Ana Sayfa Blog Sayfa 995

Dünya Nehirler İçin Eylem Günü: Kentleşmenin kıyısındaki nehirler

Dünya,  24 yıldır 14 Mart tarihini “Dünya Nehirleri Eylem Günü’’ olarak anıyor. Gün kapsamında,  dünya çapındaki nehirlerin biyoçeşitlilik için önemine dikkat çekilerek su hakkına, mülkiyet sorunlarına, iklim krizine ve su yönetimine dikkat çekiliyor.

Brezilya’nın Curibita kentinde Mart 1997’de gerçekleştirilen Barajlardan Etkilenenlerin Uluslararası Toplantısı’yla başlayan süreç içerisinde ortaya çıkan Dünya Nehirler İçin Eylem Günü,  o zamandan bu yana su mücadelesinin politik olarak da güçlenmesi amacıyla suyun kullanımına dikkat çekilen bir gün oldu.

Türkiye’de, 2023’e kadar bin 738 adet baraj ve HES, ilaveten iki bin sulama ve içme suyu barajı yapılması planlanıyor. 2023’te Türkiye’de özgür akan tek akarsu dahi kalmayabilir. Bu akarsuların hemen hepsi de şirketlere ihale edilecek ve doğal yaşamın kaynağı olma özelliklerini kaybedecekler. Türkiye’de biyolojik çeşitliliğin (insan habitatı dahil) yüzde 90’ına yakınını barındıran 305 önemli doğa alanıdan 185’i HES ve barajların tehditi altında. Bu alanlar geri dönüştürülemez şekilde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Güney Afrika yakınlarındaki Sonderend Nehri üzerinde bulunan Theewaterskloof Barajı

Dünyada da durum farklı değil. Gezegen üzerindeki toplam su miktarı 1,4 milyon km3 kadar ve bu suyun yüzde 97,5’i okyanuslardaki tuzlu su. Kalan yüzde 2,5’in de yalnızca yüzde 0,5’i kullanılabilir durumda. Tatlı suyun yüzde 90’dan çoğu kutuplarda ve yeraltında. Dünya Barajlar Komisyonunun 2000 yılı raporuna göre yeryüzünde 45 binden fazla büyük baraj bulunuyor ve bunlar şimdiden 40 ila 80 milyon insanı yaşadığı topraklardan göçe zorladı. 2021’e gelindiğinde daha yüksek rakamlardan söz ediliyor.

Dünya nüfusunun beşte biri yani 1,2 milyar kişi suyun yetersiz olduğu bölgelerde yaşıyor. Yarım milyar kişi de bu duruma düşmek üzere. 1,6 milyar kişi ise ekonomik nedenlerle suya ulaşamıyor.

UNDP‘nin yaptığı bir çalışmaya göre de gecekondu semtlerinde oturan yoksulların suya, şebeke suyundan yararlananlardan 5-10 kez daha fazla ödüyor. Düşük kaliteli suların içilmesinden ötürü dünyada her yıl çoğu çocuk 5 milyon insan ölüyor. Günde üç bin çocuk kirli su kaynaklı sorunlardan yaşamını yitiriyor.

Yeşil Gazete olarak Dünya Nehirler İçin Eylem Günü kapsamında su hakkı, mülkiyeti, yapılaşma sorununu ve su yönetimini Su Yönetimi Uzmanı Dr. Akgün İlhan’la konuştuk.

Dr. Akgün İlhan

İklim krizinin etkilerini nehirlerde nasıl görüyoruz?

Türkiye’de iklim değişikliğini aşırı iklim olayları, sıcak dalgaları, seller gibi iklim felaketleri üzerinden yaşıyoruz. Bunlar suyun döngüsünü çok ciddi şekilde değiştiren olgular. Ancak iklim değişikliği kadar kentleşme de çok önemli. İstanbul gibi kentleşmiş şehirlerde yağmur yağdığında, su beton kanala doğru geliyor ve taşmalara neden oluyor.  Örneğin Kastamonu’da yaşadığımız felaketin esas nedeni iklim değişikliğinden daha fazla dere yatağındaki yapılaşmadır. İklim değişikliğini tek başına ele almamak lazım. Kümülatif etkilere bakmak gerekiyor.

‘İklim değişikliğiyle birlikte kentleşme nehirlerin akışını değiştiriyor’

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunda da buna işaret ediliyor. İklim değişikliğiyle birlikte kentleşme nehirlerimizi su akışını değiştiriyor. Nehir yatağı beton kanallara hapsediliyor ve aşırı yağışlarla, her taraf beton ve asfalt olduğu için o sular ya denize ya da nehirlere ulaşıyor. Bu da nehirlerin kapasitesinin üstünde bir suyla karşı karşıya bırakılmasına sebep oluyor.

Yine yapılaşma konusunda barajların da ele alınması gerekir. Barajlarla bunların akışını zaten istediğimiz gibi kontrol etmeye çalışıyoruz. Dünya Barajlar Komisyonu’nun 2000’de yayımladığı raporu dünyada 45 binden fazla baraj olduğunu ortaya koymuştu.

Dünyada su kaynaklarının doğa değil de ticari odaklı olması ve buna yönelik politikalar üretilmesinin nehirler ve su mülkiyeti üzerinde nasıl etkileri bulunuyor?

Havayı, toprağı, her türlü canlıyı kendimiz için zaten modifiye ediyoruz. Su hakkı genelde insanın suya erişimi olarak kabul ediliyor. Birleşmiş Milletler (BM) 2010’da bunu kabul etti, Türkiye de 2014’te imza attı. Ama bunun ötesinde Bolivya ve Ekvador gibi Güney Amerika ülkelerindeki yerli, doğayla saygılı insanların kültürünün etkisiyle nehirlere hukuki statü kazandırıldı. Ekolojik anayasası olan Ekvador’da bu anayasaya da dayanarak Vilcabamba nehrinin haklarının korunması için dava açıldı ve kazanıldı. Nehirlerin de insanlar gibi hakları olduğu ortaya koyuldu. Ancak bunlar da sembolik kazanımlar. Çünkü eğer kanunları hayata geçirmezseniz orada çürümeye başlıyorlar.

