Ana Sayfa Blog Sayfa 249

Siber korsanlar Birleşik Krallık nükleer atık şirketi RWM’yi hedef aldı

Birleşik Krallık‘ta siber korsanlar büyük bir yeraltı nükleer atık deposu inşa etmek için 50 milyar sterlinlik bir projenin arkasındaki şirketi hedef aldı.

Jeolojik Bertaraf Tesisi (GDF) projesinin arkasındaki şirket olan Radyoaktif Atık Yönetimi (RWM), bilgisayar korsanlarının LinkedIn’i kullanarak işletmeye sızma girişimlerinin başarısız olduğunu açıkladı.

RWM, geçen yıl Nükleer Atık Hizmetleri‘ni (NWS) oluşturmak üzere birleşen üç nükleer kuruluşun arkasındaki devlet kuruluşu.

Guardianın aktardığına göre, yeni kurum GDF projesini, Cumbria‘nın batısında uzun süredir faaliyet gösteren Düşük Seviyeli Atık Deposu‘nu ve atık yönetiminden sorumlu bir başka kurumu bir araya getirerek 175 yıl dayanması beklenen bir tesis geliştirdi.

Geçen yıl RWM’de meydana gelen “siber olayların” hiçbirinin “önemli bir etkisi” olmadığını söyleyen NWS’nin CEO’su Corhyn Parr, RWM’nin Companies House‘da açılan hesaplarında, birleşmeyle ilgili olarak “ağırlıklı olarak LinkedIn’i hedef alan belirli saldırı vektörleri aracılığıyla sahiplik değişikliğinin potansiyel istismarının örneklerini gördük” dedi.

Şirketten bir sözcü, “NWS, diğer birçok Birleşik Krallık işletmesi gibi, LinkedIn’in işletmemizde çalışan kişileri tanımlamak için bir kaynak olarak kullanıldığını gördü. Bu girişimler çok katmanlı savunma sistemimiz sayesinde tespit edilmiş ve engellenmiştir” açıklamasında bulundu.

Siber güvenlik uyarısı

Uzmanlar, sosyal medya sitelerinin bilgisayar korsanları tarafından çeşitli yollarla güvenlik mekanizmalarını aşmak için kullanıldığı konusunda uyarıda bulunuyor.

Bunlar arasında sahte işletme hesapları oluşturmak, bilgi toplamak ya da alıcıların kötü niyetli bağlantılara tıklamasını sağlamak için aldatıcı mesajlar göndermek ve diğer güvenli girişler için kullanıcıların kimlik bilgilerini doğrudan çalmaya çalışmak yer alıyor.

E-posta, telefon ve mesaj yoluyla yapılan saldırıları da içeren bu tür sosyal ağ mühendisliği, şirketlerden ve bireylerden hassas bilgiler elde etmek için bir geçit olabilir.

Şirket, yerel muhalefete rağmen toplulukları ikna etmeye uğraşıyor

Hükümet, ülkenin üksek radyoaktif nükleer atıklarını barındırmak üzere tasarlanmış bir yeraltı tünel ve mahzen ağı olan GDF projesi için bir yer bulma sürecinde.

Maliyetinin 20 milyar ila 53 milyar sterlin arasında olacağı tahmin edilen, Finlandiya ve Fransa‘daki benzer derin depo projelerini andıran projenin ilk atığını 2050’lerde alması bekleniyor.

Bu yılın başlarında Cumbria’daki Allerdale‘in jeolojik olarak tesis için uygun olmadığına karar verilmesiyle Cumbria’da iki ve Lincolnshire sahilinde bir saha daha kısa listede kalmıştı.

NWS, her bir sahayı inceleme ve yerel muhalefete rağmen toplulukları onaylamaya ikna etmeye çalışıyor.

Türkiye denizlerindeki köpekbalıkları son 50 yılda yüzde 90 azaldı

Türkiye‘nin denizlerindeki köpekbalıklarının popülasyonunda özellikle son 50 yılın verilerine göre, yüzde 90 oranında bir azalma olduğu tespit edildi.

Mersin Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi‘nden Prof. Dr. Deniz Ayas, “Köpek balıklarının ekosistemde çok önemli fonksiyonel görevleri vardır. Beslendiği diğer türlerin popülasyonunu dengede tutar. O anlamı ile Göksu deniz alanının köpek balıklarının korunması için yeniden gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi gerekir” dedi. 

Doğu Akdeniz köpekbalıkları için kıymetli

Araştırmalar, özellikle Doğu Akdeniz‘de bulunan Göksu Nehri‘nin denizle birleştiği bölgenin, köpek balıkları için önemli bir üreme ve beslenme alanı olduğunu gösteriyor.

Prof. Dr. Ayas şu bilgileri verdi: “Büyük köpek balıkları Akdeniz’de her zaman var. Bunlar özellikle Doğu Akdeniz’de, akarsuların denize bağlandığı alanları üreme, beslenme ve yavru bakım alanları olarak kullanıyor. Bunlardan bir tanesi de Göksu Nehri’nin deniz ile buluştuğu alandır. Burada yaptığımız çalışmalarda çok sayıda yavru köpek balığı tespit ettik. Buranın kum, sapan köpek balığı gibi çok sayıda türün beslenme, yavrulama, bakım ve üreme alanı olduğunu gördük.” 

Köpek balıklarının neslinin tehlike altında olmasının başlıca nedeni, balıkçılık faaliyetleri olarak gösteriliyor. Hayvanların çoğu kez yanlışlıkla yakalandığını ve bu sırada hayatını kaybettiğini belirten Prof. Dr. Ayas, “Türkiye’de köpek balığı tüketimi yaygın olmasa da, balıkçılık faaliyetleri nedeniyle köpek balığı popülasyonu kritik seviyelere düştü” diye konuştu. 

[14 Temmuz Köpekbalığı Farkındalık Günü] ‘Ege ve Marmara’da kıkırdaklı balıklar için umut artıyor’
Koruma altındaki büyük camgöz köpekbalığının sonu balıkçı ağları oldu

Prof. Dr. Ayas, köpek balıklarının korunması için acil eylem planlarının yapılması gerektiğini vurgulayarak şunları söyledi: “Köpek balıklarının üreme, beslenme ve yavru bakım alanlarının koruma altına alınması şart. Bu bölgeler, köpek balıkları için son sığınaklar olma özelliği taşıyor ve herhangi bir olumsuz etkileşim, türlerin neslinin devamını tehlikeye atabilir. Göksu Nehri gibi alanların, bu türler için ‘bayrak tür’ olarak değerlendirilip, kesin koruma statüsüne kavuşturulması gerekiyor. Köpek balıklarının ekosistemdeki fonksiyonları göz önüne alındığında, deniz ekosistemlerinin sağlığı için bu türlerin korunması hayati önem taşımaktadır.” 

Araştırma, Türkiye denizlerindeki köpek balığı popülasyonunun ciddi bir tehdit altında olduğunu ve bu durumun, deniz ekosistemlerinin genel sağlığı üzerinde de büyük etkiler yaratabileceğini açıkça gösteriyor.

Türkiye’de köpekbalıkları yaşıyor mu?

Türkiye’nin denizlerinde bulunan köpekbalığı türleri aslında oldukça çeşitli. Farklı kaynaklara göre Türkiye’de yaşayan köpekbalığı türlerinin sayısı 36 ile 48 arasında değişiyor. Türkiye kıyılarında görülen bazı köpekbalığı türleri şöyle sıralanabilir:

  • Büyük beyaz köpekbalığı (Carcharodon carcharias): Akdeniz’de bulunan dünyanın en büyük köpekbalığı türlerinden biridir.
  • Mavi köpekbalığı (Prionace glauca): Akdeniz’de yaygındır.
  • Küt burunlu camgöz (Dalatias licha): Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’de bulunur.
  • Yutucu köpekbalığı (Centrophorus uyato): Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’de yaşar.
  • Çekiç başlı köpekbalığı (Sphyrna zygaena): Akdeniz ve Karadeniz’de görülür.
  • Kemerli köpekbalığı (Rhinobatos rhinobatos): Akdeniz ve Karadeniz’de yaşar.
  • Domuz köpekbalığı (Mustelus mustelus): Akdeniz ve Karadeniz’de bulunur.

Bunların yanı sıra, Türkiye’nin denizlerinde ayrıca kaplan kum köpekbalığı (Carcharias taurus), siyah uçlu köpekbalığı (Carcharhinus limbatus), kum köpekbalığı (Carcharhinus plumbeus), sivriburun camgöz (Carcharhinus brevipinna), bakır köpekbalığı (Carcharhinus brachyurus), ve pamuk balığı (Prionace glauca) gibi türler de bulunuyor.

Bu köpekbalığı türlerinin her biri, Türkiye’nin deniz ekosistemleri için önemli bir rol oynuyor ve bu türlerin korunması deniz yaşamının sağlığı açısından hayati önem taşıyor. Türkiye kıyılarında köpekbalığı saldırıları nadir olsa da, özellikle Akdeniz’de bu riskin biraz daha yüksek olduğu; 1881-2019 yılları arasında Türkiye’de 10’dan fazla köpekbalığı saldırısı yaşandığı biliniyor, ancak ölüm vakaları oldukça az.

Mersin’in Akdeniz ilçesinde dün (1 Ocak) altı solungaçlı köpek balığı kıyıya vurmuştu. İhbar üzerine bölgeye yönlendirilen ekipler tarafından, halk arasında ‘boz camgöz‘ olarak da bilinen köpek balığının öldüğü belirlenmişti.

