Ana Sayfa Blog Sayfa 1773

62 kadın örgütünden açıklama: İfşa sürecinde geri adım atmayacağız

Leyla Salinger isimli sosyal medya kullanıcısının yazar Hasan Ali Toptaş’ın tacizlerini ifşa etmesiyle başlayan ve daha sonra pek çok kadının kendilerini taciz eden erkekleri ifşa ettiği sürece 62 kadın örgütünden destek geldi.

Yapılan ortak açıklamada ifşaları kabul ettikten sonra intihar eden yayınevi sahibi İbrahim Çolak’a da işaret edildi. Açıklamada şu ifadeler yer aldı:

Bunun üzerine arkadaşımız Leyla Salinger bu şahsın intiharının sorumlusuymuş gibi yüzlerce hesap tarafından hedef gösterildi. Hepimiz biliyoruz ki kadınlar tarafından tacize isyan hareketleri patriyarkal düzen tarafından her zaman bastırılmaya ve farklı yöntemlerle itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Bugün başlatılan bu linç kampanyası her kesimden kadının isyanı karşısında paniğe kapılan patriyarkanın isyanın sesini yükselten kadınlara ‘susacaksınız’ deme biçimidir.

‘Kendimizi suçlamayacağız’

Açıklamanın devamında, “Kadınlar, taciz varsa sorumlunun öncelikle tacizci ve beraberinde tacizciyle dayanışanlarla birlikte, failleri aklamak yönlü işleyen yargı pratiği olduğunu binlerce kez haykıracak, maruz bırakıldığımız tacizi yüksek sesle söylediğimiz için kendimizi suçlamayacak, bugün de bundan sonra da erkek şiddeti karşısında sessiz kalmayan her kadının yanında olacağız ve mücadelemizden asla geri adım atmayacağız” ifadelerine yer verildi.

 

‘Biz, bizlere yaptıklarının taciz olduğunu anlayıp kendimize bile söyleyemedik’ – Nazlı Karabıyıkoğlu

Ağustos 2018’de Türkiye’nin “bağımsız internet gazetesi” mottosuyla faaliyet gösteren T24 adlı haber sitesine bağlı kültür-sanat platformu K24’te “Türkiye yayıncılık sektöründe cinsel taciz ve zulüm” başlıklı bir metin yazdım. Bu yazıyla, uzun zamandır üzerine düşündüğüm #MeToo hareketini Türkiye’de, yayıncılık sektöründe başlatma isteğimi harekete geçirmiş bulundum.

Söz konusu yazıda faillerin isimlerini vermeye korkmuştum; çevremden aldığım çeşitli uyarılar da çekinmeme sebep olmuştu. Fakat daha önemlisi o yazıda yaşadıklarımın sadece bir kısmını anlatabilmiştim. Bunun temel sebebi yaşadıklarımı taciz olarak kabul etme süreçlerimin henüz tamamlanmamış oluşuydu. Şimdi, 2018’de bahsedemediğim bir husustan bahsetmeyi öncelikli buluyorum. Çocukluğum ve ergenliğim boyunca dış dünyanın bana neler yaptığını, hangi zararları hangi yollarla verdiğini görmeye başladığımda yirmilerimin başlarındaydım. Kendimi feminist olarak tanımlamayı bile bilmiyordum, yapabildiğim tek şey benliğimi ve bedenimi ezip geçen olguları ve olayları uzaktan izleyip kendi içimde isyan etmekti.

‘Ölü’ rol model kadınlar

Tam da böyle bir süreç içerisinde; algılamaya, öğrenmeye çalışırken yazdıklarımı dergilerde yayımlatmaya başlamamla beş-altı yaşlarından beri hayalini kurduğum tek mesleğe -yazarlığa- adım atmış oldum. Türkiye edebiyat camiasından -ki bu tamlama da çok sorunlu; çevre, dünya, yazan insanların oluşturduğu topluluk da denebilir o “camia”ya- insanlarla temas etmeye başladım. İlk temaslarım hep erkeklerleydi. Çünkü dergilerin editörleri, yayınevlerinin sahipleri onlardı; açıkçası gördüğümün ötesine dair bir fikrim de yoktu. Müthiş bir iştahla aldığım dergilerin, gazetelerin güncel kitap eklerinin bana “duayen, usta, sıra dışı yazar” başlıklarıyla pazarladığı her kim varsa onlara gıpta ediyordum; madem ben de iyi bir yazar olmak istiyordum, bir gün benim için de aynı ifadeleri kullanmalıydılar, ben de emek veriyordum, canımı dişime takıyordum.

Böylece yine çoğunluğu erkek olan yazarların başarıları her gün, her hafta, her ay bilinçaltıma kazındı. Kendime rol model almak istediğim diğer bütün kadınlar ölüydü; içimdeki yazma ateşini kiminle paylaşacaktım? Varlık’ın Yaşar Nabi Nayır ödülüne dosyamı hazırlarken etrafıma bakmış ve benim dışımda bütün “genç yazarlar”ın bir “usta”sı olduğunu fark etmiştim. Üstelik Enver Ercan diye biri vardı, güçlü biriydi; onun okuduğu metinlerin sahipleri bir yerlere geliyordu. Demek ki ben de artık camiadan birileriyle ilişkilenmeliydim. Bunu kendimden ve yazdıklarımdan ödün vermeden nasıl yapacağımı da pek bilmeden, “benden daha yetkin birinin” yazdıklarımı “onaylamasını” ve bana “cesaret vermesini” istiyordum. Varlık ödül töreninde bunu görmüştüm çünkü, o zamanlar küçük iskender’le Enver Ercan’ın yanında duranlar yazdıklarını rahatlıkla yayımlatabiliyorlardı. Kime gidebilirim, kime nasıl ulaşabilirim diye düşününce boy boy resimleri ve hakkında kurulan övgü cümleleriyle Hasan Ali Toptaş’la iletişim kurmaya karar vermiştim. Ona “Hasan’ım Ali” diyorlardı; çünkü o Anadolu’dan, taşradan geliyor ve yazdıklarını kişiliğiyle mükemmel kılıyordu. Candandı, mütevazıydı, babacandı, diğer burnu havada yazarların aksine genç bir yazarı hor görmez demişlerdi bana -kim dediydi hatırlamıyorum-. 23 yaşındaydım. Ya birinden aldım mail adresini ya da kendi sitesinden ulaştım; tam hatırlayamıyorum. Ona yazdıklarımı okumak ve yorum yapmak için vakti ve isteği olup olmadığını sordum. Kabul etti. Dünyalar benim olmuştu; demek ki gittiğim yol doğruydu, demek ki yazmak kurduğum bir çocukluk hayalinden ya da ailemin “hobi olarak yine yaparsın” diye kulağımı çektikleri bir hobiden ibaret değildi.

Fütursuz…

Usta-çırak ilişkisi olarak gördüğüm ilişkimiz böylece başlamış oldu. Birçok mail gönderdim ona, beni sevmesini ve saygı duymasını, takdir etmesini umarak; bana hiçbir yerde baskısı olmayan eski kitaplarını bile gönderdi. 2008-2009 civarıydı, o zamanlar MSN vardı, oradan yazışıyorduk arkadaşlarımızla. Hasan Ali Toptaş’la da orada yazışmaya başlamıştık. Çok uzun bir süre neredeyse her gün, saatler süren sohbetler ettik. Ben bu esnada İşletme Fakültesi’ni bitirmiş ve kurumsal bir şirkette işe girmiştim. Yazarlığı tam zamanlı bir meslek haline getirmek için önümde çok uzun bir yol vardı, ama işte Hasan Ali de vardı; yazdığıma değer veriyor ve bir gün hayallerime kavuşacağımı söylüyordu. Aramızdaki iletişimin değişip farklı bir tarza bürünmesinin hangi aşamada gerçekleştiğini tam olarak söylemek benim için zor. Aklımda kalıp beni bugünüme dek takip eden sözcükse yazarken kolay: “Fütursuz”. Hasan Ali yazdıklarımın da benim de fütursuz olduğumuzu söylüyordu hep. Yazdığım metinlerdeki fütursuzluğum ruhumun fütursuzluğundan ileri geliyordu. “Ben fütursuzum,” diye düşünüyordum. “Yazdıklarım fütursuz.”

Böyle başladı. Eryaman’da bir evi vardı; eşinin ve kızının yaşadığı eve yürüme mesafesinde bir “yazı evi”ydi burası -o Ankara’da ben İstanbul’daydım bu arada-. O yazı evine benimle konuşmak için “karısından kaçıp” gidiyordu. Ben ona hikayelerimi, metinlerimi anlatırken o bana uzun uzun eşiyle olan ilişkisini anlatmaya başlamıştı (Ben bu yazıda bu anlatımın ayrıntısına girmeyeceğim çünkü Hasan Ali Toptaş’ın eşi olarak onun yanında durmayı seçen bir kadına bunu yapamam). Yalnızdı, sevgiye özlem doluydu, çoğu zaman çaresizdi. İlk eşi de onu sevmemişti; “Yatak” öyküsünü bunu anlatmak için yazmıştı. Hassas ruhu yaralıydı, benden yardım bekliyordu. Bunları açıkça söylediği zamanlar da oldu, ama başlarda ima ediyordu ve ben yaralarıyla aslında neyi anlatmaya çalıştığını bilmeden ona yardım etmek için yanıp tutuşuyordum. Onun sohbetine, sözlerine, taleplerine yanıt vermezsem beni silip geçeceğini hissettiriyordu. Benim gençliğimde nefes alıyordu, buna benzer bir şey demişti, o nefesi kesersem nelere sebep olabileceğimi düşünemiyordum -ya kendine bir şey yaparsa, daha kötüsü ya bir daha yazamazsa?- Hem benim büyümem lazımdı; onun söylediği şeyler karşısında olgun ve anlayışlı olmam, onun kaçıp sığındığı köşesi olmam lazımdı.