Tomorrow’s-World-by-Serge-Attukwei-Clottey-

Türkiye’deki su mevzuatı nasıl peki?

Türkiye’de genel olarak kanunlar iyi. Su kullanım önceliği ile ilgili bir kanun maddesi var. Burada “Su öncelikli olarak insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için, ikinci olarak ekosistemin ihtiyaçları, üçüncü olarak tarımsal ihtiyaçlar ve dördüncü olarak da önceki alanlardan artması durumunda sanayi, turizm ve madencilik gibi faaliyetlerde kullanılabilir” ifadeleri yer alıyor. Kanunda çok net bir şekilde çerçeve belirlenmiş. Ama bu kanuna uyulmuyor. Yeraltı ve yüzey suyunu da aşırı şekilde çekmek zorunda kalıyor ve kirletiyorlar. Türkiye’de kanunda sıkıntılar yok, kanunların uygulanmasında problemler var.

Türkiye’deki suyun ücretlendirilmesine ilişkin olarak ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye’nin su hakkıyla ilgili dünya ortalamasına baktığınızda su çok pahalı değil. Ne çok pahalı, ne çok ucuz. Alım gücü düştüğü için suya erişim zorlaşıyor. Su kaynaklarının kirleniyor olması, onlara erişimin zorlaşıyor olması zaman içerisinde onları toplayıp veya barajlardan çekip sonra arıtıp şebekeye verilmesi sürecinde çok ciddi masraflar var. Suyu temizlemek de giderek daha maliyetli bir hale geldi. Bunun nedenlerinden biri İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yoğun yapılaşmanın olduğu illerde su kaynaklarını temiz tutabilmenin çok zor olması. Çünkü nehir havzasının yapıdan arınık olması gerekirken her yer kentleşmiş durumda.

Giya-Makondo-Wills- Daimi Ritüel (Constant Rituel)

İnsan kaynaklı kirliliğin su üzerindeki etkisi nedir?

İnsan kaynaklı kirliliğin etkisi asla küçümsenmemeli. İstanbul’da sanayi başka kentlere ötelendiği için burada kullanılan suyun yüzde 92’si evsel. Bunun içerisinde küçük ticarethaneler de yer alıyor. Sanayi miktar olarak evsel atığa neredeyse eşit miktarda fakat evsel atığa göre daha şiddetli bir şekilde kirletiyor. Marmara’daki müsilajın da çok önemli bir bölümünü evsel atıklar oluşturuyor. Tarımsal alanlardan gelen azot, fosfor gibi gübre olarak kullanılan maddelerin yağmurlarla Marmara’ya taşınıyor olması nedeniyle… Burada sanayinin küçük bir rolü var. Sözde ‘arıtılmış sular’ da var bunun içerisinde. Sanayinin yarattığı etkinlik farklı bir kirlilik. Denizdeki biyoçeşitliliğin yok olmasına neden oluyor. Biyoçeşitliliği düşmüş bir deniz kırılgan bir denizdir. Aynı biyoçeşitliliği düşmüş bir gezegenin kırılgan bir hale gelmesi gibi.

Türkiye’de bu konuda yaptırımlar ne durumda ve su yönetimi nasıl işliyor?

Yaptırımlar her yerde zayıf. Kanunlar çok çeşitli, çok güzel bir su mevzuatı var. Su yönetimi madencilikte, tarımda, hayvancılıkta, turizmde pek çok sektörde var. Altı bakanlığın doğrudan suyla ilgili mevzuatı var. Çeşitli maddeleriyle buna dokunan bakanlık birimleri de var. O nedenle çok karışık. ‘Su yönetiminde çok başlılık’ diye ifade ediliyor bu. Birbiriyle çelişkili olabiliyor bunlar. Artık korunması gereken bir sulak alanda bile madenciliğin önünü açan kanunlar ortaya çıkıyor. Böyle olunca da hayata geçirmek çok zor oluyor.

Barajların ve hidroelektrik santrallerin su yönetimine etkisi nedir?

Çok fazla baraj kuruldu. Baraj kurmak yerine suyu daha iyi kullanmak, şebeke suyuna ihtiyacı azaltmak gerekli. Örneğin ‘Gri su’ yeniden kullanılabilir. Evlerin içerisinde, banyodan, duştan oluşan çok kirli olmayan ‘gri su’, neredeyse evde kullanılan suyun yüzde 65’ine denk geliyor. Bunun ayrı bir sistemle toplanıp arıtmaya tabi tutulması ve sonrasında da tuvalette, çamaşır yıkamada ve ev temizliğinde kullanılması mümkün. Bunlar yapılabilir; yapılınca da şebeke suyuna daha az ihtiyaç duyulacak. Ancak sudan elektrik üretimi, yaşadığımız dünyada ve çağda gerçekten mantıklı değil. Çünkü içmeye su bulamıyorsun, oradan elektrik üretmeye çalışıyorsun. Bundan uzaklaşmak lazım. Suyu enerjinin üretimi için değil insanın ve ekosistemin ihtiyacı için kullanmak lazım. Kanun da bunu söylüyor.

‘Suyu korurken geleceğimizi ve kendimizi koruyoruz’

Su hakkı kavramı ilk çıktığında insanın suya erişiminden bahsediliyordu ama zaman içerisinde suyun da kendi hakkı da daha çok söylenmeye başlandı. Suya yerel halkların bakışıyla bakmamız lazım. Suyu korumanın kendimizi korumak demek olduğunu, nehirlerin de akma ve var olma hakkı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Suyu korurken geleceğimizi ve kendimizi koruyoruz.

İstanbul’da kar yağışı barajları doldurdu

İstanbul‘da hafta sonu yaşanan yoğun kar yağışının etkisiyle barajlardaki doluluk oranı son bir yılın en yüksek seviyesine çıktı. Karların erimesiyle birlikte oranın artacağı tahmin ediliyor.

İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre, İstanbul’daki 10 barajdan 9’unda doluluk oranı yüzde 70’in üzerine çıkarken, en düşük su seviyesi Sazlıdere Barajı‘nda yüzde 57.75 olarak kaydedildi.