YSK açıkladı: Yerel seçimleri 36 parti girecek

31 Mart 2024 Pazar günü yapılacak Mahalli İdareler Seçimleri için seçim süreci başladı.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Ahmet Yener, yerel seçimlere 36 siyasi partinin  katılmaya hak kazandığını duyurdu. Yener, “31 Mart’ta gerçekleşecek olan yerel seçimlerin tüm siyasi partilerimize, seçmenlerimize hayırlı olmasını diliyorum.” dedi.

Bugün muhtarlık bölgesi askı listelerinin dökümüne başlanacak. Siyasi partiler aday adayı listelerini 31 Ocak’a kadar bildirecek, kesin aday listeleri 3 Mart’ta ilan edilecek.

Seçimin başlangıcından oy verme gününe kadar olan süreçteki iş ve işlemler, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından ilan edilen seçim takvimine göre yürütülecek.

Seçime katılma hakkını kazanan partiler şöyle:

  • Adalet Birlik Partisi
  • Adalet Partisi
  • Adalet ve Kalkınma Partisi
  • Anadolu Birliği Partisi
  • Anavatan Partisi
  • Aydınlık Demokrasi Partisi
  • Bağımsız Türkiye Partisi
  • Büyük Birlik Partisi
  • Büyük Türkiye Partisi
  • Cumhuriyet Halk Partisi
  • Demokrasi ve Atılım Partisi
  • Demokratik Sol Parti
  • Demokrat Parti
  • Emek Partisi
  • Gelecek Partisi
  • Genç Parti
  • Güç Birliği Partisi
  • Hak ve Özgürlükler Partisi
  • Halkın Kurtuluş Partisi
  • Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi
  • Hür Dava Partisi
  • İyi Parti
  • Memleket Partisi
  • Millet Partisi
  • Milliyetçi Hareket Partisi
  • Milli Yol Partisi
  • Saadet Partisi
  • Sol Parti
  • Türkiye İşçi Partisi
  • Türkiye Komünist Hareketi
  • Türkiye Komünist Partisi
  • Vatan Partisi
  • Yeniden Refah Partisi
  • Yenilik Partisi
  • Yeni Türkiye Partisi
  • Zafer Partisi 

Seçim süreci

Seçim takviminin diğer aşamaları şöyle:

10 Ocak: Partiler hangi seçim çevrelerinde, hangi usul ve esaslarla aday tespiti yapacaklarını mesai bitimine kadar bildirecek.

17 Ocak: Muhtarlık bölgesi askı listeleri ve tutuklular ile taksirli suçlardan hükümlülere ilişkin askı listeleri askıdan indirilecek. Buna ilişkin itirazlar sona erecek. Bu tarih, bina bazında seçmen kayıtlarının, YSK ve e-Devlet Kapısı’ndan sorgulanmasının son günü. Seyyar sandıklarda oy kullanabilmeleri için, hastalığı veya engeli sebebiyle yatağa bağımlı seçmenlerin başvurularının son günü.

27 Ocak: Siyasi partilerin birleşik oy pusulasındaki yerlerinin belirlenmesi için YSK tarafından kura çekilecek ve ilan edilecek.

31 Ocak: Siyasi partilerin aday adayı listelerini ilgili seçim kurullarına bildirmesinin son günü.

7 Şubat: Seçmen kütükleri kesinleştirilecek, seçmenlerin oy vereceği yer ve sandıkların belirlenmesine başlanacak.

11 Şubat: Seçmenlerin oy vereceği yer ve sandıkların belirlenmesi tamamlanacak.

20 Şubat: Siyasi parti ilçe başkanlıkları, belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği, il genel meclisi üyelikleri listelerini düzenleyerek saat 17.00’ye kadar teslim edecek. Bağımsız aday olacaklar da adaylık için en geç saat 17.00’ye kadar başvuru yapacak.

22 Şubat: Siyasi partilerin aday listesindeki eksiklikleri tamamlamalarının son günü.

23 Şubat: Geçici aday listeleri ilan edilecek.

29 Şubat: Seçmen bilgi kağıtlarının dökümüne ve dağıtımına başlanacak.

3 Mart: Kesin aday listeleri ilan edilecek.

4 Mart: Sandık kurullarının oluşum işlemleri tamamlanacak.

21 Mart: Seçim propagandası ve yasakları başlayacak.

24 Mart: Seçmen bilgi kağıtlarının seçmenlere dağıtımı tamamlanacak.

30 Mart: Seçim propagandasının sonu.

31 Mart: Oy verme günü.

 

İklim değişikliği ve mental sağlık ilişkisi: Doğrudan etkileyebilir mi?

İklim değişikliği ve mental sağlık arasındaki bağlantı üzerine odaklanan yeni araştırmalar, özellikle mevsimsel şartların değişiminin nasıl bir etki yarattığını gözler önüne seriyor.

Finlandiya’daki Doğu Finlandiya Üniversitesi‘nden Psikoloji Profesörü Marianna Virtanen ve Finlandiya Sağlık ve Refah Enstitüsü‘nden Araştırma Profesörü Timo Partonen tarafından yürütülen bir araştırmada, mevsimsel ışık seviyelerindeki değişiklikler ile zihinsel sağlık arasındaki ilişki incelendi.

Sonuçlar, özellikle ekim ve kasım aylarında depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları nedeniyle alınan hastalık izinlerinde belirgin bir artış olduğunu gösteriyor. Bu dönemde, hasta izinlerinin sayısı yaz aylarına kıyasla neredeyse iki katına çıkıyor ve erken sonbahara göre de yaklaşık dörtte bir oranında daha fazla.

Araştırmada ayrıca, bipolar bozukluk yaşayan bireylerin de mevsimsel değişimlerden etkilendiği belirtiliyor. Güneş ışığının bol olduğu ilkbahar ve yaz aylarında bu bozukluğa bağlı manik ataklar artarken, daha karanlık dönemlerde bipolar atakların seyri değişebiliyor.

iklim değişikliği ve mental sağlık

‘İklim değişikliği ve mental sağlık doğrudan bağlantılı’

Finlandiya Araştırma Konseyi tarafından finanse edilen bu araştırma, iklim değişikliği ile sağlık araştırma programının bir parçası olarak yürütüldü. Araştırmada, 12 yıl boyunca mental sağlık nedenleriyle alınan toplam 636,543 hastalık izni raporu incelendi.

Araştırmacılar, mevsimsel değişimlerin iş yerlerinde ve sağlık hizmetlerinde iş yüklerini özellikle sonbaharda artırabileceğini belirtiyorlar. Ayrıca, iklim değişikliği nedeniyle Finlandiya’da kışların daha karanlık, yazların daha parlak olması bekleniyor. Bu durum, kışın depresyon, anksiyete ve uyku bozukluklarının artmasına neden olabilirken, yazın bu sorunların azalmasına yol açabilir. Bipolar bozukluk durumunda ise, daha karanlık kışlar mani semptomlarını hafifletebilirken, daha parlak yazlar bunları şiddetlendirebilir.

‘Çevre ve İklim Değişikliği Programı için bütçeden ayrılan pay binde 121’
Kenya’da iklim değişikliği nedeniyle artan şiddetli yağışlar çevre felaketine yol açıyor

İklim değişikliği ve mental sağlık üzerindeki küresel etkileri

Finlandiya’daki bulguların yanı sıra, İngiltere‘de yapılan başka bir araştırma da iklim değişikliğinin dünya çapında milyonlarca insanın ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini ortaya koymuştu. Imperial College London tarafından yürütülen bu araştırmada, sıcak dalgalarının intihar vakalarını tetiklediği, sel, orman yangınları gibi aşırı hava koşullarının ise bireylerde travma oluşturduğu açıklanıyor. Gıda, ev ve yaşam alanına ilişkin güvensizliklerin stres ve depresyonla sonuçlandığı, geleceğe dair endişelerin ise özellikle gençlerin ruh sağlığında ciddi hasarlar yarattığı belirtiliyor.

Dr. Emma Lawrence ve ekibinden alınan bilgilere göre, bu tür doğal afetler ve iklim değişikliğine bağlı sorunlar, kişilerde travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete, depresyon ve intihar eğilimini artırabiliyor. Evini kaybetmek, tekrar eden sel riski altında yaşamak, bir aile bireyini orman yangınlarında kaybetmek veya geçim kaynağını kuraklık nedeniyle yitirmek gibi durumlar, kişide uzun süreli üzüntü ve travmaya yol açabilir.

İklim değişikliği ve mental sağlık üzerindeki etkileri “görünmeyen etki” olarak tanımlayan araştırmacılar, bu sorunların gelecekte daha fazla insanı etkileyerek ve eşitsizlikleri tetikleyerek daha da büyük bir sorun haline geleceğini vurguluyor. Araştırmacılar, iklim değişikliğiyle mücadelede atılacak adımların bu kısır döngüyü kırma potansiyeline sahip olduğunu ve bu mücadelenin yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de olumlu etkiler yaratabileceğini belirtiyor.

Japonya depremi: 30 can kaybı, 140’dan fazla sarsıntı

Yılbaşı günü Japonya‘yı vuran şiddetli bir depremin ardından en az 30 kişi hayatını kaybetti. Kurtarma ekipleri binaların devrildiği, yolların harap olduğu ve on binlerce evin elektriğinin kesildiği izole bölgelere ulaşmakta zorlandı.

Pazartesi günü (1 Ocak) öğleden sonra meydana gelen 7.6 büyüklüğündeki deprem ve ardından ülkenin batı kıyısını vuran tsunami dalgaları, bazı araçları ve evleri denize sürükledi.

