Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

10 yıl sonra Rana Plaza çöküşü

0

20 Nisan 2013’te Bangladeş Dakka’da tekstil üretim atölyelerinden oluşan 8 katlı Rana Plaza binasının çökmesiyle, çoğu kadın 1130’dan fazla işçi öldü ve binlercesi de yaralandı. Olay tarihe tekstil sektörünün en ölümcül kazası veya Rana Plaza Faciası olarak geçse de ne kaza ne facia, en doğru kelimenin katliam olduğunu düşünüyorum.

Rana Plaza binası çökmeden günler önce binada çatlaklar oluşmaya başlamıştı ve sesler geliyordu. İşçiler hayatlarından endişe ettikleri için binaya girmek istemiyordu fakat işten atılma tehdidiyle zorla binaya girmek zorunda bırakıldılar. Tamamen önlenebilir olduğu için buna kaza ya da facia (çok üzüntü veren acıklı olay) diyemeyiz. 1000 kişi göz göre göre öldürüldü, sorumluları insanlar ve sistemdi ve aradan geçen 10 yılda çok az şey değişti.

Bangladeş ve Hindistan gibi ucuz işgücünün yoğun olduğu ülkelerde tekstil işçilerinin maruz kaldığı çalışma koşulları ve Rana Plaza’nın çöküşüne giden yolu burada yazmıştım.

Bu “kaza” 19. yy başlarında olmadı, iletişim ve bilgi çağında, akıllı telefonlar, online kampanyalar çağında, gözümüzün önünde oldu. Çünkü bu yaşam ve çalışma koşulları endüstri dönüşümü tarihini anlatan kitaplarda değil şu anda gerçekleşiyor. Bütün bu bilgilere ulaşmak bu kadar kolay, yaşananlar göz önündeyken Rana Plaza ya da başka örnekleri “acıklı olay” olarak anmak ya da prezentabl kelimelerle yumuşatmak değil 10 yılda neler değiştiğinin ve değişmediğinin peşine düşmek görevimiz.

Bina çökmeden sistemin çürümüşlüğünü kabul etmek

Çöken Rana Plaza’nın enkaz görüntüleri haberleri doldururken, enkazda görülen büyük markaların logoları ve etiketleri tekstil üretiminin saklamaya çalıştığı gerçekleri ortaya döktü. Tekstil sektörünün durumu işçi mücadelesi ve insan hakları aktivistlerinin bildiği ama dünya kamuoyuna getirmenin çok zor olduğu bir konuydu, bu enkazla üzeri kapanamayacak bir şekilde görüntülenmiş oldu. Kapanamayacak şekilde dememin bir sebebi var; tekstil endüstrisinde üretim süreci, parlak, ışıltılı büyük markaların ürünlerini çok kötü koşullarda ucuza ürettirdiklerini gizlemek, takip edilemeyecek tedarik zincirleriyle kapatmak üzerine kurulu. Rana Plaza’daki atölyenin işvereninin işvereninin işvereni olan falanca marka; enkazda logoları ortaya çıkmasaydı sorumluluğu takip edilemeyecekti. Dolayısıyla birçok marka bina ilk çöktüğünde büyük bir özgüvenle yalan söylemeye koyularak o binada üretimlerinin olmadığını iddia etti.

Bir yandan gerçekten o binada üretimlerinin olduğunu bilmiyor da olabilirler çünkü zincirin yapısı gereği bu markalar zaten tam olarak hangi sweatshopta hangi işçinin sömürülmesine katkıda bulunduğunu bilmeyebilir. Ama şu bir gerçek ki Rana Plaza ya da X binası ya da Y ülkesi; markalar ürünlerinin ne koşullarda üretilerek o fiyata maledildiğini çok iyi biliyorlar. İlk reddedişin ardından, bina enkazında görülen etiketlerle de birçok markanın ipliği pazara çıktı.

Markalar olabilecek en ucuz ve hızlı üretim için üreticileri zorlar, üreticiler de bu ucuz maliyeti asgari yaşam koşullarının çok altında ücretler, çalışma saatleri ve koşullarıyla ihtiyacı olan işçileri yaşamları pahasına sömürerek karşılar. Daha ucuza üretim, daha kötü çalışma koşulları demek. Rana Plaza’ya işçilerin kovulma tehdidiyle sokulmalarının ardında da bu baskı vardı, her zamanki gibi yetiştirilmesi gereken büyük teslimatlar vardı ve gecikmenin maliyeti büyüktü. Moda markaları çürük bina, çalışma koşulu filan gibi onların sorunu olmayan şeylerle ilgilenmez, geciken teslimatın parasını ödemez ve işini onun koşullarını karşılayan başka bir atölyeye taşır. Bina çöktüğünde de sorumluluğu reddeder; ta ki enkazda logo ve etiketler görünene kadar. Rana Plaza’ya giden yol buydu ve maalesef 10 yılda endüstrinin değiştiğini söyleyemeyiz.

10 yılda tekstil sektöründe neler değişti?

Olması gereken değişimin gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Yıllarca süren davalar, bürokratik labirentler, şirket finansmanıyla yaratılmış sahte tartışmalar içinde gerçek sorumluların kaybedilmesi, cezalandırmadan gittikçe uzaklaşan, süründürerek unutturma amacıyla çalışan endüstri büyük değişiklikler yapmak zorunda kalmadan, alışkın olduğu biçimiyle var olmaya devam ediyor.

Rana Plaza bir günde gerçekleşmiş bir facia değil bir sistemin yalnızca bir sonucu, semptomuydu. Moda ve giyim endüstrisi az gelişmiş ülkelerindeki ucuz iş gücüne hâlâ aynı şekilde bakıyor. Accord Bangladeş Yangın ve Bina Güvenliği Anlaşması  Rana Plaza’dan sonra devreye girdi, kimi -zaten standart olması gereken- güvenlik önlemlerini zorunlu kıldı ve markaları olası davalardan korumaya yaradı. Buna rağmen aradan geçen 10 yılda şirketler Accord maddelerini esnetmek, uygulamamak, güncellemek için çok uğraştı ve hala da uğraşıyor. Üstelik az kalsın anlaşmanın ilk süresi sona erdiğinde Bangladeş hükümeti ve şirketlerin işbirliğinde güncellenmeyecekti, neyse ki güçlü bir aktivizm ve uluslararası kamuoyu ile yeniden imzalanması sağlandı.

Sektörün yön vereni, kuralları belirleyeni moda markaları, küresel şirketler ve hâlâ gücü elinde bulunduran endüstri bütün tercihlerini insanı veya dünyayı değil kârı önceleyerek yapıyor. Örneğin pandemi başladığında birçok moda markası bu az gelişmiş ülkelerdeki üretimlerini durdurdu ve bir anda ortada bıraktığı çoğu kadın olan bu işçilere hiçbir para ödemedi. Pandemi süresince aktivistlerce gündem yapılan Remake ve #PayUp kampanyası sayesinde bu durum kamuoyunda yer etti ve birçok marka ödeme yapmayı kabul etti.

Acının reytingi ya da günlük hayat aktivizmi

Bir felaketin hemen ardından kamuoyu ilgisi konuyla ilgiliyken, bina enkazından çıkarılan cesetlerle birlikte ağlayan insan görüntüleri televizyonda gösterilirken herkes konuya yoğun ilgi duyuyor. Ama aradan zaman geçtikçe ne sorumlular hesap veriyor ne yeni felaketlerin önlenmesi için adımlar atılabiliyor ne de toplum devlet ve şirketlere baskı yapmak için üzerine düşeni yapıyor. Kısaca unutuluyor, STK ve aktivistler kampanyalarla halkın dikkatini çekerek yasal düzenlemeler için baskı yapmaya çalışmaya hep devam ediyor olsa da enkaz görüntülerinden uzaklaştıkça etki daralıyor. Markalar ise ucuz sömürü zincirlerini kaybetmek istememekle isimlerinin bir daha kirlenme riskini almamak arasında meseleyi sündürüyor, anlaşmalara ha bire ek maddeler, yıllarca süren müzakereler, pazarlıklar eklenerek konu bilerek uzatılıyor ki ne açıkça sömürüyle suçlanabilsinler ne de sömürüyü net olarak bırakacakları an gelsin. Ta ki bir sonraki felakete kadar. O zaman kamuoyunun gözünde yine sadece o felakette yaşanan trajedi reyting&tık alırken o felaket göz göre göre gelene kadar yıllar boyu yaşanmış sömürü ekranlarda kendine yer bulamıyor.

Kamuoyu, tüketici, ilgiden bahsederken küresel bir sömürü sisteminin sorumluluğunu bireye yüklemekten bahsetmiyorum, bu endüstrinin tüketicisi konumundaki bireyin endüstriye baskı uygulayarak uygulamaları düzeltme gücünden bahsediyorum. Giydiğimiz, aldığımız markaların yılda milyonlarca doları reklama harcayıp ürünlerini asgari ücretin altında çalışarak üreten insanların hayatlarını iyileştirmek için kullanmamaları, hatta bilinçli bir şekilde bu koşulların devam etmesi için çalışmaları (muhtemelen hukuk firmalarına da aynı milyonlar aktarılıyor) başımızı çeviremeyeceğimiz bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Bunun sorumluluğunu bireysel olarak taşımak zorunda olmasak da etik, adil olmayan markalardan giyindiğimizde bu sistemi desteklediğimizi, bu tercihin sorumluluğunu taşıdığımızı da görmezden gelemeyiz.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.