ManşetHafta SonuKöşe YazılarıYazarlar

Yaban olanı yaşatmak için kendimizi nasıl değiştirmeliyiz?

0

Geçtiğimiz ay Sotheby’s Londra, Picasso’nun “Femme nue couchée” adlı eserini açık artırma ile büyük bir meblağa sattı. Bu sayede özel bir koleksiyonda olan Picasso’nun bu 1932 yılı tarihli eserinin fotoğrafını birçok sanat medyası sayfalarında görebildik. Picasso bu resimde sevgilisini bir deniz canlısına benzetmiş, esnek ve yumuşak hareketli kol ve bacaklarıyla bir omurgasıza. 1.30’a 1.62 metre boylarında oldukça büyük ve muzip hisli, çarpıcı bir resim.

Yeşil Gazete’deki bu ilk yazıma neden bu resimle başlıyorum? Çerçevenin dışına fırlayacakmış gibi can dolu bir varlıkla karşı karşıyayız resimde. Picasso insan ile hayvanı iç içe geçirdiği bir yaratık resmetmiş; yaşam itkisinin capcanlı kıldığı muhteşem bir varlık. İnsanla hayvanın bu ortak özelliğine işaret etmek istemiş belki. Onlara biçilmiş hayat ne kadar kısa ya da uzun olursa olsun, tüm duyularıyla ve organlarıyla ona tutunmaya, neslini sürdürmek için uğraşmaya, tehdit olarak gördüklerine karşı kendisini korumaya odaklanmış bir var olma hali resimde gördüğümüz enerjinin kaynağı; önünde saygıyla eğilinecek bir var olma iradesi.

Leviathan’dan önceki bolluk ve sonraki yokluk

Femme nue couchée bana son zamanlarda üzerine çok okuduğum, fotoğraflarına baktığım Marmara Denizi ve canlıları ile Marmaralıların ilişkisini düşündürdü. İstanbul Balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan’ın 1915 yılında yayınladığı ve 2006’da Türkçe’ye Aras Yayıncılık tarafından kazandırılan “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” başlıklı eserinde anlattığı çeşit çeşit ve çok bol olan Marmara Denizi balıklarından bugün çok azının kaldığını artık hepimiz biliyoruz.  Kaybettiğimiz balıkların tek tek isimlerini saymayı öğrendik; Turgut Yüksel’in İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin üç ayda bir yayınladığı kent araştırmaları ve düşünce dergisi İstanbul’un üçüncü sayısında “Marmara’nın Fantastik Canlıları” başlıklı yazısında yaptığı gibi. Turgut Yüksel’e göre Marmara tarihini ‘Leviathan’dan önceki bolluk ve sonraki yokluk diye ikiye ayırabiliriz.’  “Cümle Âleme geçmiş olsun” diye bitiriyor yazısını Yüksel.

Böyle kabullenecek miyiz diye soruyorum gördüklerime, bu kadar mı? Bu yok oluşu kanıksayacak mıyız? Marmara Denizi ve canlıları ile ilişkimiz bu kadar yüzeysel mi ya da bu kadar geçici? Bu noktada balıkçılık ve yönetimi üzerine çalışmalar yapan bilim dalının geliştirdiği bana çok ilginç ve önemli gelen bir kavramdan bahsetmek istiyorum: “Kayan referans çizgisi sendromu”. İngilizcesi “shifting baseline syndrome2″. Aylin Ulman ve çalışma arkadaşlarının ‘Türkiye’nin Kayıp Balıkları’ başlıklı 2020’de İngilizce olarak yayınlanan makalelerinden öğrendim bu kavramı.

