Ana Sayfa Blog Sayfa 901

Gezi’nin dokuzuncu yıl dönümü: Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır!

İstanbul Taksim’de Gezi Parkı‘ndaki ağaçların sökülmemesi için başlayan ve Türkiye siyasi tarihinin en büyük kırılma noktalarından birine dönüşen Gezi Parkı Protestoları‘nın üzerinden tam dokuz yıl geçti. Dokuzuncu yılda, 25 Nisan’da verilen müebbet ve 18’er yıllık hapis cezalarının ardından Gezi tutuklularından “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” mesajı verildi.

Yankıları bugün hala süren Gezi Direnişi, 28 Mayıs 2013’ten itibaren Türkiye‘nin hemen her kentine yayılmıştı.

Milyonlarca kişinin katıldığı eylemlerden yargılanan sekiz kişi ise bugün ‘hükümeti devirme‘ suçlarından cezaevinde.

Çeşitli sebeplerle yıllarca yeniden açılan, birleştirilerek devam ettirilen Gezi Davası‘nda neredeyse 5 yıldır tutuklu bulunan ve en son kararla müebbet hapis cezasına çarptırılan Osman Kavala‘nın durumu, Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki ipleri germeye devam ediyor.

İlgili haber: Gezi Davası’nda karar: Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, diğer sanıklara 18 yıl hapis

Kavala’ya müebbet

Gezi Davası’nın sanıkları için mahkeme 25 Nisan’da müebbet ve 18’er yıl hapis cezaları verdi.

Osman Kavala‘ya “hükümeti kaldırmaya teşebbüs” suçundan  ağırlaştırılmış müebbet; Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi‘ye 18’er yıl hapis cezası verildi. Kavala casusluk suçlamasından ise beraat etti.

Kararın ardından Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi önünde ve farklı şehirlerde adalet nöbetleri düzenlendi. STK, meslek odaları, dernek ve aktivistlerden karara hem meydanlardan hem de sosyal medyadan tepkiler gelirken uluslararası organizasyonlar da kararı eleştirdi. 

Avrupa Parlamentosu, Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet cezasını kınadığı ortak metinde, “Türkiye’nin kasıtlı olarak AB üyelik sürecine dair umutları tamamen yok ettiğini” söyledi.

Mater’e kampanya

Gezi Davası’nda hakkında 18 yıllık hapis cezası verilerek tutuklanan Sinemacı, Yapımcı ve Gazeteci Çiğdem Mater için de kampanya başlatıldı. Kampanya @freecigdemmater isimli Twitter hesabı üzerinden duyuruldu. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Mater’e yazılacak mesajların söz konusu hesap üzerinden Mater’e ulaştırılacağı bildirildi. Davaya karşı tepkilerse sürüyor.  

Silivri Cezaevi önü açıklama

Kavala’ya Özgürlük”, “Taksim Dayanışması“, Gezi destekçileri ve aileleri Gezi tutuklularına destek olmak amacıyla 28 Mayıs’ta Silivri Cezaevi önünde açıklama yaptı.

Çizim: Murat Başol

Açıklamada “Polis tutanaklarına göre en az üç buçuk milyon insanın, yani Gezi’ye gelen, destekleyen, mesaj atan, börek getiren, revir kuran, kütüphane yapan, yeryüzü sofrası açan; şarkı söyleyen, tiyatro sergileyen, dans eden, ağaçlara sarılan milyonların ‘Müebbet ve ağır hapis cezaları’ ile korkutulmaya çalışıldığı, Adalet’in buharlaşarak yok olduğu bir ülkeyiz artık. Tek adam rejiminin ihtiyaçlarına göre karar veren mahkemelerin hukuksuz, tanıksız, kanıtsız, keyfi ve tutarsız kararlar aldığı bir rejimde, demokrasinin, kuvvetler ayrılığının ve en temel anayasal hakların yok sayıldığı bir ülkeyiz artık” denildi. 

Gezi tutuklularından mesaj: Dayanışmanın, hukuk ve demokrasi mücadelesine ivme kazandıracağına inanıyorum

Silivri Cezaevi önünde ayrıca Gezi tutuklularının mesajları okundu. Osman Kavala, mesajında “Gezi, özgürlük ve demokrasi taleplerinin ve dayanışma ruhunun ifadesi idi. Gezi davası da, yargının siyasi amaçlarla kullanılmasını simgeleyen bir dava oldu. Bu dava ile ilgili duyarlılığın, sizlerin gösterdiği dayanışmanın, hukuk ve demokrasi mücadelesine ivme kazandıracağına inanıyorum” ifadelerine yer verdi. 

‘Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır’

Can Atalay ise şu mesajı verdi:

“Değerli Arkadaşlar! Kardeşlerim

Aramızda şu an birkaç yüz metre mesafe var. Hepinize teker teker sarılıyorum. Bizi burada bir an olsun yalnız bırakmayan, tıpkı Gezi’deki gibi tüm farklılıkları ile omuz omuza direnen iradenizi selamlıyorum. ‘Umudu dürt umutsuzluğu yatıştır’ demiş ozan, umut omuzlarımızda yükseliyor. Biz, Gezi’nin toplumsal, politik ve hukuki bakiyesini ancak onurla taşırız demiştik.

Gezi Direnişi’nin bakiyesini onurla taşıyoruz! Hepinize çok selam, birkaç yüz metre mesafeden birbirimize sarıldık, hasret giderdik. Kabul edin lütfen. Karanlık gidecek Gezi kalacak. Hep birlikte mücadele edecek hep birlikte kazanacağız.”

Tayfun Kahraman ise içeriden şöyle seslendi: 

“Siz dışarıda, biz içeride her ne koşulda olursak olalım; demokratik cumhuriyet talebini yükseltmeye, hukuksuzluğa karşı adaleti haykırmayı kentimizi, doğayı ve elbette Gezi’yi savunmaya hep birlikte devam ediyoruz. Gezi Direnişi 9. yılında hala bu ülkenin en büyük umududur. Umudumuz ile yaktığımız ışık, bizleri çok yakında aydınlık ve güzel günlere taşıyacak.

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”

‘Bizi hapsedenler, kararlarının toplum nezdinde nasıl bir öfke yaratacağını belli ki hesaplamamışlar’

Hakan Altınay da cezaevi önündeki vatandaşlara “Hepinize bizlerle dayanışmak üzere buraya kadar geldiğiniz, bize ses olduğunuz için can-ı gönülden teşekkür ederim” diye teşekkür ettiği mesajına şu sözlerle devam etti:

“Bizi kaçma şüphesiyle aramızdaki duvarların arkasına hapsedenler, 25 Nisan kararlarının vicdansızlığı ve izansızlığının toplum nezdinde nasıl bir öfke yaratacağını belli ki hesaplamamışlar. Bu öfke, Gezi ruhunun da temel taşlarını oluşturan ve yıllardır süregelen eşit, özgür, ve adil bir topluma dair taleplerimizle birleşti; ve bugünkü dayanışmamızda vücut buluyor. Hepinizi tek tek kucaklıyor, özgür günlerde en kısa zamanda buluşmayı diliyorum. Yazılan notlar avukatlar aracılığı ile Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Mücella Yapıcı, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’e ulaştırılacak.”

Kavala, 2017’de tutuklanmıştı

Gezi olaylarına ilişkin açılan soruşturma üzerine 18 Ekim 2017 tarihinde Gaziantep’ten uçakla dönerken gözaltına alınan iş insanı Osman Kavala, 1 Kasım tarihinde “anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs, hükümeti ortadan kaldırma” suçlamasıyla tutuklanmıştı. Kavala “Gezi olaylarının yöneticisi ve finansörü” olmak ile itham ediliyordu.

Savcılık iddianameyi tutukluluk kararından yaklaşık 1,5 yıl sonra 19 Şubat 2019 günü açıkladı. 4 Mart’ta da mahkeme tarafından kabul edildi. Bu süre zarfında Kavala, hakkında herhangi bir suçlama olmadan, hakim karşısına çıkartılmadan Silivri Cezaevi’nde tutuldu. Hazırlanan iddianamede 16 kişi hakkında “protestoları örgütlemek” suçlamasıyla müebbet hapis cezası isteniyordu.

Dokuz  yıl önce bugün neler oldu?

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı’na Topçu Kışlası inşa edileceğini açıklamıştı.

Parkı korumak için örgütlenen sivil toplum 27 Mayıs’ı 28 Mayıs’a bağlayan gece iş makinelerinin Gezi Parkı’na girdiğini görünce sosyal medyadan çağrı yaptı. Kısa sürede çok sayıda insan parkın çevresinde toplandı. Polis parkın çevresinde bariyer kurdu ve halka biber gazıyla çok sert müdahale etti.

Sosyal medyadan yapılan Gezi Parkı’nda toplanma çağrıları kesilmedi. 28 Mayıs akşamında park çevresinde daha büyük bir kalabalık vardı.

Parkta süren çalışmalar durduruldu.

Eylemciler parkı korumak için nöbet tutmaya başladı. 31 Mayıs sabahı polisin parka girerek, çadır kuran eylemcileri fiziksel müdahaleyle dağıtması, eylemlerin daha da büyümesinin sebeplerinden biri oldu.