Kazandere ve Istrancalar‘da doluluğun yüzde yüze ulaştığını belirten İSKİ, açıklamasında Ömerli, Büyükçekmece, Darlık, Pabuçdere, Elmalı ve Alibeyköy barajlarının maksimum seviyeye ulaşmasının beklendiğini söyleyerek, dere ve baraj havzalarında yaşanması muhtemel taşkınlara karşı vatandaşların dere yataklarından uzak durması uyarısını yaptı.

İstanbul barajlarında doluluk sırası şöyle oldu: Elmalı yüzde 95.73, Pabuçdere yüzde 94.19, Darlık yüzde 93.59, Ömerli yüzde 89.5, 2, Büyükçekmece yüzde 82.79, ,Terkos yüzde 81.17 ve Alibeyköy Barajı ise yüzde 78.29.

İstanbul’a su sağlayan iki baraj kurumak üzere: Su seviyesi kritik düzeye indi

Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyenler 296. kez nöbet tuttu

Boğaziçi Üniversitesi’nde atanan rektör Naci İnci‘yi protesto eden akademisyenlerin direnişi 63. haftasında.

Soğuk hava ve kara rağmen toplanan akademisyenler, 296. kez rektörlük binasına sırt çevirdi. Naci İnci’nin rektör olarak tanmasının 200’üncü, öğretim görevlisi Can Candan‘ı görevden almasının 238’inci gününde de bir araya gelen  akademisyenler, direnişlerini 435 gündür devam ettiriyor.

Atanan rektör Melih Bulu‘nun görevden alınmasından sonra rektörlük görevine atanan Naci İnci’nin, hukuksuz şekilde Can Candan’ı görevden alması kararına on iki gün önce mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı vermişti.

 

İkizköylüler zeytinlikleri korumak için hem dava açtılar hem şikayet ettiler

Maden yönetmeliğindeki değişikliğe karşı İkizköylüler zeytin ağaçları için direnmeye devam ediyor. Konuya ilişkin olarak kaymakamlığa dilekçe veren vatandaşlar Danıştay 8. Dairesi’nde durdurma kararı için dava açtı. İkizköylüler Kocaman Çayı’na bırakılan maden sahasında biriken sulara ilişkin olarak da YK Enerji’yi İl Çevre Müdürlüğüne şikayet ettiklerini duyurdular.

Zeytinlik sahalarının madencilik faaliyetlerine açılmasını onaylayan yönetmeliğe karşı İkizköylüler zeytin ağaçlarının kesilmemesi için Danıştay 8. Dairesi’nde 11 Mart’ta dava açtı.

Mart başında Resmi Gazete’de yayınlanan maden yönetmeliğindeki değişikliğe karşı yönetmeliğin durdurulması ve iptali için onlarca dava açılmıştı. Söz konusu değişiklik Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’nin (YK Enerji) Muğla Milas’taki iki termik santraline kömür sağlamak amacıyla genişletilmek istenen kömür madeni sahasının İkizköy Mahallesi’ndeki Akbelen Ormanı‘nı yok etmemesi için hukuki mücadele devam ederken yapılmıştı. İkizköylüler İl Çevre Müdürlüğüne yaptıkları şikayeti de şu ifadelerle duyurdu:

1 Mart’ta İkizköy’deki Akbelen Ormanı’nda açılmak istenen kömür ocağı için bilirkişi keşfi yapılmıştı. İkizköylüler, kamuoyunu #AkbelenOrmanınıVermeyeceğiz diyerek yaşama destek olmaya çağırmıştı. 11 Mart’ta da Danıştay’a dava açan köylüler şu açıklamada bulundu:

“Bugün de Derneğimiz olan Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği  (KARDOK) ile zeytinci köylülerimizle zeytinlerin idam fermanı olan yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açtık. Şimdi, zeytinlerimize kimsenin dokunmaması için Danıştay 8. Dairesi’nin 2022/1904 Esasına kaydedilen dosyamızdan yürütmeyi durdurma kararı verilmesini  #ZeytinİçinAdalet bekliyoruz.”

Ne olmuştu?

Akbelen Ormanı’ın 740 dönümlük bölümündeki ağaçlar, Limak Holding ve İÇTAŞ ortalığıyla kurulan YK Enerji tarafından işletilen Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine linyit sağlayacak maden ocağı açmak için kesilmek isteniyor. Şirketin bunun için gerekli izinleri de almış ve ocak ÇED Yönetmeliği’nden muaf tutulmuştu ancak İkizköylüler, çevre aktivistleri ve hukukçular karara itiraz etti. Kesimleri önlemek için 22 Nisan’da başlatılan nöbet sürüyor.

Geçen yaz, Türkiye‘nin Ege ve Akdeniz sahilleri başta olmak üzere pek çok bölgesinde çıkan yangınlardan etkilenen Muğla‘da, bölge halkı yangınlara müdahale ederken, şirket tarafından yangın bahanesiyle 105 ağaç kesilmiş; İkizköy halkının direnmesi üzerine jandarma sert müdahalede bulunmuştu.

Maden ocağına karşı, KARDOK Derneği‘nin açtığı davalarda Muğla 3’üncü İdare Mahkemesi ve Muğla 1’inci İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Muğla Valiliği de kömür taşıma bandının yapımını durdurdu.  Bölgede ilk yapılan keşifte hakimin avukatlara hakaret etmesi nedeniyle avukatlar Arif Ali Cangı,  İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulunmuştu.

Son bilirkişi keşfi ise 1 Mart’ta “Yuh yuh soyanlara” eşliğinde köylüler tarafından gerçekleştirilen eylemler ve atılan sloganlarla gerçekleştirildi. Zeytinlik sahalarının madencilik faaliyetlerine açılmasını onaylayan yönetmeliğe karşı İkizköylüler zeytin ağaçlarının kesilmemesi için Milas Kaymakamlığına dilekçe vermişti.

‘Giderlerse gitsinler’ demişti: Erdoğan sağlık çalışanları için yeni düzenlemeleri açıkladı

Beştepe‘deki 14 Mart Tıp Bayramı etkinliğinde konuşan Erdoğan, yurt dışına giden doktorların, yakın zamanda istikametlerini yeniden ülkelerine çevireceklerinden şüphe duymadığını da söyledi.

Erdoğan’ın açıklamalarından satır başları şöyle:

”Ülkemizi küresel sağlık sistemi içinde mümkün olan en iyi yere getirmek istiyoruz. Sağlık deyince akla ilk gelen hekimdir. Hekim ve hakim kavramları aynı kökten geliyor. Bu iki kavramın ortak özelliği ilmi hikmette mütehassıs. Bu tür kişileri ifade etmesidir.

‘Ülkenin hekimlerine hem vefa borcu hem ihtiyacı var’ 

Bizim medeniyetimizde hekimlik mesleği en üst seviye bilginin içinde değerlendiriliyor. Hekimlikte hatanın bedeli doğrudan insan hayatı olabilmektedir. Osmanlı’nın en ünlü hekimbaşılar ailesinden gelen Hayrullah Efendi ‘Hekim kendi fiillerinde yalan ve dolan kabul etmeyeceği gibi böyle kimselerle de düşüp kalkmamalıdır’ diyor. Rabbim tüm hekimlerimizden ve sağlık çalışanlarımızdan razı olsun yokluklarını göstermesin. Bu ülkenin hekimlerine hem vefa borcu hem ihtiyacı vardır. Ülkemiz cazibesi giderek artan küresel bir sağlık merkezi olma yolundadır. Diğer alanlarda olduğu gibi sağlıkta da artık kaliteye odaklanmamız gereken bir seviyeye ulaştık. Neredeyse her üç kamu çalışanından biri sağlık alanında çalışıyor.”

Yurt dışına giden doktorlar

Yurt dışına giden hekimlerin çok uzak olmayan gelecekte istikametlerini yeniden ülkelerine çevireceklerinden şüphe duymadığını söyleyen Erdoğan, alınacak önlemleri de şöyle açıkladı:

Kasten yaralama suçu katalog suç olacak

“Sağlık personeline yönelik işlenen kasten yaralama suçu CMK kapsamında kataloğa dahil ediliyor. Bu düzenleme ile kamu hizmetlerinden yaralanmak hakkının engellemesi suçuna verilen ceza sağlık hizmetleri söz konusu olduğunda artırılıyor. Sağlık çalışanlarıyla ilgili bir Mesleki Sorumluluk Kurulu oluşturuyor, önemli bir sorunu daha kökten çözüyoruz. Tüm sağlık mensuplarının muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin uygulamaları nedeniyle ceza soruşturması açılabilmesi kurul iznine bağlı olacak. Mesleki Sorumluluk Kurulu, kararlarından dolayı idari ve mali açıdan mesul tutulamayacak. Kamu ve devlette görev yapan sağlık personeline idare tarafından verilen tazminatın rücu ettirilip ettirilmeyeceğine de bu kurul karar verecek.”

Maaşlar tek bordroyla

Cumhurbaşkanı sağlık çalışanlarının maaş ödeme sistemleri ve mali haklarında önemli iyileştirmeler sağlayacaklarını da belirterek,  “Sağlık personelinin sabit ek ödemeleri merkezi yönetim bütçesine alınarak aylıklarının tek bir bordro ile ödenmesi temin edilecektir. Bu uygulama üniversite hastaneleri için de hayata geçirilecek” dedi.

Erdoğan, sağlık çalışanlarının koşullarının iyileştirilmesine yönelik planlanan diğer önlemleri de şöyle açıkladı:

Döner sermaye ödemeleri artırılacak

“Sağlık Bakanlığı döner sermaye dağıtım sistemi, döner sermayeden ödeme yapılmayan hastane kalmayacak şekilde etkinleştirilecek. Merkezi yönetim bütçesinden performans ödemeleri için ilave kaynak aktarılarak sağlık personelinin döner sermayeden alacakları ek ödemelerde artış yapılacak. Sağlık çalışanlarının ücretlerinde yaptığımız iyileştirme, emekliliklerine de yansıyacak.

Aile hekimlerine ücret artışı

Hemşireler başta olmak üzere lisans mezunu sağlık çalışanlarının 3600 ek gösterge kapsamına alınacağını da tekrar hatırlatıyoruz. Aile hekimlerimizin temel ücretlerinde de artış yapılacaktır. Ülkemiz artık dünyanın en üst ligine yükselmiştir. Şimdi bu ligin de zirvesinde yer almanın mücadelesini veriyoruz.”

Sağlık çalışanları ise 14 Mart Tıp Bayramı’nı g(ö)revde geçiriyor. Hekimler uzun zamandır, emeklerinin karşılığında insani çalışma koşulları ve kendilerine yönelik şiddetin engellenmesi talebiyle protestolar gerçekleştiriyor. Bugün yurdun dört bir yanında Türk Tabipler Birliği (TTB) öncülüğünde gerçekleştirilen hekim ve sağlık çalışanlarının eylemi iki gün sürecek.

Türkiye’nin dört bir köşesindeki eylemler kapsamında İstanbul Taksim‘de yapılmak istenen etkinlik polis tarafından engellenmişti.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu “Gidiyorlarsa gitsinler. Biz de üniversiteyi yeni bitiren doktorları buralarda istihdam ederiz” sözleri yankı uyandırmış, hekimler sosyal medya hesapları üzerinden açıklamaya tepkilerini göstermişlerdi. Özellikle Erdoğan’ın bu sözlerinin ardından hekimler çalışma koşullarına dikkat çekerek “Sıkıntılarımız maaşa indirgenemez” yönünde açıklamalarda bulunmuşlardı.

 

‘Antarktika’daki deniz buzlarını kaybetmek, canlılığı da kaybetmek demek’

TÜBİTAK MAM Kutup Araştırmaları Enstitüsü koordinasyonuyla gerçekleştirilen 6. Ulusal Antarktika Bilim Seferi‘ni tamamlayan 20 bilim insanı Türkiye’ye dönerek çalışmalarına dair açıklamalar yaptı.

Heyetin bilimden sorumlu lider yardımcısı Hasan Hakan Yavaşoğlu, Geçici Türk Bilim Üssü‘nün bulunduğu Horseshoe Adası’nın kuzeydoğusu, güneybatısıve ve kuzeybatısında canlı bilimleri için zooplankton, liken, su, sediment, bentik göl, kara ve denizden örnekler alındığını, deniz suyu filtrasyonu, DNA izolasyonu amacıyla çeşitli çalışmalar yapıldığını, yer bilimleri kapsamında farklı ana kaya örnekleri alındığını söyledi.

Çalışma konularının özellikle deniz buzları olduğunu belirten lojistikten sorumlu sefer lider yardımcısı kaptan Özgün Oktar, “Deniz buzları dünyanın iklim dengesini sağlıyor. Hem tuzları barındırarak dünyadaki su akımını dengeliyor ve mevsimlerin oluşmasını sağlıyor, hem de güneş ışığını yansıtarak dünyanın ısı dengesini sağlıyor. Hem karada hem denizde bulunan bu buzullar her yıl azalıyor” dedi.

İstanbul Teknik Üniversitesi Geometrik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Mahmut Oğuz Selbesoğlu ise, buzulların okyanuslar vasıtasıyla soğuğu dünyaya dağıttıklarını hatırlatarak,”Buradaki buzullar binlerce, yüzlerce, belki de milyonlarca yıldır burada. İnsanlığın var oluşuna ve ekosisteme hizmet eden buzulların ne kadar eridiğini, hacimlerinin yıldan yıla ne kadar değiştiğini sürekli takip etmek gerekiyor” dedi.

‘Denize kavuşan her damla iklimi değiştiriyor’

Uydularla takip edilen buzulların kalınlığının anlaşılabilmesi için saha çalışmasının önemli olduğunu belirten Oktar, Güney Yarım Küre‘deki buzulların dünya üzerindeki tüm buzullaırn yüzde 90’ını oluşturduğunu ve tatlı suyun yüzde 70’inin burada saklandığını hatırlatarak “Buradan denize kavuşan her damla su deniz seviyesini artırırken iklimin değişmesine sebep oluyor” dedi.

Buzulların ekosistem içindeki önemini ise Oktar şöyle vurguladı:

“Bu alanlar, krillerin beslendiği, alglerin tutunduğu yerler ve aynı zamanda penguenler, kutup ayıları gibi diğer canlıların da üreme, avlanma ve yaşam alanları. Deniz buzlarını kaybediyor olmamız aslında bir anlamda bizim için canlılığı da kaybediyor olmamız demek. Bu canlıların beslenme sıkıntıları ya da bir yerden bir yere göç etmelerinin engellenmesi anlamına geliyor.”

Her yıl daha ince buzlar oluşuyor

Deniz buzlarının kalınlıklarının farklı olabileceğini aktaran Oktar, birden fazla kış geçirmiş kalın buzların azaldığını belirterek “Daha kalın buzları kaybediyoruz, yerine her yıl daha ince buzlar oluşuyor. Yani daha az deniz suyunu donduruyoruz, dibe daha az tuz bırakıyoruz ve okyanusun bu büyük döngüsünü yavaşlatıyoruz” açıklamasını yaptı. Oktar, Antarktika ve Grönland‘daki buzul kütlesini kaybetmenin dünyadaki deniz seviyesinin yüzde 70 yükselmesine sebep olacağının da altını çizdi.

‘Bölgenin mikrobiyal kaynakları maden kadar değerli’

Sefere katılan bilim insanlarından 19 Mayıs Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü öğretim üyesi Hilal Ay, klinikte kullanılan birçok antibiyotiğin ve antikanser bileşiğin kaynak organizması olan aktinobakteriler ile biyoteknolojik ilaç tasarlama çalışması yaptığını anlattı.

Dünyanın en esktrem düşük sıcaklıklarının görüldüğü bölgede yeni aktinobakteri türleri keşfedilebileceğini söyleyen Ay, Uludağ Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi ile hazırladığımız projede, bu yeni türlerin patojenlere karşı antimikrobiyal madde üretim potansiyellerini keşfetmeyi amaçlıyorum” dedi.

Horseshoe Adası’nda bu bakteri türlerinin keşfine ilişkin daha önce bir çalışma yapılmadığını aktaran Ay, “Böyle ekstrem bir ekosistemin mikrobiyal kaynakları, en az o bölgenin sahip olduğu maden kaynakları kadar değerli. Genom analiziyle, bu mikroorganizmaların genetik potansiyelini ortaya çıkarıyoruz. Bu genetik kaynaklardan da ileride biyoteknolojik ilaç öncülü olabilecek molekülleri, endüstride kullanabileceğimiz enzimleri alabileceğiz” sözleriyle projeyi açıkladı.

Rusya’da Instagram’a erişim resmen engellendi

Rusya Federal Bilgi Teknolojileri ve Kitle İletişim Denetleme Kurumundan (Roskomnadzor) yapılan yazılı açıklamada, Instagram’da Rus vatandaşlarına yönelik şiddet eylemleriyle ilgili çağrıların yer aldığı gerekçesiyle, sosyal medya platformunun dün geceden itibaren tamamen kapatıldığı bildirildi.

Engelleme talebi, Rusya Başsavcılığından geldi.

Sosyal medya platformları Instagram ve Facebook’un ana şirketi Meta, Ukrayna’daki savaşa destek veren Ruslar ve savaşa katılan Rus askerlerine karşı şiddet içerikli mesajlara izin vermek üzere kurallarını esnetme kararı almıştı. Ayrıca Ukrayna işgaline destek veren Rusları hedef alan içerikler de bir süre engellenmeyecek.

Roskomnadzor ise Instagram’a erişimin engellenmesiyle ilgili mesajında, Rusya’nın VKontakte ve Odnoklassniki sosyal ağları da dahil olmak üzere kendi rekabetçi internet platformlarına sahip olduğunu hatırlatarak, “Bu internet ortamlarına geçişinizin hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini ve gelecekte iletişim ve iş yapmak için yeni fırsatlar keşfedeceğinizi umuyoruz” dedi.

Rusya’da 60 milyona yakın kişinin Instagram kullandığı tahmin ediliyor.

Rusya, daha önce Facebook ve Twitter’a erişimi kısıtlama kararı almıştı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rus medyasına yaptırımlar uygulayan Twitter’a getirdiği yasağı aşmak için sosyal medya devi Tor ağı üzerinden erişilebilen onion uzantılı özel web sitesi açmış ve desteklenen tarayıcılar listesine Tor’u da ilave etmişti.