Ülkenin dört bir yanından binlerce ordu personeli, itfaiyeci ve polis memuru Ishikawa vilayetindeki Noto yarımadasında depremden en çok etkilenen bölgeye sevk edildi.

Başbakan Fumio Kishida bugün yapılan acil afet toplantısında “Depremden etkilenenlerin aranması ve kurtarılması zamana karşı bir savaş” dedi.

Kishida, kurtarma ekiplerinin Noto yarımadasının kuzey ucuna ulaşmalarının yolların harap olması nedeniyle çok zor olduğunu ve helikopterle yapılan incelemelerde çok sayıda yangın ile binalarda ve altyapıda yaygın hasar tespit edildiğini söyledi.

Bölgeye yönelik birçok demiryolu hizmeti ve uçuş askıya alındı. Devlet televizyonu NHK, Noto havaalanının pist, terminal ve bağlantı yollarındaki hasar nedeniyle kapandığını ve 500 kişinin otoparktaki araçların içinde mahsur kaldığını bildirdi.

Fotoğraf : Kim Kyung-Hoon / Reuters

‘Beş bin haneli kasabadan bini yıkılmış olabilir’

Durumu felaket olarak nitelendiren Belediye Başkanı Masuhiro Izumiya‘ya göre, depremin merkez üssüne yakın beş bin haneli bir sahil kasabası olan Suzu‘da bin kadar ev yıkılmış olabilir.

Ishikawa vilayeti genelinde yetkililer şu ana kadar 30 kişinin öldüğünü teyit ederken, bunların yarısı yarımadanın uzak kuzey ucundaki bir başka ağır hasarlı şehir olan Wajima‘da yaşandı.

Japonya’nın yangın ve afet yönetim ajansı, itfaiyecilerin çeşitli şehirlerde yangınlarla mücadele ettiğini ve çöken binalarda mahsur kalan daha fazla insanı kurtarmaya çalıştığını söyledi.

Kyodo tarafından yayınlanan bu fotoğrafta 2 Ocak 2024’te Japonya’nın Ishikawa vilayetine bağlı Suzu’da tsunaminin harap ettiği liman görülüyor. Fotoğraf: Kyodo/ Reuters

140’tan fazla sarsıntı

Önümüzdeki günlerde daha güçlü sarsıntıların yaşanabileceği uyarısında bulunan Japonya Meteoroloji Ajansı‘na göre, depremin ilk vurduğu pazartesi gününden bu yana 140’tan fazla sarsıntı tespit edildi.

Ishikawa vilayetinde meydana gelen 7.6 büyüklüğündeki deprem, batı kıyısındaki bölgeler için tsunami uyarılarını tetikledi.

Ishikawa bölgesindeki Wajima şehrinde depremin ardından saat 16:21’de 1,2 metreden fazla tsunami gözlemlendi. Ishikawa bölgesindeki Kanazawa şehrinde 90 santimetre tsunami gözlemlendi.

Toyama vilayetindeki Toyama şehri 80 santimetrelik tsunami bildirdi. Yamagata bölgesinin Sakata şehrinde 80 santimetrelik tsunami gözlemlendi. Hokkaido‘daki Setana Limanı 60 santimetrelik bir tsunami bildirdi. Aynı vilayetteki Okushiri Adası‘nda 50 santimetrelik tsunami gözlemlendi.

Japon hükümeti pazartesi gecesi yaklaşık 100 bin kişiye evlerini boşaltma emri vererek onları acil durumlarda genellikle tahliye merkezi olarak kullanılan spor salonlarına ve okul spor salonlarına gönderdi.

Yetkililerin tsunami uyarılarını kaldırmasıyla salı günü pek çok kişi evlerine geri döndü.

33 bin hane elektriksiz

Ancak Hokuriku Electric Power‘ın web sitesine göre, sıcaklıkların donma noktasının altına düştüğü bir gecenin ardından salı günü Ishikawa vilayetinde yaklaşık 33 bin hane elektriksiz kaldı.

NHK’nın bildirdiğine göre, kuzeydeki Noto yarımadasındaki çoğu bölgede de su kaynağı yok.

Ishikawa vilayetindeki depremin şiddetinin 7.6 büyüklüğü, ülkenin batı kıyılarını on yıllardır vuran en güçlü deprem. Büyük şiddetteki depremler, Pasifik ve Kuzey Amerika tektonik plakalarının sınırı boyunca uzanan Japonya Çukuru‘na yakın olan doğu kıyısında daha yaygın.

1 Ocak 2024 tarihinde Japonya’nın Ishikawa vilayetine bağlı Wajima’da bir yerleşim bölgesinde meydana gelen depremin ardından çıkan yangın görülüyor. Fotoğraf: Kyodo / Reuters

Nükleer tesiste patlama ve yanık kokusu

Japonya Nükleer Düzenleme Kurumu ise Ishikawa bölgesindeki Shika nükleer santralinin iki numaralı reaktörünün güç trafosunun yakınında bir patlama olduğunu ve yanık kokusu çıktığını açıkladı.

Operatör, trafonun şu anda işlevsiz olduğunu söyledi.

Yetkililer ayrıca bir numaralı reaktördeki trafonun da petrol sızıntısı nedeniyle kullanılamadığını bildirdi.

Ancak santral operatörü, harici güç kaybı durumunda her iki reaktörün de acil durum dizel jeneratörü kullanılarak düzgün bir şekilde çalışabileceğini belirtiyor.

Deprem, Fukushima‘da nükleer erimeleri tetikleyen 2011 depremi ve tsunamisinden bu yana bazı yerel halkın şiddetli muhalefetiyle karşılaşan Japonya’nın nükleer endüstrisi için de hassas bir zamanda meydana geldi.

O felakette bütün kasabalar harap olmuş ve yaklaşık 20 bin kişi hayatını kaybetmişti.

Japonya geçtiğimiz hafta, 2011 tsunamisinden bu yana devre dışı olan dünyanın en büyük nükleer santrali Kashiwazaki-Kariwa‘ya uygulanan çalışma yasağını kaldırdı.

Nükleer Düzenleme Kurumu, Kansai Electric Power‘ın Fukui bölgesindeki Ohi ve Takahama santrallerindeki beş aktif reaktör de dahil olmak üzere Japon Denizi kıyısındaki nükleer santrallerde herhangi bir düzensizliğe rastlanmadığını açıkladı.

Hokuriku Electric’in merkez üssüne en yakın olan Shika santrali de  2011’den beri devre dışı. Daha önce reaktörü 2026 yılında yeniden çalıştırmayı umduğunu açıklayan şirket, pazartesi günkü sarsıntının ardından bazı elektrik kesintileri ve yağ sızıntıları olduğunu ancak radyasyon sızıntısı olmadığını söyledi.

Kyodo tarafından yayınlanan videodan alınan bu görüntüde, 1 Ocak 2024 tarihinde Japonya’nın Ishikawa vilayetine bağlı Wajima’daki bir yerleşim bölgesinde meydana gelen depremin ardından çıkan yangın görülüyor. Fotoğraf: Kyodo / Reuters

Rusya, Güney ve Kuzey Kore de tetikte

Güney Kore’deki hava durumu yetkilileri ülkenin doğu kesiminde tsunami gözlemlediklerini açıkladı.

Japon Denizi kıyısındaki Gangwon bölgesindeki bir şehirde 45 santimetrelik bir tsunami görüldüğünü ve 30 santimetrelik bir dalganın aynı bölgedeki başka bir şehre ulaştığı söyleniyor.

Yetkililer daha büyük dalgaların gelebileceğini ve daha uzun sürebileceğini söylüyor. Ülkenin devlet televizyonu, kıyı bölgelerindeki insanları daha yüksek yerlere tahliye etmeye çağırıyor.

Bu arada Rusya ve Kuzey Kore’deki yetkililer de bölge sakinlerini tetikte olmaya çağırıyor.

Dersim’de 4.2 büyüklüğünde deprem

Dersim‘in Pülümür ilçesinde 4.2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Depremin derinliği 8.7 km olarak kaydedildi.

Vali Bülent Tekbıyıkoğlu, depremin hemen ardından yaptığı açıklamada, saat 16.28’de gerçekleşen depremle ilgili olarak herhangi bir olumsuz ihbar alınmadığını, bölgede tarama çalışmalarının sürdüğünü belirtti.

Dersim’de deprem beklediğini sıkça ifade eden Yer Bilimci Prof. Dr. Naci Görür, son açıklamasında Erzincan-Karlıova arasında bulunan Yedisu fayının potansiyel bir deprem üretme tehlikesi taşıdığını vurgulamıştı.

Bu fayın son olarak 1790’ların sonlarında deprem ürettiğini, 250 senede bir deprem üretme potansiyeline sahip olduğunu ifade eden Görür, ”Özellikle Pülümür’ün olduğu yer. Erzincan-Karlıova arasını bekliyoruz. Bu fay deprem üretirse 7.4’e kadar çıkabilir. Tunceli’ye uzak değil. Batıdan da aktif bir fayla çevrilidir. Ovacık fayı, yavaş hareket ederek deprem üretiyor. Tunceli’nin hemen güneyinde Nazimiye fayı var. Dört taraftan fay ile çevrilidir. Yedisu fayı özellikle endişe konumundadır. Eli kulağında, şakası yok.” açıklamasında bulunmuştu.