Bir gece yine yazı evine gitmişti. Telefonda konuşuyorduk -MSN harici telefon konuşmalarımız da oldukça fazla ve uzun süreliydi-. Yalnızdı, yalnız bırakılmıştı. İçindeki şehvet onu yiyip bitiriyordu. “Sesini duyduğum an kalkıyor (…)[1],” dediğinde ne diyeceğimi bilememiştim. Ne denir buna? “İnce bir ip üstündeyim,” diye düşünmüştüm, “Ters bir şey söylersem beni siliverir -belki de yazmayı bırakır.” Edebiyatla arama bir penis girmişti. Bunu nasıl yönetecektim? “Sen tam bir yosmasın,” diyordu. “Ruhun da yazdıkların da fütursuz ve yosma.” Onun bunları söyleyişi, söyleyiş tarzı ve buyurganlığı, adeta bir yarı tanrı olarak davranması, henüz birçok açıdan kendini tamamlayamamış/gerçekleştirememiş ve bir nevi büyüyememiş benliğim üzerinde yıkıcı izler bırakmaya başlamıştı. Susuyor, konuyu öyküye, edebiyata ve yazıya getirmeye çalışıyordum. O, benim flörtöz, yosma, orospu bir ruhum olduğunu defalarca tekrarlarken, bana söylediği her şeyi ben “hak ettiğim” için taşımak zorunda kalıyordum.

‘Yaptığı şeyin farkındaydı’

Utanmazdım ben. Sesim çıktıkça -ben ne diyor olursam olayım- o şehvetinde boğuluyordu – söylediğim şeyin bir önemi yoktu. Ben geçiştirmeye, lafı metinlerime çevirmeye çalışıyordum. O eşini ne kadar da sevmediğini anlatırken ben yazdıklarımı ona yollamaya devam ediyordum. O zamanlar kameralı telefonlar yeni çıkmıştı sanırım. Görüntü çok net değildi elbet, bana attığı fotoğrafıysa asla unutmadım: koyu yeşil bordo ekoseli boxerının ön açıklığından görünen cinsel organının bir kısmı ve önündeki kabarıklık. “Bak,” demişti. “Yine sesini duyunca bu hale geldi. Bir gün Eryaman’a gelmelisin ve onunla ilgilenmelisin.” Belki de Hasan Ali’nin o güne kadar olan tecrübelerine göre onunla ilgilenmeliydim, ama bunu istemiyordum. Onunla ilgilenmeliydim, bunu istemiyordum ama bunu Hasan Ali’ye söyleyemiyordum. Söyleyemezdim. Yaptığı her şeyi farkında olarak yapan bir erkek karşısında henüz cinselliğin, toplumsal cinsiyetin, tacizin ne olduğunu bilmeyen bir çocuktum.

Ona itiraz edemedikçe ondan gelen sexting mesajları devam etti; telefon konuşmaları devam etti. Ona sohbetlerimizi bitirmek istediğimi söyleyemeye cesaret edemedim ama mesajlar ve telefon görüşmeleri o kadar ısrarlı bir hal aldı ki, o çocuk aklımla bile telefonlarını açmamaya, MSN’de çevrimiçi olmamaya başladım. Sonra bir gün bana uzun bir mail attı ve bana “küstüğünü” ve artık benimle konuşmak istemediğini söyledi. Sebebini sordum ona, söylemedi. Benim bu yarı tanrıya inancım böylece bitti.

Bugün 35 yaşındayım. Hasan Ali Toptaş’ın ruhumda açtığı yaralardan bu yana 12 yıla yakın zaman geçti. Bu 12 yılda Hasan Ali Toptaş’ın eylemlerini taciz olarak adlandırabilmem uzun zamanımı aldı. 2018’de yaşadıklarımın bir kısmını taciz olarak adlandırabilmiştim ama yukarıda da söylediğim gibi bunu yazamamıştım. Çünkü o Hasan Ali Toptaş’tı. Türkiye’nin Kafka’sıydı. Bense kumaşı yosmalıktan ibaret bir “çocuk ve kadın yazar”dım.

Pelin Buzluk’un kitabındaki Hasan Ali Toptaş ithafını kitabın baskısından silmemesinin yahut yeni baskılarda düzeltememesinin anlaşılamıyor oluşunu aklım almıyor. Pelin içinde kopan fırtınalara rağmen edebiyatta erkeğin iktidarının ve Hasan Ali’ye düzülen övgülerin altında ezilerek kaç gece kendini suçlayıp yaşadıklarının kendi hatası olduğuna inandırıldı. Kaç gece mahkemeler kurup kendini astı. Yalnız şunu söyleyeyim ki ne Pelin’i ne de beni bu şekilde çökertemez hiç kimse çünkü biz her gece zaten öldük. Bize saygı duymamız söylendi; biz Türkiyeli kadınlar ve yazarlar olarak “usta”ya saygı duymayı ekmek gibi, su gibi öğrendik; bacaklarımızı kapayıp oturmak ve gömleğimizin düğmelerini sımsıkı kapatıp kimsenin gözüne malzeme olmamak kadar iyi öğrendik.

‘Kanıtlar beynimize kazılı’

Biz Hasan Ali Toptaş’ın bizlere yaptıklarının taciz olduğunu anlayıp kendimize bile söyleyemedik; söylediğimizde gecelerce uyuyamadık ve kendimizi suçladık. Çünkü “usta” hatadan münezzehtir. “Bunu ben istedim” suçluluğuyla yanımıza hangi erkek yaklaştıysa boynumuzu eğip sustuk ve yaşadıklarımızdan ailemize ve arkadaşlarımıza bahsedemedik. Doğarken suçluyduk biz, kime neyi anlatabilirdik ki? Türkiyeli “erkek” ve “iktidara sahip” olmayan bir bireyin yaşadıklarını kamusal alanda anlatmasından önce, yaşadıklarını saldırı ve taciz olarak tasvir edip kendi içinde kabullenme sıkıntısı var; uzun zaman alan, inkarlarla ve kendini suçlamayla bazen belki de bir ömür süren sıkıntılar bunlar.

İfşada bulunan bir kimse, zaten kendisini yarı tanrı ilan etmiş bir erkeğin üzerine basıp yükseleceği bir kariyeri düşünecek durumda değildir çünkü ifşada bulunan bir kimse -hele ki ifşa edilen sektörün tanrılarındansa- Taksim Meydanı’nda kendini yakan bir insanın psikolojisine bürünmüştür. Hem ne kariyeri? Tek bir kitaptan kazanılan 3 bin lira, şanslıysa ayda en fazla birkaç platforma yazıp alacağı 300-500 liralık teliflerle kuracağı bir kariyerden mi bahsediyorsunuz? Hasan Ali Toptaş yaptıklarını çok iyi biliyor. İbrahim Çolak da biliyordu – ki o da taciz ettiği, insanlara yaşattıkları için değil, üstat olarak görüldüğü mütedeyyin çevreye rezil olduğunu düşündüğü için yaşamına son verdi. Onu kimse intihara sürüklemedi; o yüceltilmiş erkekliğinin artık devam edemeyeceği hayatının ve devam ettiremeyeceği pratiklerinin farkına vardı ve bir seçim yaptı. Özür dileyip iyi bir insan olmaya çabalayabilirdi, ama erkekliği buna izin vermedi.

Hasan Ali Toptaş edebiyat camiasında elde ettiği güçle kendine bir iktidar alanı oluşturmuş, benim dışımda birçok kadın üzerinde bu iktidarın pratiklerini uygulamış ve iktidarının tadını doya doya çıkarmış bir tacizcidir. “Kanıt göster, kanıt göster!” diye bağıran güruha söyleyebileceğim tek şey kanıtların 23 yaşındaki bir yazar adayıyla beraber beynimin içine kazındığıdır. Eğer ben Hasan Alilere rağmen hala yazmaya devam ediyorsam bu 23 yaşındaki o kadının, o çocuğun, Hasan Aligillerin taciz dolu her cümleye öyküyle, şiirle ve romanla cevap verme çabasındandır. Hukuksal süreçleri başlatabilirsiniz beyler, buyurun başlatın. Hatta lütfen başlatın.

İsimlerinizle listeler oluşturulduğunu görüyorsanız, isminizi gün aşırı arama motorlarında aratıyorsanız, uyuyamayın beyler; devam edin arayışınıza. Biz sizin cinsel organlarınızı, taşradan fışkırttığınız her şeye sinmiş meninizin kokusunu senelerdir sırtımızda taşıdık; her gün kadınların öldürüldüğü Türkiye’de katliamlara çare arayıp üzülmekten bize yaşattıklarınızı birbirimize söyleyip şikayet etmeyi bile kendimize çok gördük. Vakıflarda, yurtlarda çocuklar tecavüze uğradığında sizin sahte yazıklanışlarınızı bile sineye çekip aramızda bir dayanışma kurmaya çabaladık. Yaptıklarınızın kadınlarla sınırlı olmadığını biliyorum beyler, merhaba!

Yıllar boyunca suistimal ettiğiniz transları ve diğer LGBTIQ+ları da biliyorum. Savaş çığlığı atın, buyurun. Biz boyalarımızı çoktan sürdük. Biz boyalarımızı sizin bize yaptıklarınızın taciz olduğunu anladığımız an sürdük. Hasan Ali Toptaş iktidarından yararlanarak birçok genç kadını taciz etmiş bir tacizcidir. Suistimalin ve tacizin savunusu yoktur. Özür dilemeyi bile bilmeyen erkekliğinizle mücadele etmek, benim ve kız kardeşlerimin onurlu mücadelesidir. Açın davayı beyler, hukuk yazılıdır, ve her şey kayda geçer. Ve unutmayın ki, büyük değişim ve toplumsal dönüşümler insanların, tanrıların tanrı olmadıklarını anladıkları gün başlar. Korkmuyorum.

[1] Burada tabir erkeklik organının argo tabiridir orijinal söylemde.

(13.12.2020 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Hasan Ali Toptaş’ın röportajı yanında yayımlanmayan, kendisine ayrı bir linkte küçük bir yer bırakılmış metnin tamamıdır. Yazı ilk kez Çatlak Zemin‘de yayımlanmıştır.)

