ManşetEditörün SeçtikleriEkolojiİklim ve EnerjiRöportaj

Dünya Nehirler İçin Eylem Günü: Kentleşmenin kıyısındaki nehirler

0
Fotoğraf: Cristina de Middel

Dünya,  24 yıldır 14 Mart tarihini “Dünya Nehirleri Eylem Günü’’ olarak anıyor. Gün kapsamında,  dünya çapındaki nehirlerin biyoçeşitlilik için önemine dikkat çekilerek su hakkına, mülkiyet sorunlarına, iklim krizine ve su yönetimine dikkat çekiliyor.

Brezilya’nın Curibita kentinde Mart 1997’de gerçekleştirilen Barajlardan Etkilenenlerin Uluslararası Toplantısı’yla başlayan süreç içerisinde ortaya çıkan Dünya Nehirler İçin Eylem Günü,  o zamandan bu yana su mücadelesinin politik olarak da güçlenmesi amacıyla suyun kullanımına dikkat çekilen bir gün oldu.

Türkiye’de, 2023’e kadar bin 738 adet baraj ve HES, ilaveten iki bin sulama ve içme suyu barajı yapılması planlanıyor. 2023’te Türkiye’de özgür akan tek akarsu dahi kalmayabilir. Bu akarsuların hemen hepsi de şirketlere ihale edilecek ve doğal yaşamın kaynağı olma özelliklerini kaybedecekler. Türkiye’de biyolojik çeşitliliğin (insan habitatı dahil) yüzde 90’ına yakınını barındıran 305 önemli doğa alanıdan 185’i HES ve barajların tehditi altında. Bu alanlar geri dönüştürülemez şekilde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Güney Afrika yakınlarındaki Sonderend Nehri üzerinde bulunan Theewaterskloof Barajı

Dünyada da durum farklı değil. Gezegen üzerindeki toplam su miktarı 1,4 milyon km3 kadar ve bu suyun yüzde 97,5’i okyanuslardaki tuzlu su. Kalan yüzde 2,5’in de yalnızca yüzde 0,5’i kullanılabilir durumda. Tatlı suyun yüzde 90’dan çoğu kutuplarda ve yeraltında. Dünya Barajlar Komisyonunun 2000 yılı raporuna göre yeryüzünde 45 binden fazla büyük baraj bulunuyor ve bunlar şimdiden 40 ila 80 milyon insanı yaşadığı topraklardan göçe zorladı. 2021’e gelindiğinde daha yüksek rakamlardan söz ediliyor.

Dünya nüfusunun beşte biri yani 1,2 milyar kişi suyun yetersiz olduğu bölgelerde yaşıyor. Yarım milyar kişi de bu duruma düşmek üzere. 1,6 milyar kişi ise ekonomik nedenlerle suya ulaşamıyor.

UNDP‘nin yaptığı bir çalışmaya göre de gecekondu semtlerinde oturan yoksulların suya, şebeke suyundan yararlananlardan 5-10 kez daha fazla ödüyor. Düşük kaliteli suların içilmesinden ötürü dünyada her yıl çoğu çocuk 5 milyon insan ölüyor. Günde üç bin çocuk kirli su kaynaklı sorunlardan yaşamını yitiriyor.

Yeşil Gazete olarak Dünya Nehirler İçin Eylem Günü kapsamında su hakkı, mülkiyeti, yapılaşma sorununu ve su yönetimini Su Yönetimi Uzmanı Dr. Akgün İlhan’la konuştuk.

Dr. Akgün İlhan

İklim krizinin etkilerini nehirlerde nasıl görüyoruz?

Türkiye’de iklim değişikliğini aşırı iklim olayları, sıcak dalgaları, seller gibi iklim felaketleri üzerinden yaşıyoruz. Bunlar suyun döngüsünü çok ciddi şekilde değiştiren olgular. Ancak iklim değişikliği kadar kentleşme de çok önemli. İstanbul gibi kentleşmiş şehirlerde yağmur yağdığında, su beton kanala doğru geliyor ve taşmalara neden oluyor.  Örneğin Kastamonu’da yaşadığımız felaketin esas nedeni iklim değişikliğinden daha fazla dere yatağındaki yapılaşmadır. İklim değişikliğini tek başına ele almamak lazım. Kümülatif etkilere bakmak gerekiyor.

‘İklim değişikliğiyle birlikte kentleşme nehirlerin akışını değiştiriyor’

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunda da buna işaret ediliyor. İklim değişikliğiyle birlikte kentleşme nehirlerimizi su akışını değiştiriyor. Nehir yatağı beton kanallara hapsediliyor ve aşırı yağışlarla, her taraf beton ve asfalt olduğu için o sular ya denize ya da nehirlere ulaşıyor. Bu da nehirlerin kapasitesinin üstünde bir suyla karşı karşıya bırakılmasına sebep oluyor.

Yine yapılaşma konusunda barajların da ele alınması gerekir. Barajlarla bunların akışını zaten istediğimiz gibi kontrol etmeye çalışıyoruz. Dünya Barajlar Komisyonu’nun 2000’de yayımladığı raporu dünyada 45 binden fazla baraj olduğunu ortaya koymuştu.

Dünyada su kaynaklarının doğa değil de ticari odaklı olması ve buna yönelik politikalar üretilmesinin nehirler ve su mülkiyeti üzerinde nasıl etkileri bulunuyor?

Havayı, toprağı, her türlü canlıyı kendimiz için zaten modifiye ediyoruz. Su hakkı genelde insanın suya erişimi olarak kabul ediliyor. Birleşmiş Milletler (BM) 2010’da bunu kabul etti, Türkiye de 2014’te imza attı. Ama bunun ötesinde Bolivya ve Ekvador gibi Güney Amerika ülkelerindeki yerli, doğayla saygılı insanların kültürünün etkisiyle nehirlere hukuki statü kazandırıldı. Ekolojik anayasası olan Ekvador’da bu anayasaya da dayanarak Vilcabamba nehrinin haklarının korunması için dava açıldı ve kazanıldı. Nehirlerin de insanlar gibi hakları olduğu ortaya koyuldu. Ancak bunlar da sembolik kazanımlar. Çünkü eğer kanunları hayata geçirmezseniz orada çürümeye başlıyorlar.

Tomorrow’s-World-by-Serge-Attukwei-Clottey-

Türkiye’deki su mevzuatı nasıl peki?

Türkiye’de genel olarak kanunlar iyi. Su kullanım önceliği ile ilgili bir kanun maddesi var. Burada “Su öncelikli olarak insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için, ikinci olarak ekosistemin ihtiyaçları, üçüncü olarak tarımsal ihtiyaçlar ve dördüncü olarak da önceki alanlardan artması durumunda sanayi, turizm ve madencilik gibi faaliyetlerde kullanılabilir” ifadeleri yer alıyor. Kanunda çok net bir şekilde çerçeve belirlenmiş. Ama bu kanuna uyulmuyor. Yeraltı ve yüzey suyunu da aşırı şekilde çekmek zorunda kalıyor ve kirletiyorlar. Türkiye’de kanunda sıkıntılar yok, kanunların uygulanmasında problemler var.

Türkiye’deki suyun ücretlendirilmesine ilişkin olarak ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye’nin su hakkıyla ilgili dünya ortalamasına baktığınızda su çok pahalı değil. Ne çok pahalı, ne çok ucuz. Alım gücü düştüğü için suya erişim zorlaşıyor. Su kaynaklarının kirleniyor olması, onlara erişimin zorlaşıyor olması zaman içerisinde onları toplayıp veya barajlardan çekip sonra arıtıp şebekeye verilmesi sürecinde çok ciddi masraflar var. Suyu temizlemek de giderek daha maliyetli bir hale geldi. Bunun nedenlerinden biri İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yoğun yapılaşmanın olduğu illerde su kaynaklarını temiz tutabilmenin çok zor olması. Çünkü nehir havzasının yapıdan arınık olması gerekirken her yer kentleşmiş durumda.

İnsan kaynaklı kirliliğin su üzerindeki etkisi nedir?

İnsan kaynaklı kirliliğin etkisi asla küçümsenmemeli. İstanbul’da sanayi başka kentlere ötelendiği için burada kullanılan suyun yüzde 92’si evsel. Bunun içerisinde küçük ticarethaneler de yer alıyor. Sanayi miktar olarak evsel atığa neredeyse eşit miktarda fakat evsel atığa göre daha şiddetli bir şekilde kirletiyor. Marmara’daki müsilajın da çok önemli bir bölümünü evsel atıklar oluşturuyor. Tarımsal alanlardan gelen azot, fosfor gibi gübre olarak kullanılan maddelerin yağmurlarla Marmara’ya taşınıyor olması nedeniyle… Burada sanayinin küçük bir rolü var. Sözde ‘arıtılmış sular’ da var bunun içerisinde. Sanayinin yarattığı etkinlik farklı bir kirlilik. Denizdeki biyoçeşitliliğin yok olmasına neden oluyor. Biyoçeşitliliği düşmüş bir deniz kırılgan bir denizdir. Aynı biyoçeşitliliği düşmüş bir gezegenin kırılgan bir hale gelmesi gibi.

Türkiye’de bu konuda yaptırımlar ne durumda ve su yönetimi nasıl işliyor?

Yaptırımlar her yerde zayıf. Kanunlar çok çeşitli, çok güzel bir su mevzuatı var. Su yönetimi madencilikte, tarımda, hayvancılıkta, turizmde pek çok sektörde var. Altı bakanlığın doğrudan suyla ilgili mevzuatı var. Çeşitli maddeleriyle buna dokunan bakanlık birimleri de var. O nedenle çok karışık. ‘Su yönetiminde çok başlılık’ diye ifade ediliyor bu. Birbiriyle çelişkili olabiliyor bunlar. Artık korunması gereken bir sulak alanda bile madenciliğin önünü açan kanunlar ortaya çıkıyor. Böyle olunca da hayata geçirmek çok zor oluyor.

Barajların ve hidroelektrik santrallerin su yönetimine etkisi nedir?

Çok fazla baraj kuruldu. Baraj kurmak yerine suyu daha iyi kullanmak, şebeke suyuna ihtiyacı azaltmak gerekli. Örneğin ‘Gri su’ yeniden kullanılabilir. Evlerin içerisinde, banyodan, duştan oluşan çok kirli olmayan ‘gri su’, neredeyse evde kullanılan suyun yüzde 65’ine denk geliyor. Bunun ayrı bir sistemle toplanıp arıtmaya tabi tutulması ve sonrasında da tuvalette, çamaşır yıkamada ve ev temizliğinde kullanılması mümkün. Bunlar yapılabilir; yapılınca da şebeke suyuna daha az ihtiyaç duyulacak. Ancak sudan elektrik üretimi, yaşadığımız dünyada ve çağda gerçekten mantıklı değil. Çünkü içmeye su bulamıyorsun, oradan elektrik üretmeye çalışıyorsun. Bundan uzaklaşmak lazım. Suyu enerjinin üretimi için değil insanın ve ekosistemin ihtiyacı için kullanmak lazım. Kanun da bunu söylüyor.

‘Suyu korurken geleceğimizi ve kendimizi koruyoruz’

Su hakkı kavramı ilk çıktığında insanın suya erişiminden bahsediliyordu ama zaman içerisinde suyun da kendi hakkı da daha çok söylenmeye başlandı. Suya yerel halkların bakışıyla bakmamız lazım. Suyu korumanın kendimizi korumak demek olduğunu, nehirlerin de akma ve var olma hakkı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Suyu korurken geleceğimizi ve kendimizi koruyoruz.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.