1915 Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek neden zor ama önemli? – Murat Paker

Bu yıl, 2015, 1915’in 100. yıl dönümü. Bir asır geçmiş ve biz Türkiyeliler olarak hala 1915’te komşularımız / yurttaşlarımız olan Ermenilere ne olduğuna dair gereken yüzleşmeleri yapmış ve bu konuda ne toplum olarak kendi içimizde ne de 1915’te öldürülen Ermenilerin çocukları / torunlarıyla barışık bir noktaya gelebilmiş değiliz.

Son 20-25 yılda – öncesi ve sonrasıyla birlikte – 1915’te neler yaşandığına dair eskisiyle kıyas kabul etmeyecek derecede bilgi sahibi olduk ve olmaya devam ediyoruz. Dünyada bu konuda her hangi bir bilgi sıkıntısı yoktu zaten, ama Türkiye’de ve Türkçe’de 1990’ların başlarına kadar bu konu ya sessizlikle ya büyük ve sert bir inkârla ya büyük çarpıtmalarla geçiştirilmeye çalışılıyordu. Resmi ve egemen söylem buydu. Kitaplar / yayınlar bu yöndeydi. “Ermeniler abartıyor”du veya “esas onlar ihanet edip bizi kesmişti” veya “savaş koşullarında karşılıklı mukatele olmuş”tu. Yalancı olan Ermenilerdi.

70’li ve 80’li yıllarda “Ermeni davasını duyurmak üzere TC devlet görevlilerini cezalandırmak” gibi bir misyonla birçok kanlı terör eylemi yapan ASALA’nın varlığı da Türkiye toplumunun Ermeni alerjisini iyice kaşıyarak resmi söyleme inanmasını kolaylaştırmıştı.

1990’lardan itibaren Türkçe’deki bu inkâr duvarı, önce yavaş yavaş sonra giderek artan hızla, birçok Türkiyeli aydın tarafından kitaplarla, toplantılarla, medya programlarıyla çatlatılıp genişletildi. İnkâr duvarı halen yıkılmış değil ama epey enkazlaşmış olduğu söylenebilir. Artık bu toplumun çok daha fazla sayıda üyesi bu konuyla ilgili Türkçe ya da başka dillerde çok daha fazla sayıda kaynağa erişebiliyor ve meseleyi biraz araştıranlar neyin ne olduğunu çok zorlanmadan anlayabilecek durumdalar. Bu imkân tabii zihnini ve vicdanını Türk milliyetçiliği ile köreltmemiş olanlar için geçerli. Türkiye’de ise Türk milliyetçiliğinin bu köreltici etkisi toplumun büyük çoğunluğu için söz konusu. Dolayısıyla her tür bilgiye erişim mümkün artık ama erişmek ve eriştiğini anlamak isteyenler hala azınlık. Bu meseleye dair hala çok güçlü bir direnç de var. Neden?

‘Soykırım dediğin Nazilerin yaptığıdır’
Soykırım dendi mi ortalama bir Türkiyelinin tahayyül dünyasında bir tek Nazilerin yaptığı soykırım (Holokost) anlaşılıyor. İşin içinde ayrıntılı bir ırkçı ideoloji, sistematik bir devlet aygıtı, makine gibi çalışan kamplarda imha edilmiş tamamen masum ve çaresiz halklar veya halk kesimleri olması gerektiği düşünülüyor. Holokost, en çok işlenen, lafı edilen, filmi çekilen soykırım olduğu için bu bir dereceye kadar anlaşılır bir durum. Aynı zamanda Holokost, bütün şeytaniliği ortaya konarak net bir şekilde lanetlenmiş neredeyse tek soykırım. Dolayısıyla “1915 de soykırımdır” dendiğinde, ilk reflekslerden biri “biz Naziler kadar kötü değiliz / olamayız” oluyor. Zira Naziler tescilli lanetli, şeytani kötülük timsali olarak kodlanmış durumda. 1915’in de bir soykırım olma ihtimali, ortalama Türkiyeli için Nazilerle aynı kutuya konmak anlamına geliyor. “Tiksinç bir haksızlık” olarak algılanıyor.

Oysa 1951’de kabul edilen BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımı epey geniş ve esnek; 1915’in bu tanıma göre soykırım sayılmaması mümkün değil. Bu tanım çerçevesinde dünyada yüzlerce soykırım suçu işlendiği düşünülüyor ve bu soykırımların illa Holokost’un bütün özelliklerini barındırmaları hiç gerekmiyor.

BM’nin soykırım suç tanımı 1951 tarihli olduğu için, bu tarihten önce işlenen bu tür suçların hukuken soykırım olarak yargılanması mümkün görünmüyor (Holokost da soykırım olarak yargılanmamıştı); ama mecburen sert / katı standartları olan hukuk alanının dışına çıktığımızda, 1951’den önce vuku bulmuş olaylar da – eğer BM tanımına uygunsa – tarihsel, politik ve psikolojik açıdan soykırım olarak değerlendiriliyor.