Paris İklim Anlaşması’nın bugünü

2015 Aralık ayında Paris İklim Anlaşması konusunda şunları yazmışım:

  • “Ülkelerin niyet beyanlarını topladığımızda da elde ettiğimiz sonuç 2 derecelik hedefi tutturmaktan çok uzak olduğumuzu ve herkes tüm beyanlarını yerine getirecek olsa bile artışın yaklaşık olarak 3 dereceyi bulacağını gösteriyor. Yani ülkelere “siz ne yapmak isterseniz söyleyin” dediğimizde verilen beyanlar bizi hedefe ulaştırmaktan ciddi şekilde uzak.
  • Ülkemiz, verdiği niyet beyanını %7 ekonomik büyümeye dayandırdı. Koyulan hedef ise 2030 yılında hiçbir şey yapmasak yapacağımız sera gazı salımından %21 azaltım sağlamaya çalışmak. Bu %21’lik azaltım için de dış yardıma ihtiyaç duyduğumuzu her vesile ile dile getirdik. Ancak, Dünya Bankası’nın geçmiş yılların performansı ve verilere dayanarak ülkemiz için öngördüğü büyüme sadece %3.5. Yani bazı yıllar arzuladığımız gibi %7 büyüyebiliriz ama yolda mutlaka ekonomik krizler olacaktır ve bu bizi hedeflenen %7’den çok daha düşük bir büyüme rakamına getirecektir. Bu arada devletimizin bu niyet beyanı hariç ortalama resmi büyüme beklentisinin %5-5.5 bandında olduğunu da belirtmek gerekir. Gerek Dünya Bankası’nın büyüme rakamlarını gerekse de Kalkınma Bakanlığının büyüme rakamlarını tutturacak olursak niyet beyanında belirtilen %21’lik azaltımı hiçbir şey yapmadan tutturacağımız ortadadır.
  • Diğer ülkelerin durumu bizim kadar kötü olmasa da pek çok ülkenin benzer şekilde davranmış olduğunu düşünecek olursak varılan anlaşmanın ne derece zayıf bir anlaşma olduğu ortadadır.”

Bugün söylenebilecek sözler de bunlardan farklı değildir. Christiana Figueres son kitabında görüşmelerin sonucunun bir başarı olduğunu söylese de ilk anda verilen taahhütlerin bizi 3.5 derecelik bir ısınmaya götüreceğini ve bu taahhütlerin mutlaka ilerleyen zamanda düzeltilerek 1.5 derece hedefiyle uyumlu hale getirilmesi gerektiğini belirtiyor. Yani Paris Anlaşması bağlamında daha baştan verilen taahhütlerin yeterli olmadığı ve geliştirilmeleri gerektiği ortadaydı. Ben o günkü yazımı şöyle bitirmişim:

Dünya liderleri üstlerine düşen görevi yerine getirerek bu anlaşmaya vardılar. Artık bizlere düşen bu anlaşmanın şartlarının yerine getirilmesi için gerekli takibi yapmaktır. Çünkü her ne kadar niyet beyanları bizi üç derece artışa doğru götürüyor olsa da bu niyet beyanlarına uyulmayacak olursa artış üç dereceden çok daha fazla olacaktır. Yazılmamış olsa da bu anlaşmada kabul edilen en önemli gerçeklik budur.

Bugün karşımıza çıkan gerçeklik tamamen budur. “Paris Anlaşması nasılsa var” diyerek çoğu ülkede aktivistler az da olsa rahatlama havasına girerek meydanı sadece Greta ve arkadaşlarına bıraktılar. Oysa yapılması gereken bu salımların adım adım takip edilerek bir sonra verilecek Niyet Beyanları’nın çok daha sıkı olmasını sağlamaktı.

Dün bir TV programına davetliydim. Benden önceki tanıtım haberinde “AB 2030 yılı için sera gazı salım hedefini %55 azaltım olarak onadı” dendi ve benim anladığım kadarıyla bunun önemli bir başarı olduğu ortaya konuldu. Oysa AB’nin 2030 hedefi zaten %55 indirimdi. Asıl beklenen bir sonraki Niyet Beyanı’nda bu hedefin %65 gibi daha iddialı bir seviyeye taşınmasıydı.

Yeşil Mutabakat 

AB, diğer ülkelerin bu konudaki sözlerini tutmamalarına dayanarak verdiği beyanı iyileştirmeyeceğini ortaya koydu. Yani bugün Paris Anlaşması’nın geldiği nokta yaklaşık 3.5 derecelik bir sıcaklık artışının kabulü noktasıdır. Bu da aslında iyimser bir beklentidir çünkü Paris Anlaşması kapsamında çoğu ülkenin sorumluluklarını yerine getirmediğini gören AB, şu anda kendisine görev olarak diğer ülkeleri de ticaret yolu ile hizaya sokmayı almış bu konuda geliştirdiği Yeşil Mutabakat’ı uygulamaya başlamıştır. Bu mutabakatın temel amacı AB ile ticaret yapan ülkelerin en azından Paris Anlaşması’ndan doğan yükümlülüklerini yerine getirmesidir.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından geçen ay online yapılan G20 Zirvesi’nde de Paris Anlaşması’na koyduğu şerhi tekrarladı; sera gazı salımı konusunda gelişmiş ve gelişmekte ülkeler arasında ayrım yapılmasını istedi. 

Ülkemiz ise son derece garip bir durumdadır. Biz, Paris Anlaşması’nı meclisten geçirip yürürlüğe sokmayan ama gene de şartlarına uyan tek ülkeyiz. Daha önce de söylediğim gibi bunun en önemli nedeni verdiğimiz Niyet Beyanı’nın son derece zayıf olmasıdır. Geçmişte olduğu gibi bugün de iklim değişikliği yokmuş gibi davranmaya devam etsek bile Paris Anlaşması’nın koşullarını yerine getirmiş oluyoruz. Elbette bu noktada durumumuzun garip olduğunu herkes kabul ediyor. İçinde para olmayan bir Yeşil İklim Fonu’ndan para almamız garanti olsun diye şartlarına zaten uyduğumuz bir anlaşmayı meclisten geçirmiyoruz.

Ama biz Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “ya tutarsa” kavramına inanan bir ülkeyiz. Ya uzak gelecekte bir gün gelişmiş ülkeler zaten bize vermekte oldukları fonları Yeşil İklim Fonu üzerinden vermeye karar verirlerse ve biz bu fonlardan faydalanamaz hale gelirsek? Bunun ihtimali gölün yoğurt tutması ihtimali ile yaklaşık aynı. Peki ya biz bu anlaşmayı meclisten geçirip makul bir karbon vergisi koymayı kabul etmedik diye ihracatımızın yarısını yaptığımız AB bizim mallarımızı gümrükte durdurup karbon vergisi almaya başlarsa? Bunun olması ihtimali de evde tenceredeki süte maya çaldığınızda ertesi güne yoğurt olmasına yakın. Birilerinin canı ciddi yandığı zaman da değişiklikler hızla gelecektir. İçiniz rahat olsun.

Gezegen, Paris Anlaşması’nın 5’inci yıldönümünde yayın hayatına başladı

Punto 24 Bağımsız Gazetecilik Derneği’nin girişimiyle hayata geçirilen iklim ve çevre platformu Gezegen, 12 Aralık’ta ilk webinar buluşmasıyla yayın hayatına başladı.

Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra, İstanbul Politika Merkezi’nin İklim Değişikliği Koordinatörü Ümit Şahin, gazeteci Pelin Cengiz ve iklim aktivistleri Selin Gören ile Baha Kesici’nin katıldığı webinarda Paris Anlaşması’nın 5’nci yıldönümününde anlaşmayı onaylamayan sadece yedi ülkeden biri olan Türkiye’nin iklim politikasının hal-i pürmelali ve eyleme geçebilmenin yolları tartışıldı.

Gelecek İçin Cumalar küresel gençlik hareketi üyelerinden Selin Gören, aktivistlerin dün düzenledikleri #hedef1buçuk kampanyasını anlattı. Türkiye’de ilk başta anlaşmanın meclisten geçmesini beklediklerini söyleyen Gören “Anlaşmanın getirdiği bütün basamaklarının güçlü bir şekilde uygulanmasını istiyoruz çünkü 2050’ye kadar karbon emisyonunu sıfırlamak için daha güçlü politikalara ihtiyaç olduğunu biliyoruz” dedi. Kesici de iklim krizinin gelecekteki etkilerinden en çok etkilenecek kuşak olduklarını ve bu nedenle hareketin gitgide genişlediğini söyleyerek “18 yaşındayım, sınava hazırlanıyorum. Arkadaşlarım soru çözerken ben burada etkinliğe katılıyorum. Siyasetçilerin bunu görmesi lâzım” diye konuştu ve ekledi: “Yarın oy verirken de seçimlerimizi buna göre yapacağız.”

Şahin: Türkiye’nin bahane üretmesine izin vermemeli

Şahin ise Kyoto Protokolü’nün başarısızlığının ardından Paris Anlaşması’yla yepyeni bir iklim rejimi kurulduğuna dikkat çekti. Hükümetlerin gelecek sene Glasgow’da yapılacak COP26 için daha güçlendirilmiş hedefler sunmalarının beklendiğini belirten Şahin, konuşmasında şunları vurguladı: “Türkiye G20 ülkeleri arasında anlaşmayı onaylamayan tek ülke. Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmamasının asıl nedeni aslında kendini emisyon azaltımına bağlamak istememesi. Bu, emisyonların yüzde 1.2’sinden sorumlu bir ülkenin yapma lüksü olmayan bir şey. Bizim talep etmemiz gereken ise Türkiye’nin bahane üretmeyerek sorumluluğuna sahip çıkması, iklim mücadelesinin bir an önce önünü açması.”

Gazeteci Pelin Cengiz ise karbon emisyonlarının azaltmak bırakıladursun, Türkiye’nin hâlâ milyonlarca liralık teşvik paketleriyle fosil yakıtlarla elektrik üreten termik santralların fonlandığını belirtti. Cengiz şunları söyledi

“Enerji sektörünün de küresel anlamda ve Türkiye’nin ekonomik parametrelerinden kaynaklı gelişmemesi, piyasaya ucuz krediler basılması suretiyle sürdürülebilirliği olmayan geçici bir ekonomi yaratılması da bir etken. Ancak ekonominin artık bu kadar enerji şirketlerini fonlayacak imkânı kalmadığını ve bu kadar enerjiye de ihtiyaç duymadığını görüyoruz.”