Dün (31 Aralık) Hakkari‘nin Yüksekova ilçesinde  30 dakika içinde 4,4, 3,5 ve 4,5 büyüklüğünde üç deprem meydana gelmişti. Aynı bölgede saat 01.28 sıralarında meydana gelen 3,8 büyüklüğündeki depremin ardından 28 ev ve bir ahırda çatlaklar oluştuğu tespit edilmişti.

IEA: Altı yıl içinde satılan araçların yüzde 60’dan fazlası ‘elektrikli otomobil’ olacak

Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) son raporuna göre yenilenebilir enerji kaynaklarının oranı hızla artarken, elektrikli arabaların sayısı ve yaygınlığı da 2030 yılı sonuna kadar büyük bir artış gösterecek.

“Dünya Enerji Görünümü” raporuna göre, 2030 yılı sonuna kadar dünyadaki elektrikli otomobil sayısı 10 kat artacak. 2030 yılına gelindiğinde dünyada satılan araçların yüzde 60’ından fazlası elektrikli olacak.

Euronews‘in aktardığı IEA verilerine göre elektrikli araç sayısı son yıllarda hızla arttı. Elektrikli otomobil satışları 2022 yılında 10 milyonu aşarak 10,3 milyona ulaştı. 2021 yılında dünyada 6,5 milyon otomobil satılmıştı. Son analizlere göre 2023 yılında satılan elektrikli otomobil sayısı 13,9 milyona ulaşacak. 2020 yılındaki satış sayısı 3 milyonda kalmıştı. Böyle yıllık satış sayısı son üç yılda yüzde 363 oldu. 2024 yılında bu ivmenin yükselerek devam etmesi bekleniyor.

Yarısından fazlası Çin’de dört biri Avrupa’da satıldı

Elektrikli araba satışında Çin’in çok büyük bir üstünlüğü bulunuyor. 2022’de 10,3 milyon otomobilin 6 milyonu (yüzde 58) Çin’de satıldı. 2023’te de Çin’in yüzde 58 oranını koruyarak 8 milyona ulaşması bekleniyor.

Avrupa ülkelerinde de elektrikli araçların oranı artıyor. 2023 yılında dünyada satılan dört elektrikli otomobilden birisi (yüzde 24,5) Avrupa ülkelerinde satıldı.

Çin, Avrupa ve ABD dışında kalan ülkelerdeki elektrikli araba satışının payı sadece yüzde 6,5.

elektrikli otomobil
Fotoğraf: Michael Fousert / Unsplash

Bataryalı elektrikli otomobil satışı da artıyor

Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği (ACEA) verilerine göre 2022 yılında AB’de satılan otomobillerin yüzde 12,1’i bataryalı elektrikli idi.

İskandinav ülkelerinde de elektrikli otomobillerin payı rekor derecede yüksek. 2022’de Norveç’te satılan 100 otomobilden 79’u bataryalı elektrikli idi. İsveç ve İzlanda’da da bu oran yüzde 30’un üzerinde. Almanya’da bataryalı elektrikli otomobillerin payı 2022’de yüzde 18 olurken Fransa’da yüzde 13’te kaldı.

Yenilenebilir enerjide elektrikli araba ikilemi: Elektrik iyi ama ya kömür talebi!
BNEF analizi: 2025’te elektrikli araba satışı üç kattan fazla artacak

Türkiye geriden takip ediyor

Avrupa’da bataryalı elektrikli otomobil satış payının en düşük olduğu ülke ise Türkiye.

TÜİK’e göre 2022 yılında Türkiye’de trafiğe kaydı yapılan otomobiller içinde elektrikli araçların payı yüzde 1,4 oldu. Trafikteki toplam elektrikli otomobil sayısı ise Kasım 2023 itibarıyla 69 bin 914. 2022 sonunda bu sayı 14 bin 552 idi. TOGG başta olmak üzere diğer firmaların arz kapasitelerinin yükselmesiyle 2023 yılında elektrikli otomobil satışı rekor düzeyde arttı.

Türkiye’de trafiğe kaydı yapılan otomobiller içinde elektrikli araçların payı Ocak-Kasım 2023 döneminde yüzde 6,5 oldu. 

2030’a kadar neler olacak?

Hükümetlerin mevcut politikalarına dayanarak hazırlanan Dünya Enerji Görünümü raporuna göre, temiz enerji teknolojilerine destek artacak. Küresel kömür, petrol ve gaz talebi 2030’dan önce zirveye ulaşacak. İlk kez bir WEO raporundaki mevcut politikalara dayalı olan bir senaryoda fosil yakıt talebinin zirve yapacağı öngörülüyor.

Öngörüler şöyle:

  • Küresel enerji tedarikinde on yıllardır yüzde 80 seviyesinde kalan fosil yakıtların payı 2030 itibarıyla yüzde 73’e inecek.
  • Temiz enerji teknolojileri, 2030 itibarıyla dünya enerji sisteminde bugüne göre çok daha büyük bir rol oynayacak. Yollardaki elektrikli araçların sayısı 10 kat artarken, yenilenebilir enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı bugünkü yüzde 30 seviyesinden yüzde 50’ye yaklaşacak.
  • Yeni deniz üstü rüzgar enerjisi projelerine yeni kömür ve gaz santrallerinin üç katı yatırım yapılacak.
  • IEA raporuna göre, yenilenebilir enerji kaynakları 2030’a kadar oluşacak yeni elektrik üretim kapasitesinin yüzde 80’ini sağlayacak. Güneş enerjisi, tek başına bu büyümenin yarısını oluşturacak.
  • Elektrikli araç satış sayısının bu yıl dünya genelinde 14 milyon sınırına dayanması ve böylece satılan her 5 araçtan birinin elektrikli olması bekleniyor.
  • 2030 yılında ise dünyada satılan otomobiller içinde elektrikli otomobillerin payı yüzde 60’ı aşacak. 2030’da dünyadaki elektrikli otomobil stoğu 350 milyon civarında olacak.

[2023’ün ardından] Altıncı yok oluşu bilim ve akıl mı, içgüdü mü durdurur?

Umut, yaşadığımız dönemi ve koşulları gerçekte olduğundan daha güzelmiş gibi göstermekle yaratılamaz. Aksine, tehlikelere ve en kötü olasılıklara dikkat çekerek, insanın hareke geçmesine, mücadele etmesine çağrı yapılarak yaratılır. (Zülfü Livaneli)

*

Jeolog (jeofizikçi) ve paleontologlara (taşıl/fosil bilimcilere) göre 4,57 milyar yaşındaki dünyamızda bugüne kadar “Beş büyük kitlesel yok oluş” yaşandı

Bunlardan ilki birbirlerinden yüzbinlerce yıl arayla iki büyük zirve halinde, günümüzden yaklaşık 450-440 milyon yıl önce gerçekleşen Ordovisiyen-Silüriyen (ya da Geç Ordovisiyen) yok oluştu. Nedeni küresel soğuma ve yoğun buzullaşmaydı. Bu dönemde yaşamın büyük kısmı denizlerde olduğundan, bu yokoluş, tüm familyaların %27’sini, deniz canlısı cinslerinin %49-60’ını ve deniz canlısı türlerinin yaklaşık %85’ini ortadan kaldırdı ve bu, nesli tükenen cinslerin yüzdesi açısından bilinen en büyük ikinci yok oluş olarak kabul ediliyor. 

İkinci büyük yok oluş ise, 375 ila 355 milyon yıl önce gerçekleştiği düşünülen Geç Devoniyen yok oluş. Nedeninin deniz seviyelerinin bu dönemde sürekli olarak değişmesi; bunu tetikleyen sebebin ise, kara bitkilerinin bu dönemde karaların tamamını işgal etmeye başlaması ve atmosferdeki karbondioksitin büyük bir kısmını emmeleri olduğu açıklanıyor. Karbondioksit düzeyindeki bu hızlı düşüş, küresel soğumaya sebep oldu. Bu yok oluşta o dönemde var olan familyaların %19’u, tüm cinslerin %50’si, yani dönemdeki tüm türlerin %75’i yok oldu. Bu yok oluş neredeyse 20 milyon yıl sürdü ve aralıklı atımlar halinde gerçekleşti

Üçüncü ve nesli tükenen cinslerin yüzdesi açısından Dünya üzerindeki en büyük yok oluş olayı günümüzden 252 milyon yıl önce gerçekleşen Permiyen-Triyas yok oluşudur. Nedeninin büyük ölçüde yanardağlardan çıkan kükürt dioksit gazının yol açtığı asit yağmurlarının besin zincirini çökertmesi olduğu biliniyor. Ayrıca, lavların yeraltı kömür yataklarına sızıp ateşlemesi sonucu çıkan zehirli gazların da yok oluşta etken olduğu düşünülüyor. Bu yok oluşta, deniz canlıları familyalarının %53’ü, deniz cinslerinin %84’ü, denizlerdeki ve karalardaki tüm türlerin yüzde 96’sının yok olduğu belirlendi.  

Dördüncü büyük yok oluş, günümüzden yaklaşık 200 milyon yıl önceki Triyas-Jurasik yok oluşu olarak tanımlanıyor. Büyük volkanik patlamalar sonucunda oluşan bu yok oluşta, tüm familyaların yaklaşık %23’ü, tüm cinslerin %48’i (denizel familyaların %20’si ve denizel cinslerin %55’i) ve tüm türlerin %70 ila %75’i yok oldu.