Gezi Parkı’nda toplanan eylemcilerin çadırları, belediye çalışanları tarafından geceyarısı ateşe verildi. Polisin kullandığı gücün “orantısız” olduğu eleştirileri yapıldı.

‘Doğa katliamı söz konusu değil’

Eylemcilerin çadırları polisler tarafından yakıldı. Çadırların yakılma görüntüleri sosyal medyada yayınlanınca büyük bir infiale yol açtı. Yapılan eylem çağrıları sonunda gün boyunca Gezi Parkı ile Taksim Meydanı’nda toplanan binlerce kişi ile polis arasında sert çatışmalar yaşandı.

Gün içerisinde Taksim’de eylemler devam ederken, İstanbul Altıncı İdare Mahkemesi, Topçu Kışlası’nın yapımına onay veren kararı iptal etti.

Dönemin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın da bir basın toplantısı düzenledi. Mutlu, bir doğa katliamının söz konusu olmadığını ve olaylarda istismar çabası olduğunu söyledi.

Gün boyu devam eden müdahalede yoğun biber gazı kullanımı ve TOMA’dan sıkılan basınçlı su ne­deniyle üç kişi gözünü kaybetti; onlarca kişi yaralandı.

31 Mayıs’taki müdahale eylemleri daha da büyüttü. Gezi Parkı eylemleri İstanbul dışına taştı ve 79 kente yayıldı.

1 Haziran eylemlerin kronolojisinde kritik bir tarih oldu.

Erdoğan Taksim’e kesinlikle Topçu Kışlası yapılacağını, geri adım atmayacaklarını tekrarlamıştı. Kadıköy’deki mitingini iptal eden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kalabalık bir grupla Taksim’e gitti, Gezi Parkı’na girdi. Polis CHP’lileri de dağıttı.

Eylemciler, 15 gün boyunca parkta kaldı

Akşam saatlerinde Taksim çevresinde toplanan kalabalık büyüyünce, polis Gezi Parkı çevresinden çekilmek zorunda kaldı.

Eylemciler bir gün sonra yeniden parka döndü. 15 gün boyunca parkta kaldılar ve 15 gün boyunca Gezi Parkı toplumun adalet, demokrasi ve özgürlük taleplerinin odağı oldu.

Ankara’da Kızılay’da toplanan kalabalık, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Başbakanlık binasına yürümek istedi. Ancak polisin müdahalesiyle karşılaştı. Ankara’da 500 kişi gözaltına alındı.

Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, altı günde 67 şehirde 235 eylem yapıldığını ve bin 730 kişinin gözaltına alındığını söyledi. Güler, maddi zararın da 20 milyon lirayı aştığını açıkladı.

Güler, 115 güvenlik görevlisinin ve 58 sivilin yaralandığını belirtirken, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi ise yaralı sayısını 22’si ağır olmak üzere bin 740 olduğunu bildirdi.

9 Haziran’da Türkiye, güne dönemin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun Twitter üzerinden attığı mesajlarla başladı. Mutlu, “Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” yazdı.

Günün ilerleyen saatlerinde Taksim Dayanışma Platformu, Taksim Meydanı’nda büyük bir miting düzenledi. Mitinge yüz binlerce kişinin katıldığı belirtilirken, eylemlerin başlamasından bu yana Taksim’de düzenlenen en büyük toplantı olarak kayıtlara geçti.

Polis müdahalesi yeniden

15 Haziran’da polis önce parkın boşaltılması için anons yaptı ve akşam saatlerinde de Meydan tarafından Gezi Parkı’na biber gazı atarak girdi. Eylemciler, polisin girmesinin ardından parktan ayrıldı. Eylemcilerin bir kısmı Meydan civarındaki başka noktalara giderken, bazıları da Divan Otel’e sığındı. Müdahalede yüzlerce kişi yaralanırken, 350 kişi de gözaltına alındı.

Böylece Taksim Meydanı’nın ardından Gezi Parkı’ndaki işgal eylemi de son bulmuş oldu. Taksim Meydanı ve civarına çok sayıda polis yerleştirilirken, Gezi Parkı da bir süre halka kapatıldı.

10 kişi öldü, binlerce kişi yaralandı

İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre Bayburt ve Bingöl hariç 79 ilde düzenlenen eylemlere 2.5 milyon kişi katıldı. Taksim Dayanışması ise rakamların dört milyonun üzerinde olduğunu söyledi.

Eylemler süresince Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım yaşamını yitirdi. Mehmet İstif ve Elif Çermik maruz kaldıkları gaz nedeniyle hayatını kaybetti.

On bine yakın kişi polis saldırısıyla yaralandı.

40 iddianame hazırlandı

Gezi Parkı eylemleri nedeniyle 2013’ün sonuna kadar İstanbul’da 40 ayrı iddianame ile 308 kişi hakkında dava açıldı. Bezmi Alem Valide Sultan Camii’ne “ayakkabılarıyla girdikleri ve camide bira içtikleri” iddiasıyla yaklaşık 200 kişi yargılandı.

Polislerin aldıkları cezalar

Eylemler sırasında mahalle esnafı ve polis tarafından dövülerek katledilen Ali İsmail Korkmaz‘ın ölümüyle ilgili görülen davada, Korkmaz’a son tekmeyi atan polis Mevlüt Saldoğan, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından denetimli serbestlik süresinin iki yıla çıkarılması nedeniyle tahliye oldu. Saldoğan, darbecilik suçlamasıyla devam ettirilen Gezi Parkı davasına, mağdur olarak kabul edildi.

Ethem Sarısülük‘ün öldürülmesiyle ilgili görülen davada da, Ahmet Şahbaz‘a bir yıl dört ay 20 gün hapis cezası verildi. Bu ceza da 10 bin 100 TL para cezasına çevrildi. Yargıtay cezayı az bularak kararı yeniden bozdu, mahkeme Şahbaz’a bu defa da 15 bin 200 TL para cezası verirken, karar Yargıtay tarafından onandı.

Berkin Elvan’ın ölümüyle ilgili davada yargılanan Fatih Dalgalı, hep tutuksuz yargılandı.

Dalgalı hakkında, iddianamedekinden daha hafif bir suçlama olan “bilinçli taksirle öldürme” suçundan cezalandırma istendi. Bu da Dalgalı’nın en fazla dokuz yıla kadar hapis cezası almasını sağlayacaktı. Davanın karar duruşması 18 Haziran’da yapılacak.

Abdullah Cömert‘in ölümüyle görülen davada ise Sanık polis memuru Ahmet Kuş “olası kastla öldürme” suçundan tutuksuz yargılanıyordu.

Mahkeme, 14 Mart 2016’da Kuş’u “kastın aşılması suretiyle öldürme” suçundan 13 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırdı ancak tutuklama kararı vermedi. Karar, Yargıtay tarafından bozulunca Kuş’un cezası bu defa altı yıl 10 ay 15 güne indirildi. Kararın yargıtay tarafından onanmasının ardından Mart 2020’de tutuklandı.

Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan ve Mehmet Ayvalıtaş’ın öldürülmesiyle ilgili yargılananlar ise bir cezaya çarptırılmadı.

[Bir konu/k] Aydos Ormanı’nda Millet Bahçesi: Ağaç sayısından çok tahribat var

İstanbul Anadolu yakasında, Kartal ile Sultanbeyli ilçeleri arasında uzanan Aydos Ormanı’nda yapılması planlanan Millet Bahçesi projesine karşı doğa mücadelesi devam ediyor. Bir yandan da dozerler ve kamyonlarla orman tehdit ediliyor. Aydos Ormanı’nda yaşanan yıkım bunlarla sınırlı değil.

Aydos Ormanı’nı geçtiğimiz aylarda ormandaki yıkıma karşı bir doğa mücadelesi ortaya koymak için hayata geçirilen Aydos Ormanı Savunması’ndan (AOS) Ahmet Taha Türk’le konuştuk. Türk, ormandaki yıkımları şöyle anlatıyor:

Orman çevresinin şehirle kuşatılması, mesire alanları, mandıraların atıkları, yoğun odun üretimi ve yangınlar…

‘Kuzey Ormanlarındaki yabani yaşamdan eser kalmadı’

Aydos Ormanı’nda Millet Bahçesi projesinin öncesinde nasıl tahribatlar yaşanıyordu? Orman proje öncesinde korunuyor muydu?

Ağaç sayısından çok tahribat sayımız var ne yazık ki. Bunları beş başlık (orman çevresinin şehirle kuşatılması, mesire alanları, mandıraların atıkları, yoğun odun üretimi ve yangınlar) ile kategorilendirebiliriz; çok değil yaklaşık 35 yıl öncesine gittiğimizde Aydos Ormanı, Kuzey Ormanları ile fiziken bağlıydı. Günümüzde ise çevresi şehir ile çevrelenerek sıkıştırılmış ve Kuzey Ormanlarındaki yabani yaşamdan çoğunlukla eser kalmamış durumda.

‘Çevresini betonla örmek az gelmiş’

Çevresini betonla örmek az gelmiş(!) olsa gerek ki son birkaç yıldır Kartal ve Sancaktepe sınırları içinde kalan orman bölgelerini de doğa dostu faaliyet göstermeyen mesire alanları betonla hemhal edilmiş durumda. Özellikle Aydos Gölü etrafını 49 yıllığına kiraya verilerek oluşturulan sözümona mesire alanı, işletmecileri tarafından yoğun tahrip edilmekte; zaman zaman ağaçlar kesilerek alan açılmakta ve göl üzerinde ekolojik olmayan faaliyetler yapılmaktadır. Bu faaliyetler gölü yaşam alanı edinen yeşil başlı yaban ördeği, kaz, sülün, su kaplumbağaları gibi canların yaşamlarına kastetmektedir. Gölü yuva edinen bir başka canlı ise gri balıkçıl; göl çevresindeki mesire alanlarının akşam vakitlerinde yoğun ve ekolojik olmayan ışıklandırmalar kullanması, gürültü gibi faktörler sebebiyle son zamanlarda çok daha seyrek görür olduk.

‘Haziran-Temmuz gibi yoğun müsilaj olabilir’

Göl yalnızca mesire alanlarının atıklarıyla mücadele etmiyor, orman içinde bulunan mandıraların atıkları da göle deşarj edilerek göl kimyasında yoğun sorunlar oluşturmakta ve son yıllarda ötrofikasyona maruz kalmaktadır. Bugünlerde göl hiç olmadığı kadar ötrofike olarak oksijen seviyesi oldukça düşmüş durumda. Bu, sadece göl canlıları için değil gölün varoluşuna da kastetmektedir, Haziran-Temmuz gibi gölde yoğun müsilaj oluşumu beklemekteyiz.

Son bilimsel yayınlara göre ormanlardan yoğun odun üretimi ormansızlaşmaya zemin hazırlıyor. Odun üretimi konusunda Aydos’tan ne yazık ki tolere edebileceğinden fazla odun üretimi yapılmakta. Bu, tahribatlara ek olarak bir tahribat da yangınlar. Çoğu insani faaliyet sebebiyetli (ormanda ateş yakmak, merceklemeye sebep olacak çöpler, sabotajlar…) yangınlar her sene bahar ve yaz dönemlerinde en az ayda bir kez yangınlara teslim oluşu… Tüm bu tahribatlara bakıldığında ‘Orman proje öncesinde korunuyor muydu?’ sorunuzun cevabı gayet net: Hayır!

Yedi bin metrekarelik orman parçası tam anlamıyla katledildi’

Aydos Ormanı’nda yapılmak istenen millet bahçesi için ormanda bugüne kadar ne gibi yıkımlar yapıldı?

Ormana dozer ve kamyonların ilk girdiği Mart’tan Mayıs sonuna dek ormanın içinde yüzlerce araç kapasiteli bir otopark inşaası için yaklaşık yedi bin metrekarelik orman parçası tam anlamıyla katledildi. Bu alanı besleyen bir dere de ıslah edilerek üzeri kapatıldı.

Ormanın içinde bir kreşin inşaatı başlandı. Ormanın içinde iki apartmanın temeli büyüklüğünde alan kazıldı ve haftalar sonrasında sebebini bilmediğimiz bir şekilde temel toprakla dolduruldu. Ormanın içinde macera parkı “oyuncağı” için birçok ağacın gövdesine platformlar sabitlendi birkaç gün sonra platformlar söküldü fakat ağaçların gövdeleri zarar gördü. En az 650 ağaç işaretlendi.

‘Mesire alanları, mandıralar, odun üretimleri, yangınlar…’

Ormanın savunulması için Aydos Ormanı Savunması’nı hayata geçirdiniz, bu orman kime/neye karşı ve nasıl savunulabilir?

Tahrip müsebbipleri fazlaca. Dolayısıyla her köşesinden savunmamız gerek. Mesire alanları, mandıralar, odun üretimleri, yangınlar… Ve görevini yerine getirmeyerek tahribata zemin hazırlayan, tahribatı uygulayan kurumlar.

Tahribatlar çeşit çeşit olunca savunmamız da çeşit çeşit; hukuki süreçlerle, yakın zamanda başlatacağımız yangın nöbetleriyle…

Aydos Ormanı Savunması’nın kurulmasının öncesi ve sonrasında sürekli ormanda ve/veya çevresinde olduğunuzu söylediniz. Sizin orada varlık göstermenizin hem size, hem ormana hem de mücadeleye ne gibi etkileri oldu?

Aydostlarımızın birçoğu orman çevresinde yıllardır ikamet eden komşularımız. AOS öncesinde, özellikle yangın nöbetleri tutmak suretiyle erken müdahale ve 177’ye ihbarda bulunarak birçok yangının söndürülmesine destek verme, AOS sonrasında ormanda yürüyüşe çıkan insanları tahribatlar hakkında bilgilendirme, ormandaki gelişmeleri her gün takip etme… Bana kişisel olarak etkisi ise ormanda bisiklet sürüşlerimde meditatif hal ve öğrenme etkisini söyleyebilirim.

Yürütmeyi durdurma davası açıldı

Bu süreçte Aydos Ormanı Savunması hukuki anlamda ne gibi adımlar attı? Hukuki süreçte karşılaştığınız zorluklar oldu mu? Ekokırıma şahit olan vatandaşlara bu bağlamda ne önerirsiniz?

İlk olarak Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduk. Ardından Türkiye Ormancılar Derneği öncülüğünde yürütmeyi durdurma davası açtık. Henüz sonuçlanan bir durum olmadı.

Ekokırıma şahit olan vatandaşlar ekoloji odaklı STK’lara durumu haber edebilir, suç duyurusunda bulunabilir, çevresindeki insanları örgütleyerek ilgili kurumlara dilekçe gönderebilir, basın mensuplarına ulaşabilir…

Ormanı korumak için çeşitli eylemlere de imza attınız. Peki bu eylemlerin geri dönüşü nasıl oldu?

AOS gönüllüleri arttı dolayısıyla sesimiz de daha gür çıkmaya başladı, bunun sonucunda “Millet Bahçesi” projesinde bazı planların iptal edildiği bilgisini aldık. Fakat proje tümden iptal edilene kadar TOKİ ve Sancaktepe Belediyesi ile “Millet Bahçesi”ne karşın mücadelemiz devam edecek.

Muhafaza ormanı talebi

Ormanın korunması için ne yapılmalı, önerileriniz neler? Talebiniz nedir?

Korumak için adım atmaktan önce zarar vermeme adımı atılmalı. Önceki soruların cevaplarında bahsettiğim orman içindeki ekolojik olmayan yapılaşmalar, mandıra atıklarının göle deşarjı gibi tahribatları durdurmak öncelik olmalı. Temel talebimiz budur. Sonrasında “Muhafaza Orman” ilan edilmesi için korumayı derinleştirme gayeli talebimiz oluşacaktır.

Muhafaza ormanı talebi Orman Genel Müdürlüğü tarafından nasıl karşılandı? Müdürlük ve/veya Bakanlıkça konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapıldı mı?

Birkaç kez Orman Bölge Müdürlüğüne gittik ve ne yazık ki taleplerimize karşılık bulamadık. Son gidişimizde dilekçelerimizi kayıt altına alarak memurlara teslim ettik. Orman Bölge Müdürü ve diğer yetkililer bu sefer yerlerinde yoktular.

Son olarak doğa dostlarını mücadelemize destek olmalarına çağırıyoruz.

İnsanlığın iflah olmaz hastalığı: Ayrımcılık

Hatırlayanlar olacaktır, geçen haftaki yazım Yaşar Kemal’in iyilik dünyası üzerineydi. Onun iyiliğe ve insanın özünün iyi olduğuna olan inancı ve güveni günümüz dünyasına bakıldığında çoğumuza akıl dışı görünebilir.

Stefan Zweig’ın yazdığına göre Montaigne de zaman zaman limana giderek gemilerle Güney Amerika’dan getirilen kölelere bakarmış[1] saf ve iyi insanın nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için. Sanırım o da biliyormuş ki, yüzyıllar boyunca modern denilen insan, üstüne kat kat geçirdiği kıyafetler gibi özünün etrafına da kat kat değer yargıları sararak içindeki saf ve iyi cevheri unutmuştu.

Saf ve iyi insan doğanın herhangi bir parçasıydı. Yapması gereken tek şey yaşamaktı. Yaşama kendince gerekçeler uydurmak ya da yaşamın amacını aramak gibi bir bataklığa saplanmamıştı henüz. Yaşamın amacı yoktu. Amaç, yaşamın kendisiydi. Amaç yaşam olunca, yaşayan her şey aynı değerde oluyordu. Çünkü yaşayan her şeyin yaşamı şu ya da bu şekilde birbirine bağlıydı.

Sonra insan, önce kendini diğer canlılardan ayırmaya başladı. O, diğerlerinden daha akıllıydı kendince. Ateşi kontrol edebiliyor, aletler yapabiliyor, kendinden kat kat büyük ve güçlü öteki hayvanlarla baş edebiliyor, bazılarını evcilleştirip kendi amaçları için kullanabiliyor ve bitkileri istediği yerde yetiştirebiliyordu. Ormanları yar ve yak yöntemiyle tarlaya çevirip kendine yetenden çok daha fazla besine sahip olabiliyor, böylelikle ordular besleyebiliyordu. Yapabildikleri arttıkça, insan, kendini doğanın üstünde bir varlık olarak görmeye başladı. İnanç ve değerler sistemi de buna uygun olarak değişti. Kentler, büyük devletler kurdu; devasa anıtlar yapıp sonra da bunlara tapınmaya başladı; harika olan asıl ve tek şeyin dünya olduğunu göremeyecek kadar kibir sahibi olarak kendi yaptıklarına dünyanın harikası dedi.

Bütün kötülüklerin kaynağı: Ötekiyle bağları koparmak

Elbette bununla kalmadı. Zamanla, insan, kendini diğer insanlardan da ayırmaya başladı. Kabileler, kent devletleri ve büyük uygarlıklar şeklinde örgütlendi. Örgütlendikçe hem diğer örgütlerle hem de aynı örgüt içerisindeki diğer insanlarla arasına sınırlar koydu. Bu sırada değerler sistemi de buna ayak uydurdu. Doğal, saf ve iyi insandan, kibrinden burnunun ucunu göremeyen, kendini diğerinden üstün ve ayrıcalıklı gören kötü insana doğru hızlı bir çöküştü bu. Yazık ki, kötü insan bunun ilerleme olduğunu sandı.

Bugün geldiğimiz noktada ayrımcılığın her boyutunu kimi zaman gizli gizli kimi zaman da açıktan açığa görebiliyoruz. Hemen her şeyi birbirinden ayırmakta, aralarındaki bağı koparmaya çalışmakta üstümüze yok. İnsanları birbirinden inançlarına göre ayırıyoruz; ten renklerine, etnik kökenlerine, cinsiyetlerine göre de ayırıyoruz. Yetmiyor, doğal cinsel dürtülerine, hangi ülkede doğup hangi ülkeye geldiklerine, ne yiyip ne giydiklerine ve destekledikleri spor kulüplerine veya sevdikleri müzik topluluklarına göre bile ayırabiliyoruz. Ayırmakla kalmıyor, ötekileştiriyor, hor görüyor, ezmeye, yok etmeye çalışıyoruz.

Kendi arasına böylesine kalın duvarlar ören insan sokaktaki köpeğe, kendiliğinden biten ota tahammül edebilir mi? Edemiyor. Öyle olmazsa böyle, bir kulp takmayı onlara ve onları yok edene kadar uğraşmayı onlarla maharet sanıyor. Ötekileştirdiği, ayrımcılık yaptığı her şeyi bir şekilde suçlu göstermeye çalışıyor, bütün kötülüklerin kaynağının içindeki kibir olduğunun farkına varmadan. Onlara göre kendi ve kendi kategorisinde gördüğü herkes masum ve temiz, öteki dediği her ne varsa, bazen sığınmacılar, bazen sokaktaki köpekler, bazen eşcinseller, bazen farklı inançlardan olanlar, bazen de dört bir yan betonlaştırılmasına rağmen başını çıkaracak bir boşluk bulup dünyaya merhaba diyen doğal otlar ve daha neler neler baştan aşağı suçlu.

Ayrımcılık insanlığın damarlarında dolaşan ölümcül bir zehir. Biz farkına varsak da varmasak da yavaş yavaş hepimizi öldürüyor, yok ediyor. Nasıl ki, bilgisiz olmaktan daha kötüsü bilgisiz olduğunu bilmemekse, milyarlarca insan da apaçık ayrımcılık yaparken ayrımcı olduğunun farkına bile varmadan böbürlene böbürlene yaşamaya devam ediyor. Onlar yaşamaya devam ediyor ama gezegenimiz tam da bu yüzden ölüyor. Peki, bir kurtuluş yolu yok mu? Var, olmaz mı? Ben ve bana benzeyenler demekten vaz geçip ‘hepimiz’ dersek gezegenimizin bir şansı olacak. Kurtaracaksa dünyayı, ötekine sarılmak kurtaracak!

*

[1] Stefan Zweig’ın Montaigne adlı eserinden yaptığım bu alıntıyı, şu anda o kitap elimde olmadığı için aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum.

 

Türkiye neden Avrupa’nın güvenli çöp limanı olamaz?

Şu sıralar Avrupa Komisyonu, AB’nin çöp ihracatıyla ilgili bir düzenlemeyi tamamlamak üzere. Düzenlemenin ana gündemi, OECD üyesi olmayan ülkelere artık çöp gönderemeyen AB’nin yeni destinasyon arayışlarına yasal bir kılıf geçirmek. Bu kılıf da gönderilen ülkenin bizzat AB tarafından uygun bulunması ve gönderilen çöplerin akıbetinin takip edilmesini içeriyor.

İlk başta akla yatkın ve AB standartlarını düşününce makul ve iyi gibi görünse de işin aslı öyle değil. Çünkü örneğin Almanya ile Türkiye arasında krize neden olan ve hala limanlarda beklediği tahmin edilen (akıbeti tam olarak belli değil çünkü kimsenin hiç birşey açıkladığı yok) yüzlerce konteynerı gönderen Alman şirketler de Türkiye’deki alıcılara denetleyiciler ve müfettişler gönderiyordu. Ancak buna rağmen on binlerce ton evsel çöp Türkiye’ye girdi ve çoğunluğunun akıbeti de belli değil. Dolayısıyla denetleme aldatmacasını kılıf yapıp böyle bir yasal düzenlemenin çıkması geleceğin daha da çöplü geçeceğini gösteriyor.

Nedenler…

Gelin Türkiye’nin neden böyle bir güvenli liman olamayacağını biraz detaylandıralım. Türkiye’nin AB üyesi olmayan bir OECD ülkesi olarak artık her türlü yabancı plastik atık için yasal bir varış noktası olmamasının birçok nedeni var:

1- Atık ithalatı, Türkiye’nin atık yönetimi altyapısının gelişmesini engellemektedir.

Türkiye, yıllık 32 milyon ton belediye atığı (BKA) ile Avrupa’da belediye atığı üretiminde ilk dört ülke arasında yer almaktadır. Çalışmalar, BKA’daki plastik atıkların %10-15 arasında değiştiğini göstermektedir. Örneğin İstanbul’da yapılan bir araştırma, İstanbul’da üretilen BKA’nın plastik içeriğinin %13,7 olduğunu göstermektedir. (Bu miktarın tüm Türkiye için tam oranı bilinmemektedir. Türkiye son on yıldır atık, sağlık ve çevre ile ilgili istatistikleri üstün körü yayınlamaktadır)

TÜİK istatistiklerine göre İstanbul’da üretilen BKA hacmi yaklaşık 7 milyon metrik tondur. BKA’daki orantılı plastik atık miktarı da böylelikle yaklaşık 960 bin metrik tondur. Bu oranı Türkiye’nin toplam BKA’sı için düşündüğümüzde yaklaşık 4,42 milyon metrik ton plastik atığa tekabül etmektedir. Türkiye’de plastik atık toplama oranının %10-20 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu değer en iyimser tahminle %20 olarak kabul edilse bile, bu miktar Türkiye’nin 2021 yılında ithal ettiği plastik atık miktarından fazladır. Dolayısıyla ithal plastiklerin karlılık oranı ile birlikte düşünüldüğünde Türk geri dönüşüm sektörünün neden plastik atıkları iç piyasadan toplamak yerine ithal etmeyi tercih ettiği anlaşılacaktır.

Bu, Türk geri dönüşüm şirketlerinin evsel plastik atıkların fiyat olarak değerlemesini manipüle etmesine, böylece atık toplamayı veya belediyeler tarafından evsel ayrıştırma ve toplama yatırımına caydırılmasına olanak tanır. Pek çok belediye topladıkları plastikleri geri dönüşüme aktaracak firma bulamıyor, bu da ihtiyaç duyulan altyapının gelişmesini engelliyor. Dolayısıyla AB’den Türkiye’ye plastik atık ihracatı, Türkiye’deki bu ciddi çevre ve alt yapı sorununa katkıda bulunuyor.

2-Türkiye kıyıları, geri dönüşüm tesislerinin atık suları ve yetersiz atık yönetimi nedeniyle en kirli kıyılardır.

Türkiye, Akdeniz ve Karadeniz‘deki önemli plastik kirlilik kaynaklarından biridir. Bir araştırmaya göre, denizlerdeki plastik kirliliğinin ana nedenleri yetersiz atık yönetimi, plastik atıkların yasadışı olarak boşaltılması ve AAT (Atık su arıtma tesisi) kaynaklı girdilerdir. Yetersiz atık yönetimi altyapısı, Türkiye’nin nehirlerini Akdeniz için ana plastik kirliliği kaynağı haline getiriyor.

Sonuçlar…

Başka bir araştırmaya göre, deniz ortamına (Akdeniz ve Karadeniz) yapılan toplam yüzer makro çöp yüklemesinde en yüksek paya (%16,8) Türkiye sahip. Bir diğer çalışmada, en yüksek plastik konsantrasyonuna sahip alanların (> 20 kg/km) Kilikya Denizi‘nde (Türkiye’nin KD Akdeniz kıyıları) olduğu tahmin edilmektedir. Aynı çalışmada, Akdeniz’deki en önemli beş plastik kirliliği kaynağından üçünün Türkiye nehirleri olduğu tahmin edilmektedir: Ceyhan (%5,1), Seyhan (%3,5) ve Büyük Menderes nehirleri (%2,4). Bu nehirlerin üçü de geri dönüşüm endüstrisinden atık su almaktadır.

Adana’daki AAT yetkililerine göre, yalnızca plastik atık ithalatçılarına ev sahipliği yapan bir geri dönüşüm bölgesi’nden AAT’ye haftada yaklaşık 80 ton parçalanmış plastik çöp (mikroplastik) gelmektedir. Yaptığımız bir çalışmada Adana’daki AAT’lerin mikroplastik giderme oranı normal koşullarda %70 civarında olduğunu tespit etmiştik. Ancak, alınan çok miktarda plastiğin AAT sistemini bloke etmesi, atık suyun baypas edilmek zorunda kalmasına neden olmaktadır. Bu da sucul kaynakların arıtılmamış sularla kirlenmesini şiddetlendirmektedir. İthalat yapan geri dönüşüm şirketlerinden atık su alan AAT’lerde ithal edilen plastik atıklar kolaylıkla tanınabilmektedir. Dolayısıyla AB’nin Türkiye’yi güvenli liman olarak ilan etmesi sonucu bu durum şiddetini daha da arttıracaktır.

Belirtmek gerekir ki mayıs-temmuz 2021’de atık ithalatına yönelik kısa süreli yasak sırasında bu tesislere ulaşan parçalanmış plastik miktarının neredeyse %60 oranında azaldığını tahmin ediliyor. Ayrıca mesele sadece atık su arıtma tesisleri de değil. Bazı tesisler atık sularını rutin olarak doğrudan sulama kanallarına bağlamaktadır.

Etkin olmayan çevre düzenlemeleri ve kontrol mekanizmalarının eksikliği/yetersizliği/etkisizliği bu sorunu yaygınlaştırmaktadır. Bu kanalların çevresinde bulunan çiftçiler bu suyu sulama suyu olarak kullanmaktadır. Ayrıca bu sulama kanalları Seyhan ve Ceyhan nehirleri ile doğrudan bağlantılıdır. Bu durum da, bu iki nehri Akdeniz’i en çok kirleten nehirler yapmaktadır.

3-Plastik atık ithalatıyla ilgili yasa dışı boşaltma ve yakma faaliyetleri

Yasadışı çöp dökme ve yakma faaliyetleriyle ilgili olarak Adana ili için yasa dışı çöp dökümü haritasını yayınlamıştık. Bu harita, AB markalarıyla ilgili plastik atıkların gelişigüzel bir şekilde atıldığını ve açık havada yakıldığını gösteriyor. Çeşitli uluslararası STK’lar da yasadışı çöp atma ve yakma faaliyetleriyle ilgili raporlar yayımladı. Hatta bir gazeteci çip ile takip bile etti. Bunun yanında birçok saygın uluslararası medya da bu konuda haberler hazırladı.

Açık yakma faaliyetleri küresel ölçekte bir endişe kaynağıdır. Yanma sırasında açığa çıkan toksik kimyasallar, maruz kalan insanlarda veya diğer organizmalarda önemli hastalıklara neden olabilir. Bu kimyasallar besin zincirine geçebilir. Türkiye, AB’nin tarımsal ürün tedarikçilerinden biridir. En önemli üretim alanı ise ithal plastiklerin kaçak yakılmasına maruz kalan Çukurova‘dır. Dolayısıyla ithalat ile birlikte gerçekleşen yasadışı yakım ve döküm faaliyetleri bir bumerang gibi AB’yi de etkileme potansiyeline sahiptir. Çünkü yasadışı atık boşaltma ve yakma yerlerinden alınan toprak örneklerinde rekor düzeyde kalıcı organik kimyasallar olduğu yakın zamanda yayınlanan bir raporda ortaya konuldu. Dolayısıyla Türkiye’yi plastik atık ihracatında güvenli ve yasal bir destinasyon olarak görmek, bu ekokırım faaliyetlerini besleyecektir.

4-Geri dönüşüm ve ilişkili tesislerdeki şüpheli yangınları artık düzenli olarak meydana geliyor ve ithalat yapan ya da onlarla birlikte çalışan firmaların da tesislerinde yangın çıktığı gerçeği ortada duruyor.

Türkiye genelindeki birçok geri dönüşüm tesisi, tehlikeli ambalaj atıklarını ucuza imha etmek için kasıtlı olarak tesislerini yakıyor. Bu tesislerde ayda en az on yangın meydana geliyor. Bu yangınların çıkış sebebini tam olarak bilmek mümkün değil. Ancak tesislerden çekilen resimler, bazı tesislerin zaman içinde depolarında depoladıkları ithal plastik atıkları kasten yaktığını göstermektedir.

Dolayısıyla güvenli liman olarak Türkiye’ye atık ihraç etmek, bu yakma faaliyetlerini besleme potansiyeline sahiptir.

Bu dört ana sebebin yanına birçok başka şey daha eklenebilir. Örneğin sektörün yoğun elektrik ve su tüketimi ile yoğun iş gücü ihtiyacı, kaçak elektrik ve su kullanımını, yasadışı göçmen işçiliğini de beslemektedir. Dolayısıyla çevresel adalet ve çevre sağlığı açısından her ülke kendi çöpüyle kendisi ilgilenmeli ve sınırı aşan suç ve kirlilik transferinin önlenmesi gerekmektedir.

 

 

Her şeyi Değiştirme Rehberi: İklimi değil, sistemi değiştir! – Ceren Sevin

Fosil yakıt çıkartmak için sürdürülen boru hattı inşaatları, artan çevre tahribatı, buzulların durmaksızın erimesi ve orman yangınlarından fırtınalara her yıl şiddetlenen iklim olayları… Bir çağa (antroposen) adını vermiş insanın, çevre üzerindeki olumsuz etkilerini sıralamak artık kimse için zor değil. Bu etkiler sonucu insan ile doğanın uzlaştırılamaz olduğu veya insanın doğası gereği bencil olduğu gibi düşüncelere varmak da pek yaygın. Peki ya insanların doğa ile uyum içerisinde yaşadığı bir hayatı tahayyül etmek mümkün mü? Toprağı geleceği düşünerek ektikleri, enerjiyi sürdürülebilir kaynaklardan sağladıkları; kısacası, ekosistemin tepesinde değil de diğer canlılarla eş bir parçası olarak var oldukları bir yaşam hayal edilebilir mi?

Umudu güçlendirmek, hele ki bir geri sayımla karşı karşıyayken, iklim aktivizminin en zorlu görevlerinden biri. Buna rağmen ümitli bir bakış açısı Naomi Klein’ın Rebecca Stefoff ile kaleme aldığı “Her Şeyi Değiştirme Rehberi” kitabının her bölümünde kendini hissettiriyor. Kitabın amacı genç okuyucuları iklim krizinin tarihiyle ve krizle mücadele etmek için kullanılan eylem metotlarıyla tanıştırmak. Yirmi yılı aşkın gazetecilik deneyimi her sayfada hissedilse de Klein’ın kitaptaki tutumu öğretici veya yönlendirici değil. Aksine, her nesli bir öncekinden daha ciddi etkileyen bu çıkmazda, gençlerin hikayesini gençlere ulaştırmak; onlardan öğrenerek ve onların söz hakkına inanarak daha fazla okuyucuya seslenmek istiyor.

İklim adaleti

Kitapta farklı bir geleceği mümkün kılacak iki temel fikir, farklı aktivizm örnekleriyle birbirine örülüyor: İlki, iklim krizinin etkilerinin eşit dağılmadığı ve bu eşitsizliğin sorunların çözümünde göz önünde bulundurulması gerektiği fikri. Kısaca, iklim adaleti. İklim krizinin yol açtığı doğal afetlerin etkileri, fosil yakıt tüketimine dayanan ekonominin getirdiği sosyal ilişkilerden ve değer yargılarından bağımsız değil. Ekonomik, ırksal ve sosyal ayrımlar, doğal afetlerden, kıtlıklardan ve salgınlardan nasıl etkilendiğimizi büyük ölçüde belirliyor. Kitap bu durumu en açık biçimde, 2005 Ağustos ayında New Orleans’ı vurarak binden fazla kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan Katrina Kasırgası ile örnekliyor.

Politik temsili az olan siyah işçi nüfusun çoğunlukta olduğu bölgede, kasırgaya karşı koruyabilecek su setlerinin devlet tarafından bakımsız bırakılması sonucu yıkılması ve acil durumlara müdahale etmesi gereken Federal Acil Durum Yönetim Kurulu’nun (FEMA) gerek erzak gerek ulaşım araçları bakımından hazırlıksız olması, sistemik ırkçılığın doğal afet durumunda da bir topluma nasıl yansıdığının izdüşümü. Medyanın kısa süre sonra erzak arayışındaki vatandaşları “yağmacı” olarak nitelendirmesi de bu ırkçılığın dilde kendini açığa vurmakta çekinmediğinin kanıtı.[1]

Yaşananlara rağmen, Klein, Katrina Kasırgası gibi gündelik düzeni sekteye uğratan acil durumların sahip olduğu potansiyeli de tanıyor.[2] Bu duruma bir örnek olarak New Orleans’taki kasırgadan on iki yıl sonra, 2017’de, Porto Riko’yu vuran ve yaklaşık üç bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan Maria Kasırgası sonrasını inceliyor. ABD’nin kolonisi olarak enerji ve hammadde ithalatına bağımlı bölgede, kasırga sonrası ulaşımın ve elektrik, su gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması, topluma bulundukları durumu gösteren bir tokat gibiydi. Afetin ardından zaman içerisinde kendi çabalarıyla solar enerji panelleri kuran ve organik tarıma yönelen Adjuntas bölgesi, Maria kasırgası sonrası enerji ve hammadde açısından bağımsızlaşmayı başardı. Toparlanma sürecinde değişimin merkezi haline gelen Casa Pueblo’da toplanan insanlar politikaların kâr değil, canlılar penceresinden şekillendiğinde yaşamın nasıl değişebileceğini deneyimledi.[3] Aslında bu açıdan, Casa Pueblo “insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyerek değil, onlara ne yapabileceklerini göstererek” böyle bir değişimi mümkün kıldı diyebiliriz (Klein, 75).

Birbiri ardına gerçekleşen bu iki farklı iyileşme süreci arasındaki uçurum, politikaların önceliklerden kaynaklanıyor. 1988’deki ilk IPCC konferansından Paris Anlaşması’na varan ümit verici yolun sekteye uğramasını ve hedeflere ulaşamamasını ele alırken Klein şu anahtar gözlemde bulunuyor: “Gördüğümüz gibi sorun, pazara ve kâra insanlardan ve gezegenden daha fazla değer veren şirketlerle devlet politikaları” (Klein, 134). Neoliberal anlayışın desteklediği deregülasyon, özelleştirme ve şirketlere uygulanan vergi muafiyeti politikaları büyüyen şirketler altında insanların ezilmesine sebep oluyor. Kâr elde etmenin amaç kabul edildiği bir sistemde hem devlet hem şirketler doğal afetler için erzak depolamayı veya enerji bağlılığını azaltan sistemler kurmayı bir kazanç kaybı olarak görüyor. Böylece, bireysel kazanç, toplum çıkarlarının önüne geçiyor.

Kamu yararı

Bu da bizi kitap boyunca işlenen ikinci fikre, kamu yararına getiriyor. Uzunca söyleyecek olursak, toplumun tüm fertlerine uzun vadede destek olup fayda sağlayacak aktiviteleri destekleyen politikalara. Kitabın önsözünde iklim adaletinin sağlanmasında hukuk mücadelesinin önemine yer ayıran Ömer Madra, Montesquieu’nün (1689-1755) düşüncelerine dayanarak “toplumun çıkarlarını daima özel çıkarların önünde tutma azmi[ni]”, bir başka deyişle, “erdem aşkı[nı]”, demokratik cumhuriyetlerin temel taşı olarak aktarıyor (Madra, 10). Bir demokrasinin varlığını sürdürmesi için yasanın toplumun “sosyal, kültürel, coğrafi, iklimsel özelliklerini” yansıtması gerekiyor (Madra, 10). Her ne kadar toplumu kimin oluşturduğu ve nasıl gelecek nesilleri de dahil edebilecek şekilde tanımlanabileceği kitapta ve önsözde yanıtlanmamış sorular olarak kalsa da, kısa süreli düşünmeye mahkum ve gitgide dengesizleşen bir ekonomik sistemin iklim krizi gibi hayatı tehdit eden bir durum karşısındaki umarsızlığının toplum çıkarına ters düştüğü açık. İşte sık sık pankartlarda gördüğümüz sloganın arkasında yatan hikâye: İklimi değil, sistemi değiştir. İklim krizi “doğal” veya “kaçınılmaz” değil. Gidişatı değiştirilebilir.

2012 Aralık ayında konferansına katılan kompleks sistemler araştırmacısı Brad Werner emisyon projeksiyonlarına ‘direniş’ adında bir değişken eklediği çarpıcı bir sunumda bulundu.[4] ‘Direniş’, onun için, tarihin sonunun sistemin sonundan daha kolay hayal edildiği bir çağda, geleceğin belirlenmemiş olduğunu hatırlatan bir değişkendi. İster iklim grevleri gibi toplumun taleplerini seslendirme olsun, ister aktif eylem ile bu taleplerin gerçekleşmesini sağlamak olsun, ‘direniş’ işlerin-olağan-gidişatını sekteye uğratmak demek. Onun bir rehberi olarak, Her Şeyi Değiştirme Rehberi sadece gençler için değil, iklim adaleti için elini taşın altına nasıl koyabileceğini henüz karar vermemiş herkes için değerli bir kitap.

Naomi Klein       

This Changes Everything: Capitalism vs. the Climate (Bu Her Şeyi Değiştirir: Kapitalizm İklime Karşı) adlı kitabıyla New York Times bestseller listesine giren ve 2014 yılında Gottlieb Duttweiler Enstitüsü tarafından yüzyılın düşünce liderlerinden biri olarak tanınan Naomi Klein, ekofeminizm ve sendikalaşmış işgücü fikirlerini savunan bir yazar ve aktivist.

The Nation, Harper’s Magazine veThe Guardiangibi gazetelere katkılarının yanında, uzun süre 350.org’un yönetim kurulunda bulundu.  Halen British Columbia Üniversitesi’nde (UBC) İklim Adaleti profesörü ve İklim Adaleti Merkezi’nin eş yöneticisi olarak çalışmalarına devam ediyor. Projeleri hakkında daha fazla bilgi için buraya bakabilirsiniz.

Rebecca Stefoff 

İki yüzü aşkın genç yetişkin kitabı yazmış Rebecca Stefoff, gençleri kendisinin de ilgi duyduğu çevre, doğa ve hayvanlar konusunda merak uyandırmak için yazdığını söylüyor. Naomi Klein’la “Her Şeyi Değiştirme Rehberi” çalışmasına benzer olarak, ünlü tarihçi Howard Zinn ile ABD. politik tarihini genç yetişkinlere uygun bir dilde kaleme aldığı “A Young People’s History of the United States” kitap serisiyle de tanınıyor. Daha fazla bilgi için, yazarın kişisel sitesine buradan ulaşabilirsiniz.

Kaynakça

  • Day, Christine L., Rosenblum, Marc R., “The Politics of Katrina in New Orleans: A View From Ground Zero”, Political Science Faculty Publications, University of New Orleans, 3.4(2006), Article 1.
  • Klein, Naomi, Rebecca Stefoff, Her Şeyi Değiştirme Rehberi: Gençler İçin Gezegeni ve Birbirimizi Koruma Kılavuzu, (çev. Oğuzhan Aydın & önsöz. Ömer Madra), Bilgi Yayınevi, Ankara, Türkiye, 2022.
  • Klein, Naomi, “How science is telling us all to revolt”, The New Statesman, 29 October 2013 [up. September 2015].
  • Viner, Katherine, “Interview: Naomi Klein: ‘We must not return to the pre-Covid status quo’”, The Guardian, 13 July 2020.

*

[1] New Orleans Üniversitesi tarafından yayımlanan “The Politics of Katrina in New Orleans: A View From Ground Zero”ya (New Orleans’da Katrina Politikaları: Sıfır Noktasından Bir Bakış) buradan ulaşabilirsiniz. Özellikle şu cümleler devletin yetersiz yatırımlarının kasırga sonuçlarını nasıl şekillendiğini güzel özetliyor: “Ancak en korkunç yetersizlikler federal düzeyde meydana geldi ve FEMA Direktörü Brown bu yetersizliklerin başını çekti. FEMA’nın New Orleans’taki tek yetkilisi, Brown’a şehirdeki barınaklarda gıda, su ve tıbbi bakıma ihtiyaç duyanlar hakkında acil mesajlar gönderdiğinde — ki bunlar olmazsa “birçoğu saatler içinde ölecek” yazıyordu — basın sekreteri Brown’ın Baton Rouge restoranında akşam yemeği yediği için daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Brown daha sonra Katrina’yı takip eden günlerde şehirdeki ciddi koşullar hakkında herhangi bir bilgisi olmadığını, hatta ulusun geri kalanının televizyonda dehşetin ortaya çıkmasını izlediğini reddetti. (…) [A]cil durum yönetimi liderliği, eğitim, deneyim, uzmanlık ve profesyonel liderlik gerektirir. New Orleans ve Körfez Kıyısı böyle bir liderlikten faydalanabilirdi.” [çev. Ceren Sevin] (Day, 1).
[2] Kitabın sonunda Klein’ın koronavirüs üzerine salgının politikaların önceliklerini gözler önüne serdiğini ileri sürdüğü bir makale de bulunuyor. Daha ayrıntılı bir tartışma için, The Guardian’da yayımlanan, Naomi Klein ve Katherine Viner’ın koronavirüs’ün iklim politikalarına etkilerini konuştukları (İngilizce) röportaja buradan ulaşabilirsiniz.
[3] Daha fazla bilgi için, Casa Pueblo’nun web sitesine  buradan ulaşabilirsiniz.
[4] Naomi Klein’ın Brad Werner’ın sunumu üzerine yazdığı makaleye buradan ulaşabilirsiniz. Klein makalede iklim bilimcilerin politikleşmesi üzerine şunları söylüyor: “Pek çok bilim insanı araştırma bulgularından hareketle sokaklara döküldü. Fizikçiler, gökbilimciler, doktorlar ve biyologlar nükleer silahlara, nükleer güce, savaşa, kimyasal kirlenmeye ve yaratılışçılığa karşı hareketlerin ön saflarında yer aldılar. Ve Kasım 2012’de Nature, finansör ve çevreci hayırsever Jeremy Grantham‘ın iklim bilimcilerin bu geleneğe katılmaya ve “gerekirse tutuklanmaya” çağıran bir yorumunu yayınladı, çünkü iklim değişikliği “sadece hayatınızın krizi değil, aynı zamanda türümüzün varlığının krizidir.” [çev. Ceren Sevin]

[Bir şarkının hikayesi] Diamonds & Rust/ Joan Baez

Pürüzsüz sesi ve mükemmel akustik gitar yorumu ile folk müziğin ve protest  rock’un “Yalınayaklı Madonna”sı olarak ünlenen Joan Baez, tüm hayatı boyunca  insan hakları için mücadele etti, savaşa ve şiddete karşı duruşu ve aktivist kişiliği ile milyonların sevgilisi oldu.

Profesyonel kariyeri 1959 yılında, 18 yaşında iken katıldığı Newport Folk Festivali’nde başlayan Baez, festivalin  hemen ardından Vanguard plak şirketinin yapımını üstlendiği  “Joan Baez” adındaki ilk albümünü yayınlamıştı. Gitarı ile yalın bir şekilde yorumladığı folk baladları, çocuk baladları ve blues şarkılardan oluşan bu ilk albümünü sadece dört gün içerisinde kaydetmişti.

Henüz tanışmadığı Joan Baez’in ilk albümünü dinleyen Bob Dylan, 2004’te yayımlanan ve Türkçe’ye 2022 yılında çevrilen “Anılar” adlı kitabında, “Folk Şarkıcılarının Kraliçesi” olarak tanımladığı Joan Baez’in albümünden şöyle bahsediyordu:

‘Olgun, baştan çıkarıcı, çarpıcı, büyülü…’

Joan’un Vanguard’dan çıkardığı plak öyle baştan savma bir şey değildi, neredeyse ürkütücüydü-mükemmel bir repertuvarı vardı, hepsi son derece gelenekseldi. Joan çok olgun, baştan çıkarıcı, çarpıcı, büyülü görünüyordu. Ne yapsa oluyordu. Benimle aynı yaşta olduğu için kendimi işe yaramaz hissediyordum. Ne kadar mantık dışı görünürse görünsün içimden bir ses Joan’un benim ikinci yarım olduğunu söylüyordu-bana mükemmel uyum sağlayacak bir sese sahipti.”

Ve ona olan hayranlığını da şu satırlarda dile getirmişti:

 “Onun mevkiine erişmiş başka kimse yoktu. Çok uzaklardaydı, ulaşılmazdı; bir İtalyan sarayında yaşayan Kleopatra gibiydi.”

Bob Dylan, uzaklardaki “Madonna”sına çok yakında ulaşacaktı. 1961 yılında Joan Baez ile tanıştılar. Baez ilk başta Dylan’dan etkilenmemişti ama onun bestelerinden biri olan “Song to Woody”yi çok beğenmiş ve onu kaydetmek istemişti.

Tanıştıklarında, Baez’in ilk albümü yayınlanmış ve popülaritesi tırmanıştaydı ve 1963 yılına gelindiğinde Joan Baez’in altın plak alan üç albümü vardı.

Aynı yıl Baez, Newport folk festivalinde beraber şarkı söylemek üzere Bob Dylan’ı sahneye davet etti  ve ikili Dylan’ın “With God on our side” adlı şarkısını söyledi. Artık turnelerinde Bob Dylan’ı da sahneye davet ediyor ve birlikte onun şarkılarını söylüyorlardı.

İki protest şarkıcının arasında  başlayan bu aşk ilişkisi, müzikseverlerin dikkatini çekiyor ve sempati topluyorlardı. Ancak 1965 yılına gelindiğinde Dylan’ın etkinlik açısından sol kanattan ve folk müzikten gittikçe uzaklaşması ilişkilerinde soğuk bir dönemi de beraberinde getirdi:

Yollar ayrılsa da küllenmeyen aşkın meyvesi

Bir gün yürüyüşe çıkmıştık, yollarımızın giderek ayrıldığını ve değişik yerlere yönlendiğimizi üzülerek düşünüyordum. Ona aramızdaki farkın ne olduğunu sordum. Bana bunun yanıtının gayet basit olduğunu, benim bir şeyleri değiştirebileceğime inandığımı, onunsa kimsenin bir şey değiştiremeyeceğine inandığını söyledi. Belki o sonunda Rock and Roll kralı bense Barış Kraliçesi olup çıkacaktık.”

Ayrılmalarından yıllar sonra, 1972 yılında Joan Baez, Dylan’ı tekrar protest müziğe dönmeye davet ettiği  “To Boby” adlı şarkısını yazmıştı. Onu önderlik etmeye ve sorumluluk almaya çağırıyordu. Dylan bundan pek hoşlanmadı;  şarkılarının sadece sözlerden ibaret olmadığını düşünüyor ve hiç bir kuşağın sözcüsü olmak istemiyordu.

To Boby “ Joan Baez’in Dylan’a  hitaben yazdığı ilk şarkıydı ve neyse ki sonuncusu olmayacaktı. Bundan sonrakinde duygularını çok daha samimi  ve sıcak sözlerle ve net olarak ifade edecekti.

1974 yılında bir gün Joan Baez,  Bob Dylan’dan sürpriz bir çağrı aldı. Dylan kendisini bir telefon kulübesinden arıyordu ve ona  “Lily, Rosemary and the Jack of Hearts” adlı yeni şarkısının sözlerini okumuştu.

Bir dönem kendisini O’nun annesi, gizemli kız kardeşi, kanun kaçağı yoldaşı ve kraliçesi gibi hissetmişti. İşte gene aniden ve habersiz, tam da ondan beklendiği gibi karanlığın içinden ortaya çıkıvermişti, ama bu konuşma kariyerinin tartışmasız en iyi şarkısına ilham kaynağı da olacaktı.

 Bir yaşıma daha girdim
İşte gene hayaletin geldi
Şaşılası bir durum değil
Ne de olsa dolunay var
Ve birden arayacağın tuttu

 

“Diamonds & Rust”, benzersiz  diyebileceğimiz harika bir gitar girişi ve bir o kadar güzel akor progresyonu ile Joan Baez’in hiçbir metafor kullanmadan, yalın bir şekilde eski sevgilisine açık bir mektubu gibi idi.

Şarkı,  Baez’in kendi besteleri arasında Bilboard 40’a giren ilk şarkısı olmuştu ve aynı adlı albümü 1975 yılında yayınlandı.

Bob Dylan, 1975 yılında Joan Baez’in de katıldığı “Rolling Thunder Revue” turnesindeki konserlerden birinde, ondan şarkıyı söylemesini istediğinde aralarında şöyle bir konuşma geçmişti.

Ardıç kuşunun gözlerinden ve elmaslardan bahsetiğin şarkıyı söyleyecek misin?
-H
angisi?
-Biliyorsun hani mavi gözler ve elmaslarla ilgili olan
-Ha kocam David için yazdığımı söylüyorsun.
-Kocan için mi?
-Başka kimin için olduğunu zannediyorsun?
-Nerden bilebilirim ki?
Neyse boşver, istiyorsan söylerim.

Yıllar sonra Baez ve Dylan.

Joan Baez şarkıyı elbette kocası için yazmamıştı ve o anda belki de Bob’un canını acıtmak istemişti.

Sahnede bir patlama yapan, anında efsane olan pasaklı fenomen ve özgün serseri “ sözleri ile Dylan’dan başka kimi tarif ediyor olabilirdi ? Onu gönülden sevmişti ve onu özlüyordu.

Şimdi o belirsizliği çok özlüyorum
Hepsini ve her şeyi açık seçik anlıyorum
Evet seni gönülden sevmiştim.
Halen bana elmasları ve pasları sunuyorsan
Bil ki ben zaten bedelini ödedim.

Diamonds & Rust, Joan Baez’in konserlerinde en çok söylediği şarkılardan biri oldu ve sanatçı şarkıyı en az 235 kere canlı olarak seslendirdi. İngiliz metal grubu Judas Priest, 1977 yılında şarkının cover’ın yaptı ve konserlerinde seslendirdi. Grup 2000 yılında şarkının bir de akustik versiyonunu kaydetti.

 

Joan Baez 2017 yılında Rock and Roll Hall Fame’e (Rock and Roll Şöhretler Kulübü)  kabul edildi. Konuşmasında, torunu ile Taylor Swift konserine gittiklerini anlattı ve kulise girerek  Swift ile selfie çektikleri ana kadar torununun büyükannesinin kim olduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığını söyleyecek kadar da mütevazi idi.

Sanatçı, kendisine verilmiş en büyük hediyenin kesinlikle eşsiz olarak tanımladığı “sesi” olduğunu ve onu haksızlığa karşı kullanarak hayatına bir anlam kattığını ifade etti.

Kaynakça

  • Dylan B., “Anılar” Birinci Cilt, biri yayınları 1.Baskı, Ocak 2022
  • Baykal G., Bob Dylan, Everest Yayınları, 2003
  • greatsong.com, Diamonds & Rust, Joan Baez
  • Tamarkin J., Joan Baez’s Diamonds & Rust ,Reflections on an Old Friend Named Bob
  • Graveline D.F, Famous Speech Friday:Joan Baez’s Rock Hall Induction Speech, September 1, 2017
  • Songfacts, Diamonds & Rust
  • Wikipedia, Bob Dylan, Joan Baez, Diamonds& Rust.