Araştırmacılar balık stoklarını ve gelişme-çöküş durumunu tahmin etmeye çalışırken genellikle tarihsel bilgiye ulaşamıyorlar ve bilgisine ulaşılabilen dönem referans çizgisi haline geliyor. Her kuşak araştırmacı ulaşabildikleri veriler üzerinden, balık türlerinin sayıları ile ilgili örneğin, doğal olan, verili durum budur şeklinde tariflemeye başlıyorlar. “Doğal” olanın ne olduğuna dair referans çizgisi tarihsel bilgiye erişilemedikçe ve erişilmedikçe yakına doğru kayıyor. Doğal çevrenin geçmişine ilişkin bilgi, hafıza, deneyimlerin aktarılmaması durumunda, mevcut durum sanki doğal hali imiş gibi bir kabul ortaya çıkıyor. Yeni kuşak, eskinin bilgisine sahip olmadığı sürece çevrenin ne kadar değiştiğini algılayamıyor; yeni kuşakların çevre ile yakınlığı azaldıkça bu bilgiye erişim daha da zorlaşıyor ve mevcut durumun normalmiş gibi kabullenilmesi söz konusu oluyor. Doğal sistemlerin geçmişte nasıl oldukları ve işledikleri bilinmeyince mevcut durum sanki geçerli olan, doğal olanmış gibi kabul ediliyor. Doğal çevrenin nasıl olduğuna dair tarihsel bilginin eksikliği, eski kuşakların bu konudaki bilgisinin aktarılmaması ve bu bilginin değersizleştirilmesi, doğal çevre ile olan ilişkinin kopması ve doğal çevreye ilişkin ilginin ve aşinalığın ortadan kalkması, bunların hepsi bahsettiğim sendroma yol açıyor.

Marmara’nın idam fermanını Haliç’i ‘gözleri gibi mavi’ yapacak Dalan imzaladı

Türkiye’de doğal çevre tarihi çalışmalarının çok az olduğunu fark ediyorum; hayvanlarıyla, bitkileriyle, topoğrafyası, iklimi ve tüm ekolojik özellikleriyle doğal bir çevrenin tarifinin yapıldığı ve değişiminin tüm detayları ile anlatılmaya çalışıldığı eserler. Marmara Denizi’ne ve canlılarına ne olduğunu, neden balıkları kaybettiğimizi, ne zamandan beri neleri yaşamakta olduğumuzu tarihsel bir perspektiften anlamaya çok ihtiyacımız var. Bu tür çalışmalar yapılmazsa bugünkü durumu normal olan buymuş gibi kabul etmeye başlayacağız.

1900’lerin başında Emirgan’da balıkçılar ağlarını toplarken.

İstanbul Adaları’nda yayınlanan Adalı Dergisi’nin başlattığı konuşmalar serisi bu bakımdan önemli. “Marmara’yı Konuşuyoruz” başlıklı bu çevrimiçi konuşmalarda Marmara Denizi’ndeki kirlilik konusunu bilim insanlarından ayrıntıları ile dinlemek mümkün olacak. İlki Levent Artüz’ün konuşmasıyla başladı; Artüz, Marmara Denizi’nin nasıl ölüme sürüklendiğini, kronolojik bir akış halinde anlattı.

Ortaya çıkan şu: Marmara Denizi ölüyor çünkü sudaki çözünmüş oksijen miktarı 1989’dan bu yana hızla düşüyor. 1989’da bir şey oluyor ve oksijen denizin tüm derinlik katmanlarında hızla azalmaya başlıyor. Bu azalma 1989’dan bu yana da devam etmekte. Levent Artüz, konuşmasında 1989’da izlenen düşüşe neden olan etmenin İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Bedrettin Dalan’ın “Haliç’i gözlerimin mavisi gibi temizleyeceğim” vaadi ile devreye sokulan Güney Haliç kolektörü olduğunu açıkladı. İstanbul’un kanalizasyon sularının üstüne Haliç pis sularını da denizin derinliklerine veren bu kolektör bardağın taşmasına neden olmuştu. Derin deniz deşarjı adı verilen, bu “çözümü”, Levent Artüz’ün deyimiyle, “idam fermanı”nı, o dönem düşünenler kanalizasyon atıklarının Marmara Denizi’nin alt akıntı suları ile Karadeniz’e çıkacağını varsayarak bu işe girişmişlerdi. Levent Artüz konuşmasında bu varsayımın neden yanlış olduğunu detaylı bir şekilde anlattı, kendisinin yeni yayınlanan “Marmara Denizi’nin Kirletilmesinin Yakın Tarihi” başlıklı kitabında bu bilgilere ulaşmak mümkün. Denizin derinliklerine atılan bu atıklar uzaklaşmıyor ve denizdeki oksijen miktarının azalmasına neden oluyor. Sonuç oksijensiz kalan deniz canlılarının ölümü oluyor.

Marmara Denizi’nin ölümünü, bu yok oluşu kanıksayacak mıyız, diye sordum yukarıda. Marmara Denizi ve canlıları ile ilişkimiz bu kadar yüzeysel mi, ya da bu kadar geçici? Geçtiğimiz şubat ayında çalışmalarına başlayan Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı, Marmara Denizi’ni iyileştirmek için sivil toplum aktörleri olarak harekete geçmek gerektiği fikri ile yola çıktı; yok oluş durdurulabilir diyen bir hareket bu.  Bir ağ kurarak, Marmara Denizi’nin iyileşmesi konusunu dert edinen ve normalde birbirleriyle teması zayıf olan farklı bilim alanlarından uzmanları, farklı ölçeklerde çalışan sivil toplum kuruluşlarını, girişimlerini, bilim insanları, medya ve sanat camiasını kapsayarak, atılması gereken adımların acilen hayata geçirilmesini takip etmek, bu konuda güncel bilgileri derlemek, kamuoyunu bilgilendirmek, denizin dün ve bugün hayatlarımızdaki önemini keşfetmemizi sağlayacak etkinlikler gerçekleştirmek: Hedeflenenler bunlar.

Benim de gönüllü kurucu danışmanları arasında yer aldığım ve yazının girişinde bahsettiğim Adalı Dergisi’ni yayınlayan Adalar Vakfı’nın ve Güney Marmara Adaları’ndan ve Çanakkale’den sivil toplum kuruluşlarının kurucu iştirakçiler olarak yer aldığı Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı, Marmara Denizi için bir kamusal alan; hepimizin müşterek yararı olan Marmara Denizi’nin sağlığına kavuşması için uğraşılarımızı çoğaltacağımız ve birbirine bağlayacağımız bir imkan.

Yeşil Gazete’de bundan sonra Marmara Kültürler Ağı ve Marmara Denizi konusunda düzenli yazmaya çalışacağım. Marmara Denizi’nin iyileşmesi için çabalamak Marmara Denizi’nin, canlılarının tarihini bilmek, deniz ile çevresinde yaşayan insan topluluklarının tarih boyunca dönüşen ve değişen ilişkisini düşünmek, insan-merkezli bakışın denizi ve canlılarını nasıl ele aldığını sorgulamak, geçmişten ekolojik anlamda sürdürülebilir ne tür bilgi ve pratiklerin öğrenilebileceğini araştırmak ve tartmak ve her şeyden önemlisi Marmara Kültürleri Ağı’nın “Benim Marmaram” başlıklı video belgeselinde bir katılımcının söylediği gibi Marmara Denizi’ni sevmeye başlamakla anlam kazanacak.

Deniz, her ne kadar artık derinlerine kadar ölçülüp haritalandıysa da, hala yaban bir varlık. İnsan-eliyle yarattığımız etkilerimizle yaban bir varlığın ölümüne sebep olabiliyoruz. Yaban olanı yaşatmak için kendimizi nasıl değiştirmeliyiz?

Adaları ve Boğazları ile Marmara Kültürleri Ağı için bu adrese tıklayabilirsiniz.

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.