Beşinci ve son büyük yok oluş, 65 ya da 66 milyon yıl önce olan Kretase-Paleojen (K-T) yok oluşudur. Bir asteroitin (ya da yaklaşık 10 kilometre çapındaki bolid tipi bir meteorun) dünyaya çarpması ile açıklanan bu yok oluşta yeryüzündeki tüm familyaların yaklaşık %17’si, tüm cinslerin %50’si ve tüm türlerin %75’i (kimi kaynaklarda %90’ı) yok oldu. Türlerin yarısı, bu arada kuşlar dışında dinozorların tümü ortadan kalkarak, meydanı bu kez memelilere bıraktı.

Yok oluşlardan sonra yaşamın geri gelmesinin görece çok hızlı olduğu biliniyor. Örneğin memelilerin %90’ı asteroit tarafından yok edildi; fakat canlı dünyası 300 bin yıl içinde toparlanarak; atlara, balinalara, yarasalara ve bizim primat atalarımıza evrimleşti. Kuşlar ve balıklar da benzer hızla toparlanarak yayıldı. Birçok organizma (yılanlar, ton balıkları ve kılıç balıkları, kelebekler ve karıncalar, çimenler, orkideler ve papatyalar) bu zamanlarda evrimleşti veya farklılaştı.

Permiyen-Triyas yok oluşu, memeli benzeri türlerini çok kötü etkilese de; bunun sonrasında sürüngenler yayılma fırsatı buldu. Triyas-Jurasik yok oluşta sürüngenler etkilenirken, hayatta kalan dinozorlar gezegene yayıldı ve farklılaştı. Bir kitlesel yok oluş dinozorların sonunu getirmiş olsa da, önceki yok oluş olmasa dinazorlar evrimleşemeyeceklerdi.

Altıncı yok oluşun sebebi ‘insan’ olacak

Anlaşılan, eğer son (beşinci) yok oluşta olduğu gibi dünyaya yeni bir asteroid vb. çarpmazsa; yok oluş öyle 100-200 yılda ya da birkaç günde gerçekleşmiyor. Bu kadar büyük ölçekli bir yok oluşun gerçekleşmesi için genelde on milyonlarca (yüzbinlerce) yıl süren küresel ve çok büyük bir veya üste üste birçok çevre felaketinin meydana gelmesi gerekiyor. Bu felaket o kadar şiddetli ve o kadar hızlı yaşanıyor ki, türler evrimleşemiyor ve çok sayıda tür, hatta bazen bütün familya, dünya üzerinde aynı anda ve hızla ortadan kayboluyor. 

Yani Altıncı Büyük yok oluşa daha çok var, ama bizim yeni yıl yazımız yaşam süremizle sınırlı küçük, minik yok oluşlarla ve gelecekte Altıncı Büyük yok oluşu durdurmakla ilgili. Zira ilk beş büyük yok oluşun aksine altıncı yok oluşun nedeni, canlı olmayan çevresel doğa olayları değil, başta insan olmak üzere canlı çevrelerin etkileşimi sonucu olacak.

Bilinen en eski Homo türü (Homo habilis) (yetenekli insan), 2.4-2.3 milyon yıl; Homo sapiens (bilge insan), 300 000 – 350 000 yıl önce ortaya çıktığına göre yok oluş birkaç insan kuşağının değil bütün insan türlerinin ortaya çıkış (evrim) süresinden çok çok uzun bir süre gerektiriyor. O halde daha önce kendi kendimizi yok etmezsek, Homo Sapiens’ler olarak ‘titreyip kendimize gelmemiz’ için epey zamanımız var.

En temel ulusal yok oluş nedenimiz Adnan Menderes (Demokrat Parti) döneminde Türkiye’nin Marshall Planı zokasını yutması ve soğuk savaş yıllarına denk gelen aynı yıllarda oluşturulan ABD’ni soğuk savaş politikasının oluşturduğu komünizm düşmanlığıdır.

İklim kriziyle yaban hayvanları kentleri terk ediyor: Dünyamız bir yok oluş krizi yaşıyor
Küresel ısınma, deniz ekosisteminde son 250 milyon yılın en büyük yok oluşuna sebep olabilir: Çare 1.5 derece

Bizim ‘minik’ yok oluşlarımız

Uzmanı olduğum halk sağlığında hastalıkların temel, ara ve son nedenleri bulunur. Bazen ara neden olmayabilir. Kanımca, ulusal ve bağlı olarak bireysel yok oluşumuzun da temel ve ara nedenleri olacaktır. 

Uzun uzun yazmanın anlamı yok, en temel ulusal yok oluş nedenimiz Adnan Menderes (Demokrat Parti) döneminde Türkiye’nin Marshall Planı zokasını yutması ve soğuk savaş yıllarına denk gelen aynı yıllarda oluşturulan ABD’nin soğuk savaş politikasının oluşturduğu komünizm düşmanlığıdır.

Bu düşmanlık Kürt İsyanlarından sonra ulusu ilk bölme girişimiydi. Bu dönem, emir komuta zinciri ve ABD onayı dışında yapılan ve getirdiği 1961 Anayasası ile önemli demokratik kazançlara yol açan 27 Mayıs Askeri Darbesi ile yaklaşık 21 yıl kesintiye uğratıldı. Bu ulusal rahatlama, emir-komuta zinciri (ve ABD onayı) ile yapılan 12 Eylül 1980 Darbesi’nin demokratik toplum katkısını dışlayarak yaptığı 1982 Anayasasına kadar sürdü. Dolayısıyla 12 Eylül’ü de, Marshall Planı kadar temel neden ya da temel nedenin devam eden alevlenmelerinden biri sayabiliriz. Bu darbe ile Marshall Planı ve komünist düşmanlığına Türk-İslam sentezi eklenerek hedef büyütülmüş oldu. Huzurlu Türkiye ormanına artık Amerika aslanı yerleşmiş ve yerli türleri yavaş yavaş yok etmeye, Araplaştırmaya başlamıştı.

2000’lerde yükselen yok oluş

Ulusal yok oluşumuza giden ara nedenler ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi ve AKP’nin iktidara gelmesiyle (2002) ile başlayan ve parlamenter sistemi değiştirerek kuvvetler ayrılığı ilkesini kaldıran ve bugünkü hukukun üstünlüğünü ve yargının bağımsızlığını temelinden bozan değişikliklere yol açan 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri sayılabilir.

Ara nedenlerden en önemlisi olan Büyük Orta Doğu Projesi eş başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti demek olan Türkiye Ormanının yok oluşunu hedefleyen Marshall Planı’ndan daha büyük bir hamle idi. Bu hamleye özellikle 2010 anayasa değişikliği için yapılan halkoylamasına “Yetmez ama evet” diyerek içinde Yeşillerin de olduğu bir bölüm sosyalistler de destek verdiler.

Neden muhalifler birleşemedi ve kazanamadılar?

Yukarıda söz ettiğim anayasal değişikliklerin sonuncunda ülkenin baskıcı tek adam yönetimine evrileceği besbelli iken siyasal ve toplumsal muhalefetin hataları (sarı sendikaların patlaması, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’nun büyük U dönüşü, ana muhalefet partisinin son üç Cumhurbaşkanı adayında (seçmenine rağmen) hatalı davranması, ana muhalefet partisinin (seçmenine rağmen) altılı masada dinci ve eski AKP’lilerin kurduğu Türkiye ormanını savunmayan (Saadet ve DEVA partileri hariç) dinci partiler ile işbirliği yapması; ana muhalefetin milletvekili adaylıklarında kendini kullandırması, İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (HEDEP-DEM) ve İYİ Parti’nin birçok bölgede seçime kendi milletvekili adayları ile girmesi; sine-i millet çözümünün hiç tartışılmaması vb.) Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde AKP ve ortağı MHP’nin zaferine yol açtı. Üstelik Covid-19 pandemisi, Kahramanmaraş Depremleri ve bunca hayat pahalılığına rağmen.

Peki, neden muhalifler birleşemedi ve kazanamadılar? Öncelikle eğitimsiz bir toplumda din temelli siyasete karşı laik siyasetin başarı kazanmasının pek mümkün olmadığını belirtmeliyim.

25 yaş ve üzeri nüfusun aldığı ortalama eğitim süresi 2011 yılında 7,3 yıl iken, 2022 yılında %26 artış göstererek 9,2 yıl oldu. Ortalama eğitim süresi 2022 yılı için kadınlarda 8,5 yıl, erkeklerde 10,0 yıl olarak gerçekleşti. Din (ve dinsel inanç) gelecekten umudu olmayan yoksullar başta olmak üzere toplumdaki herkesin bir gereksinimi. Bunlar ekolojik-sosyolojik nedenler.

“Dış güçler, bölücü terör örgütü vb. böyle istiyor” kalıbını “Onlar her zaman vardı” diye geçelim. Bunun dışındaki nedenleri muhalefetin beceriksizliği ile açıklıyorum. Evet, muhalefet ve iktidar eşit koşullarda yarışmadılar, ama seçimler öncesinde ana muhalefet partisi yönetim kadrolarını AKP kadar gençleştirdiğini kim ileri sürebilir?

Türkiye’de özellikle Cumhur ittifakı diye bilinen iktidar kanadının karşısındaki (seçimlerde oy kullanmayan ve geçersiz oy kullananlar yaklaşık 9,35 milyon seçmen (%15,39) dahil) parlamento dışı ve içi muhalefette algı bozukluğu, duygusal zeka kıtlığı ve en çok da gençlikten kopukluk bu sonucu doğurdu. Fikret Başkaya’nın “Paradigmanın İflası” kitabının önsözünde de belirttiği gibi, bu ülkenin sosyalist ve sosyal demokratları köktendincileri aratmayacak kadar tutucu ve bencil olduğu ortaya bir kere daha çıktı.