‘Müslümanlar – Türkler soykırım yapmaz’
Egemen politik kültürümüzdeki tamamen boş laflardan biri de budur. Artık hangi kimlik daha ön planda görülüyorsa onu vurgulayarak, Müslümanların ya da Türklerin soykırımcı olamayacağı, manevi değerlerinin buna müsait olmadığı vurgulanır. Oysa sosyal bilim araştırmalarından biliriz ki hiçbir sosyal grup mutlak iyi veya mutlak kötü değildir.  Özellikle kendini dini ya da milli özellikler üzerinden tanımlayan neredeyse bütün sosyal grupların tehdit altında hissettiklerinde ve uygun koşullar bir araya geldiğinde düşmanlaştırdıkları öteki sosyal gruplara karşı gayet saldırganlaşabildiklerini biliriz. Ne Türkler ne Müslümanlar ne de başka dini ve milli sosyal gruplar, bu vahşi saldırganlık potansiyelinden azade değillerdir.

1915’in soykırım olarak kabul edilmesi Müslümanları / Türkleri soykırımcı yapmaz, çünkü soykırım (ya da etnik temizlik) suçu bireysel bir suçtur. Kim planlamışsa, emir vermişse, uygulamışsa, yardım etmişse, destek olmuşsa, nemalanmışsa suç sorumluluğu taşıyan failler onlardır. Olan bitene sessiz kalan seyircilerin ise hukuki olmasa da etik / vicdani sorumluluğu vardır. Sonra gelen kuşakların da haliyle hukuki bir sorumluluğu yoktur, cinayetleri onlar işlememiştir; onların sorumluluğu yine etik / vicdani bir sorumluluktur. Katile katil denebilecek midir, yoksa bizim milli / dini gruptan diye cinayet göz ardı edilecek, hatta kahramanlaştırılacak mıdır?

Bugün yaşayan Türkiyelilerin büyük çoğunluğu hala Türk milliyetçiliğinin şu ya da bu versiyonunun yörüngesinde salındığından 1915’in katilleriyle milli / dini bir özdeşim içinde olmaları gerekiyormuş gibi hissetmekte ve davranmaktadırlar. Soykırımı inkâr edip Türklüğü / Müslümanlığı temiz tutma niyetiyle yapıştıkları bu özdeşim, tam tersine sonuç vermekte ve dönüp aslında doğrudan sorumlu olmadıkları bir suçta onları suç ortağı bir konuma sokmaktadır. Katil, dedeniz bile olsa katildir ve cezasını çekmesi gerekir. Dedeniz katil diye siz de katil olmazsınız; ama dedenizin suçunu inkâr edip onu saklamaya kalkarsanız siz de suç ortağı olursunuz. Türkiye toplumuna sabırla suç ortağı olmak zorunda olmadığını, katil dedelerin yanında mağdurları koruyan ve suça direnen başka tür dedelerin de olduğunu, dede olarak onları da tercih edebileceğini anlatmak gerekmektedir.

‘Esas onlar ihanet edip bizi kesti’ veya ‘savaş koşullarında karşılıklı öldürmeler olmuş’
Birinci Dünya Savaşı sırasında silahlı kimi Ermeni örgütlerin Doğu Anadolu’da kimi yerlerde, özellikle 1915 Soykırımı sonrasında yoğunlaşmış biçimde misilleme olarak, Müslüman ahaliyi katlettikleri doğrudur. Bu katliamların da tabii ki savunulacak bir yanı olamaz ve kısmi / yerel etnik temizlik hamleleri olarak görülmeleri gerekir. Ancak 1915 Ermeni Soykırımı, bu tür şiddet hareketlerinden hem niteliksel hem de niceliksel olarak çok farklıdır. Yerel küçük grupların savaş bölgesindeki katliamlarından değil, merkezi Osmanlı hükümetinin aldığı kararlar ve koordinasyonuyla, savaş bölgesiyle ilgisi olmayan bölgeler dâhil bütün yurttan Ermenilerin, çoğunun öldürülmesi veya ölmesiyle sonuçlanacak bir şekilde, göçertilip yok edilmesi harekâtından söz ediyoruz. Dolayısıyla ortada iki eşit taraf eşzamanlı olarak birbirine katliam yapmış gibi bir durum yoktur. “İhanet edip katliamlar yapan kimi silahlı Ermeniler” var diye bütün Ermenileri hedef tahtasına koyamazsınız.

1915 Soykırımı, savaş koşullarını bahane ederek, Anadolu’nun etnik ve dini olarak homojenleştirilmesi derdi olan İttihat ve Terakki hükümetinin merkezi kliği tarafından gerçekleştirilmiştir.