Madra: Medyanın rolü çok önemli

Etkinliğe katkı sunan Ömer Madra da iklim değişikliğinin kamuoyunda daha çok yer alması ve bilincin artmasında medyanın büyük sorumluluğu olduğunu söyledi. Paris Anlaşması’nın 5’inci yıldönümü gibi önemli kilometre taşına çok az mecrada yer verilmesine dikkat çeken Madra, medyanın iklim krizini aktarma, sesi yayma ve yükseltme ile denetleme konusunda çok ciddi bir rol oynadığını vurguladı.

İnternet sitesi henüz yapım aşamasında olan Gezegen, farklı alanlardan bileşenlerin bir araya geldiği bir platformun yanı sıra çevre ve iklim alanında özgün haberlerin de üretildiği bir mecra olmayı amaçlıyor. Gezegen’in bu ilk buluşmasının yayınına çok yakında YouTube üzerinden erişilebilecek. Çevrimiçi buluşma serisi farklı konuları merceğe alındığı yeni webinarlarla sürecek. 

Tacizle suçlanan Korhan Gümüş: Yanlış anlaşıldım, özür dilerim

Kadınların, kendilerini taciz eden erkekleri ifşa ettiği ve tüm dünyaya yayılan ‘Me Too’ hareketi, son günlerde Türkiye edebiyat dünyasındaki isimlere yönelik olarak  yeniden canlandı. Yazarlar, Hasan Ali Toptaş, Baro Abdo, Hüseyin Kıran ve İbrahim Çolak‘ın ardından Yeşil Gazete yazarı, mimar Korhan Gümüş de iki kadın tarafından tacizle suçlandı. 

Gümüş, suçlamalar karşısında, “Cinsel bir yönelimim olmadı, yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. Buna rağmen, böyle algılandığı için özür dilerim” dedi. 

Bir kamu kuruluşunda çalıştığı için adını vermek istemeyen ve sosyal medyada Nahi Degün mahlasını kullanan İ.T. adlı kadın, sosyal medya hesabından sekiz yıl önce gerçekleşen taciz olayını şöyle anlattı:  

Yeşil Gazete‘nin bir telefon görüşmesi yaptığı İ.T, Gümüş’ün Türkiye’ye yeni gelmiş ve sivil toplum alanında çalışan genç bir kadın olarak, kendisi üzerinde nüfuzunu, yarattığı imajı ve pozisyonunu kullandığını söyledi: 

“Çok gençtim ve bu taciz mi değil mi diye kafam karışıyordu. Benden en az 20 yaş büyüktü. Kendisine asla bir alan açmadım, tepkisiz kalarak suskunlaştım ama birlikte gezme ve Ada’daki evine gitmeyi teklif edince hemen ve panikle reddederek ondan uzaklaştım.”

Gümüş: Hep reddettiğim bir şeydi 

Korhan Gümüş ise taciz iddiasını reddederek, gazetemize şu açıklamayı yaptı: 

  • Bu kişi, konuşmacı olduğum bir panelden sonra yanıma geldi ve tanıştık.
  • Sonradan birkaç kere görüştük. Sempatik, canlı, konuştuğumuz konuları farklı açılardan değerlendiren bir kişiydi. Onun bu farklı bakış açılarını çok değerli buldum, bunu da ifade ettim.
  • Ancak cinsellikle ilgili bir yakınlık aklımdan geçmedi. Böyle bir teklifi, beklentiyi de kendisine bir saygısızlık olarak değerlendiririm.
  • Cihangir Kahvesi’ndeki son görüşmemizde, ayrılırken “hoşça kal” anlamında yanağına dokundum. Bir samimiyet ifadesi olarak ve çok nadir yaptığım bir şeydir.
  • Buna rağmen başka şekilde anlaşıldıysa, bu şekilde etkilenmiş olduğundan ya da algılamasından dolayı kendisinden özür dilerim.” 

Gümüş, tacize maruz kalan kadınların “ifşa” hareketini takdir ettiğini ve desteklediğini de belirterek şu ifadeleri kullandı:

“Sınırı aşan bir davranış olarak algılandıysa, bu kişi haklıdır. Burada yalnızca kendimi savunmaya geçerek ya da özür dileyerek bu sorumluluktan kurtulamam.  Benim yüzleşmem gereken konular var. Bu süreci kendi sorumluluklarım açısından değerlendirmeye çalışmamam  çok önemli bir eksiklik olarak kalır. 

Yaptığım hatalardan biri örneğin bu kişinin bu şekilde etkilendiğini anlayabilecek bir durumda olduğum halde, onarmak için çaba göstermememdir. Bunun ısrar şeklinde algılanabileceğinden çekinmiş olduğum için bir düzeltme yapamadım.  Bu nedenle yalnızca kendisinden özür dilememin yeterli olmayacağını, bu süreci kendi sorumluluklarım, yaşadıklarım açısından değerlendirmem gerektiğini düşünüyorum.

Yüzleşme için yaptığı açıklamayı doğru buluyorum. Başka çare olmadığına göre haklıdır.  Ben kendisine cinsellikle ilgili bir teklifte bulunmadığım halde onun bu şekilde algılaması önemlidir.”  

İ.T’nin ardından, sosyal medyada Sofia mahlasını kullanan bir kadın daha Gümüş’le ilgili taciz iddiasını dillendirdi: 

Yeşil Gazete, bu gelişmelerin ardından, ‘kadının beyanı esastır’ ilkesinden hareketle, yazar Korhan Gümüş’le olan ilişkisini kesme kararı aldı. 

Ne olmuştu? 

Edebiyat dünyasını sarsan taciz ifşalarının ardından, suçlamayı kabul eden Hasan Ali Toptaş, bir özür metni yayınlamış, ancak bu metin de eleştirilere uğramıştı. Toptaş’a verilen Mersin Kenti Edebiyat Ödülü geri çekildi, kitaplarını yayımlayan Everest Yayınları yazarla yollarını ayırdı. 

Yazar Bora Abdo tarafından tacize maruz bırakıldığını söyleyen kadınların anlatımı üzerine,  İletişim Yayınları da yazarla yollarını ayırdıklarını duyurdu. Yazar-şair Hüseyin Kıran ise kadınların ifşasını kabul etmedi ve özür dilemeyeceğini söyledi.

İfşa edilenler arasında bulunan yazar, İhtiyar Kitabevi‘nin sahibi İbrahim Çolak ise tacizi kabul etti ve intihar etti. Çolak, intiharının öncesinde sosyal medyadan şu paylaşımı yaptı: 

 

Baha Kesici: Türkiye’nin iklim krizindeki payı reddedilemez

Baha Kesici 18 yaşında bir iklim aktivisti. Dünyanın dört bir yanındaki gençler gibi o da iklim değişikliği ve liderlerin buna karşı sessizliği konusundaki kaygılarını eyleme dökmüş durumda.  Bilecik’de yaşıyor ve Gelecek için Cumalar (Fridays for Future) hareketinin bir parçası.

11 Aralık’ta ise Paris Anlaşması’nın yıldönümü için “Hedef 1 Buçuk” sloganıyla düzenlenen iklim grevlerinde yer aldı. Biz de onunla kendi aktivizm hikayesini, gezegenin endüstri öncesine göre ısınmasının bir buçuk dereceyle sınırlı kalması talebinin ne anlama geldiğini ve gelecek konusundaki kaygılarını ve beklentilerini konuştuk.

İklim aktivisti olmaya nasıl karar verdin?

Gezegenimizin birçok anlamda kötüye gittiği aşikâr. Çeşitli problemler ve onların çözümü için harekete geçen gruplar var. En mutlak surette bütün bu problemleri anlamsızlaştıracak olan iklim değişikliğinin ne kadar gerçek olduğunu fark edince, ‘ben de bir şey yapmalıyım’, dedim.

‘Amacımız bilimin sesinin daha gür çıkması’

 11 Aralık’ta #hedef1buçuk diyerek bir kampanya yürüttünüz. 1,5 derece neden önemli?

Neden bu kadar önemli olduğunu bir bilim insanı kadar iyi açıklayabileceğimi sanmıyorum. Sonuçta iklim aktivizminin asıl amacı da bilimin sesinin daha gür çıkmasını sağlamaktır. Bu yüzden bu konuda bir araştırmam olduğunu söyleyemem. Bilim insanlarının dediğine göre 1,5 derece dünyamızın geleceği için bir sınır.

Bu sınır 2 derece olarak belirlenmişti ancak son IPCC raporları gösteriyor ki hedefimiz 1,5 derece olmalı. İklim değişikliğinin sonuçlarını zaten yakinen yaşamaktayız. Bunların misliyle artması söz konusu. 1,5 derece bunların yaşanmaması için koyulmuş bir hedef.

Paris Anlaşması imzalandığından bu yana sence neler oldu? Başarılı bir politika yürütülebildi mi?

Paris İklim Anlaşması’nın beşinci yıldönümü. İmzalayıp, onaylamadığımız anlaşmanın üstünden beş yıl geçti. Peki ne oldu bu 5 yılda? Dünyanın en sıcak yılları geçti, en sıcak Kasım ayından yeni çıktık. En sıcak Aralığı yaşıyor niye olmayalım?

Kuraklıklar arttı. Verimli tarım arazilerimize haftalarca yağmur yağmadı. Çiftçilerimiz yeraltı suyu kaynaklarına yönelince tarlalarının ortasında dev obruklar açıldı. Aşırı hava olaylarında binlerce kişi öldü, milyonlarcası göç etti.

Erittiğimiz buzulların altındaki ve yok ettiğimiz ormanlarda saklı olan virüslerin fragmanı yayınlandı. Uzak gelecekte bulunması için, gelecek nesillere mesaj olarak; 2018 yılında Kuzey Kutbuna bir zaman kapsülü gömüldü. Geçen ay o zaman kapsülü İrlanda’da karaya vurdu. Grönland geçtiğimiz yıl dakikada bir milyon ton eridi.

Fotoğraf: DHA

‘Her şeyden önce bir niyet beyanı’

Türkiye Paris Anlaşması’nı neden Meclis’ten geçirerek onaylamalı?

Anlaşmayı onaylamayan ülkeler şöyle: Türkiye, Eritre, İran, Irak, Libya, Güney Sudan ve Yemen. Bu devletlerle, gelişmiş ülkelere karşı aynı safta anılıyor olmak bile bir yana, başka bahaneler üretiliyor olması utanç verici.

Birçok ülke onaylayıp, uygulamıyor evet ama bizim gene de onaylamamız gerekiyor. Çünkü, Paris İklim Anlaşması her şeyden önce bir niyet beyanı. Onaylayan ülke der ki “Niyet ettim geleceğimiz için, iklim kriziyle mücadele etmeye”.  Yani biz daha niyet etmiyoruz; sonra “İklim değişikliğiyle mücadelede en birinci biziz” şeklinde kendimizi kandırıyoruz.

Bu şuna benziyor; Dünyadaki bütün ülkeler doğamızın cebinden 100 lira çalmış. Biz de 1 lira ancak çalabilmişiz, bir lira da olsa çalmış olmak bizi hırsız yapmaz mı?

‘Bu krizdeki payımız reddedilemez’

Türkiye diyelim ki Anlaşmayı onaylamaya karar verdi. Bir sonraki talebiniz ne olacak?

Tabii ki de uygulanması. Sadece kabul etmekle olmaz. Tarihsel karbondioksit salım oranları üzerinden her ne kadar sorumluluğumuz reddedilse de kendi doğamıza verdiğimiz zararlar ve bu krizdeki payımız reddedilemez.

Bu şuna benziyor; Dünyadaki bütün ülkeler doğamızın cebinden 100 lira çalmış. Biz de 1 lira ancak çalabilmişiz, bir lira da olsa çalmış olmak bizi hırsız yapmaz mı?

Şu anda hükümet, bu aciz tavırla krizde payımız olduğunu reddediyor. Bu yüzden onaylanması yetmez uygulanması da lazım. Çevre mühendislerinin imzasını satmaması lazım.

‘Nükleer ülkeyim’ demek için, başkalarına santral yaptırılıp, Akdeniz’in suyunun ısıtılmaması lazım. Altındaki altını çıkartmak için üstündeki 3,5 milyon ağacı kesmememiz lazım. Doğayla dalga geçtiğimizi sanmayı bırakmamız lazım.

‘Kırılma noktasındayız’

 Gelecek hakkında kaygılı mısın? 20 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağımızı düşünüyorsun?

Bir kırılma noktasında olduğumuzu düşünüyorum. Eğer devletler sesimizi duyar, dediklerimizi uygularsa 20 yıl sonra bizi şu ankinden daha iyi bir tablo bekliyor olacaktır.

Ancak şu anda yaptıkları gibi sadece menfaatleri doğrultusunda hareket etmeye devam ederlerse yaşanacaklar malumdur. Tarımın göreceği büyük bir hasar, kıtlığı doğuracak. İklim mültecileri sınırlarına dayanmış veya zaten içinde dolaşan bir ülke için kıtlık ya halka zulmedilme tehlikesi ya da otoritenin çökmesi anlamına gelir. Bu da aynı zamanda sosyal yaşamın tehlikede olduğunu gösterir.

Sadece bir olası sebep sonuç zincirini ele aldım. Şu anda öngördüğümüz ve öngöremediğimiz onlarca farklı kıyametvari senaryo dünyanın dört bir yanında yaşanıyor olacak.

Borsanın işlevi nedir, hisseleri Katar’a neden satılır?

Geçtiğimiz günlerde Katar Yatırım Otoritesi’nin Borsa İstanbul (BİST)’un yüzde 10’unu Varlık Fonu’ndan satın aldığı açıklandı. Bu açıklama, Türkiye-Katar ilişkileri kadar borsayı da gündemin tepesine oturttu. Hoş ülkemizde gündem bırakın günleri, saatler içerisinde değişir, ama ben yine de bu konu üzerinde yazmak istedim. Hem konu hala tartışıldığından hem de sermaye piyasası ve borsa ilk mesleki göz ağrılarım olduğundan. Top sahama gelmişken fırsatı kaçırmak istemedim.

Borsa ülkemizde daha çok hisse senedi fiyatları önemli ölçüde yükseldiği veya düştüğü zaman gündeme gelir. Genellikle yükseliş dönemlerinde herkes, özellikle iktidarlar mutlu olur ve ülkenin ne kadar iyi durumda olduğunun bir göstergesi olarak övünür. Elinde hisse senedi olanlar da o dönemlerde kağıt üzerinde zenginleşirler ve elbette sevinirler. Ama fiyatların düşüş dönemlerinde borsayı sahiplenen pek olmaz. Zarar eden yatırımcıların seslerinden başka pek ses çıkmaz. Bu dönem biraz uzarsa bu yatırımcılar “devlet bizi kurtarsın” falan da derler. Mülkiye’den değerli hocam Hasan Ersel’in hep söylediği gibi, “karın bireysel, zararın kolektif” olduğu ülkemizde bu tür talepler hiç de yadırganmaz.

Borsa’nın ekonomik işlevi

Borsa, sermaye piyasası araçlarının ikinci el piyasası, yani alınıp-satıldığı platformdur. Hisse senetleri sonsuz vadeli olarak, tahviller ise belirli bir vade ile yatırımcılara satılan menkul kıymetlerdir. Borsalar, temel olarak işte bu ve benzeri kıymetlerin istendiği zaman alınıp-satılabilmesi, yani bu araçlara likidite sağlanması için kurulmuş piyasalardır.

Bu likidite imkanı olduğu için yatırımcılar bu vadesiz veya vadesi uzun kıymetleri satın alırlar. Bu anlamda borsa sermaye piyasasının vazgeçilmez bir unsuru olup fiyat oluşturma işlevinin getirdiği heyecan ve gösterişli işlem salonları (eskiden) veya renkli ekranlarıyla (şimdilerde) adeta sermaye piyasasının vitrini işlevini de görür.

Borsaların kendilerinden beklenen işlevleri yerine getirmesi elbette sermaye piyasasının gelişmesi, yani daha çok şirketin hisse senedi ve tahvil ihraç ederek fon sağlamaları, dolayısıyla ülkede yatırımların artması açısından önemlidir. Böylece şirketler ve tasarruf sahipleri için bankacılık sistemine ilave olarak sermaye piyasası da ülke ekonomisine fon sağlama işlevini yerine getirmiş olur. Ama sadece borsanın iyi çalışması bunu maalesef sağlamaz. Sermaye piyasasının gelişebilmesi için daha birçok  unsura ihtiyaç vardır. Ülkenin enflasyon ve faiz seviyeleri, tasarruf oranları, ülkede istikrar ve öngörülebilirlik, şirketlerin karlılığı ve şeffaflığı bunlardan bazıları.

1980’lerin başında oluşturulan sermaye piyasamız önemli bir mesafe kat etti ama kendi dışındaki makro ekonomik ve siyasi ortam bir türlü elvermediği için hak ettiği kadar gelişemedi, yine de borsa oldukça popüler oldu. Borsamız halkımızın al-satı sevmesi ve borsada yatırım yapmak yerine “borsada oynama” eylemine kendini daha fazla kaptırması nedeniyle o kadar gelişti ki dünya borsaları arasında en yüksek likiditeye sahip borsalardan birisi oldu. Yani piyasadaki sınırlı miktardaki hisse senedi bu kadar sık alım-satıma konu olunca borsamız Çin’le birlikte devir oranı (turnover ratio) en yüksek borsalardan birisi haline geldi.

Borsaların sahibi kimdir?

Borsalar, uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca ya kamu kuruluşları ya da kar amacı gütmeyen meslek kuruluşları olarak faaliyet gösterdiler. 1980 ve 90’larda dünyada esen finansal liberalleşme rüzgarlarıyla birlikte Batı ülkelerinin birçoğunda borsalar önce anonim şirketleşti, ardından da hisselerini halka arz ederek kendi borsalarında işlem gören halka açık şirketlere dönüştüler. Hatta şimdilerde Euronext ve LSE Group gibi firmalar birçok ülkede borsa işleten çok uluslu halka açık şirket statüsündeler.

Önce NASDAQ, ardından Halkbank eski Genel Başkan Yardımcısı Hakan Atilla, cezaevinde bulunduğu ABD’den döndükten sonra İstanbul Borsası’nın başına geçirilince Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Borsa İstanbul’daki ortaklıklarından ayrıldı. 

Türkiye’de ise borsa yarı kamu, yarı meslek kuruluşu şeklinde uzun yıllar faaliyet gösterdi. Adı Osmanlı döneminde Dersaadet Tahvilat Borsası, Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsası ve 1980’lerde sermaye piyasasının kapsamlı bir şekilde düzenlendiği sırada İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olan borsa, Nisan 2013’de AŞ’ye dönüştürüldü ve adı “Borsa İstanbul-BİST” olarak değiştirildi. O sene sonunda BİST’in hisse dağılımı şöyleydi: Hazine % 49,00; Borsa İstanbul %42,60; Aracı Kurumlar ve TSPB % 8,40. Bu ortaklık yapısı takip eden dönemde çeşitli değişiklikler gösterdi.

AŞ’ye dönüştürüldüğü dönemde, ileride Hazine ve BİST’in elindeki hisselerin halka arz edilerek yurt dışındakiler gibi halka açık bir şirket statüsüne geçileceği hedefi de ilan edilmişti. Ama bu adım bugüne dek atılamadı. Bu arada 2017 Şubat ayında Hazine’nin elindeki paylar Türkiye Varlık Fonu‘na (TVF) aktarıldı.

Borsa’nın hisseleri Katar’a neden satılır?

Borsa’nın şirketleşmesinden sonra iki stratejik yabancı ortağı oldu. Bunlardan ilki ABD’nin meşhur teknoloji borsası olan NASDAQ idi. İkincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD). 2013 yılında borsa AŞ olduğunda, aynı dönemde borsa piyasalarının alım-satım yazılım işini yapan Amerikan Borsa şirketi NASDAQ, Borsa İstanbul’a yüzde 5 pay ile ortak olmuş, daha sonra payını yüzde 7’ye yükseltmişti.  ABD dışında da borsa işleten ve çeşitli borsalara ortak olan NASDAQ stratejik ortak olarak önemli bir konumdaydı.

NASDAQ’ın varlığı hem BİST’e ileride ortak olabilecek, hem de bir borsa olarak işlem yapacak Batılı yatırım çevreleri açısından bir güven unsuruydu. Borsamızda yabancı yatırımcıların oldukça önemli olduğu ve bunların tamamına yakınının Londra ve New York merkezli olduğu düşünülürse bu önemli bir ortaklıktı. Ama NASDAQ 2018 yılında hisselerini isterse artırma, isterse tamamen satma opsiyonunu kullanma noktasında bütün hisselerini satarak BİST ortaklığından duyuru bile yapılmadan ayrıldı. Böylece, başlangıcı davul zurnayla kutlanmış olan ortaklık sessiz sedasız aniden bitiverdi.

NASDAQ’ın ortaklığı sürerken 2015 yılında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ile BİST arasında bir stratejik ortaklık anlaşması imzalanmış, böylece Borsa İstanbul’un yüzde 10’luk payına EBRD sahip olmuştu. EBRD de, NASDAQ kadar olmasa da, Batılı yatırımcılar açısından güven telkin eden ve BİST’in cazibesini artıran kritik bir ortaktı.  Ancak 2019 yılında Halkbank‘ın eski yöneticisi Hakan Atilla‘nın ABD’deki hapis cezasının bitmesini takiben politik olarak BİST Genel Müdürlüğüne atanmasına tepki olarak EBRD payını TVF’ye geri sattı. Böylece ikinci stratejik ortak da resimden çıktı.

Katar’ın BİST’e ortak olması stratejik yani BİST’in değerini artıracak ve ilerideki projelerini hayata geçirmesinde kilit bir rol oynayacak bir ortaklık mıdır? Kesinlikle hayır. Katar Yatırım Otoritesi’nin buna ne niyeti, ne de böyle bir kapasitesi vardır. O halde BİST’in yüzde 10’luk payını 200 milyon dolara satın almasının amacı nedir? Kanaatimce, bu hisseler Türkiye’ye bu döviz kıtlığı döneminde aktardığı fonlar karşılığında Katar’a verilen bir teminat niteliğindedir. Bu açıdan fiyatının nasıl belirlendiğinin de çok fazla anlamı yoktur. Bu hisseler Katar açısından iyi bir teminattır çünkü Borsa İstanbul TVF portföyündeki en karlı şirketlerden birisidir. Zamanı geldiğinde Katar payını geri satıp, parasını alıp gidecektir.

Bu nedenle, Katar’ın Borsa’ya ortak olmasından dolayı bence endişelenecek bir durum yok. Ama izlenen yanlış ekonomi politikalarıyla Türk ekonomisinin 70 cente muhtaç hale getirilip, Katar’dan veya başka ülkelerden gelen fonlar karşılığında ülkenin varlıklarının birer birer ve şeffaf olmayan bir şekilde satılması/teminat olarak verilmesi hepimizi ciddi bir şekilde düşündürmeli ve endişelendirmelidir.

Mağdur erkeklikler geçidi

Türkiye’nin en uzun soluklu ve türlü türlü erkekliklerin boy gösterdiği Behzat Ç: Bir Ankara Polisiyesi dizisinin spin off’u Saygı yakında Blu Tv’de son bölümüyle final yapacak. Yeni sezonu gelecek mi henüz bilmiyoruz ama Saygı Ercüment Çözer’in aslında neleri çözdüğünü bizlere gösteriyor.

Öncelikle dizinin adı Saygı, çünkü Ercüment Çözer için şu dünyada en önemli şey saygı… Saygısız insanları cezalandırmak ve rehabilite etmek için Ercü kendi hapishanesini, hatta yargı sistemini geliştirmiş. Hükümet, polis filan umurunda değil, hatta onların içine sızmış, derin devlet gibi çalışıyor. İlk bölümde bakanın elinden yılın en başarılı iş insani ödülünü alırken zor günlerde elini taşın altına koymaktan geri durmayan bir ‘babayiğit’ diye sahneye çağrılıyor, ödülü aldıktan sonra uzun bir konuşma yapacak gibi görünüp sadece “teşekkürler” diyor, salonu terk ederken de rock müzikli soundtrack eşliğinde ödülü çöpe atıyor. Yani aslında kendisi dışında ciddiye aldığı kimse olmayan, asi, hatta ergen bir karakter. Bu nedenle de kendi adalet anlayışlarını yerine getiren maskeli ikili Helen ve Savaş ile yolunu kesiştiriyor.

Psikopatlığın motivasyonu

Tiyatro sahnesinde ilk olarak Shakespeare’in Fırtına’sındaki Prospero’nun kızı Miranda olarak göreceğimiz Helen, babasının dizinin dibinden ayrılmayan Miranda’nın arketipinden kurtulup kocasını yoldan çıkaran Lady Macbeth’e dönüşecek; o da yeni tanıştığı Savaş’ı sokak hayvanlarına işkence çektirip öldüren, kadın cinayetleri işleyen ve tacizci erkekleri öldürmek için cesaretlendirecek ve böylece onlar da Ercüment Çözer gibi adaletin iplerini kendi ellerine almaya başlayacaklardır. Bu maskeli ikili, Saygı’nın Müge Anlı’sı Hasret sayesinde meşhur olacaklar, işe yaramaz Savcı Halit Mehmet Güçlü’ye kafa tutacaklar, ama aslında Ercüment Çözer’in oyunlarına alet olacaklardır.

Bu arada Ercüment Çözer’in psikopatlığının motivasyonuna da cevap veriyor dizi. Küçük yaşta anne babasını kaybeden Ercü, Nazi babaannesi tarafından yetiştirilmiş ve meşhur serveti bu babaannesinden kalmış, on sekiz yaşına gelince de babaannesi tarafından işlerin başına getirilmiş. Neden dede değil de babaanne Nazi soramıyoruz bile, çünkü Ercü’nün ailesindeki neredeyse tüm erkekler saftirik, melaike, mağdur karakterler.

Saygı bir yandan Türkiye toplumundaki eril şiddeti eleştiriyor ancak bir yandan da bu şiddetin ancak yine eril bir şiddet tarafından önlenebileceğini savunuyor. Diğer bir yanda da babası tarafından yüz üstü bırakılan Helen’i ya anti kahraman Ercüment Çözer’e ya da Savaş’a bağımlı fevri bir genç kadın olarak gösterirken, Savaş’ı hem sınıfsal olarak hem de Helen’e hissettikleri nedeniyle mağdurlaşan, başından beri Ercüment Çözer’e güvenmeyi reddetmiş, daha rasyonel, gururlu, ceylan düşleri gören, masumane bir yöne çekiyor.

Mağdurlar arasında ‘en mağdur’, kontrolsüz erkeklik

Geçtiğimiz ay final yapan bir diğer Blu Tv mini dizisi Yarım Kalan Aşklar’da yaratıcı gibi görünen ve heyecan verici bir hikayeyle başlayıp mağdurlar arasında en mağdur ama aynı zamanda da en fail, yine bir erkek baş karakterle karşımıza çıktı. Esrarengiz bir şekilde sokak ortasında öldürülen gazeteci Ozan, giderek artan kör olma vakalarının arkasında yatan gerçek sebebi araştırmaktadır. Ancak ani bir şekilde öldürülünce kendini uyuşturucu bağımlısı ve işe yaramaz cinayet masa komiseri Kadir Bilmez’in bedeninde yeniden hayatta bulur. Ozan, Kadir’in bedenindeki kaotik hayatına nasıl adapte olacağını anlamaya çalışırken bir yanda da içine düştüğü çatışmalar silsilesinde hayatta kalmaya çalışacak, Kadir’in yıllardır ihmal ettiği kızına babalık yapmak durumunda kalacak, bir yandan da nerdeyse etrafındaki tüm kadınların hayatını nasıl mahvettiğine şahit olacaktır.

Böylece fecaat bir erkeğin içine kaçan mağdur Ozan karakteri sayesinde, aslında içten içe o erkeğin masumane katmanları ortaya dökülüyor ve seyirci vurdum duymaz, beş para etmez bir erkeğin içinde yatan sözde suçsuz ve çaresiz erkeklik haliyle özdeşleşmiş olmuyor mu? Ne diyelim, bravo! Evet Blu Tv karşımıza daha fantastik, daha zengin ve nispeten daha eleştirel hikayeler getiriyor ancak, bir yandan da bu tür işlerle ana akım medyadan alışık olduğumuz, travmatik geçmişi, kayıpları ve mağduriyetleri nedeniyle kabalaşan, şiddete ancak şiddetle karşılık veren, kendini kontrol edemeyen erkekliklerin geçidi haline geliyor.

Kentler ve demokrasi

Belki daha önceki kuşaklar için de söz konusudur, ancak galiba en net ve en yüksek sesle söylendiği zamanlardan biri, ’68 öğrenci ve gençlik hareketlerinin olduğu yıllardı: “Ne istediğinizi bilmiyorsunuz”. Evet, gerçekten ’68 ne istediğini tam olarak bilmiyordu. Ama bu iyi bir şeydi. Ne istediğini bilmeksizin heyecanlı ve eylemli olarak bir arayışa çıkmak, (bir define avcısı gibi) ne istediğini bilerek eyleme geçmek kadar değerli olabilir. Bir kentin demokratik ve katılımcı bir yönetim biçimi olmasın istemek konusu da yaklaşık olarak böyle bir durum…

Kentliler katılım istiyorlar ve kentin geleceği hakkında düşüncelerinin/ gereksinimlerinin/ taleplerinin dikkate alınması istiyorlar. İstanbul Taksim’de, bu istekle ilgili, çok farklı iki durum somutlaştı: Gezi direnişi ve Taksim Meydanı için İBB’nin açtığı yarışma ve “referandum”. Her ikisi de kentlilerin katılım talepleriyle ilgili, ama bunun gerçekleştirmek için çok farklı yaklaşımlar.

Birincisinde, İstanbullular, ad-hock olarak (ya da önceden planlanmamış ve her an ortaya çıkan duruma eklemlenerek veya tepki vererek) neyi istemediklerini gösterdiler önce. Daha sonra da ne isteyebilecekleri üzerinde konuşabilmenin ortamı/ potası sayılabilecek bir kolektif yarattılar. Bu kolektifin yürüttüğü tartışmalardan “bir sonuç/ bir karar vb.” (hatta “hiçbir şey”) çıkmadığı söylenebilir. Ancak zaten bu çok geniş (çok düşük bir çözünürlük* düzeyine olsa bile) kolektifin içindeki konuşmalar, tartışmalar ve öneriler böyle bir şey amaçlamıyordu ki… Hatta Gezi’de bir sonuç elde etmek gibi bir amacın zaten olamayacağı da söylenebilir. Gezi çok büyük ve çok fazla çeşitlilik içeren bireylerden ve örgütlü-örgütsüz gruplardan oluşan anlık bir mozaik gibiydi. Ancak bu örneği, kentin katılımcı demokratik yönetiminde bir arayış anı olarak ve son derece önemseyerek ele almak gerek.

Gezi ve Meydan yarışması: Benzerlik ve benzemezlikler

İBB’nin, Taksim tasarım yarışması düzenlemesi ve seçim için bir jüri ve bir tür halk oylaması yapması da bir anlamda demokratik ve katılımcı kent yönetimi doğrultusunda bir arayış sayılabilir. Ancak açıkça görüldüğü gibi anlam, yaklaşım, kapsam, demokratiklik, “güçlü/ kesin” karar oluşturma vb. bakımlarından, aralarında çok fazla fark ve benzemezlik var.

Bu olgular bizi daha köktenci bir biçimde demokrasi nedir/ kentsel demokrasi nedir ve katılımcı kentsel demokrasi nedir vb. türü sorunlar üzerinde yeniden düşünmeye yönlendiriyor. Ancak daha ilk cümleyi yazdığımızda bu konunun ne kadar geniş ve bitmez-tükenmez bir kapsamda olabileceği açıkça anlaşılıyor. Bu nedenle belki önümüzdeki haftalar boyunca bu konu üzerinde farklı boyutlar/ ölçekler ve içerikler bakımından tartışmayı sürdürmek gerekecek.

Ancak başladığımız yer yine iki-üç hafta önce başladığımız yer olacak: “Katılımcı planlama” konusunu, olumsallık içinde ele alıyoruz ve eğer böyle uygulamalar söz konusu olabilirse (ki şu anda dünyanın bildiğimiz hiçbir kentinde olduğunu söyleyemeyiz ama birçok deneme de yapıldı ve bunlar belgelendi/ tartışıldı) bunu, “kendi yaşadığımız kentlerde nasıl gerçekleştireceğiz/ gerçekleştirebiliriz” sorusu dolayımında ele almayı denemeliyiz…

Bu, uzun bir yolculuk.

Son haftalarda, Taksim’deki proje oylamasından başlayarak her biri son derece kapsamlı kavramlar üzerinden sörf yapar gibi, hızla uçuyoruz. Önce “planlama” kavramı sonra “kent” kavramı derken, bu hafta da “demokrasi” kavramı üzerinden biraz uçsak fena olmayacak gibi…

Bu kavramların her biri için “dünyanın başlangıcından beri” diyebileceğimiz kadar eski bir zamandan beri konuşuluyor/ yazılıyor-çiziliyor. Yazılacaklar bu bakımdan nasıl yeni ve ilginç olabilir? Ancak yine de yazılmalı.

İsa’dan dört yüzyıl önceden bugüne…

İstanbul’a ve Taksim’e, Belediye’ye ve iktidar koltuklarında oturan insanlara bakalım. Ankara’ya ve Saraçoğlu’na bakalım. Anadolu’daki diğer kentlere, kentin eski zamanlarına bakalım… Gelmiş-geçmiş bütün kentler ve insanlar kent yönetim yapıları ve bazen de yöneticiler ve kentliler çoğu kez kentlerine titizlikle bağlı ve yaşadıkları yeri seven insanlardı. Kentlerinin geleceği, nasıl olması üzerine düşünüyor ve tartışıyorlardı. İşte duyuyorum hala sesleri: Sinasos’daki bir tüccar, ya da bir deri eşya üreticisi, düşüncelerini söylüyor. Ankara’da yerini hala bulamadığımız buleterion’da kent için ateşli bir nutuk atan Galyalı bir aristokrat var ve belki sarışın saçları hala uzun, kirli ve karışık…

Priene, kuşkusuz ilk kent değildi, ama biliyoruz ki en azından İsa’dan 4 yüzyıl önce, kentin geleceğinin nasıl olması gerektiği üzerinde düşünülüyor ve kent, bu öngörülere uygun biçimleniyordu. Kenti yaratma-yapma, kentin “planlanması”, geleceğinin/ gelişmesinin nasıl olabileceği, gündelik işleyişinin yönetimi/ demokrasi vb. türü fikirlerin gelişimi, sadece Anadolu’ya özgü değil. Ama kentlerde demokratik bir yaklaşımla, kentlilerin birlikte karar alması, “planlama” vb. gibi kavramların yaşadığımız coğrafyadaki geçmişi çok eski. Belki de dünyadaki en eski deneyimler…

“Demokrasiyi kentler yapar”, bu örneklere de “katılımcı planlama” demek abartılı ve yanlış. Ama…

Demokrasi, sözcük anlamı olarak “demos”la, yani halk veya (doğduğu yeri dikkate alacak olursak) kadınlar, çocuklar ve köleler, yabancılar hariç, kentli halk ile ilgili bir kavram. Ama şunu demek istediğini varsayalım: “Bir diktatör ya da tiran veya despot, hatta bunlara çok yakın anlamdaki bir oligarşi/ oligarşik-aristokratik grup tarafından yönetilmeyen, çoğul ve içinde farklıklar barındıran bir toplumun, kendisiyle ilgili kararları (her nasıl karar alma/ yönetim-uygulama/ denetim vb. kuralları ve mekanizmaları bakımlarından ne geliştirmişlerse, bunlarla) alabilmesi ve toplumsal yaşamı, bu kolektif ve çok sesli yaşam sistemine göre kurabilmesidir” diyelim. Kenti yönetmekle kenti planlı olarak yönetmek arasındaki farkı da şimdilik, bir kenara bırakalım.

Demokrasi teorisinin uygulama alanları

Gerçekte şunu da söylemek gerek; demokrasi, sadece toplumsal bir tanımla yetinebilecek bir kavram değil. Bu nedenle demokrasi “despotik olmayan ve farklılıklar barındıran bir çoğulluğa göre (bu çoğulluk, düşünceden, bireylere ve birimlere kadar uzanabilir) müzakere edilmiş/ tartışılmış olguları dengeli bir biçimde dikkate alan ve katılıktan uzak, esnekliğe daha yakın, zamanın gereklerine göre tutarlılığı gözeterek yenilenen (içgüdüsel olmaktan çok bilişsel süreçlerle dinamik kalan) bir davranma biçimidir” demek, daha geniş bir tanım olacaktır. Bu davranış, bir birey de bir grup da bir ulus da ya da herhangi bir (evrenselden-yerele kadar) kurumsal yapı için de söz konusu olabilir.

Demokrasi teorisinin uygulandığı çok fazla özel alan var. Bireyden toplumsala kadar pek çok farklı ölçek söz konusu olabileceği; coğrafya içerikli bir biçimde (evren, ülke ve yerel vb.) sınıflandırılabileceği gibi işlev ya da uygulama konuları bakımından da (eğitimden büro yönetimine, aileye kadar) sınıflandırılabilir. Kavramların ya da kurumsal yapıların pek çoğunun önüne “demokratik” sözcüğünü yerleştirebiliriz (ya da demokrasiyi hiç anmayız).

Demokrasiyi deneyimliyorsak hem karar almakla ilgili hem de kararların uygulanması ve uygulamaların izlenmesi/ değerlendirilmesi ve eleştirilere göre sürekli olarak düzelmeler/ kalibrasyon gerekmesi ile ilgili bitmez tükenmez bir yenilenme halinin yaşanması gerekir. (Bu kuşkusuz aynı zamanda giderek kendisini düzelten ve mükemmelleştiren bir sistem demektir.) Demokrasiye yöneltilen en temel eleştirilerden bazıları;

  • Çok hantal olması ve tek kişi ya da küçük grup tarafından hızla alınabilecek bir kararın çok uzun süre sürüncemede kalması ve bir an önce çözüm bekleyenlerin mağdur edilmesi,
  • İster istemez kurallar koyması, tanımlar yapması ve dolayısıyla bir bürokrasi yaratması, dolayısıyla doğrudan yapılabilecek bir işi sürekli bir bürokrasi dolayımıyla yapmak zorunda kalması.
  • Çözünürlük düzeyinin kalitesi bakımından homojen olmayan çok sayıda (ve belki de aralarında ölçek ve yaklaşışım/ nitelik farkları bulunan) toplumsal birimin genellikle bir arada bulunmasının gerektirmesi. Bu durumun yaratabileceği büyük ve kaotik karmaşanın, tartışmak ve karar üretmek bakımından belirsizlikler ve güvenilmezlikler (dolayısıyla memnuniyetsizlikler) yaratması vb.

Katılımcı kent yönetimi

Kuşkusuz bu eleştirileri görmezden gelmek olası değil. Ancak üzerinde düşünmek de gerek.

Türkiye’de katılımcılık kavramı hakkında, daha da özel olarak demokratik ve katılımcı kent yönetimi hakkında çok az şey biliyoruz. Dahası bu konudaki tartışmalar ve kentlilerin kendi çoğulluğunu ve demokrasilerini nasıl gerçekleştirebilecekleri konusunda geliştirmiş oldukları özgül düşüncelerin birikimi de fazla değil.

Elbette Türkiye’deki birçok kentte son 40-30 yılda pek çok deneme gerçekleşti ve bunlarla ilgili yazılmış kitaplar ve makaleler de var. Ancak yine de katılımcı kent demokrasisi ve katılımcı planlama konusunda bildiklerimizi ilerletebilmiş olduğumuz da söylenemez. Bu durumda oldukça despotik kent yönetimlerini ya da demokratik olmaya çalıştığı halde bunu nasıl yapabileceğini bilemeyen kent yönetimlerini görmeye devam etmekten başka bir gerçeklik kalamayacak gibi… Oysa buna gereksinim var. Hem de büyük ve acil bir gereksinim…

Tartışmaya, akılda kalıcı bir sistematiğe göre başlamamış olabiliriz. Ancak başlangıçta konunun genişlik ve derinliği ile ilgili bir izlenim verebilmek bakımından belki yazılanların bir yararı olabilir?

*

*Çözünürlük daha çok fizik, kimya ya da optik ve elektronik vb. gibi konularda kullanılan bir terim. Ancak, katılımcı demokrasi tartışmalarında da geçiyor ve bulabildiğim Türkçe sözlüklerde böyle bir madde yok. Bu nedenle, çözünürlük için (özellikle toplumsal yapı ile ilgili bir kapsamda), şöyle bir madde tanımı yazdım:

Bir bütünün (her hangi bir kritere göre) toplam kalitesinin oluşması bakımından,  

  • ortamın içindeki (ya da ortamı oluşturan) bileşenlerin/ birimlerin birbiriyle ilişkisindeki kohezyon/ viskozite/ geçişkenlik ve yapışkanlık-tutunum kalitesiyle

ve/veya

  • bütündeki her bir birimin arasındaki (çoğul ve çok yönlü) ilişkilerin/ ilişki yoğunluğunun kalitesiyle

oluşan iyileşme düzeyini (az veya çok olması halini) belirleyen özellik.

Yakmak!

Yanlış hatırlamıyorsam 1990’ların başıydı. İstanbul’da PTT eliyle hummalı bir kablo yenileme, değiştirme ve düzenleme faaliyeti gerçekleştiriliyordu. Bu işlemler esnasında ortaya çıkan bolca kablo artığı da işçiler tarafından tamiratın yapıldığı yere terk ediliyordu. İçerisinde bakır tel olan bu kablolar hurda olarak kıymetliydi. Ancak öncesinde bakır tellerin etrafını kaplayan plastikten kurtulmak gerekiyordu.

Önceleri, kabloları bir tarafından tutup bakırı çekerek plastikten sıyırıp ayırma işlemi gerçekleştirirdik. Ancak nasıl olduysa bir anda yakma fikrini benimseyip eski yöntemden vaz geçtik. Artık hiç uğraşmadan plastiğin yanıcılığının yardımıyla kabloları bir araya getirip bir gazete parçasıyla yakarak ve belli bir süre sonra da sönen ateşten kabloları alıp yere vurarak kalıntılardan kurtarır, hurdacının yolunu tutardık. Bu şekilde, içerisinde bakır tel bulunan kabloları uzun yıllar yakıp sattığımızı hatırlıyorum.

Geçtiğimiz günlerde bir inceleme için gittiğim yasadışı çöp döküm alanlarından birinde sığınmacı olduğunu tahmin ettiğim bir çocuğun bir tomar kabloyu benzer bir yöntemle yaktığını görünce, bir anda kendi çocukluğumuzda yaptığımız bu korkunç işi hatırladım. Artık yakma faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıkan toksik gazların içeriği hakkında da bilgi sahibi olduğumdan, hafızadaki hatıra bir deneyimden ziyade bir korku sahnesine ve trajediye dönüşüverdi.

Bir yandan o kabloları yakıp ortaya çıkacak kıymetli hurdadan kazanacağı parayı düşünerek kenarda bekleyen çocuğa bakarken bir yandan da bu durumun neden bu kadar olağan olduğunu düşünmek, hafızamdaki başka benzer yakma faaliyetlerini de ortaya çıkardı.

Bunlardan bir diğeri de işe gitmek için bisiklet sürdüğüm rota üzerinde karşılaştığım bir sahneydi.  Bu olayda da belediyeye ait bir temizlik personeli, çoğunluğu tek kullanımlık maske ve PET şişelerden oluşan çöp yığınını, büyük bir hastanenin karşısındaki bir otobüs durağının arkasında yakıyordu. Nedenini ise “abi bunlar pis yakarak ancak kurtuluruz bunlardan” şeklinde açıklıyordu. Bir diğer örnek de çalıştığım üniversitedendi. Bir grup işçi molalarda oturdukları bir noktada, topladıkları her türden çöpü yakıyor ve etrafında ısınıyorlardı.

Bu yakma örneklerini siz de hafızanızı yoklarsanız hatırlayabilirsiniz. Bu yoklamalar kimi yerlerde anız yakımı gibi ortak hafızalara denk gelinebilirken kimi yerlerde de bağımsız trajik hikâyeler olabilir. Bu hikâyelerdeki failler, aynı zamanda mağdur. Ancak trajik oluşu yukarıda bahsettiklerimizden daha farklı bir duruma tekabül eden örneklerde, failler aynı zamanda pişkin de olabiliyor. Failin aynı zamanda mağdur olduğu örneklerde bilinçsizlik, çaresizlik ve yoksulluk gibi faktörler etkiliyken, failin pişkin olduğu örneklerde ise ana faktör zenginlik ve çürümüşlük…

Yakmanın maliyeti…

İşte bu zenginlik ve çürümüşlüğün belirleyici olduğu yakma faaliyetine son zamanlarda medyada da geniş yer bulan ithal edilen çöplerin yasa dışı olarak yakılmasını örnek gösterebiliriz. Çünkü faili bariz ortada olan bu olaylarda daha fazla para kazanmak isteyen çöp endüstrisi, pişkince kendilerini sıyırmaya çalışma peşinde.  Olayın mağdurları ise (bölge sakinleri) bu örnekte yakma faaliyetinin gerçekleştirildiği alandaki kuş kadar, böcek kadar, bitki kadar mağdurlar. Birilerinin maliyetinden kurtulmak için yaktıkları çöpün maliyetini karşılamak zorundalar.

Peki, bu maliyet nedir? Para kazanmak için topladığı hurdayı yakan çocuk, topladığı çöpleri durak arkasında yakan işçinin dumana maruz bıraktığı vatandaş ve daha fazla para kazanmak isteyen çöp tüccarının çöpleri yakması sonucu çıkan dumana maruz kalan vatandaş, bu iş sonucunda ortaya çıkan maliyetten nasıl etkileniyorlar? Dioksin! Furan! PCB! Kloroform! Fitalat! Ağır metal ve daha niceleri ile etkileniyorlar. Hepsi için tek tek Google araması yaptığımızda ortaya çıkan şey aynı kuru kafa sembolü!

Yanan plastik ve diğer atıklar, ağır metaller, kalıcı organik kirleticiler ve diğer toksik maddeler gibi tehlikeli maddeleri havaya ve kül atık kalıntılarına bırakırlar. Bu işlem bizim çocukluğumuzda yaptığımız yakma olayında da aynıdır çöp tüccarlarının yaptığında da belediye temizlik işçisi yaptığında da… Hatta şu son düzenlemelerle artık yasal olarak da yakılmasına izin verilen araba lastiği yakılmasında da aynıdır. Bu, ileri teknolojilerle kurulan ve amacı belediye katı atıklarını işlemek olan ticari ölçekli gazlaştırma, piroliz ve plazma ark tesisleri için de geçerlidir. Bu ve benzer ileri teknoloji diye pazarlanan yaklaşımlardaki toplu yakma fırınları bile aynı kirleticileri yayabilmektedir. Bu tür yakma faaliyetleri sonucu ortaya çıkan zehirli gazlar da başta astım, kanser, hormon bozulması olmak üzere, kronik baş ağrısı, akciğer sorunları, kronik öksürük ve kalp krizi gibi sorunlar yaratabilmektedir.

Gezegen ve insan sağlığına etkisi

Üstelik bu etkiler sadece ilgili yakma faaliyetlerinin gerçekleştiği yerle de sınırlı değil. Yakma sonucu ortaya çıkan kalıcı organik kirleticiler uzun mesafelere taşınarak en nihayetinde okyanus ve kutup buzullarına ulaşıp oralarda birikebilmektedir. Bunun yanında sucul ortama karıştıklarında da plastik deniz çöplerine ve mikroplastiklere yapışabilmekte, besin zincirinde biyolojik olarak birikmekte, deniz ve insan sağlığını da bu yolla tehdit etmektedir.

Son zamanlarda çöpten enerji elde ediliyor diye pazarlanan yöntemler de yukarıda bahsettiğimiz riskleri taşıyor. Çöp yakmak ideal bir yöntem değildir. İsveç ve Norveç bunu çok yaygın olarak yapıyor, ancak bunların sonucunda çevreye olan etki konusunda söylenenler doğruyu pek yansıtmıyor. Plastiği gazlaştırma, piroliz ve plazma arkı gibi yeni yakma teknolojileri kullanarak yağa veya enerjiye dönüştürmek de dâhil olmak üzere, çöpten enerji elde etmek iddialı ve etkili bir çözümmüş gibi görünse de bu yöntemler hem pahalı hem de küresel çöp ticaretinin de nedenlerinden biridir. Çünkü birçok ülke çöp azaltmak ya da alternatif yöntemlerle tekrar kullanımı teşvik etmek yerine bu tarz tesislere yatırım yapmıştır. Ancak zamanla hem ekonomik hem de çevresel maliyetlerin artması, bu tesislerin cazip olmaktan çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum da başka bir yatırımı olmayan ülkeleri bu çöpleri başka ülkelere ihraç etmeye yöneltmiştir.

Sonuç olarak çöpten enerji elde etmek matah bir fikir değil, tersine oldukça riskli bir yöntemdir. Bunu bir de termik santrallerine bile filtre taktıramayan Türkiye gibi ülkelerde yapmak çevre ve insan sağlığı açısından ciddi tehlikeler barındırmaktadır.

Yakmak toplumsal hafızada derinlere kadar yerleşmiş bir yaklaşım tarzıdır. Ancak insani, hukuki ve çevresel maliyetleri ne yazık ki o kadar iyi anlaşılamamıştır. Çocukken de olsa yetişkinken de olsa, yakmanın ortaya çıkardığı maliyet telafisi olmayan durumlar yaratabilir. Toplumsal akıldan yakmanın sökülüp atılması hem çevre hem insan hem de gelecek için olmazsa olmazdır.