Seçim Kanunu’nda değişiklik teklifi Meclis’te: Baraj yüzde 7’ye iniyor

AKP ve MHP tarafından hazırlanan “Milletvekili Seçimi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” bugün meclise sunuldu. AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı Hayati Yazıcı ve MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız, teklifin detaylarını açıkladı.

Yazıcı basın açıklamasında, toplamda 15 maddenin dokuzunun seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri, ikisinin milletvekili seçimi kanunu, birinin mahalli idareler kanunu ve birinin de siyasi partiler kanunu ile ilgili değiklik öngördüğünü söyledi.

Teklife göre seçim barajı yüzde 10’dan yüzde 7’ye düşürülürken, siyasi partiler seçim çevresinde gerekli oy oranına ulaşmadan içinde bulunduğu ittifakın artık oylarından faydalanarak milletvekili çıkaramayacak, her partinin çıkaracağı milletvekili sayısı kendi oyuna göre ayrı ayrı hesaplanacak.

Ayrıca değişiklik kanunlaşırsa, seçime katılabilmek için Meclis‘te grup kurmuş olmak şartı aranmayacak ancak partilerin seçimden altı ay önce en az 41 ilde örgütlenmeyi tamamlamaları gerekecek.

Seçim kanunun seçimden en fazla bir yıl önce değişebileceğini hatırlatan MHP’li Yıldız ise “Bu kanun yürürlüğe girdikten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamaz. Erken seçim tartışmalarına son verilmiştir” dedi.

‘Seçmen iradesinin başka partilere yansımaması gözetilmiştir’

Yıldız, değişiklikle ittifak içindeki partilerin oylarının D’hont (nispi temsil) sistemiyle hesaplanacağını da kaydederek teklifteki şu maddeleri okudu:

“Milletvekili seçim kanununun 34’üncü maddesinde yapılan değişiklik ile ittifakı oluşturan siyasi partilerin her birinin çıkaracağı milletvekilinin sayısının hesaplanmasında her seçim bölgesinde ittifak içinde elde ettiği oy sayısı esas alınacak, genel D’Hont uygulaması ile belirlenecektir.  Buna gröre artilerin aldıkları oy sayıları önce bire, sonra ikiye, sonra üçe ve bölgenin çıkaracağı milletvekili sayısına ulaşılıncaya kadar bölünecektir. Elde edilen paylar en büyükten en küçüğe doğru sıralanır, siyasi partilere ve bağımsız adaylara rakamların büyüklük sırasına göre milletvekili tahsis olunur.

Önerilen bu değişiklik ile siyasi partilerin tüzel kişiliklerine destek verilmiş, ittifakların ortak amaçları ve hedeflerinin yanında, ittifak içinde görünür olan her partinin ittifak dışında görünürlüğü güçlendirilmiştir, siyasi parti tercihlerinde seçmen iradesinin kendi partisi dışında başka partilere yansımaması da gözetilmiştir.”

D’hont sistemi nedir?

Belçikalı Matematikçi Victor D’Hondt‘un 1878’te tasarladığı sistem, Anayasa‘ya 1961 yılında girdi. Bu sisteme göre, bir seçim çevresinde bir partinin aldığı oy toplamı, sırasıyla 1’e, 2’ye, 3’e, 4’e bölünür ve o seçim çevresinin çıkaracağı milletvekili sayısına ulaşıncaya kadar bu işleme devam edilir. Bir siyasi parti ilk milletvekilini çıkardığında toplam oyları ikiye, ikinci milletvekili çıkardığında toplam oyları üçe, üç milletvekili çıkardığında toplam oyları dörde, dört milletvekili çıkardığında toplam oyları beşe bölünür ve tekrar hesaplamaya katılır. Sistem bu şekilde sürer.

Soru üzerine konuya dair detay veren MHP’li Yıldız, yeni sisteme dair şunları söyledi:

“Değişiklikle, siyasi partiler seçim bölgesinde gerekli oy oranına ulaşmadan içinde bulunduğu ittifakın oyundan faydalanarak milletvekili çıkaramayacaktır. İzahı budur. Türkiye genel barajını ittifak ile geçecek ancak milletvekili çıkarması kendi oyuna bağlı.”

 

15 Maddelik teklifin özeti ise şu şekilde:

Değişikliklere göre;

  • Seçimlerde yüzde 10 olarak uygulanan ülke seçim barajı yüzde 7’ye inecek.
  • İttifak partileri aldığı oy toplamı ile ülke barajını geçebilecek, ancak seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu kendi oy sayısı dikkate alınarak yapılacak. Bu sayı her seçim bölgesinde ittifak içinde elde ettiği oy sayısı esas alınarak genel D’Hondt uygulamasıyla belirlenecek.
  • İl seçim kurulu bir başkan, iki asıl ve iki de yedek üyeden oluşacak. İl seçim kurulu başkan ve asıl üyeleri, iki yılda bir ocak ayının son haftasında, il merkezinde görev yapan ve birinci sınıfa ayrılmış hakimler arasından ilk derece adli yargı adalet komisyonunca yapılan kura çekimiyle tespit edilecek.
  • Sandık kuruluna üye bildirme hakkı olan bir parti, oluru olmadan başka bir parti üyesini sandık kurulu üyesi olarak gösteremeyecek.
  • Seçimlerde, yerleşim yeri adresine göre oluşturulan bir yıl önceki seçmen kütüğü üzerinden güncelleme işlemleri yapılacak. Adresi kapanmış olması sebebiyle adres kayıt sisteminde gözükmeyenler, en son seçmen olduğu adrese göre seçmen listelerine kaydedilecek.
  • Kura çekiminde ilk çıkan başkan, sonraki iki üye asil ve en son çıkan iki üye de yedek üye olarak belirlenecek. Kurulan il seçim kurulu iki yıl süre ile görev yapacak.
  • İlçede görev yapan ve birinci sınıfa ayrılmış hakimler arasından, merkez ilçelerde ise il seçim kurulu başkan ve üyelere ilişkin kura çekiminden sonra kalan listeden olacak şekilde il merkezinde görev yapan ve birinci sınıfa ayrılmış hakimler arasından ilk derece adli yargı adalet komisyonunca yapılan kura çekimiyle belirlenen hakim üye, ilçe seçim kuruluna başkanlık edecek. Birinci sınıfa ayrılmış yeterli sayıda hakimin olmaması durumunda en kıdemli hakim kurulun başkanı olacak
  • Seçim sonucuna göre, ilk sırada yer alan muhtar adayı, seçilme yeterliliğine sahip olduğunu en geç bir ay içinde belgelendirmesi halinde kendisine seçim kazandığına dair ilçe seçim kurulunca mazbata verilecek. Kararlara karşı iki gün içerisinde il seçim kuruluna itiraz edilebilecek, il seçim kurulunun vermiş olduğu kararlar kesin olacak.
  • İl seçim kurulu başkan ve üyeleri ile ilçe seçim kurulu başkanları, teklifin kanunlaşarak yürürlüğe girmesinden itibaren 3 ay içinde yeniden belirlenecek.
  • Seçim Kanunu’ndaki “Başbakan” ifadeleri, Cumhurbaşkanlığı sistemine uygun olarak kanundan çıkartılacak, yerine “bakanlar” ifadesi getirilecek.