‘Asıl amaç bizden toprak ve para almak’

1915’te yaşananlarla yüzleşmedeki en önemli zorluklardan biri, böylesi bir yüzleşmenin dönüp dolaşıp gelip Türkiye’den toprak ve tazminat talebine dayanacağı inancıdır. Kimi Ermeni aşırı-milliyetçileri dışında toprak talebinde bulunan da ve bu talebin ciddiye alınabilecek bir yanı da yoktur. Bu talep daha çok Türk milliyetçiliğinin kendi kitlesini korkutup konunun tartışılmasını engellemek için gündemde tuttuğu bir boş-taleptir.

Tazminat talebi ise gerçektir ve bu tür büyük yıkımlardan sonra yüzleşme / uzlaşma süreçlerinde bir şekilde ziyaret edilmesi gereken önemli bir ögedir. Bir asır sonra, 1915’te Ermenilerin kaybettiklerinin maddi karşılığını hesaplayabilmek de, hesaplanabilse bile ödeyebilmek de mümkün değildir. Dünya’daki örneklerde de tazminat bahsinin daha çok sembolik / kısıtlı maddi tazminat ve vurgulu manevi tamirat şeklinde gerçekleştiği görülmektedir. İyi düşünülmüş kapsamlı bir özür, ölenlerin çocuklarını ve torunlarını da kapsayacak bir şekilde yurttaşlık haklarının iadesi, sınırların açılması, silinmiş Ermeni izlerinin canlandırılması, Ermeniler dâhil bugün Türkiye’de yaşayan bütün azınlıklar üzerindeki tüm ayrımcılıklara son verilmesi ve tabii hepsinden önemlisi tarihsel hakikatler ve empatik duruş açısından tüm toplumun sistematik olarak eğitilmesi, manevi tamiratın önemli köşe taşları olarak savunulmalıdır.

Neden önemli?

1915 Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek, mağdurlara ve yakınlarına yönelik etik / vicdani sorumluluğumuz olmasının ötesinde, Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin önemli bir parçası olarak da gündemimizde olmalıdır.

Anadolu’nun Müslüman olmayanlardan arındırılması 1915 Ermeni Soykırımı ile başlamış, Cumhuriyet öncesi ve sonrasında Rumların temizlemesi ile devam etmiştir. Dünya Savaşı öncesi %20-25 olan Müslüman-olmayan nüfus, 1927’deki nüfus sayımında %2,5’a düşmüş durumdadır [Şimdi ise bu oran binde bir gibidir]. Müslüman olmayanların temizlenmesi yetmemiş, homojen ulus-devlet oluşturma derdiyle tüm Müslümanların da Türk sayılması / yapılması politikaları sık sık yoğun şiddete de başvurularak sürdürülmüştür.

Bugün geldiğimiz noktada, özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Türkiye sol / demokratik muhalefet hareketlerinin mücadeleleri sonucu,  bir tür “deli gömleği” olan bu tek tipçi sistemin Türkiye’ye uymadığı, etnik ve dini tek tipleştirmeye karşı mücadelenin demokrasi mücadelesinin temel hatlarından biri olduğu ortaya çıkmıştır. Şimdi önünüzde, bütün farklılıklarını eşdeğerlilik çerçevesinde kucaklayan demokratik bir zemin kurma görevi vardır. Bu zemini kurdukça 1915 Ermeni Soykırımı ile daha iyi yüzleşebileceğiz; 1915 ile yüzleşebildikçe bu zemini daha sağlam kurabileceğiz; zira bu devlet yapısının ve de egemen politik kültürümüzün harcında bol miktarda 1915’in kıyıcı ruhu yer alıyor.

 

Murat Paker – www.t24.com.tr

Ek not: Bu meseleye dair Türkiye’deki ilk büyük konferans 2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılacakken, devletlü ve milliyetçi tepkiler nedeniyle yapılamamış; konferansın ev sahipliğini o zor koşullarda İstanbul Bilgi Üniversitesi üstlenmişti. Bilgi’de çalışmaya henüz başlamış bir öğretim üyesi olarak, konuşmacıları arasında yer aldığım bu konferansın üniversitem tarafından akademik özgürlükler ve demokrasi adına sahiplenilmesini hep gurur verici buldum. On yıl sonra, soykırımın 100. yıldönümünde, benzer bir akademik konferansın sefer Bilgi’de yapılması engellenmiş durumda ve tarihin cilvesine bakın konferans bu sefer Boğaziçi’ne taşınmak zorunda kaldı.   Bilgi için talihsiz ve üzücü bir durum, Boğaziçi’ni ise tebrik etmek lazım. Bilgi’nin vicdanlı akademisyenlerinin önümüzdeki günlerde bu hatayı kısmen de olsa tamir edeceklerini umuyorum.

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR