Ana Sayfa Blog Sayfa 909

Yıkım üçüncü kez ertelendi, tatilciler kaplumbağa üreme alanına yine yerleşti

Antalya‘nın Aksu ilçesinde otellerin yanı başında denize sıfır yapılan 700 çardak için deniz kaplumbağalarının yuvalarına zarar verdiği ve 1’inci derece sit alanında olduğu gerekçesiyle alınan yıkım kararı, geçen ay üçüncü kez ertelendi. Kararın ertelenmesiyle birlikte tatilciler, çardaklarda tadilat yapıp yerleşmeye başladı.

1,5 kilometrelik Kumköy sahili, geçen yıl mart ayında Cumhurbaşkanı kararıyla ‘Nesli tükenme tehlikesindeki deniz kaplumbağalarının yuvalanma alanı’ ilan edilmişti. Özellikle Aksu ve Serik ilçelerindeki binlerce kişinin yaz tatilini geçirdiği ve sezon sonunda çöp birikintilerinin çirkin görüntü oluşturduğu Kumköy sahilindeki 700 çardakla ilgili, ocak ayında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nca alınan yıkım kararı, belediyeye gönderildi.

Karar üzerine bazı tatilciler bölgeye gelerek çardaklarını söktü. Ancak aradan aylar geçmesine rağmen kalan diğer çardaklara dokunulmadı. Aksu Belediyesi, daha önce 29 Ocak olarak duyurulan yıkım kararının, 29 Nisan’da uygulanacağını bölgeye asılan pankartla bildirdi. Geçen nisan ayında yıkıma gelecek beş personelden üçünün koronavirüs testlerinin pozitif çıkmasıyla yıkım üçüncü kez ertelendi.

Yıkılmayınca yerleştiler

Yıkım kararı uygulanmayan alanda tatilciler çardaklarda yaptıkları tadilatın ardından yerleşmeye başladı. Bazıları çardakları boyarken, bazı bölgelere ise yenilerinin yapıldığı görüldü. Bakanlık tarafından bölgeye asılan “Dikkat. Deniz kaplumbağası yuvalama alanı. Lütfen koruyunuz” yazılı tabelanın etrafında çardaklar olduğu alanda Kumköy Kültürü Koruma Geliştirme ve Yaşatma Derneği tarafından ‘Caretta carettaların üreme alanı olan bu alana çardak yapmak kesinlikle yasaktır’ yazılı tabelaya da kulak asılmadı.

Bazı tatilciler çardaklarında tatillerine başlarken, su bağlantısının sağlanması için borular da döşendi.

Konuyla ilgili telefonla görüşülen Aksu Belediye Başkanı AKP’li Halil Şahin, “Yıkım kararıyla ilgili arkadaşlar Kumköy Koruma Geliştirme ve Yaşatma Derneği’yle görüşüyor. Yıkımla ilgili vatandaşın çardaklarını kendilerinin kaldırması gibi bir talebi vardı. Görüşmeler sürüyor” dedi.

İzmir’de tek sorun Çeşme Projesi değil

Geçtiğimiz salı günü Çeşme Yarımadası’nın % 57’sini imara açmayı hedefleyen ve İzmir’in Kanal İstanbul’u olarak bilinen Çeşme Turizm Projesi’ne karşı oldukça geç de olsa İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği ‘hayır’ mitingi yapıldı. Bugüne kadar meslek odaları, çeşitli çevre örgütleri ve Çeşmelilerin açtığı iptal davalarında sessiz kalan İzmir Büyükşehir Belediyesi, bilirkişinin verdiği ‘projede kamu yararı yoktur’ kararından sonra davacılara gecikmeli de olsa destek verdi.

Bugünlerde mahkemeden çıkacak proje ile ilgili iptal kararı için umutlar artmış durumda… Fakat iyimser bekleyiş merkezi yönetimin yeni kararları nedeniyle fazla uzun da sürmedi. Bilindiği gibi merkezi yönetim ekonomik kriz derinleştikçe, çözümü kamuya ait doğal yaşam alanlarının satışında görüyor. Bunun yine en önemli işaretleri geçtiğimiz hafta içinde peş peşe geldi. Önce yeni maden sahaları ihaleye çıkarıldı, birkaç gün sonra ise kentin en değerli arazileri özelleştirildi.

Bir yandan maden ihaleleri diğer yandan özelleştirme

İlk gelen haber Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndandı. Bakanlığın Resmi Gazete‘de yayımlanan kararı ile ülkemizin çeşitli yerlerinde belirlenen 148 maden sahası ihaleye çıkarıldı. Sahalardan dört tanesi ise İzmir il sınırları içinde… Bakanlık tarafından belirlenen bu dört alanın ikisi Kemalpaşa, biri Menemen ve biri de Selçuk ilçesi sınırları içinde yer alıyor. Kemalpaşa ilçesi sınırları içindeki maden sahalarından bir tanesi ise tam Kavaklıdere ile Gökdere 2. derece doğal sit alanlarına sınır komşusu. Bu bölgede daha önce de taş ocağı açılmak istenmiş ve bölge köylülerinin direnişi ile engellenmişti. Diğer üç maden bölgesi ile ise henüz detaylı bir bilgi yok.

Meslek odaları ve çevre örgütleri tarafından bu dört maden bölgesi için detaylı araştırma yapılmasına fırsat bile kalmadan, üç gün sonra merkezi yönetimden ikinci haber geldi. Bir kararname ile Türkiye genelinde Maliye, Elektrik Üretim AŞ ve Türkiye Elektrik İletim AŞ adına kayıtlı 243 taşınmazın özelleştirilmesine karar verilmişti ve bu taşınmazların 14’ü İzmir sınırları içindeydi. Yaklaşık 40 futbol sahası büyüklüğündeki bu 14 taşınmaz uzmanlara göre İzmir’in en değerli mülklerinden… Bornova Ergene mahallesinde iki, Çeşme Alaçatı mahallesinde altı ve Güzelbahçe Kahramandere mahallesinde altı kamuya ait taşınmaz satılacak. Bornova Ergene mahallesindeki iki taşınmaz yapımı süren Şehir Hastanesi’nin çaprazında yer alıyor, yan yana ve toplam büyüklüğü 102 dönüm. Çeşme Alaçatı’daki alanlardan biri Piyade Koyu plajına yakın, diğer alanlar ise tapu kayıtlarında zeytinlik olarak geçiyor ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yapmaya çalıştığı ‘Çeşme Turizm Projesi’ ile ilintili olduğu tahmin ediliyor. Güzelbahçe Kahramandere’deki araziler ise son derece değerli konut bölgesinde yer alıyor.

Çeşme Çevre Platformu’ndan Ahmet Güler,  Dokuz Eylül gazetesine yaptığı açıklamada Çeşme Projesi ile ilgili dava süreci devam ederken bu kararname ile Çeşme talanının başladığını söyledi. Güler, her gün yeni bir kararname ile karşılaştıklarını ve hangisine itiraz edeceklerini şaşırdıklarını da belirterek altı parselin de Alaçatı’nın en değerli bölgelerinde yer aldığını söyledi. Güzelbahçe Kültür, Çevre ve Güzelleştirme Derneği Başkanı (GÜLDER) Dr. Tuğrul Şahbaz ise Güzelbahçe’de satılmak istenen altı taşınmazın bölgenin en değerli yerinde bulunduğunu belirterek, merkezi yönetimin yerel yönetimin yetkilerine de müdahale ederek, halka sormadan kamunun malını satmaya çalıştığını, buna seyirci kalmayacaklarını söylüyor. Şahbaz’ın açıklamalarına göre GÜLDER önümüzdeki günlerde diğer çevre örgütleri ve belediye ile görüşerek kararnamenin iptali için dava açacak. Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) adına açıklama yapan Avukat Doğu Işık da bu kararnamenin Ege kıyıları için yağma olduğunun, halkın denizden bağlantısını koparacağının altını çizerek kararnamenin geri çekilmesini istedi.

Ülkemizdeki ekonomik kriz derinleştikçe doğal veya tarihi sit alanlarında veya yakınında olup olmadığına bakılmaksızın yeni maden sahaları sermayeye açılıyor. Bu da yetmezmiş gibi kamuya ait olan ve üzerinde hepimizin hakkı olan araziler haraç-mezat satılmaya çalışılıyor. Bundan ülkemizin en güzel köşelerinden olan İzmir’de payını alıyor. Ahmet Güler’in de belirttiği gibi süren mahkemelere rağmen Çeşme ve yarımada bölgesi yağmalanmaya başlandı bile…

Şimdi toprağımıza, suyumuza, havamıza, ağacımıza her zamankinden daha fazla sahip çıkma zamanı…

 

Tarımsal girdi enflasyonu rekor tazeledi: En büyük artış gübrede

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı 2022 Mart tarımsal girdi fiyat endeksi (Tarım-GFE) verisine göre, yıllık bazde rekor yeniden kırılarak 2016’dan beri en yüksek noktaya ulaştı.

Tarım girdi fiyatlarında şubat ayında da rekor kırılmıştı.

Martta aylık bazda yüzde 15,16; yıllık bazda ise yüzde 107,70 yükselen Tarım GFE, şubat ayındaki rekorunu yeniden kırdı.

İlgili haber: Tarım-ÜFE’de yüzde 118’lik artış!
İlgili haber: Çiftçi borç batağı içinde: 2021’de çiftçinin borcu 97,3 milyar liraya ulaştı

En çok yükselen gübre

Geçen yılın yılın aralık ayına göre yüzde 47,98 yükselen girdi fiyatları, on iki aylık ortalamalara göre ise yüzde 44,42 arttı.

Yıllık artışın da, aylık artışın da en yüksek olduğu alt gruplar sırasıyla, gübre ve enerji oldu.

Gübre ve toprak geliştiricilerde girdi fiyat endeksi yıllık bazda yüzde 228,20; aylık bazda yüzde 44,65 artış kaydetti.

Enerji ve yağlar kategorisinde ise artış, yıllık bazda yüzde 175,39 ve aylık bazda yüzde 23,32 oldu.

 

 

Küresel deniz trafiği, okyanusun en büyük köpekbalıklarını öldürüyor: Nesilleri tehlikede

Yeni araştırma bulguları, benekli balina köpekbalıklarının (Rhincodon typus) gemilerle çarpışma sonucu ölümlerinin, önceden düşünülenden çok daha sık gerçekleştiğini gösteriyor.

Son 75 yılda sayıları yüzde 50 azalan bu türün, tüm uluslararası koruma ve balıkçılık önlemlerine rağmen neden öldüğü net olarak açıklanamıyordu.

Bu gizemi çözmek için bir araya geln dünya çapında 50 araştırma kurumundan bilim insanları ve üniversiteler, gemiler ve köpekbalıkları arasındaki çarpışma olasılığını anlamak için işbirliği yaptı.

Çip takılmış 300 köpekbalığının hareketleri, 2005’ten 2019’a kadar, Hint, Pasifik ve Atlantik Okyanuslarındaki en yoğun deniz trafiği rotaları boyunca izlendi.

İncelenen köpekbalıkları sürekli olarak gemilerle aynı rotadan ilerledi, aslında, hareketlerinin yaklaşık  yüzde 90’ı gemicilik faaliyetinin yakınında gerçekleşti. Çalışma sonunda, ne yazık ki, çip sinyallerinin gemi trafiğinin en yüksek olduğu bölgelerde sona erme olasılığının daha yüksek olduğu bulundu. 

Ölümlerin çoğu bildirilmiyor

Araştırma, uluslararası denizcilik endüstrisinin nesli tükenmekte olan okyanusun en büyük canlısının zarar verdiğini ortaya koydu. 

Balina köpekbalıkları, yüzey sularının yakınında gezmeyi seven bir tür olduğu için büyük gemilerin dibinden veya yanından darbe alma ihtimalleri yükseliyor. Aynı zamanda oldukça yavaş yüzen, yavaş tepki veren ve sık sık göç eden bu türün, gemilerle temas etme riski de yüksek.

Raporda araştırmacılar, öldüklerinde okyanusun dibine battıkları için köpekbalığı ölümlerinin çoğunun bildirilmediğini belirtiyor.

Deniz Biyomedikal Derneği ve Southampton Üniversitesi‘nde kıdemli araştırma görevlisi David Sims, gözlemlerini şöyle aktardı:

“Derinliği ve konumu kaydeden çipler, köpekbalıklarının nakliye rotasına doğru ilerlediğini ve ardından yüzlerce metre aşağıdaki deniz tabanına yavaşça battığını gösterdi, bu da ölümcül bir gemi darbesini gösteriyor. Önleyici tedbirler almayan gemiler nedeniyle bu inanılmaz hayvanların dünya çapında birçok ölümünün gerçekleştiğini düşünmek üzücü.”

Önlem yok

Çiğlerden sağlanan derinlik kayıtları, ölerek batan balina köpekbalıkları için önemli bir kanıt sağladı.

Bu, uluslararası korumaya rağmen balina köpekbalığı popülasyonunun neden azalmaya devam ettiğini açıklayabilir ve artan küresel gemi trafiğinden muhtemelen benzer etkiler yaşayan bu ve diğer okyanus megafaunası türlerini korumak için gemi çarpması riskini azaltmaya yönelik önlemleri düşünmeye itebilir.

Balina köpekbalıklarını kaybetmek, bu görkemli yaratıkların yok olmasının yanı sıra , zincirleme etkilere de  sahip olacak. Zooplankton adı verilen mikroskobik deniz hayvanları ile beslenen bu devasa balıklar, çevrelerindeki plankton seviyelerini düzenleyerek zararlı alg oluşumlarını durdurmaya yardımcı oluyor.

Ekibe göre, balina köpekbalıklarını ticari balıkçılıktan korumak için yürürlükte olan düzenlemelere rağmen köpekbalığı göçü ve nakliye rotalarıyla ilgili uluslararası bir düzenleme yok.

Çalışmanın sonunda bilim insanları, iklim değişikliğnin tehdit ettiği okyanus koşullarında zaten tehlikede olan bu türün bir şansa sahip olabilmesi için “çok geç olmadan” müdahale edilmesi gerektiğini; hükümetlerin, nakliye trafiğini yeniden düzenleyerek balina köpekbalıklarını kurtarmak için çaba sarf etmesi gerektiğini vurguladı.

Uluslararası pazarda oldukça değerli görülen balina köpekbalıklarının etlerine, yüzgeçlerine ve yağına olan talep, kontrolsüz balıkçılık nedeniyle bu tür için halihazırda bir tehdit. 

 

Valilikten Dersim Dernekleri Federasyonu’nun 32 yıllık pikniğine yasak

Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF) tarafından 32 yıldır düzenlenen Dersim Halkının Birlik ve Dayanışma Pikniği‘nin, İstanbul Valiliği tarafından engellendiği bildirildi.

DEDEF tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada dün İstanbul Aydos Ormanı’nda düzenlenmesi planlanan etkinliğin Valilikçe yasaklandığı bildirildi. Yapılan açıklamada pikniğin hazırlıklarının yapılmasından sonra gelen yasaklamanın maddi ve manevi olarak zor durumda kalınmasına sebebiyet verdiği belirtilerek kötü niyetli olduğu ifade edildi. 24 saat kala yasaklandığı belirtilen etkinliğe ilişkin açıklamada şunlar aktarıldı:

Piknik, İstanbul Valiliği tarafından pikniğe 24 saat kala keyfi bahanelerle yasaklanmıştır. 32 yıldır bu ve benzeri etkinliklere böylesi bir gerekçe yaratılmamış, 32 yıldır yapılan hiçbir piknik de herhangi bir sorun yaşanmamıştır. AKP in son yıllarda bu yasaklamaları ileri demokrasilerinin, safsatasının üründür.”

Pikniğin güvenliğinin alınamadığı gerekçesi

Her şeyden önce bu kararın son güne kadar bekletilmesinin; yapılan onca hazırlığın yok sayılarak, üyelerin pandemi nedeniyle bir araya gelme arzusunu ve ekonomik olarak çok ağır bir yük altına girmeleri sağlandıktan sonra bildirilmesinin, yapılan işlemin her türden iyi niyetten uzak olduğunu gösterdiği vurgulanırken açıklamada ayrıca şu sözlere yer verildi:

“Öne sürülen gerekçelendirmede, Birlik ve Dayanışma ‘pikniğimizin güvenliğini alamadıkları!’ böylesi olasılıklara karşı önlem almak, güvenlik içinde yapmamızı sağlamakla yükümlü olanların, bu gerekçelendirmeyi demokratik hakkımızın yasaklanması gerekçesi yapmaları, temel hukuk normlarının ihlalidir.”

‘Dersim halkının inancına, anadiline, doğasına saygı talebi yasaklandı’

Ek olarak açıklamada Aysel Doğan’ın cenazesi ve Aynur Doğan’ın konserine ilişkin son dönemde gerçekleştirilen yasaklamalara dikkat çekilerek “Son zamanlarda bu yasaklamaları; Dersim’deki eylem ve etkinliklerdeki engellemelerde, Aysel Doğan’ın cenazesine yapılan baskılarda, Aynur Doğan ve Metin-Kemal Kahraman konserlerine yapılan yasaklarda ve nicelerinde de gördük. Bu keyfi yasaklamaları hep birlikte mücadele ederek durdurup engelleyebiliriz” denildi.

Yasaklama gerekçesinin hukuki meşruiyetten ve demokratik bir toplum ölçüsünde başvurulabilecek gereklilik ve ölçülülük gerekçelerinden bütünüyle yoksun olduğunun vurgulandığı açıklamada şunlara yer verildi:

“Kaldı ki toplanma hakkının, eğlenme hakkının, birlik ve dayanışma hakkının sınırlandırılması, Anayasa’nın 13. Maddesi gereğince ‘anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve ölçülülük ilkesine’ aykırı olamaz. Oysa pikniğimizin yasaklanması, bu barışçıl toplantı hakkımıza, demokratik toplum düzeninin, ölçüsüz bir sınırlamadır. Çünkü demokratik devlet olmanın birinci koşulu halkın beklenti ve temel haklarını güvence altına almak, ona yasakçı, boyun eğdirici bir zihniyetle yaklaşmaktan vazgeçmektir. Oysa bu yasaklama kararıyla mülki amirlik, bir kez daha Dersim halkının inancına, anadiline, doğasına saygı talebini, bunu dillendirme hakkını yasaklamış olmaktadır.”

‘Bize reva görülen yasakçı davranışlar artık yeter!’

“Bize reva görülen bu yasakçı, asimilasyoncu, hak tanımaz davranışlar için artık yeter diyoruz” denilen açıklamada son olarak şu ifadeler kullanıldı:

“Vergi veren, yurttaşlık sorumluluklarını yerine getiren bir toplum olarak kendimizi ifade etme hakkımızın 30’lu ve 94’lü yıllardan farksız bir şekilde yasaklanmaya devam edilmesinin bizlere karşı hukuksuz bir kötü niyet göstergesi olduğunu kamuoyuna ilan ediyor ve kınıyoruz.”

DEDEF pikniğin gelecek bir tarihte gerçekleştirileceğini duyurdu.

Gıda krizine yeni boyut: Tarım makinelerinin ağırlığı dinozorları geçti, toprak tehdit altında

Tarım makinelerinin toplam ağırlığı, makineler daha büyük ve daha güçlü hale geldikçe, son 40 yılda on kat arttı.

Yeni bir araştırmaya göre, bu makineler tarlalarda çalıştıkça toprağı yavaşça eziyor ve bitkilerin büyümesini zorlaştırıyor, bu da önümüzdeki on yıllarda küresel  hasadı azaltma riskini taşıyor.

Modern tarım makinelerinin 36 ila 40 ton arasındaki ortalama ağırlığı, yaşayan en ağır kara hayvanı olan Afrika çalı filinin maksimum 8 ton ağırlığının çok üstünde.

Modern traktörler, Dünya üzerinde yürümüş en ağır kara hayvanları olan sauropod dinozorlarından bile daha ağır.

Ağırlık sürekli artıyor

Modern tarımda, sıkıştırma uzun zamandır üst toprakta, yani zeminin en üst 50 santimetresinde gerçekleşiyor. Bu üst toprak, ekime zemin hazırlamak için genellikle her mevsim sürülüyor. Ancak yeni çalışma, toprağın 50 santimetrenin altındaki katmanlarda da sıkışmanın, sorunu derine taşıyarak tüm güvenli sınırları aştığını söylüyor.

İsveç Tarım Bilimleri Üniversitesi‘nden Thomas Keller ve Çöl Araştırma Enstitüsü’nden Dani Or, tarım sektöründe 1958 yılına kadar uzanan verileri bir araya getirerek, makine lastiklerinin toprağa uyguladığı kuvvetleri, makinelerin ağırlığındaki varyasyonu dikkate alarak toprağın çeşitli derinliklerinde modellediler. 

Keller ve Or, sonuç bölümünde şunları yazdı:

“Modern gıda üretiminin verimli agroteknik uygulamalara bağlı olarak yoğunlaştırılması, elverişli toprak yapısının korunması için artan bir risk oluşturuyor ve ekilebilir arazilerin uzun vadeli üretkenliği için bir tehdit oluşturuyor. Özellikle endişe verici olan, modern tarım araçlarının ağırlığındaki sürekli artış.”

Etkileri uzun süreli olacak olan bu değişiklik, mahsul verimini yüzde 10 ile 20 arasında azaltabilir.

Organizmaların sıkışmış toprağı gevşetmesi on yıllar alabilir.

Verimlilik stresi toprağı riske atıyor

Çalışma, tarım araçlarının altındaki toprak altı streslerinin son altmış yılda giderek daha derindeki toprak katmanlarını etkilediğini gösteriyor.

Topraktaki sıkışma, birkaç on yıl önce yıllık toprak işleme derinliği içindeki sığ toprak katmanlarıyla sınırlıyken, şimdi toprağın daha derinlerine nüfuz ediyor ve potansiyel olarak ekin kök bölgelerini etkiliyor.

Araştırmacılar, tarım makinelerinin ağırlığının artmasının sebebi olarak tasarımların artan verimliliğe, sıçrama ve sürtünme kuvvetine odaklanmasının, derindeki toprak sınırlarını göz ardı etmiş olmasını gösteriyor.

Bu yüzden gelecekteki tarım araçlarının, kronik toprak sıkışmasını önlemek için derin topraktaki mekanik limitleri göz önünde bulundurularak tasarlanması öneriliyor.

Bu konudaki en büyük risk, tarım alanlarında büyük ve mekanize makinelerin kullanıldığı yerlerde. Batı ABD gibi daha yüksek toprak mukavemetlerine sahip bölgeler ise istisnai olabilir.

 

TMMOB: Kimsenin bu halka bu denli kötülük yapmaya hakkı yok

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Gezi Davası’nda ve İstanbul CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na  verilen cezalara tepki göstermeye devam ediyor. TMMOB 16 Mayıs’tan 22 Mayıs’a kadar geçen süreçte Türkiye çapında “Gezi’ye, emeğimize ve mesleğimize sahip çıkıyoruz” etkinliklerinde meydanlardan iktidarı eleştirdi:

“Ülkemiz ekonomiden siyasete kadar her alanda büyük bir kriz içerisinde. Krizin sorumlusu olan iktidar, halkın acil sorunlarına çözüm üretmek yerine toplumsal muhalefeti susturarak başarısızlığının üstünü örtmeye çalışıyor. Son günlerde birbiri ardına yaşanan hezeyanların altında, iktidarın bu çözümsüzlüğünün telaşı yatıyor. Ülke tarihimizin en kitlesel ve uzun süreli halk hareketlerinden biri olan Gezi Direnişi ve Canan Kaftancıoğlu davalarında birbiri ardına verilen mahkumiyet kararları iktidarın çaresizliğinin dışavurumudur.”

‘Kimsenin bu halka acı çektirmeye hakkı yok’

TMMOB dün de 16.00’da Kadıköy Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada önce tutuklu TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi Mücella Yapıcı, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin eski başkanı Tayfun Kahraman ve Mimarlar Odası Hukuk Müşaviri Can Atalay’ın cezaevinden gönderdikleri mesajlar; aileleri Meriç Kahraman, Cansu Yapıcı, Mustafa-Şükran- Önder Atalay tarafından okundu. Gezi Direnişinden sonra hayatını kaybeden Berkin Elvan‘ın annesi Gülsüm Elvan ile Önder Çetin Bilginer de konuşma yaptı. TMMOB’nin açıklamasında şunlar aktarıldı:

“[Gezi’de] verilen cezalar, hukukun gereği olarak değil, iktidarın toplumsal muhalefeti cezalandırma ve sindirme siyasetinin sonucu olarak verilmiştir. İktidar güdümündeki mahkemenin verdiği bu cezaların hiçbir hukuki dayanağı ve toplumsal meşruiyeti bulunmamaktadır. Gezi Direnişi ve bu direnişin parçası olmuş herkes, tarih karşısında ve toplum vicdanında tertemiz ve lekesizdir. Siyasi iktidarın arkadaşlarımız nezdinde cezalandırmak istediği Gezi Direnişi olduğu kadar, parkına, şehrine, doğasına, tarihine sahip çıkan mühendis, mimar ve şehir plancılarıdır.”

“Hiç kimsenin bu ülkeye, bu halka bu denli kötülük yapmaya, bu denli acı çektirmeye hakkı yok” ifadelerinin yer aldığı açıklamada iktidara şu sözlerle seslenildi:

“Hukuku ve yargı organlarını siyasal çıkarlarınız doğrultusunda kullanmaya çalışmayın. Buradan aynı zamanda yargı organlarına ve yargıçlara sesleniyoruz: kararlarınızı iktidarın ihtiyaçlarına göre değil, hukukun evrensel ilkelerine göre verin.”

‘Boyun eğmeyeceğiz’

İktidar zorbalığına bugüne kadar hiç boyun eğmediklerinin belirtildiği açıklamada “Bundan sonra da asla boyun eğmeyeceğiz” denildi.

Geçim sıkıntısından, toplumsal drama; borç batağından yıllardır yapılmayan mühendis, mimar ve şehir plancısı atamalarına; zor çalışma koşullarından çözüm bulunamayan sorunlara kadar birçok konuya değinilen açıklamada TMMOB’un acil talepleri şöyle sıralandı:

  1. Nitelikli işgücümüzün heba olmasına neden olan işsizlik sorunu derhal çözülmelidir.
  2. Tüm meslektaşlarımıza güvenceli istihdam sağlanmalıdır.
  3. SGK ile TMMOB arasında ücretli çalışan mühendis, mimar ve şehir plancılarının “Asgari Ücret Denetim Protokolü” ivedilikle yürürlüğe konulmalıdır.
  4. Kamuda mühendis, mimar ve şehir plancılarının istihdamı artırılmalıdır.
  5. Kamuda çalışan mühendis, mimar ve şehir plancılarının ücretleri ve özlük hakları iyileştirilmelidir, ek göstergeler 4800-6400 aralığına yükseltilmelidir.
  6. KHK ile haksız ve hukuksuz biçimde kamu görevinden ihraç edilen meslektaşlarımız tüm haklarıyla birlikte derhal görevlerine iade edilmelidir
  7. Özelleştirme uygulamalarına son verilmeli, yeniden kamulaştırma yapılmalıdır. Ülkenin yaşanabilir hale gelmesi için tüm alanlarda kamucu politikalar benimsenmelidir.
  8. Ülkemizin doğal kaynaklarını, ormanlarını, tarım alanlarını ve tarihi mirasını yağmalamayı amaçlayan tüm düzenlemeler geri çekilmelidir.
  9. Kamusal ve mesleki denetimler toplum güvenliğinin sağlanması açısından zorunludur, serbestleştirme uygulamalarına son verilmelidir.
  10. Gezi Tutsakları bir an önce serbest bırakılmalıdır. Gezi Direnişi nasıl ki bu ülkenin yüz akı ve onurlu tarihinin bir parçasıysa, Gezi Direnişi Davasında yargılanan tüm arkadaşlarımız da bizim yüz akımız ve onurlu tarihimizin bir parçasıdır.

Açıklamaya TMMOB Yönetim Kurulu 2. Başkanı Selçuk Uluata, YK Sayman Üyesi Ülkü Karaalioğlu, Yürütme Kurulu Üyeleri Orhan Sarıaltun, Özden Güngör, Hüsnü Meydan, Yönetim Kurulu Üyeleri Feramuz Aşkın, Murat Fırat, Odalardan İMO Taner Yüzgeç, Nusret Suna, Özer Akkuş, MMO Yunus Yener, Elif Öztürk, Arife Kurtoğlu, Selçuk Soylu, ŞPO Gencay Serter, Ayhan Erdoğan ile TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Cevahir Efe Akçelik’in yanı sıra çok sayıda mühendis, mimar, şehir plancısı katıldı.

[Bir konu/k] Türkiye’de doğa mücadelesi vermek: Bir çevre suçuna nasıl engel olunur?

Türkiye’de neredeyse her gün ormanlık alanlarda, tarım arazilerinde ve sulak alanlarda tahribata neden olan ve hatta bazen bu alanların yok olmasına sebebiyet veren faaliyetler yaşanıyor. Doğada tahribata neden olan faaliyetler kimi zaman durmaksızın ruhsat verilen madencilik şirketleri eliyle gerçekleşirken, kimi zaman da nükleer santral projeleri, nereye gittiği umursanmayan sanayi ve evsel atıklar, şehirleri çöp yığınlarına çeviren plastik atıklar konusunda çevre odaklı bir yönetimin olmaması nedeniyle yaşanıyor. Söz konusu sorunlara paralel olarak da ülkenin dört bir yanında doğa mücadeleleri veriliyor. Yurttaşlar havasına, suyuna, taşına, toprağına, ağacına sahip çıkmaya çalışıyor. Kimileri orman için aylarca nöbet tutup ağaçlarına sarılarak mücadele verirken kimileri iklim adaleti için yollara düşüyor.

Doğa Derneği Hukuk Danışmanı ve  Ankara Üniversitesi İklim ve Ekokırım Hukuk Kliniği Koordinatörü Avukat Özlem Altıparmak’la Türkiye’de doğa mücadelelerine konu olan sorunları, davaları, bir çevre suçuna tanık olunması durumunda neler yapılabileceğini ve mücadelenin boyutlarını konuştuk.

Altıparmak, iklim davalarından iklim mülteciliğine; iklim krizi karşısındaki kırılgan gruplardan Ulusal Öneme Haiz bir Sulak Alan olan Marmara Gölü’nün kurutulmasına ilişkin davaya, ÇED’lerden gelecek nesillerin haklarının savunmasına ve üniversitelerdeki çevre hukuku eğitimine kadar doğa mücadelesinin içerisinde yer alan birçok konuya dair sorularımızı yanıtlandırdı:

İkizdere mücadelesi

‘İklim davaları idarenin işlemlerini insan hakları temelli olarak ele alır’

Av. Özlem Altıparmak

Öncelikle çevre hukukunun odağındaki iklim davası ve kapsamı nedir, Türkiye’deki karşılığını anlatabilir misiniz?

İkim davaları, çevre hukukunda alışık olduğumuz proje bazlı açılan iptal davaları veya ÇED davalarından daha farklı bir perspektifle ve stratejik hedef gözetilerek açılan davalardır. İdarenin işlemlerini, eylemlerini ve ihlalleri özellikle insan hakları temelli olarak ele alır. İdarenin iklim değişikliği nedeniyle atıl durumda kalmasını sorgular ve bir anlamda idareden hukuk önünde hesap sorar.

Dünyadaki örneklerine baktığımızda genel olarak fosil yakıttan çıkış konusunda adım atılmamasının yargı önüne taşındığını ve gelecek nesillerin haklarının da tartışma konusu yapıldığını görüyoruz.

Hesap verebilir bir iklim politikası talebi

Yargının özellikle “kuvvetler ayrılığı” nedeniyle “idarenin takdir yetkisi”ne atıf yaptığını ve idare yerine geçerek işlem tesis etmekten ve eylemsiz nedeniyle idareyi sorumlu tutmaktan özellikle kaçındığını söyleyebilirim. Ancak göz göre göre geri dönüşsüz bir felakete yol aldığımız bir süreçte, idarenin hepimizi felakete sürüklemeye hakkı olmadığını hukuksal olarak da tartışma konusu yapmamız gerekiyor. Kazanma şansı az olsa da, hesap verebilir bir iklim politikası talep etme noktasında iklim davalarının oldukça önemli ve stratejik girişimler olduğunu düşünüyorum.

‘İklim adaleti istiyoruz’ döviziyle genç iklim aktivisti ve ICHILD gönüllüsü Melisa Akkuş . Fotoğraf: Cansu Acar

Bir örneği incelememiz gerekirse; Cem Altıparmak ile açtığınız ve Türkiye’nin ilk iklim davası olduğunu belirttiğiniz Marmara Gölü’nü odağına alan dava için süreç nasıl işledi?

Sulak alanlar ve özellikle Marmara Gölü konusunda Doğa Derneği uzun zamandır çalışıyor ve kampanyalar yürütüyor. Bizim de bu vesileyle Marmara Gölü’nden ve bölgede yaşanan hak ihlallerinden haberimiz oldu.

İlgili haber: Türkiye’nin ilk iklim davası, Marmara Gölü’nün balıkçıları adına açıldı

Yörede özellikle balıkçılık ve tarım etkilenmiş durumdaydı ve bir iç göç yaşanıyordu. Alanla ilgili araştırma yaparken gölün hatalı su politikaları ve eylemsizlik nedeniyle adeta göz göre göre kurutulduğunu tespit ettik. Bu konuda akademik çalışmalara ve yapılmış olan bilimsel uyarılara da rastladık.  Buna rağmen hiçbir önlem alınmamış ve Ulusal Öneme Haiz bir Sulak Alan adeta idare eliyle kurutulmuş durumda.

Marmara Gölü davası: Mali durumu nedeniyle dava açamayanlar için örnek teşkil edebilir

Gölde balık avlama hakkının balıkçı kooperatifine kiraya verildiğini ve idarenin gölü kuruttuğu yetmezmiş gibi, bir ödeme emri göndererek balıkçılardan kira bedeli talep ettiğini anladığımız anda bunu bir iklim davası olarak kurgulamaya karar verdik.

Açtığımız dava ile idarenin bu gölü hatalı su politikaları nedeniyle kuruttuğunu ve kooperatifin borçlu olmadığını tespit ettirmeyi amaçlıyoruz. İklim politikası olarak karbondan çıkışın yetmeyeceğini ve karbon nötr bir hedef için özellikle en önemli yutak alanlardan biri olan sulak alanların ve ekosistemlerin korunması gerektiğini söylüyoruz.

Davamız devam ediyor. Ancak yeni bir gelişme oldu. Davamızı açarken, kooperatifin borçları nedeniyle yargılama giderlerini ödemeyeceğini belirtmiş, kooperatifin borçlarını sunarak davamızı “adli yardım” talepli açmıştık ancak bu talebimiz kooperatiflerin adli yardımdan yararlanamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Biz de bu kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdık. Bu durumun yargıya erişim ve adil yargılanma hakkı ihlali olduğunu iddia ediyoruz. Bu ihlal AYM tarafından tespit edilirse dava açmak isteyen ancak mali durumu nedeniyle açamayan ve adli yardımdan da yararlanamayan kooperatifler, şirketler, dernekler ve sivil toplum kuruluşları için örnek teşkil edebilir. Buradan AYM başvurumuzun bilgisini de ilk kez paylaşmış olalım.

‘Karbondan çıkış adı altında yutak alanları ve biyoçeşitliliği yok etmek asla kabul edilemez’

Türkiye’deki bir çevre avukatının önüne en çok hangi dosyalar gelir? En sık karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Dava açılan kurumlar arasında bir benzerlik var mıdır?

Bizim önümüze en çok ÇED davaları geliyor ve ardı ardına verilen proje, ruhsat izinleri nedeniyle neredeyse herkes yaşam alanını savunmak zorunda kalıyor diyebilirim.  Buna ek olarak yenilenebilir enerji adı altında yutak alanların ve tarım arazilerinin ciddi bir tahribatı olduğunu ve bu konudaki davaların sayısının arttığını belirtmeliyim.

Erzincan, İliç’te madencilik şirketinin atık havuzunda evaporatörlerle siyanür havaya karışıyor. Bölgede mücadele devam ediyor.

İklim değişikliğine uyum ve karbondan çıkış adı altında yutak alanları ve biyoçeşitliliği yok etmek asla kabul edilemez. Buna uyum değil, uyumsuzluk (maladaptasyon) denir.

Kazanılan davalara rağmen yeni projeler: Yıldırıcı ve tüketici bir süreç

Çevre hukuku konusunda uzman hukukçu sayısı oldukça az ve idarenin hatalı politikaları nedeniyle sürekli tekrar eden projeler ve hak ihlalleriyle karşı karşıyayız. Bir davayı kazandığınızda aynı yerde bir başka projeye izin veriliyor ve bu hem hukukçular hem de yöre halkı için çok yıldırıcı ve tüketici bir süreç oluyor.

Ordu’da mahkeme kararına rağmen sürdürülen belediye inşaatına mahkeme kararları asılıyor.

Çevre hukuku Türkiye’de nasıl bir yere sahip, gelişmeler ve eksikler nelerdir? Bu alanda uzman hukukçular ve yeni yetişen hukukçular için nasıl bir durum söz konusu ve Türkiye’deki eğitim bunun için yeterli mi?

Çevre hukuku bizim ülkemizde ayrı bir ana bilim dalı ne yazık ki değil. İdare hukuku çatısı altında çalışılıyor ve bence insan hakları bağı da oldukça zayıf.

Çevre hukukuna dair konular mühendislik, ekonomi, enerji ve biyoloji gibi farklı disiplinleri ilgilendiriyor ve hukuk bilgisi bunu yargı önüne taşımaya ne yazık ki yeterli olmuyor.

‘Üniversitelerdeki hukuk eğitimi yeterli değil’

Üniversitelerdeki hukuk eğitimi de yeterli değil. Çevre hukukunu hukukçular uzmanlaşmaları gereken ve para kazanabilecekleri bir alan olarak görmüyorlar. Ancak süreç oldukça hızlı değişiyor. Artık hepimiz bir şekilde iklimi, çevreyi, doğayı ve sürdürülebilirliği konuşur haldeyiz. Gittikçe de daha çok konuşacağız. Bu alanı bütüncül, hak bakışıyla çalışacak ve uluslararası gelişmeleri takip edecek hukukçulara çok ihtiyaç var.

Çevre suçları temel insan hakları arasında yer buldu mu? Mevcut durumda açılan davalarda nasıl bir prosedür uygulanıyor? Sonuç alınabiliyor mu?

Çevre suçları açısından bizim ülkemizdeki mevzuat, “kirleten öder” ve hatta bir nevi ödeyen kirletir prensibi üzerine kurulu ve bu ne yazık ki yeterli değil.

Adana’daki plastik atıklar,
Fotoğraf: Greenpeace

‘Tüm dünyada ekokırım gibi bir suçu tanımlama ve cezalandırma için çalışmalar yapılıyor’

Suçu etkili yaptırım ve denetimle desteklemezseniz caydırıcılıktan bahsedilemez. Sadece suç olarak kanunda yazar ama uygulanabilir olmaz. Bir hak meselesi gibi değil de idari para cezası şeklinde bir uygulama var ve bu yeterli değil. Bu nedenle tüm dünyada ekokırım gibi bir suçu tanımlama ve cezalandırma için çalışmalar yapılıyor.

Barış zamanında doğaya ve çevreye yönelik tahribatların uluslararası alanda bir cezası ne yazık ki yok. Özellikle sınır aşan doğa felaketlerinde ve çevre suçlarında devreye girebilecek bir mahkeme gerekli. Bu konuda ayrı bir çevre mahkemesi kurulması veya Uluslararası Ceza Mahkemesi çatısı altında cezalandırılması tartışılıyor ve hatta ekokırım suçu için uluslararası bir uzman heyeti taslak bir tanım da hazırladı. Doğaya geniş çaplı, uzun vadeli ve ağır verilen zararların cezasız kalmaması gerekiyor.

Türkiye’de insan hakları örgütleri çevre konusunu çalışmıyor’

Bu alanda sizi en çok zorlayan ne oldu? Oldukça geniş bir ölçeği olan iklim adaleti ve doğa ihlalinden hareketle insan hakkı ihlalleri üzerinde çalışan bir avukat olarak doğa savunucularına önerileriniz nedir?

Ben uzun bir süre insan hakları alanında çalıştım ve kendimi insan hakları hukukçusu olarak adlandırdım. Ekoloji, doğa hakkı ve çevre hukuku konusunda çalışmaya başlayınca iki alanın birbiriyle temas etmediğini gözlemledim.

Türkiye’de insan hakları örgütleri çevre konusunu çalışmıyor, çevre örgütleri de konuya insan hakları odaklı bakmıyor. İki alan da birbiriyle ne yazık ki temas halinde değil.

İkizköylüler Akbelen Ormanı için YK Enerji’ye karşı direnişlerini sürdürüyorlar.

İnsan hakları alanında uzun süre çok daha can yakıcı olduğu düşünülen kişisel güvenlik, işkence yasağı, ifade özgürlüğü gibi konular ana eksende oldu ve insan hakları örgütlerinin gündemi o kadar yoğundu ki çevre ve ekoloji konusunu gündemlerine almaya sıra gelmedi. Bu sadece Türkiye için geçerli değil, tüm dünyada da bu şekilde aslında.

Toplumsal cinsiyet, iklim adaleti ve iklim mülteciliği

Kadın ve toplumsal cinsiyet meselesini iklimle bağlantılı olarak yeni yeni düşünüyoruz. İklim adaletinden bahsediyoruz, iklim mülteciliği diye bir şey duyar olduk. Oysa bu bize çok uzak bir kavram değil.

İklim değişikliği nedeniyle yerinden yurdundan olan insanlar, aslında bir iklim göçmenidir. İç göçlere daha çok tanık olacağız. Bu aradaki bağlantıyı anlamamız ve insan hakları ve iklim ortak keseniyle konuları ele almamız artık şart. Hem hukukçuların hem de sivil toplumun bu iki alanı birlikte düşünmesi ve çalışması gerekiyor.

İlgili haber: Geçen sene 59 milyon insan yerinden edildi

Bir kişinin tanık olduğu bir doğa ihlali sonrası dava açabilmesi için hukuki süreçlerde ne gibi gerekçelere ve/veya göstergelere/delillere ihtiyacı oluyor?

Kişinin ihlal konusunu öncelikle detaylandırması, sebep ve sonuç ilişkisini gerekçeli olarak kurması ve delillendirmesi önemli. Hepimiz ortada bir tahribat olduğunu biliyoruz ama bunu belgelemek gerektiği noktada elimizde yeterince bilgi ve belge olmuyor. Örneğin bir alanda hava kirliliği konusuna odaklanmışsak ve zarar görüyorsak, bu zararı raporlarla belgelendirmemiz, kirliliği ölçümletmemiz ve bağlantılı diğer sorunları tespit etmemiz veya ettirmemiz gerekiyor.

Bir alanda proje yapılmasına veya maden ruhsatı verilmesine karşıysak bu alanın önemini, o bölgede yaşayan türleri bilmek gerekir. Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının güvenilir ve detaylı veri toplaması ve bunları raporlandırması çok önemli. Bir alanda hangi kuşlar var, hangi türler yaşıyor, o kuşun göç yolu nereden geçiyor bunları bilmek gerekir ki o alandaki ihlalleri ve o alanın önemini yargı önünde anlatabilelim.

Aliağa Termik Santrali/ Fotoğraf: Cansu Acar

‘Verileri detaylandırmak lazım’

Haklar açısından da bir bölgeden iklim değişikliğine bağlı iç göç var diyorsak, kaç kişi göçtü, kaçı kadındı, kaçı engelliydi, kaçı çocuktu bu verileri detaylandırmak lazım. Cinsiyetlendirilmiş veri her zaman önemlidir. Ancak bizde ne afetlerde ne de doğaya yönelik ihlallerde detaylandırılmış, akademik raporlarla desteklenmiş ve kırılgan gruplara göre analizi yapılmış veriler ve raporlar ne yazık ki yok. Bu durum da hak arama önünde ciddi engel oluşturuyor.

‘İdarenin kırılgan grupların direncini arttırmak için bir politikası yok’

İklim adaletinin savunusunun Türkiye ölçeğinde sağlanabilmesi için hukuki açıdan nasıl düzenlemelere ihtiyaç var?

Belirttiğim gibi veri ve raporlar bize zaten iklim değişikliğinden en çok etkilenen grupları gösterecektir. İdarenin bu kırılgan grupların direncini arttırmak için bir politikası ne yazık ki yok. Buna dair bir hukuki düzenleme de yok.

Ordu Altınordu’da da taş ocağına karşı doğa mücadelesi veriliyor.

Kadınların ve kız çocuklarının, yaşlıların, engellilerin, yoksullar gibi kırılgan grupların güçlendirilmesi gerekiyor. Gelecek kuşakların hakkını ve kuşaklar arası adaleti tartışmalıyız. Bu hem stratejilerle, eylem planlarıyla, yerel yönetim planlarıyla olacak bir şey, hem de hukuki boyutu var.

İklim adaleti açısından adil geçiş konusu önümüzdeki en önemli meselelerden bir tanesi. Sendikaların bu konu ne yazık ki gündemlerinde değil. Bir geçiş olacaksa kimseyi geride bırakmadığımız bir geçiş nasıl kurgulanmalı? Bu geçiş nasıl olursa adil olur? Kadınlar bu geçişten güçlenerek nasıl çıkabilir? Bunları hep birlikte tartışmak ve hukuki düzenlemelerle de desteklemek gerekecektir.

İklim değişikliğinin bir kader olmadığını yüksek sesle söylemek, devletin de bu değişikliğin etkilerinden bizleri korumasının gerekli olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Adaleti iklimden değil, bizi yönetenlerden beklemektir iklim adaletinin özü. Bunu fark etmek ve talep etmektir.

Beşiktaş’taki Küresel İklim Grevi.
Fotoğraf: Cansu Acar

‘Türkiye’nin bir iklim politikası yok’

Türkiye’de iklim krizi konusunda mücadele için etkin bir strateji ve eylem planı oluşturulmamış olması çevre hukukunu nasıl etkiliyor?

Türkiye’nin bir iklim politikası yok.  Paris İklim Anlaşması sonrasında yapılan İklim Şurası’nda Türkiye Barolar Birliği’ni temsilen ben de yer aldım ve Göç, İklim Adaleti, Adil Geçiş ve Diğer Sosyal Politikalar üzerine çalışan komisyondaydım.

Pek çok şey tartıştık, karar aldık ancak Şura’nın üzerinden neredeyse üç ay geçmesine rağmen hiçbir gelişme ve karar yok. Bu politikasızlık hali, ekonomiyi, ticareti, uzun vadeli plan yapmayı etkiliyor. İklim Kanunu’nun akıbeti hala belirsiz. Çevre hukukuna ek bir düzenleme olarak düşünülen İklim Kanunu rafa mı kaldırıldı, neler olacak hiç bilmiyoruz. Aynı şekilde AB Yeşil Mutabakatı’nın Türkiye’deki hukuku nasıl etkileyeceğini, nasıl düzenlemeler gerekeceğini henüz tartışmıyoruz.

İklim Şurası

Bir doğa ihlalini canlıların hakkının ihlali olarak göstermek Türkiye’de ne kadar mümkün veya kamuoyunda bunun karşılığını görüyor musunuz? Doğa ihlallerinde hukuki mücadelenin ağırlığı doğaya mı yoksa insana mı odaklı?

Doğayı insandan ayrı düşünmüyoruz aslında. İnsanı doğanın bir parçası kabul ediyoruz ve insan hakkı dediğimiz şeyin aslında doğayı savunmak olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz.

Mevcut hukuk sistemi elbette insan odaklı. Çevre hukuku dediğimiz şey insanın çevresi, insan merkezli. İnsan kendi çevresini savunuyor. Doğa merkezli baktığımızda ve kendimizi onun bir parçası kabul ettiğimizde hukuk pratiğimiz de değişiyor.

‘Zeytini yeme değil, zeytinin var olma ve o toprakta köklenme hakkını savunuyoruz’

Zeytini yeme hakkımızı değil, zeytinin var olma ve o toprakta köklenme hakkını savunuyoruz. Davamızı da böyle kurgulayıp anlatmaya çalışıyoruz. Av Komisyonu kararlarına veya yaban hayata dair yönetmeliğe dava açtığımızda da benzer hukuki tartışmalar yaptık.  Ben bu söylemin etkili olduğunu düşünüyorum.

Hukuk değişen ve yaşayan bir şeydir. Krizler yaşadığımız bu çağda insan olarak sorumluluğumuzun farkına varmamız ve tabir yerindeyse kendimize çeki düzen vermemiz lazım. Kendimizi doğanın üstünde görmediğimiz sürdürülebilir bir yaşam hakkını savunmalıyız. Kendi yaşamımızla sınırlı ve sürdürmemiz gereken yegane şeyin kalkınma olduğunu söyleyerek hukuk mücadelesi yapamayız. Yayınlarımızda ve eğitimlerimizde bu konuyu özellikle vurguluyoruz ve büyük bir farkındalık oluştuğunu gözlemliyorum.  Tarih boyunca bir hakkın hak olarak tanınması farkına varma ile başlar, kabulle değil. O nedenle bu bakışı, söylemi ve farkındalığı önemsiyorum.

Yurtdışındaki davalar: Tazminat ve yeşile boyama

Yurt dışındaki çevre sorunları ve davaları nasıl bir sürece tabi oluyor ve hangi sektör çevresinde daha yoğun davalar açılıyor?

Bizim ülkemizde idare hukuku yoğunluklu, yani idareye karşı açılan proje bazlı davalar yoğun demiştim. Ancak yurtdışında bunlara ek olarak tazminat davalarının da açıldığını görüyoruz. Türkiye’de kullanılan bir yöntem değil bu. Şirketlere dava açmak yerine idareye dava açılıyor. Ama örneğin ABD’de şirketlerin çevre hakkı ihlallerinde mağdurların açtığı ve kazandığı tazminat davaları ağırlıkta. Bizdeki uygulamadan farklı olarak tazminat hukukunu çok etkin kullanıyorlar.

‘Stratejik davalar kurgulanabilir ve başarı şansı da yüksek olacaktır’

Fosil yakıt yoğun şirketlerin uygulamalarının, yatırımlılarının ve devlet politikalarının sorgulandığını davalar var. Ayrıca bizde henüz örneğini duymadığım “Yeşile Boyama-Greenwashing” davalarını da görüyoruz. Bizde de aslında tüketici hukuku ve yanıltıcı reklam gibi dayanaklarla bu tip davalar açılabilir. Bu konuda stratejik davalar kurgulanabilir ve başarı şansı da yüksek olacaktır diye düşünüyorum.

Ülkeler ve bölgeler bazında da farklılıklar var. Özellikle Latin Amerika‘daki gibi bazı ülkelerde çevre savunucularına yönelik öldürme, yargısal taciz ve yıldırma gibi politikalar var. BM insan hakları mekanizmalarına yapılan başvuru ve raporlarda bu ihlaller de yer alıyor.   

BM Özel prosedürlere başvuru rehberi

Son olarak doğa mücadelesi ve hak ihlallerine BM Özel prosedürlere başvuru rehberine neden ihtiyaç duyuldu? Bu rehberle ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

Dediğim gibi ben uzun süre insan hakları alanında çalıştım ve insan hakları örgütlerinin uluslararası insan hakları mekanizmalarına dair kapsamlı bilgisi vardır. Bu konuda raporlar hazırlamak, başvurular yapmak, gölge raporlar sunmak gibi deneyimlere sahip bir insan hakları birikimi var. Örneğin bu konuda kadın örgütlerinin muazzam bir bilgisi ve deneyimi var.

İlgili haber:Doğa mücadelesi ve hak ihlalleri için BM’ye başvuru rehberi yayında

Uluslararası bağı kuvvetli, gelişmeleri takip eden ve raporlar sunan bir kadın hareketi var Türkiye’de. Ancak çevre örgütlerine baktığımızda bu alanın yeterince bilinmediğini ve kullanılmadığını tespit ettik. Bunun bir sebebi konunun bilinmemesi, diğeri de dil engeli.

‘Savunuculuğun pek çok yöntemi var’

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni hukukçular, bireyler ve sivil toplum kuruluşları öğrendi ve bir ihlal olduğunu düşünüyorlarsa AİHM’e başvurmak mutlaka akıllarına geliyor. Ancak Birleşmiş Milletler o şekilde değil. BM’nin sağlıklı, temiz ve sürdürülebilir bir çevrede yaşam hakkını bir insan hakkı olarak kabul etmesine dair son ilke kararı, kırılgan gruplar ve iklim adaleti konusundaki raporları ve BM raportör katkı çağrılarının artık iklim odaklı da olması bizi bu rehberi hazırlamaya yöneltti. Savunuculuğun pek çok yöntemi var. Davalar, kampanyalar, kamu denetçisi başvurusu, bilgi edinme başvurusu gibi yöntemleri biliyor ve kullanıyoruz.

Bir yöntem olarak BM Özel Prosedürlere Başvuru konusunu doğa mücadelesi veren kişi ve grupların ilgi ve bilgisine sunmak istedik. Rehberle ilgili geri dönüşler de çok olumlu oldu. BM dili çok teknik olabiliyor. Biz elimizden geldiğinde sade, herkes için anlaşılır bir rehber olsun istedik. Umarız okuyanı bol olur ve doğadan ayrı olmadığımızın farkında olarak yeni bir savunuculuk yönteminin bilinmesine ve kullanılmasına katkı sunabiliriz.

Yaban olanı yaşatmak için kendimizi nasıl değiştirmeliyiz?

Geçtiğimiz ay Sotheby’s Londra, Picasso’nun “Femme nue couchée” adlı eserini açık artırma ile büyük bir meblağa sattı. Bu sayede özel bir koleksiyonda olan Picasso’nun bu 1932 yılı tarihli eserinin fotoğrafını birçok sanat medyası sayfalarında görebildik. Picasso bu resimde sevgilisini bir deniz canlısına benzetmiş, esnek ve yumuşak hareketli kol ve bacaklarıyla bir omurgasıza. 1.30’a 1.62 metre boylarında oldukça büyük ve muzip hisli, çarpıcı bir resim.

Yeşil Gazete’deki bu ilk yazıma neden bu resimle başlıyorum? Çerçevenin dışına fırlayacakmış gibi can dolu bir varlıkla karşı karşıyayız resimde. Picasso insan ile hayvanı iç içe geçirdiği bir yaratık resmetmiş; yaşam itkisinin capcanlı kıldığı muhteşem bir varlık. İnsanla hayvanın bu ortak özelliğine işaret etmek istemiş belki. Onlara biçilmiş hayat ne kadar kısa ya da uzun olursa olsun, tüm duyularıyla ve organlarıyla ona tutunmaya, neslini sürdürmek için uğraşmaya, tehdit olarak gördüklerine karşı kendisini korumaya odaklanmış bir var olma hali resimde gördüğümüz enerjinin kaynağı; önünde saygıyla eğilinecek bir var olma iradesi.

Leviathan’dan önceki bolluk ve sonraki yokluk

Femme nue couchée bana son zamanlarda üzerine çok okuduğum, fotoğraflarına baktığım Marmara Denizi ve canlıları ile Marmaralıların ilişkisini düşündürdü. İstanbul Balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan’ın 1915 yılında yayınladığı ve 2006’da Türkçe’ye Aras Yayıncılık tarafından kazandırılan “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” başlıklı eserinde anlattığı çeşit çeşit ve çok bol olan Marmara Denizi balıklarından bugün çok azının kaldığını artık hepimiz biliyoruz.  Kaybettiğimiz balıkların tek tek isimlerini saymayı öğrendik; Turgut Yüksel’in İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin üç ayda bir yayınladığı kent araştırmaları ve düşünce dergisi İstanbul’un üçüncü sayısında “Marmara’nın Fantastik Canlıları” başlıklı yazısında yaptığı gibi. Turgut Yüksel’e göre Marmara tarihini ‘Leviathan’dan önceki bolluk ve sonraki yokluk diye ikiye ayırabiliriz.’  “Cümle Âleme geçmiş olsun” diye bitiriyor yazısını Yüksel.

Böyle kabullenecek miyiz diye soruyorum gördüklerime, bu kadar mı? Bu yok oluşu kanıksayacak mıyız? Marmara Denizi ve canlıları ile ilişkimiz bu kadar yüzeysel mi ya da bu kadar geçici? Bu noktada balıkçılık ve yönetimi üzerine çalışmalar yapan bilim dalının geliştirdiği bana çok ilginç ve önemli gelen bir kavramdan bahsetmek istiyorum: “Kayan referans çizgisi sendromu”. İngilizcesi “shifting baseline syndrome2″. Aylin Ulman ve çalışma arkadaşlarının ‘Türkiye’nin Kayıp Balıkları’ başlıklı 2020’de İngilizce olarak yayınlanan makalelerinden öğrendim bu kavramı.

Araştırmacılar balık stoklarını ve gelişme-çöküş durumunu tahmin etmeye çalışırken genellikle tarihsel bilgiye ulaşamıyorlar ve bilgisine ulaşılabilen dönem referans çizgisi haline geliyor. Her kuşak araştırmacı ulaşabildikleri veriler üzerinden, balık türlerinin sayıları ile ilgili örneğin, doğal olan, verili durum budur şeklinde tariflemeye başlıyorlar. “Doğal” olanın ne olduğuna dair referans çizgisi tarihsel bilgiye erişilemedikçe ve erişilmedikçe yakına doğru kayıyor. Doğal çevrenin geçmişine ilişkin bilgi, hafıza, deneyimlerin aktarılmaması durumunda, mevcut durum sanki doğal hali imiş gibi bir kabul ortaya çıkıyor. Yeni kuşak, eskinin bilgisine sahip olmadığı sürece çevrenin ne kadar değiştiğini algılayamıyor; yeni kuşakların çevre ile yakınlığı azaldıkça bu bilgiye erişim daha da zorlaşıyor ve mevcut durumun normalmiş gibi kabullenilmesi söz konusu oluyor. Doğal sistemlerin geçmişte nasıl oldukları ve işledikleri bilinmeyince mevcut durum sanki geçerli olan, doğal olanmış gibi kabul ediliyor. Doğal çevrenin nasıl olduğuna dair tarihsel bilginin eksikliği, eski kuşakların bu konudaki bilgisinin aktarılmaması ve bu bilginin değersizleştirilmesi, doğal çevre ile olan ilişkinin kopması ve doğal çevreye ilişkin ilginin ve aşinalığın ortadan kalkması, bunların hepsi bahsettiğim sendroma yol açıyor.

Marmara’nın idam fermanını Haliç’i ‘gözleri gibi mavi’ yapacak Dalan imzaladı

Türkiye’de doğal çevre tarihi çalışmalarının çok az olduğunu fark ediyorum; hayvanlarıyla, bitkileriyle, topoğrafyası, iklimi ve tüm ekolojik özellikleriyle doğal bir çevrenin tarifinin yapıldığı ve değişiminin tüm detayları ile anlatılmaya çalışıldığı eserler. Marmara Denizi’ne ve canlılarına ne olduğunu, neden balıkları kaybettiğimizi, ne zamandan beri neleri yaşamakta olduğumuzu tarihsel bir perspektiften anlamaya çok ihtiyacımız var. Bu tür çalışmalar yapılmazsa bugünkü durumu normal olan buymuş gibi kabul etmeye başlayacağız.

1900’lerin başında Emirgan’da balıkçılar ağlarını toplarken.

İstanbul Adaları’nda yayınlanan Adalı Dergisi’nin başlattığı konuşmalar serisi bu bakımdan önemli. “Marmara’yı Konuşuyoruz” başlıklı bu çevrimiçi konuşmalarda Marmara Denizi’ndeki kirlilik konusunu bilim insanlarından ayrıntıları ile dinlemek mümkün olacak. İlki Levent Artüz’ün konuşmasıyla başladı; Artüz, Marmara Denizi’nin nasıl ölüme sürüklendiğini, kronolojik bir akış halinde anlattı.

Ortaya çıkan şu: Marmara Denizi ölüyor çünkü sudaki çözünmüş oksijen miktarı 1989’dan bu yana hızla düşüyor. 1989’da bir şey oluyor ve oksijen denizin tüm derinlik katmanlarında hızla azalmaya başlıyor. Bu azalma 1989’dan bu yana da devam etmekte. Levent Artüz, konuşmasında 1989’da izlenen düşüşe neden olan etmenin İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Bedrettin Dalan’ın “Haliç’i gözlerimin mavisi gibi temizleyeceğim” vaadi ile devreye sokulan Güney Haliç kolektörü olduğunu açıkladı. İstanbul’un kanalizasyon sularının üstüne Haliç pis sularını da denizin derinliklerine veren bu kolektör bardağın taşmasına neden olmuştu. Derin deniz deşarjı adı verilen, bu “çözümü”, Levent Artüz’ün deyimiyle, “idam fermanı”nı, o dönem düşünenler kanalizasyon atıklarının Marmara Denizi’nin alt akıntı suları ile Karadeniz’e çıkacağını varsayarak bu işe girişmişlerdi. Levent Artüz konuşmasında bu varsayımın neden yanlış olduğunu detaylı bir şekilde anlattı, kendisinin yeni yayınlanan “Marmara Denizi’nin Kirletilmesinin Yakın Tarihi” başlıklı kitabında bu bilgilere ulaşmak mümkün. Denizin derinliklerine atılan bu atıklar uzaklaşmıyor ve denizdeki oksijen miktarının azalmasına neden oluyor. Sonuç oksijensiz kalan deniz canlılarının ölümü oluyor.

Marmara Denizi’nin ölümünü, bu yok oluşu kanıksayacak mıyız, diye sordum yukarıda. Marmara Denizi ve canlıları ile ilişkimiz bu kadar yüzeysel mi, ya da bu kadar geçici? Geçtiğimiz şubat ayında çalışmalarına başlayan Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı, Marmara Denizi’ni iyileştirmek için sivil toplum aktörleri olarak harekete geçmek gerektiği fikri ile yola çıktı; yok oluş durdurulabilir diyen bir hareket bu.  Bir ağ kurarak, Marmara Denizi’nin iyileşmesi konusunu dert edinen ve normalde birbirleriyle teması zayıf olan farklı bilim alanlarından uzmanları, farklı ölçeklerde çalışan sivil toplum kuruluşlarını, girişimlerini, bilim insanları, medya ve sanat camiasını kapsayarak, atılması gereken adımların acilen hayata geçirilmesini takip etmek, bu konuda güncel bilgileri derlemek, kamuoyunu bilgilendirmek, denizin dün ve bugün hayatlarımızdaki önemini keşfetmemizi sağlayacak etkinlikler gerçekleştirmek: Hedeflenenler bunlar.

Benim de gönüllü kurucu danışmanları arasında yer aldığım ve yazının girişinde bahsettiğim Adalı Dergisi’ni yayınlayan Adalar Vakfı’nın ve Güney Marmara Adaları’ndan ve Çanakkale’den sivil toplum kuruluşlarının kurucu iştirakçiler olarak yer aldığı Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı, Marmara Denizi için bir kamusal alan; hepimizin müşterek yararı olan Marmara Denizi’nin sağlığına kavuşması için uğraşılarımızı çoğaltacağımız ve birbirine bağlayacağımız bir imkan.

Yeşil Gazete’de bundan sonra Marmara Kültürler Ağı ve Marmara Denizi konusunda düzenli yazmaya çalışacağım. Marmara Denizi’nin iyileşmesi için çabalamak Marmara Denizi’nin, canlılarının tarihini bilmek, deniz ile çevresinde yaşayan insan topluluklarının tarih boyunca dönüşen ve değişen ilişkisini düşünmek, insan-merkezli bakışın denizi ve canlılarını nasıl ele aldığını sorgulamak, geçmişten ekolojik anlamda sürdürülebilir ne tür bilgi ve pratiklerin öğrenilebileceğini araştırmak ve tartmak ve her şeyden önemlisi Marmara Kültürleri Ağı’nın “Benim Marmaram” başlıklı video belgeselinde bir katılımcının söylediği gibi Marmara Denizi’ni sevmeye başlamakla anlam kazanacak.

Deniz, her ne kadar artık derinlerine kadar ölçülüp haritalandıysa da, hala yaban bir varlık. İnsan-eliyle yarattığımız etkilerimizle yaban bir varlığın ölümüne sebep olabiliyoruz. Yaban olanı yaşatmak için kendimizi nasıl değiştirmeliyiz?

Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı için bu adrese tıklayabilirsiniz.

 

Kamusal yarar, rekabet, kar ve sermaye birikimi, popülizm, demokrasi ve katılım

[email protected]

Başlıkta çok fazla sözcük var. Hepsi de birbiriyle ilişkili ve bu hafta biraz bu ilişki üzerinde duracağız. Ancak bütün bu kavramların asıl işkili olduğu olay, İBB Başkanı’nın öğrenci abonman kartının %40 zamdan muaf olması kararını, geçtiğimiz günlerde, İBB Meclisi‘nde veto etmesi.

Vetoyu biraz incelemek gerekecek. Bunun için de başlıktaki kavramlara basitçe ve ana hatları itibarıyla, ama biraz yakından bakalım.

Öncelikle belediye hizmetlerini kar amacıyla yapan bir kuruluş değil. Bazı hizmetlerinde kar da edebilir, ama amacı/ işleyiş biçimi bir özel sektör işletmesi gibi olamaz. Ancak neoliberal dünya herkesi “rekabet kurallarına ve ençoklama (maksimizasyon)” ilkesine göre davranmaya o kadar çok ikna etti ki başka bir ekonominin, başka bir yaklaşımın olabileceğini düşünmek bile zorlaştı. Oysa belediye, kamusal yarar üretmek için var edilmiş bir kurum… İşlevlerini yerine getirebilmesi ve bunların sürdürülebilir olması için elbette onun da mali kaynaklara ihtiyacı var. Ama bu mali kaynakların niteliği ve değerlendirilmesi mutlaka rekabete ya da kapitalizmin kurallarına bağlı olmayabilir. Zaten kabaca “özel finansman” ve kamusal finansman” diye yapılan bir kategorileştirme, kamusal finansmanın kamusal yararların üretilebilmesi için farklı bir biçimde kurgulanabileceğini gösteriyor.

Belediyenin kamusal görevleri

Bir belediyenin kent için ürettiği kamusal yararların başında kuşkusuz sağladığı altyapı ve altyapı hizmetleri (ki bunların içinde kent-içi ulaşımın, son derece kritik bir önemde olduğunu söylemeliyiz) gelmektedir. Elbette ekolojik (bugün artık iklim değişikliğinin önlenmesi/ azaltılması demek daha doğru olacaktır) hizmetler, belki konut, kültürel hizmetler vb. de önemli belediye hizmetleridir. Gerçi 1980 sonrasında bu tür hizmetlerin çoğunun (pis ve temiz su altyapısı, kültürel hizmetlerden bir-kaçı hariç, hemen hepsinin) özelleştirilmiş ve ticarileştirilmiş olduğunu biliyoruz. Kentsel ulaşım hizmetlerinin bir bölümü de merkezi yönetimin ve özel sektörün eline geçmiş durumda.

Bununla birlikte kentsel hizmetler bakımından kamusal ulaşım, belediyenin hala kilit önemdeki işlevlerinden biri olarak görülmelidir. Çünkü bu hizmet altyapısıyla ilgili politikalarla birlikte, sermaye kesiminin kentsel spekülatif rant hesaplarını, kentlinin hem yerseçimi kararlarını hem kentin makro-formunu ve büyüme/ değişim yörüngelerini hem de en yoksul kesimlerin yaşam/ eğitim/ çalışma stratejilerini belirleyebilmesi bakımından son derece kritik bir öneme sahiptir. Bu nedenle bu hizmetin finansmanındaki temel ölçüt kar/ ya da kendi giderlerini karşılayarak sürdürülebilir olmak vb. değil, sadece kamusal yarar olmalıdır. Eğer mutlaka bir “ençoklama” söz konusuysa, kent için sağlanan/ sağlanacak kamusal yararın “ençoklanması” olmalıdır.

Kamusal bir yararın elde edilebilmesi için hizmetin finansmanında farklı teknikler kullanılabilir. Bu elbette bir uzmanlık konusudur. Ama oldukça gelişmiş bir konu olduğu için, kamusal yararı üretmeyi gerçekten isteyen birim (belediye), mutlaka alternatif kamusal finansman yöntemleri geliştirebilir/ kullanabilir. Ya da yeni kaynaklar keşfedebilir/ icat edebilir, finansman yaklaşımında yenilikler yapabilir ve kendi seçmen kitlesine vaat ettiği “halkçılık”/ “kamuculuk”/”yenilikçilik”/ sermayeden değil yoksullardan yana olmak” vb. gibi vaatlerini gerçekleştirebilecek yeni yollar bulabilir/ bulmalıdır. Böylesi bir uygulama kentli toplumun bu hizmete en çok gereksinimi olan kesimi için kaçınılmaz etik bir borçtur.

Demokratik mekanizmaların önemi

Burada belki, bu yaklaşımın “popülist” bir tutum mu yoksa kamucu bir tutum mu olduğu sorusu sorulabilir. Belediye eğer kendi toplumuna yaranmak amacıyla “yağcılık” yapıyorsa, sahte bir özveri gösteriyorsa, bu özveri bir defalık ve tek boyutlu bir kandırmacadan ibaretse, bunun popülist bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Oysa bu çok boyutlu ve iyi tartışılmış bir politika olarak ortaya konmuş ve gerekçeleriyle birlikte neden benimsendiği açıklanmışsa, o zaman kamu yararını gözetmek için geliştirilmiş bir politika olduğu belirgin bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Ancak yukarıdaki paragrafa bir kavramın daha eklenmesi gereklidir. Bu da, tartışmanın katılımcı bir demokratik mekanizmanın çalıştırılmasıyla yapılması ve kararın da bu katılımcı süreçle alınmış olması gerekliliğidir.

İBB’nin, tam olarak nasıl tanımladığı konusunda derin belirsizlikler olsa ve “katılım” diye sunduğu pek çok yöntemin gerçek bir katlımla ilgisi olmasa da en azından bu doğrultuda bir çaba göstermek istediğini söyleyebiliriz. Bu arzunun en son örneklerinden biri, nisan sonunda gazetelerde yayınlanan “İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ), vatandaşların istek ve taleplerine daha sağlıklı ulaşabilmek için kentin tüm ilçelerinden temsilcilerin katılımıyla ‘Abone Konseyi’ kurdu” haberi… Gerçi adından ve niyetten başka bir şey okunmuyor bu haberden, ama iyimser olup bir arayışın var olduğunu düşünebiliriz.

Benzer bir yaklaşımın, ama çok daha iyi geliştirilmiş bir tartışmanın ve arayışın kent içi ulaşımın fiyatlandırılmasında en azından öğrenciler gibi desteklenmesi gerektiği net ve belirgin olan bir toplum kesiminin kamusal yararı için bunun neden düşünülmediği anlamak son derece zor. Üstelik İBB’nin veto için kullandığı gerekçeler o kadar zayıf, saçma (hatta çocukça-saçma) bir inat gibi görünüyor ki hiçbir bakımından kabul edilebilir bir nitelik taşımadığını kolayca söyleyebiliriz.

Kendi bacağına ateş etmek

Kısaca tekrarlayalım İBB’den İstanbulluların, öğrenci abonman ücretlerine yapılan zamdan muaf tutulması kararının veto edilmesi karşısında düş kırıklıklarının nereden kaynaklanmış olabileceğini:

  • İBB, kamu ulaşımı gibi stratejik bir konuda ciddi bir desteğe gereksinimi olan (yoksullaşan) kesimi koruyabilmek için kararlı davranabilirdi/ davranmalıydı (İBB zaten, daha önce bunu yapmış olduğunu söylüyor),
  • Eğer bunun sürdürülebilir olmasını istiyorsa yeni/ alternatif (kamusal) finansman olanaklarını aramalı ve tartışmaya açmalıydı,
  • Kentsel (altyapı ve hizmetin sunuluşu dahil) ulaşım politikaları ve finansmanı konularının demokratik bir ortamda katılımcı bir süreçle tartışılmasını sağlayacak mekanizmalar (en azından düşünceler/ öneriler) geliştirme arayışı içinde olmalıydı.

Ama İBB, bunlardan hiçbirini yapmadı ve kendi varlık nedenini geçersizleştiren saçma ve basit/ bön bir kararla öğrenci muafiyetini veto etti.

Bir kurum bundan daha anlamsız bir biçimde kendi bacağına nasıl ateş eder?