İklim aktivisti Samra Samer: Küresel yok oluş, felaket senaryosu değil, bilimsel gerçek
Altıncı kitlesel yok oluşun nasıl ilerlediğini görmek isteyenler; Marmara’ya bakmanız yeterli – Pelin Cengiz

Yok oluşa nasıl direneceğiz?

Eğer Türkiye ormanındaki birer canlı olarak biz insanlar da doğanın, ekolojik dengenin birer parçası isek, yaptıklarımız da doğal ve ekolojik sayılmalı. Başta belirttiğim gibi, değişim çok hızlı olunca türler evrimleşemezler ve yok olurlar. Yani değişime içgüdüsel (kalıtsal) cevapları gelişemez ve artık ekolojinin denge kuralı (ceylanlar azalınca bir yıl sonra aslanlar da azalır; aslanlar azalınca bir yıl sonra ceylanlar tekrar çoğalır vb. örneğindeki orman kanunu) burada işleyemez ve ulusun (ormandaki yaşam-devlet) eski dengesi yeni dengelere evrilir. 

Bu durumda elimizde sadece bilimin ve ekolojinin akıl yolu ile bu (minik) yok oluşa direnmek kalıyor. Bu direnişin koşulu ise dünyada ve ülkemizde yeterli (kritik) kütleye (kitleye) ulaşmak, ama bireyin aklı her zaman doğruyu yaptırmaz; onu eğitmek gerekir. Onun da yolu, emperyalist yabancı aslanların ve onların yerli işbirlikçilerinin (sırtlanlar, akbabalar vb.) biçimlendirdiği okul eğitimi dışında kendini eğitmek ve okul eğitimini, yaşamınızı vb. sorgulamaktır. 

Yer (kentsel-kırsal yaşanılan ülke ve coğrafi bölge), zaman (şimdi ve yakın-orta-uzun gelecekte yani hemen-birkaç yıl ve 10-20 yıl), kişi (cinsiyet, yaş vb.) özelliklerine göre göreceli olmakla birlikte yeni yılda Türk EYÇ’lerine (ekolojik-yeşil-çevrecilere) öğütlerimden bazıları şunlardır:

  • Yatmadan önce üç kulhuvallah, bir elham okur gibi, çevreciler: üç “Çevre ve Ekoloji”, bir “Sessiz Bahar”; yeşiller: üç “Yeşiller Partisinin Olmayan Tarihi”, bir “Yeşil Politika” ve ekolojistler üç “Özgürlüğün Ekolojisi”, bir “B’nin Hikayesi”’ni okusun. (Burası şaka idi, ama her şakada bir gerçek yok mu?)
  • Bu ve diğer kitapları alacak para mı var dediğinizi duyar gibiyim: günümüzde kitap okumak için halk kütüphanelerini ve kargo ücretlerinden kurtulmak için şehrinizdeki sahafları kullanın. Eğer elektronik ortamda kitap okuyabiliyorsanız da E-kitaplar basılı kitaplardan çok daha ucuz ve kargo ücreti yok.
  • Deprem fay (kırık) hatlarından uzak durun.
  • Kahramanmaraş depremlerinde Osmaniye’deki tek katlı ve bütün pencere parmaklıkları ve kapıları demirden olan evinden, tesadüfen bir duvarının yıkılması sayesinden çıkabilen biri olarak, fay hattındaki bir yerleşim yerinde oturuyorsanız, deprem olduğunda araba anahtarlarınızı ve mevsim soğuksa sizi ve ailenizi sıcak tutacak paltolarınızı, o telaşede almayı unutmayın ve kapınızın kenarında sürekli bir büyük çekiç bulundurun. Zira, şansınız var da eviniz tam yıkılmamış olsa bile evinizin ya da apartmanın kapısı sıkışabilir ve evden dışarıya çıkamaz, artçı depremlerin ve kurtarma takımlarının insafına kalırsınız.
  • İnsan yaşadığı evden ve kentten korkar mı? Güvenlik; toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi demek. Wikipedi ve başka kaynaklarda güvenlik çeşitleri içinde ‘yaşanılan eve karşı duyulan güvenlik’ başlığını görmedim. Wikipedi’nin Ev güvenliği başlığında: “hem bir mülke yerleştirilen güvenlik alarmı,  hem de bireylerin kişisel güvenlik uygulamalarını içerir” yazıyor. Kaynaklarda ve TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması’nın alt başlıklarında da yaşanılan evin deprem güvenliğine yönelik güvenlik sorusu yok. 

Sağlıklı kent nasıl olur?

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) veya benzeri bir örgütün nüfusu 600 binden daha kalabalık şehirlerin güvenlik sorunları olacağını söylediğini hatırlıyorum. DSÖ’nün güvenliğe bakışı daha bütüncü ve sağlığın “Sadece bedenen değil soyal ve ruhsal yönden tam iyilik hali” tanımıyla ve on bir başlık altında sıraladığı aşağıdaki “sağlıklı kent nitelikleri” ile uyumludur:

  • Yüksek kaliteli temiz ve güvenilir bir fiziksel çevre (iyi kaliteli konutlar dahil), 
  • Bugün dahi dengeli olan ve uzun erimde sürdürülebilecek doğal dengeleri koruyan ve sürdüren istikrarlı bir ekoloji sistemi,
  • Güçlü, karşılıklı destekleyici dayanışma içinde olan ve istismarcı olmayan bir toplum, 
  • Halkın kendi yaşamlarını, sağlığını ve refahını etkileyen kararlara katılım ve bu kararların denetimi, 
  • Temel ihtiyaçların (besin, su, barınma, gelir, güvenlik ve iş) tüm kentliler için sağlanması, 
  • Farklı iletişim, etkileşim ve iletim yollarının sağlanması ve farklı kaynaklara ve deneyimlere ulaşılabilirlik, 
  • Çeşitli, kapsamlı, canlı ve yenilikçi bir kent ekonomisi, 
  • Geçmişle, tarihsel ve biyolojik miras ile ve diğer grup ve bireyler ile bağlantının güçlendirilmesi, 
  • Yukarıda sözü edilen özelliklerle uyumlu olanları geliştiren bir tutum, 
  • En elverişli, en iyi ve en uygun düzeyde halk sağlığı ve herkesin ulaşabileceği sağlık hizmetleri, 
  • Sağlıklılığın en yüksek, hastalıklılığın en düşük düzeyde olduğu yüksek bir sağlık düzeyi.

En önemli ve büyük güvensizliğin evinize karşı duyacağınız güvensizlik olduğunu unutmayın. Bu yüzden de fay hatları üzerinde olmayan, 1999 Marmara depreminden sonra yapılmış binalarda oturun; miras yoluyla size kalsa da 1992 Erzincan Depremi öncesi yapılmış eski evlere güvenmeyin. Ben evimi 92’den sonra kendim (müteahhit olmadan) yaptırmıştım; ayakta kaldı, ama bütün kolonları patladığı için ağır hasar nedeniyle zorunlu yıktırıldı.

  • Evlenmeyin diyemem (evlilik gelecekteki bütün karar alma özgürlüklerinizi kısıtlar), ama çocuk yapmayın diyebilirim; zira kendilerini bekleyen çevre sorunları, bulaşıcı hastalıklar, savaşlar, doğal afet ve kazalar nedeniyle onların (yeni doğan ve hatta 20 yaş altı nüfusun) geleceğinin pek parlak olmadığını algılamak ve kabullenmek gerekir;
  • Belediyelerden ucuz arsa talep edin ve ekoköyleri yapı kooperatifi köylerde değil kentlere yakın kurun (köylerde toplumsal uyuşmazlık çıkabiliyor);
  • Araba sevdasından ve diğer kapitalist tüketim biçimlerinden (kahve çılgınlığı gibi) vazgeçin. Yerli malları ve yerli içki ve yemekleri yeğleyin.

Yok oluş
Fotoğraf: NASA/JPL-Caltech

Cümlelerimi, 1990 da Voyager-1 uzay aracı tarafından rekor uzaklıktan (6 milyar km) uzaktan çekilen dünyanın nokta gibi görülen ‘Soluk Mavi Nokta’ başlıklı fotoğrafını görünce Amerikalı gökbilimci ve astrobiyolog-yazar Carl Sagan’ın yazdığı şu destansı sözler ile bitiriyorum:

Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her ‘yüce önder’, her aziz ve günahkâr onun üzerinde – bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.

Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.

Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.

Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.

Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza. BU SAHİP OLDUĞUMUZ TEK ŞEY.”

İkizköylülerden yeni yıl mesajı: Akbelen’i madene vermeyeceğiz

İkizköylüler, 2024’e Akbelen Ormanı’nda girdi.

Muğla‘nın Milas ilçesine bağlı İkizköy‘de, dört yıldır Akbelen ormanlarındaki madene karşı mücadele veren köy sakinleri, doğalarını ve topraklarını koruma adına direnişlerini sürdürüyor.

İkizköy çevre komitesi sözcüsü Necla Işık, 2024’e girerken nöbet çadırında şunları söyledi:

”Bizler İkizköy’de, Akbelen’de tam dört senedir, Akbelen için İkizköy için dağımız, toprağımız taşımız, vatanımız için mücadele ediyoruz, direniyoruz, nöbet tutuyoruz. 2023’te canımızdan can gitse de kolumuzu bacağımızı kesseler de, Akbelen’i yıkıp yangın yerine çevirseler de biz bu topraklardan Akbelen’den de vazgeçmiyoruz.”