CHP’den Nükleer Düzenleme Kurumu Kararnamesi’ne iptal dilekçesi: Anayasa Mahkemesi ayaklar altına alındı

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Özgür Özel, İstanbul Milletvekili İbrahim Kaboğlu ile birlikte; 95 Sayılı ‘Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin iptali için bugün Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu.

Özgür Özel ve İbrahim Kaboğlu, başvuru dilekçesinin tesliminin ardından Anayasa Mahkemesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Anayasa Mahkemesi’nin ayaklar altına alındığını belirttiği Nükleer Düzenleme Kurumu Kararnamesi’ne ilişkin olarak konuşan Özel, “Anayasal yönden daha önce yapılan pek çok ihlalin üzerine bambaşka bir ihlalle karşı karşıyayız. Bugün Cumhurbaşkanlığının anayasa ihlali üzerine; Anayasa Mahkemesi’ne kararnameyi şekil yönünden iptali için başvuruda bulunduk” dedi.

‘Bambaşka bir ihlalle karşı karşıyayız’

“Anayasal yönden daha önce yapılan pek çok ihlalin üzerine bambaşka bir ihlalle karşı karşıyayız” diyen Özel, “Anayasal düzene Erdoğan tarafından atılan bir nükleer bombaya itiraz ettiğimiz bir noktadayız. Meclis niye var? Anayasa ihlali göz göre göre neden yapıyor? Düzenlemeyi kanunla yapabileceğine rağmen gelip meclisin üzerinde tepinen ‘Ben sizi yok sayarım’ diyen bir Cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı.

“Kırk sekiz saatlik süreyi beklemeden zorla bu kanunu meclisten geçirdiler” şeklinde konuşan Özgür Özel, “Kanunun içinde kurumu düzenleyen maddeyle düzenlermiş gibi yaptılar. Düzenlermiş gibi yaptıkları maddeyi Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin kararını açıkça ihlal etti” dedi.

‘Putin’in tekeline verilmiş bir nükleer inşaat’

Özel, Mersin‘deki Akkuyu Nükleer Santrali‘ni de işaret etti. Yaşanan iş kazaları, patlamalar ve insani olmayan çalışma koşullarının yanısıra Akkuyu Nükleer Santrali, Rusya merkezli Rosatom’un nükleer reaktörleriyle son dönemde oldukça gündeme gelmişti. Finlandiya’da da Rusya devletine ait Rosatom’un VVER 1200 modelinin Rusya’nın nükleer silahlanma süreçlerini beslediği gerekçesiyle tartışmalar gerçekleşmişti. Türkiye’de ise dört adet reaktör söz konusu. Buradan hareketle Özel açıklamasında “[Rusya Devlet Başkanı Vladimir] Putin’in tekeline verilmiş bir nükleer inşaat var. Sadece riski bize ait. Orayı düzenleyecek kurum düzenleniyor. Bunu kabul etmiyoruz. Reddediyoruz. AKP’ye oy vermiş seçmenlere diyoruz ki; Almanya, ABD, Fransa ülkesini nasıl koruyorsa biz de öyle korusaydık ya? Bari bu konuda korusaydık. Hepimizin canına kast ediyorlar” ifadelerini kullandı.

Anayasa Mahkemesi’nin görevini yerine getirmediğini belirten İbrahim Kaboğlu ise Nükleer Düzenleme Kurumu Kararnamesine ilişkin olarak “Anayasaya aykırı bir düzenleme” değerlendirmesinde bulundu. Kaboğlu ve Özel’in açıklamaları şöyle:

Savaş, yeşil enerjiye geçişi durdurabilir mi?

Üçüncü haftasına giren kuzeyimizdeki savaşın kasım ayında Glasgow’da, COP 26 toplantısında sağlanan kömürden çıkış ve yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüş için alınan kararları da etkilenmesinden korkuluyor. Rus doğalgazına karşı yaptırım kararları alan Batılı ülkelerin savaş uzadıkça Glasgow’da verdikleri sözleri unutarak doğacak enerji açıklarını tekrar kömüre dönerek kapatmaya çalışabilecekleri düşünülmeye başlandı.

Aslında 31 Ekim-12 Kasım tarihlerinde Glasgow’da düzenlenen 26. COP toplantılarında kömür kullanımının aşamalı olarak yasaklanması için bütün dünya umutlanmıştı. Bütün dünyayı bir an için umutlandıran antlaşma metninde “kömür kullanımının aşamalı olarak sonlandırılması, ülkelerin Paris İklim Antlaşması taahhütlerine uyumunun denetlenmesi ve gelişmekte olan ülkelere yenilenebilir enerji kapasitelerini geliştirebilmeleri için daha fazla finansal destek yapılması” öngörülüyordu. Ancak anlaşmanın taslak metinlerinde yer alan kömürün “aşamalı olarak sonlandırılması” taahhüdü, son dakika da Hindistan’ın itirazlarıyla “aşamalı olarak azaltmak” şeklinde değiştirilmiş ve kömür kullanımının kısa süre içinde terk edilmesi umutları daha yeşermeden kısa süre içinde solmuştu. Zirve de sadece kömür kullanımının sonlandırılması gereğinin ilk defa bir antlaşma metnine girmesi kazanımıyla son bulmuştu.

