayan başka bir atölyeye taşır. Bina çöktüğünde de sorumluluğu reddeder; ta ki enkazda logo ve etiketler görünene kadar. Rana Plaza’ya giden yol buydu ve maalesef 10 yılda endüstrinin değiştiğini söyleyemeyiz.

10 yılda tekstil sektöründe neler değişti?

Olması gereken değişimin gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Yıllarca süren davalar, bürokratik labirentler, şirket finansmanıyla yaratılmış sahte tartışmalar içinde gerçek sorumluların kaybedilmesi, cezalandırmadan gittikçe uzaklaşan, süründürerek unutturma amacıyla çalışan endüstri büyük değişiklikler yapmak zorunda kalmadan, alışkın olduğu biçimiyle var olmaya devam ediyor.

Rana Plaza bir günde gerçekleşmiş bir facia değil bir sistemin yalnızca bir sonucu, semptomuydu. Moda ve giyim endüstrisi az gelişmiş ülkelerindeki ucuz iş gücüne hâlâ aynı şekilde bakıyor. Accord Bangladeş Yangın ve Bina Güvenliği Anlaşması  Rana Plaza’dan sonra devreye girdi, kimi -zaten standart olması gereken- güvenlik önlemlerini zorunlu kıldı ve markaları olası davalardan korumaya yaradı. Buna rağmen aradan geçen 10 yılda şirketler Accord maddelerini esnetmek, uygulamamak, güncellemek için çok uğraştı ve hala da uğraşıyor. Üstelik az kalsın anlaşmanın ilk süresi sona erdiğinde Bangladeş hükümeti ve şirketlerin işbirliğinde güncellenmeyecekti, neyse ki güçlü bir aktivizm ve uluslararası kamuoyu ile yeniden imzalanması sağlandı.

Sektörün yön vereni, kuralları belirleyeni moda markaları, küresel şirketler ve hâlâ gücü elinde bulunduran endüstri bütün tercihlerini insanı veya dünyayı değil kârı önceleyerek yapıyor. Örneğin pandemi başladığında birçok moda markası bu az gelişmiş ülkelerdeki üretimlerini durdurdu ve bir anda ortada bıraktığı çoğu kadın olan bu işçilere hiçbir para ödemedi. Pandemi süresince aktivistlerce gündem yapılan Remake ve #PayUp kampanyası sayesinde bu durum kamuoyunda yer etti ve birçok marka ödeme yapmayı kabul etti.

Acının reytingi ya da günlük hayat aktivizmi

Bir felaketin hemen ardından kamuoyu ilgisi konuyla ilgiliyken, bina enkazından çıkarılan cesetlerle birlikte ağlayan insan görüntüleri televizyonda gösterilirken herkes konuya yoğun ilgi duyuyor. Ama aradan zaman geçtikçe ne sorumlular hesap veriyor ne yeni felaketlerin önlenmesi için adımlar atılabiliyor ne de toplum devlet ve şirketlere baskı yapmak için üzerine düşeni yapıyor. Kısaca unutuluyor, STK ve aktivistler kampanyalarla halkın dikkatini çekerek yasal düzenlemeler için baskı yapmaya çalışmaya hep devam ediyor olsa da enkaz görüntülerinden uzaklaştıkça etki daralıyor. Markalar ise ucuz sömürü zincirlerini kaybetmek istememekle isimlerinin bir daha kirlenme riskini almamak arasında meseleyi sündürüyor, anlaşmalara ha bire ek maddeler, yıllarca süren müzakereler, pazarlıklar eklenerek konu bilerek uzatılıyor ki ne açıkça sömürüyle suçlanabilsinler ne de sömürüyü net olarak bırakacakları an gelsin. Ta ki bir sonraki felakete kadar. O zaman kamuoyunun gözünde yine sadece o felakette yaşanan trajedi reyting&tık alırken o felaket göz göre göre gelene kadar yıllar boyu yaşanmış sömürü ekranlarda kendine yer bulamıyor.

Kamuoyu, tüketici, ilgiden bahsederken küresel bir sömürü sisteminin sorumluluğunu bireye yüklemekten bahsetmiyorum, bu endüstrinin tüketicisi konumundaki bireyin endüstriye baskı uygulayarak uygulamaları düzeltme gücünden bahsediyorum. Giydiğimiz, aldığımız markaların yılda milyonlarca doları reklama harcayıp ürünlerini asgari ücretin altında çalışarak üreten insanların hayatlarını iyileştirmek için kullanmamaları, hatta bilinçli bir şekilde bu koşulların devam etmesi için çalışmaları (muhtemelen hukuk firmalarına da aynı milyonlar aktarılıyor) başımızı çeviremeyeceğimiz bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Bunun sorumluluğunu bireysel olarak taşımak zorunda olmasak da etik, adil olmayan markalardan giyindiğimizde bu sistemi desteklediğimizi, bu tercihin sorumluluğunu taşıdığımızı da görmezden gelemeyiz.