”İyiliğimizle, sevgimizle birbirimize duyduğumuz destek ve dayanışmayla yine burada nöbet alanında 2024’e saatler kala bir aradayız. Biz bu mücadeleyi bırakmadık, bırakmayacağız, vazgeçmeyeceğiz. Ne Akbelen’i ne de İkizköy’ü madene teslim etmeyeceğiz. Bu maden duruncaya kadar biz bu mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.”

Akbelen nöbet çadırında bir araya gelen köylüler, ”Her yer Akbelen her yer direniş” sloganları attı.

Ne olmuştu?

İkizköylüler ile çevre aktiviteleri, dört yıldır Akbelen’i korumak için mücadele ediyor. Ancak tüm tepkilere ve eylemlere rağmen 24 Temmuz’dan itibaren ormanda kesim, jandarma ekipleri ile TOMA’lar eşliğinde yapılmıştı.

Buna karşı çıkmak isteyen çevreciler ve bölge sakinleri, defalarca gözaltına alınmıştı. Ağaç kesimin önünü, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 28 Kasım 2020’de verdiği izin açmıştı.

Ormanın 740 dönümlük kısmını açık maden ocağına dahil eden iznin gerekçesi ise Yeniköy Kemerköy Termik Santrali’ne yakıt kaynağı sağlamak olarak gösterilmişti.

Ağaç kesimi, ülke çapında tepkilere neden olmuştu. TBMM Genel Kurulu‘nda muhalefetin bölgedeki ağaç kesiminin durdurulması için verdiği genel görüşme önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile reddedilmişti.

Akbelen’de mücadelenin sürdürüldüğü konteyner ve çadırlar ise 12 Eylül’de yetkili kurumlarca kaldırılmıştı.

[2023’ün ardından] Küresel ısınma önemli, ama başka çok önemli çevre sorunlarımız da var!

Sanayi devrimiyle başlayan, ancak asıl olarak 20’nci Yüzyıl’ın ortalarıyla birlikte daha da şiddetlenen ve daha yıkıcı olan sorumsuz ve dikkatsiz insan eylemleri, 2023 yılında da biyosferden atmosfere kadar Yerküre’nin ana bileşenlerine, biyomlara ve tüm yaşam alanlarına zarar verip bozmayı ve insanın bugünkü ve gelecek kuşaklarının yaşamlarını tehlikeye atmayı sürdürdü.

Yerküre’nin dinamik ve yaşayan bir gezegen olmasını sağlayan küresel iklim, biyosfer bütünlüğü ve biyojeokimyasal döngülerdeki bozulmalar da sürdü. Bu durum insanın Yerküreye, doğaya, yaşam alanlarına ve biyolojik çeşitliliğe olan sorumsuz, çıkarcı, sömürgeci ve yıkıcı bakışı sürdükçe, çok büyük bir olasılıkla 2024 yılında ve sonraki yıllarda da tüm şiddetiyle sürecek gibi görünüyor.

Yerküre Dokuz Gezegensel Sınırından Altısının Ötesinde (Earth Beyond Six of Nine Planetary Boundaries)” çalışmasına (Richardson, Steffen, Lucht ve ark., 2023) göre, Dünya’nın dokuz gezegensel sınırından altısı aşıldı. Yerküre’nin aşılan 6 sınırı şunlardan oluşuyor:

1- İklim değişikliği (artan CO2 birikimi, ışınımsal zorlama), 2- Biyosfer bütünlüğü (genetik, fonksiyonel), 3- Arazi sistem değişikliği (arazi kullanımı, arazi kullanımı değişikliği, ormansızlaşma, vb.), 4- Temiz su değişikliği (yeşil, mavi), 5- ‘İnsan kaynaklı’ Yeni varlıklar (sentetik organik kirleticiler, radyoaktif maddeler, genetiği değiştirilmiş organizmalar, nano materyaller ve/ya da mikro plastikler) ve 6- Biyojeokimyasal döngüler (potasyum, azot döngüsü).  Ayrıca okyanus asitlenmesi gezegenin sınırlarına yaklaşıyor.

Çağımızın en büyük çevre sorunları

Kötü yönetişim, ormansızlaşma ve biyolojik çeşitlilik kaybından gıda israfına ve hızlı modaya kadar yaşamımızın en büyük çevre sorunlarından bazılarını şöyle listeleyebiliriz:

“Kötü Yönetişim, İklim Değişikliği ve Küresel Isınma, Fosil Yakıt Kullanımı, Gıda Atıkları, Plastik Kirliliği, Ormansızlaşma, Hava Kirliliği, Buzulların Erimesi ve Deniz Seviyesinin Yükselmesi, Okyanus Asitlenmesi, Nüfus Artışı, Tarım, Gıda ve Su Güvensizliği, Yoksulluk ve Halk Sağlığı Sorunları, Hızlı Moda ve Tekstil Atıkları, Aşırı Avlanma, Arazi Bozulması ve Çölleşme, Genetik Modifikasyon, Toprağın Kirlenmesi, Atık Üretimi ve Bertarafı, Su Kirliliği, İçme Suyu Kirliliği, Kentsel Yayılma, Aşırı Avlanma, Asit Yağmuru, Ozon Tabakasının İncelmesi, Biyoçeşitlilik Kaybı, Azot Döngüsü, Doğal Kaynakların Tükenmesi, Ulaşım, Yağmur Ormanı Kaybı, Ekosistem Bozulması, Yenilenebilir Enerjiden Kaynaklanan Atıklar, Madencilik, Kobalt Madenciliği, Nükleer Atık, Nanopartiküller, Işık Kirliliği, Uzay Kirliliği, vb.”

Bu makalede, 2023 yılında etkili olan ve büyük olasılıkla yeni yılda (2024) da etkili olmayı sürdürmesini öngördüğüm çevre sorunlarından beşinin kısaca değerlendirilmesi amaçlandı.

İklim değişikliği ve Küresel Isınma

Atmosferdeki karbondioksit (CO2) birikimi Mayıs 2023 itibarıyla yaklaşık 420 ppm (milyon hacimde bir kısım) düzeylerine ve küresel sıcaklık artışı sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 1.2 °C düzeylerine ulaşmış durumda. Gezegenimizdeki CO2 seviyeleri en son 4 milyon yıl önce bugünkü kadar yüksek olmuştu. Artan sera gazı salımları, küresel sıcaklıklarda hızlı ve istikrarlı bir artışa yol açtı ve bu da tüm dünyada şiddetli hava olaylarına ve afetlere neden oldu. Şimdiye kadar kaydedilen en yıkıcı orman yangını mevsimlerinden bazılarını yaşayan Avustralya ve ABD’den, çekirgeler dünyanın bazı yerlerine akın ediyor. Afrika, Orta Doğu ve Asya‘da önemli ürün kayıpları yaşandı.

Copernicus İklim Değişikliği Merkezi’nin analizlerine göre; 2023 Temmuz ve Ağustos ayları ile 2023 yazı, küresel aletli gözlem kayıtlarındaki en sıcak temmuz ve ağustos ve en sıcak yaz mevsimi oldu. Son olarak, Kasım 2023, 14.22 °C’lik küresel ortalama yüzey hava sıcaklığıyla aletli gözlem kayıtlarındaki en sıcak kasım ayı oldu. Bu değer, kasım ayına ait 1991-2020 ortalamasından 0.85 °C daha yüksekti. Antarktika’da sıcaklıkların ilk kez 20 °C’nin üzerine çıktığı bir sıcak hava dalgasına sahne oldu. Ayrıca, 2023 yılı, çok büyük bir olasılıkla, 2016’daki küresel ortalama yıllık yüzey sıcaklığı rekorunu geçerek sanayi dönemine kıyasla aletli gözlem kayıtlarındaki en sıcak yıl olacak.

Kötü Yönetişim

Ekonomistler ve çevreciler yıllardır politika yapıcılara sera gazı salan insan ekinliklerinin bedellerini artırmaya çağırıyor. Örneğin, pazar ekonomisinden yana olan ve liberal ekonomiyi savunan çevreler, düşük karbon teknolojilerini düşük maliyetli inovasyonları teşvik edecek karbon vergileri yoluyla, ki bunun eksikliği en büyük piyasa başarısızlığını oluşturduğu düşünülüyor. Salımları yeterince hızlı ve etkili bir şekilde azaltmak için hükümetler, yalnızca düşük ya da sıfır (Güneş ve rüzgâr gibi) karbonlu enerji kaynaklarının maliyetlerini düşürmek amacıyla yeşil inovasyona ve dönüşüme yönelik finansmanı büyük ölçüde artırmakla kalmamalı, aynı zamanda diğer piyasa başarısızlıklarının her birini ele alan bir dizi başka politika da benimsemelidir.

Nicholas Stern gibi iktisatçılara göre iklim krizi çoklu piyasa başarısızlıklarının bir sonucudur. Daha 2006 yılında ekonomist Nicholas Stern ve arkadaşlarının hazırlamış olduğu “Küresel Isınmanın Ekonomisi Üzerine Stern İncelemesi (kısaca Stern Raporu) çalışmada, çok özetle, gelecek yüzyılın sonuna kadar potansiyel iklim değişikliği zararlarının, Dünya’daki kişi başına düşen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH) % 30’u kadar büyük olabileceği sonucuna varılmıştı. Stern grubu, çalışmalarında fosil yakıtların kullanımını caydırmak için karbon salımlarındaki yüksek vergiler de dahil olmak üzere, atmosferdeki sera gazı birikimini azaltmak için çeşitli katı önlemler önerdiler. Günümüzde böyle bir karbon vergisi, birçok ekonomist tarafından küresel ısınmayla savaşımın etkili bir aracı olarak benimsenen ve önerilen etkili bir politikadır.

Ulusal bir karbon vergisi şu anda Avrupa Birliği’ndeki (AB) çeşitli ülkeler, Kanada, Singapur, Japonya, Ukrayna ve Arjantin dahil olmak üzere dünya çapında 27 ülkede uygulanıyor. Ancak 2019 OECD Vergi Enerji Kullanımı raporuna göre, mevcut vergi yapıları, enerji kaynaklarının kirlilik profiliyle yeterince uyumlu değil. Örneğin OECD, elektrik endüstrisi için etkili olduğu kanıtlanmış olmasına rağmen, karbon vergilerinin kömür üretimi için yeterince sert olmadığını öne sürüyor.

Üstelik başka bir dünya savaşını önlemek için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler iklim kriziyle baş etmede etkili ve yeterli olamıyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Paris Antlaşması, küresel sıcaklık artışının 2030 yılına kadar 2°C’nin altında, ideal olarak da 1.5°C’de olması için ülkelerin sera gazı salımlarını önemli ölçüde azaltmaları gerektiğini söylemesine karşın, taraf olmak ve yükümlülükler (Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkılar – NDCler, vb.) gönüllüğe ve isteğe bağlıdır ve verilen sözlerin ve yükümlülüklerin tutulmamasının gerçek bir ceza karşılığı yoktur. Dahası, denkserlik ve ortak fakat farklı sorumluluklar gibi ilkeler, gelişmekte olan ülkelerin daha az salım salacak teknolojiler geliştirebilecekleri noktaya kadar kalkınmak için daha fazla salım salımına izin verildiği (ör. Çin, Hindistan, Rusya Federasyonu, Güney Kore, Türkiye vb.) tartışmalı bir konu olmayı sürdürüyor.

Biyoçeşitlilik Kaybı

Geçtiğimiz 50 yılda insan tüketiminde, nüfusta, küresel ticarette ve kentleşmede hızlı bir artış yaşandı ve bu da insanlığın doğal olarak Dünya kaynaklarını yenileyebileceğinden daha fazla kullanmasına yol açtı. Yeni sayılabilecek bir Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF, 2022) raporu, memelilerin, balıkların, kuşların, sürüngenlerin ve amfibilerin popülasyon büyüklüklerinin 1970 ile 2016 yılları arasında ortalama % 68 oranında bir düşüş yaşadığını gösteriyor. Rapor, gözlenen biyolojik çeşitlilik kaybını çeşitli etmenlerin yanı sıra asıl olarak arazi kullanımı değişikliklerine, özellikle de ormanlar, çayırlar ve mangrovlar gibi ekosistemlerin tarımsal sistemlere dönüştürülmesine bağlıyor. Pangolinler (pullu memeliler), köpekbalıkları ve denizatı gibi hayvanlar, yasa dışı yaban hayatı ticaretinden önemli ölçüde etkileniyor. Pangolinlerin nesli kritik düzeyde tehlike altında kabul ediliyor…

Günümüzde modern yaşamlarımız ve aşırı ve/ya da yanlış/verimsiz tüketim kalıplarımız gezegenin doğal kaynakları üzerinde baskı yaratıyor. Yaşayan Gezegen Raporu’na (WWF, 2022) göre, 1970 yılından bu yana gezegenimizdeki yaban hayatı popülasyonunun % 69’u arazi kullanımı değişikliği, aşırı hasat, habitat parçalanması, istilacı türler ve kirlilik nedeniyle kaybedildi. Topraklarımızın % 75’i temelden değiştirildi, okyanusların % 66’sı olumsuz etkilendi ve sulak alanların % 85’i kaybedildi. Yakın zamanda yapılan başka bir çalışmaysa, Yerküre’deki yaban hayatının altıncı kitlesel yok oluşunun hızlandığını gösterdi. Kara hayvanlarının 500’den fazla türü yok olmanın eşiğinde ve büyük olasılıkla 20 yıl içinde yok olmaları bekleniyor.

Tarım

Araştırmalar, küresel gıda sisteminin, CO2, metan (CH4) ve diazotmonoksit (N2O) gibi sera gazlarının insan kaynaklı salımlarının üçte birinden sorumlu olduğunu ve bunun % 30’unun hayvancılık ve balıkçılıktan kaynaklandığını gösteriyor. Bitkisel üretim, gübre kullanımı yoluyla N2O gibi sera gazlarının salınmasına neden olmaktadır. Tarım yalnızca çok büyük miktarda araziyi kaplamakla kalmıyor, aynı zamanda çok miktarda tatlı su tüketiyor. Bu da bu listedeki en büyük çevre sorunlarından bir diğeridir. Ekilebilir alanlar ve otlaklar Dünya kara yüzeyinin üçte birini kaplarken, sınırlı tatlı su kaynaklarının dörtte üçünü tüketiyorlar.

Bilim insanları ve çevreciler, var olan gıda sistemimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiği konusunda sürekli olarak uyarıyor. Bu kapsamda, daha bitki bazlı bir diyete geçiş, geleneksel tarım endüstrisinin karbon ayak izini önemli ölçüde azaltacaktır. Ayrıca, son yıllarda bazı ülkelerde yaygın bir biçimde bitkisel üretimde kullanılmaya başlanmış olan dikey tarımdan (öncelikle yapraklı yeşilliklere, örneğin roka, su teresi, pazı, fesleğen, dereotu ve maydanoz gibi) odaklanan) laboratuvarda yetiştirilen ete kadar uzanan teknolojik temelli yollar “tarımın geleceği” olarak övülmektedir. Ancak bu teknolojiler henüz küresel ölçekte uygulanabilir değildir. Bu nedenle, düşük teknolojili, geleneksel, kamucu ve toplum temelli tarım uygulamalarının önemli yararlarını unutmadan, paradigma değiştiren teknolojilerin gelişimini destekleyen, karma bir tarıma yönelik yaklaşımı benimsemeliyiz.

Gıda ve su güvenliği ya da güvensizliği

BM’nin kestirimlerine göre, 1950’de tahmini 2.5 milyar olan Dünya nüfusu, 2022 yılı Kasım ayı ortasında 8 milyara ulaştı. Dünya nüfusunun gelecek 30 yıl içinde yaklaşık 2 milyar kişi artması bekleniyor. Dahası Dünya nüfusunun bugünkü 8 milyardan 2050’de yaklaşık 9.7 milyara çıkması ve 2080’lerin ortasında 10.4 milyara ulaşması bekleniyor.

Artan nüfus beslenecek daha fazla insan anlamına geliyor. Ancak son yıllarda kaynak yoğun ve çevresel açıdan etkili gıdalara olan istemin artmasıyla birlikte beslenme tarzımız büyük ölçüde değişti. Modern beslenme alışkanlıkları gezegenin kaynaklarını zorluyor, küresel gıda güvenliğini tehlikeye atıyor ve küresel ısınmanın hızlanmasına katkıda bulunuyor. Artan hava sıcaklıkları, kuraklıklar ve sıcak hava dalgaları ve sürdürülemez tarım uygulamaları, su ve gıda güvensizliği tehdidinin artmasına ve günümüzün en büyük çevre sorunlarından biri haline gelmesine neden oldu. Küresel olarak, her yıl 68 milyar tondan fazla üst toprak, doğal olarak yenilenebileceğinden 100 kat daha hızlı bir oranda aşındırılıyor. Biyosit ve gübre yüklü toprak, su yollarına karışarak içme suyunu ve aşağı havza ve kodlardaki korunan alanları kirletiyor.

Günümüzde Dünya ölçeğinde 820 milyondan fazla insan yeterli gıda tüketemiyor. Yüzyılın ortasına kadar küresel nüfusun 9.7 milyar kişiye ulaşması beklenirken, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), küresel gıda talebinin 2050 yılına kadar % 70 artabileceğini öngörüyor.

Su güvenliği açısından, dünyadaki suyun yaklaşık % 3’ü tatlı sudur ve bunun yaklaşık üçte ikisi buzullarda saklıdır; başka bir şekilde kullanılmaya uygun değildir. Dünya ölçeğinde yaklaşık 1.1 milyar insan suya erişemiyor ve toplam 2.7 milyar kişi yılın en az bir ayında su kıtlığı yaşıyor.

Sonuç olarak; bugün acil çözümlenmesi gereken insan kaynaklı iklim değişikliği ve küresel ısınma, yaşam kürenin bozulması ve biyoçeşitlilik kaybı, arazi kullanımı, arazi kullanımı değişikliği ve ormansızlaşma, su ve gıda güvensizliği, açlık ve yoksulluk ve diğer yaşamsal çevre sorunları, büyük olasılıkla 2024 yılında da varlığını sürdürecek. Bu konularda ivedilikle küresel, bölgesel ve ulusal düzeylerde harekete geçilmediği, bağlantılı sorunların sosyal yanlarını dikkate alan adil, kamucu ve dayanışmacı bir yaklaşım hayat geçirilmediği sürece, çevresel sorunların pek çok coğrafyada yüz milyonlarca yetişkin ve çocuk üzerindeki uzun vadeli olumsuz etkileri devam edecektir.

İnternet Kaynakları

https://earth.org/the-biggest-environmental-problems-of-our-lifetime/

[2022’nin ardından] En önemli 12 çevre sorununa geniş açılı bir bakış

https://ecavo.com/top-environmental-problems/
https://www. worldwildlife.org/pages/living-planet-report-2022