Küresel enerji tablosu parlak değil

COP 26 Başkanı Alok Sharma da 197 ülkenin katılımıyla çıkan sonucu yaptığı basın toplantısında “ülkeler kömüre sırtını dönüyor, kömürün sonu göründü” diyerek yorumlamıştı. Fakat Glasgow’dan sadece dört ay sonra, ortaya çıkan küresel enerji tablosu Sharma ve diğer COP müzakerecilerinin istediği yönde değildi. Rakamlar kömür kullanımının küresel olarak kış boyunca rekor seviyelere yükseldiğini ve buna bağlı sera gazı emisyonlarının da arttığını gösteriyordu.  Üstelik tüm bu gelişmeler Rusya’nın Ukrayna‘yı işgal etmesinden önce yaşanmıştı.

Şimdi üçüncü haftasına giren savaş var ve Rusya’ya uygulanan ve her geçen gün artırılan yaptırımlar nedeniyle, özellikle Avrupa’daki ülkeleri, tükettikleri Rus doğalgazını hızla terk etmenin yollarını aramaya başladı. Bu arayışların,  oluşacak büyük enerji açıklarını kapatmak için, Glasgow’da verdikleri kömür kullanımını azaltmaya yönelik taahhütlerinin zaman çizelgelerini yeniden düşünmeye zorlamasından; yani yavaşça terk ettikleri kömüre hızlıca dönmelerinden korkuluyor. Özellikle Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde kömür kullanımının geçmişteki düzeyin de üzerine çıkmasından çekiniliyor. Enerji uzmanları ve ekonomistlere göre Ukrayna’daki savaş nedeniyle Rus doğalgazına uygulanan kısıtlamalar sonucu kömür talebi en azından kısa vadede daha da artacak.

Bu nokta geçen hafta Rus doğalgazının Avrupa’daki en büyük alıcısı olan Almanya’nın, Yeşiller Partisi üyesi Ekonomi Bakanı Robert Habeck tarafından da kabul edildi. Habeck Avrupa’nın Rus saldırganlığı ve sarmal gaz fiyatları karşısında daha fazla kömür yakmaya zorlanabileceğini açıkça itiraf etti. Daha önce de Almanya’dan sonra Avrupa’daki en büyük Rus doğalgazı ithalatçılarından olan İtalya’da yetkililer Rus doğalgazı yerine kömür kullanabileceklerini söylemişlerdi. Bu arada savaşla birlikte artan talep dünya üzerinde kömür fiyatlarının tırmanmasına da neden oldu. Geçtiğimiz yıl içinde ortalama bir ton kömür 82 ABD doları iken Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile birlikte bu fiyat 400 ABD doları civarına tırmandı.

Kömür kullanımı 10 yıl içinde yüzde 50 azalmalı

Tüm bu yaşananlarla ilgili olarak Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) geçtiğimiz hafta içinde bir açıklama yayınladı. Ajansa göre “AB politika yapıcıları Rus doğalgazına bağımlılıklarını ne kadar hızlı düşürmeye çalışırsa, ekonomik maliyetler ve yakın vadeli emisyonlar açısından potansiyel etki o kadar büyük olur.” Diğer yandan kömür, Rus doğalgazından bağımsız olarak Asya’da hala ana enerji kaynağı, özellikle de Çin‘de… Çin yeni kömür santralleri inşa etmeye devam ediyor ve bu ülkenin emisyonları geçen yıl % 4 daha arttı.

Bu gelişmelere rağmen, birçok enerji uzmanı fosil yakıtlardan yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru; yavaş ve zor da olsa geçişin devam edeceğine inanıyor. Gent Üniversitesi uluslararası siyaset doçenti Thijs Van de Graaf da bu uzmanlardan biri… Van de Graaf, yaşadığımız bu krizin yenilenebilir enerjinin önemini anlamamız açısından farklı sonuçlar verebileceğini söylüyor. “Rusya’ya bağımlılığı azaltma stratejilerinin çoğu, emisyonları azaltmak için almak istediğiniz politika önlemleriyle aynıdır”diyen Graaf, savaşın Avrupa’da temiz enerjiye yatırım artışını tetikleyebileceğine iddia ediyor.

IEA’nın net sıfır politikasına göre, kömür kullanımının önümüzdeki on yılın içinde %50 azalması gerekiyor.  Diğer yandan, emisyonların 2050 yılına kadar sıfıra indiği ve küresel ısınmanın yüzyılın sonuna kadar 1,5C’nin altında kaldığı senaryoya göre, elektrik üretimi de aynı dönemde % 40 oranında artırılması şart. Her ikisini de aynı anda yapmak (kömürü keserken elektrik üretimini artırmak) yenilenebilir enerjide, özellikle rüzgar ve güneşte, enerji depolama ile birlikte büyük bir büyüme gerektiriyor. Fakat uzmanlara göre yenilenebilir enerji piyasası buna hazır değil. Çünkü pil depolama alanı henüz istenen kapasitede değil. İşte son savaş krizi Van de Graaf’a göre tüm bunların yeniden tartışılmasını sağladı. Çünkü ona göre “ulusal güvenlik paradigması, iklim felaketi paradigmasından çok daha büyük bir seferberlik gücüne sahip.”

Bu yıl, sonbaharda Mısır‘da gerçekleşecek COP 27 iklim zirvesi öncesinde, ülkelerin Birleşmiş Milletler’e gelişmiş iklim planları sunması gerekiyor. İklim uzmanları bunun özellikle mevcut iklim vaatleri küresel ısınmayı 1,5C ile sınırlamaya uygun olmayan Çin ve Hindistan gibi büyük ve gelişmekte olan ekonomiler için önemli olduğunu söylüyor. Son yaşadığımız gelişmeler bu toplantılarda bir başka önemli gelişmeyi de ortaya koyacak. Savaş batı ülkelerinde uzun süreli kömüre dönüşe mi sebep oluyor, yoksa bazı uzmanların da iddia ettiği gibi yaşanan kriz günleri bugüne kadar ihmal edilen yenilebilir enerji ve depolama sistemleri yatırımlarının kapısını mı açacak?