Kentler, muhalefet ve direniş, toplumsal hareketler

[email protected]

Kentsel yaşam üzerindeki gözetim ve baskı gidererek yoğunlaşıyor. Bir yandan kentlilerin sokağın bahçenin ve atıkların, trafiğin nasıl olacağına, kendi yaşadıkları çevrenin nasıl olması gerektiğine ilgileri azalıyor. Bir yandan da kiranın ve o konutta yaşamanın gündelik döngülerinin, alış-verişin, ulaşım kartının- enerji faturalarının, satın alınan her şeyin pahalılaşmasının, çocukların okula gidip-gelişlerinin ve ne öğrendiklerinin ve işi kaybetmeme çabasının, kaybedilirse yeni bir iş bulmanın vb. yükü artıyor.

Ekmek daha pahalı. Kira daha fazla ve ulaşım daha zor. Gündelik yaşamın her ögesi birbirinin peşine takılmış-zincirleme bir biçimde kötüleşiyor ve kimse bir şey yapamıyor, kimse hiçbir ses çıkartamıyor. Herkes giderek yoksullaştığını, yaşamın her geçen gün daha da ağır koşullara doğru yuvarlandığını, kendisini ve ailesini bekleyenin belki işsizlik, belki evsizlik, belki açlık olabileceğini düşünüyor. Ama yine de günlerini, hiçbir şey olmamış gibi, sadece zor bir dönemden geçiyormuş da her şey yakında iyileşecekmiş gibi yaşamaya çalışıyor.

Direnenlerin hatırlattıkları

Son yıllarda kent sokaklardaki muhalefete, direnişe baktığımızda daha çok, bıçağın kemiğe dayandığı durumlardaki isyanları görüyoruz: Yıllardır hızını hiç kesmeden artmakta olan şiddete karşı çıkan kadınları… En temel insan haklarının, hiçe sayılmasına karşı anneleri… Ölümcül hak ihlallerini ve adaletsizliklere karşı çıkanları… Örgütlenmek isteyenleri ve sendikalaştığı gerekçesiyle işten atılanları… Ve barınma hakları giderek itaate bağlanmış olan, akademik özgürlükleri talep eden öğrencileri ve akademisyenleri, sadece kendileri gibi olmak ve yaşamak isteyen LGBT’leri ve müzikle ilgilenenleri, şarkı söyleyenleri, görüyoruz her gün direnenler arasında.

Onlar direniyorlar. Protesto etmekten, direnmekten ve içinde bulunduğu duruma karşı çıkmaktan başka bir şey yok yapabilecekleri. Kent biraz da onlar sayesinde nefes alıyor bu ağır baskı ortamında. İktidarın şiddetinden, yıldırmasından, gözdağlarından, sinmekten ve itaatten başka bir davranışın olabileceği onlar sayesinde yeniden anımsanıyor.

Oysa kentlilerin tam da bu nedenlerle, yani özel yaşamlarıyla ilgili sorunların giderek artmasından ve neredeyse aşılmaz bir dağ gibi önlerine birikmesinden ötürü kamusal haklarının artmasına, kamusal işleyişin alanın genişletilmesine ve kalitesinin iyileşmesine ihtiyacı var. Kamusal alanın ve bu alandaki müştereklerin/ dayanışmaların çoğalmasına gereksinim var. Kentliler kendi yaşam çevreleri, gündelik yaşamları ve gelecek için, kamusal alanı yeniden ve belki yepyeni bir biçimde düzenleyebilmeli.

Gezi’nin ruhu kent sokaklarında halen dolaşıyor

Gezi gerçekte, tam da bunu yaptı. Gezi, kentli toplumun kendisi ve kentin geleceği için, çevresine sahip çıkmasını ve onun için direnmesinin, düşünülebilecek ve hayal edilebilecek en yaratıcı ve en etkili biçimlerinden birini gerçekleştirdi. Kaba şiddete karşı barışçıl ve çevreci/ ekolojist bir kentsel-toplumsal hareket olmanın yanı sıra yaratıcı ve yenilikçiydi. Üstelik toplumun bütün katmanlarını, bütün farklılıklarını ve olanca renkliliği ile bütün çeşitlenmesini kapsayabilecek bir genişlikte ve derinlikteydi. Kentlilerin açık onayını aldı. Kentsel mekana sahip çıkmak için iktidarın çıkarcı ve spekülatif rantın peşindeki sermaye birikimi modeline meydan okudu.

Gezi, gerçekten Türkiye toplumunun da, belki dünya kentli toplumlarının da, son on yıllarda gördüğü en başarılı ve etkili direnişlerinden biriydi; anonimliği ve kendiliği/ doğallığı içinde bilgelikle ve spontane olarak gelişen adımlarla yaratılmış kentsel-toplumsal bir hareketti. Gezi, Türkiye’nin her kentinde yaşamaya başladı ve hala da yaşamaya devam ediyor…

Tam da bu nedenle, iktidarın uygulamak istediği baskı, şiddet ve gözdağının/ adaletle hiçbir ilgisi olmayan ve çapsız politikacılar tarafından verilmiş kararların anlamı üzerinde yeniden düşünmek zorundayız. İktidarın kent toplumları üzerinde kurduğu baskının amacı, onları soluksuz, çaresiz ve tam olarak teslim olmuş bir duruma getirmek ve orada hapsetmek… Toplumun ses çıkartmasını, protesto ve direnişi yok etmek; hatta bunu anımsatabileceği korkusuyla bütün bir araya gelişleri, değil toplantı ve gösteri yürüyüşlerini festivalleri, müzik konserlerini, şarkı söylemeyi bile yasaklamak…

Daha çok direnişe gerek var

Toplum tam bir kuşatma ve ağır bir baskı altında.

En parlak ve en etkili direnişleri gösterenler en üst düzeyden ve hiçbir hukuk düşüncesiyle hatta yasalarla bile ilişkisi olmayan zorbalıklarla hapishanelere tıkılıyorlar ve susturulmak isteniyor. Hiçbir açıklaması olamayacak mahkemelerin/ cezaların/ hapishanelerin ifade ettiği tek anlam, toplumun hakları için/ yaşamı ve çocuklarının geleceği için, kentlerde nefes alabilmek ve doğanın her parçasını, habitatı ve suyu-toprağı-yaşamı koruyabilmek için direnmesini bastırmak. Direnme olasılığını bile yok etmek…

Tam da bu nedenle kentli toplumun, karşısındaki zorbalığa ve şiddete karşı direnme hakları meşrulaşıyor. Hepimiz görüyoruz: İklim değişikliğine karşı yalancı bir bakanlık tabelası değişikliği anlamsız bir aldatmaca. Hepimiz görüyoruz: Kentlerde ve rantının artması için kentleştirilmeye çalışılan (kanal gibi) alanlarda, ormanların yok edildiği, suyun tutulduğu ve toprağın zehirlendiği her yerde önerilen tek kurtuluş daha çok beton/ daha çok asfalt ve sermaye kesimi için daha büyük bir birikim…

İnşaat sektöründe, madencilikte, turizmde ve bütün bu sektörlerle ilgili olarak finans-bankacılık alanlarında iktidar sadece sermaye birikimini artırmak ve yoğunlaştırmak ve onların yapmasını beklediği doğa katliamı yatırımlarla ekonomik sorunlara yanıt vermek istiyor. Sermaye sınıfını daha da zenginleştirmek istiyor. Onları zenginleştirebilmek için emekçilerden çalışan sınıflardan ve en yoksullardan daha çok almak ve bu geliri zenginlere transfer etmek istiyor. Bunun nasıl bir kent yarattığını, kırı ve ormanları ve zeytinlikleri ne hale getirdiğini biliyoruz artık.

Daha çok direnişe gereksinim var.

Kentlerdeki yoksulların ve giderek yoksullaşanların ayağa kalkmasına ve dik durmasına gereksinim var.

Baskıya, şiddete ve zorbalığa, hukuksuzluğa ve kamudan çalınan her şeye karşı isyan ettikleri için hapishanelere tıkılmış olanların mücadelesini yaşatmak ve geliştirmek gibi zor işler bekliyor kentsel-toplumsal muhalefeti…

Piyale Madra çiziyor-34

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] H2O denilen ıslak şeyin serüveni

James Carter’ın yazıp Nomocco’nun resimlediği, “Bir Zamanlar Bir Yağmur Damlası, Suyun Hikâyesi” kitabı, kitabın deyimiyle H2O denen o ıslak şeyin serüvenini anlatıyor. Bu muzip dil, kafiyeli, özellikle küçük okur için okumayı kolaylaştıran, daha zevkli hale getiren şiirsel anlatımla birleşince; küçük, büyük tüm okurlar kitabı yüzlerinde bir gülümseme ile okuyorlar. Üstelik bu keyifli dile, sade olduğu kadar su gibi hareketli resimler eşlik ediyor.

Kitabımızda, o ıslak şeyin döngüsü bilimsel gerçekler ışığında anlatılırken, gündelik hayattan örneklerle somutlaştırılıyor. “Suyun Hikayesi” suyla ilgili gerçeklere kuru, teknik bir dille değil, okurun merakını  uyandıran bir soruyla giriş yapıyor:

‘Çok merak ediyorsan, aynaya bak’

“Ay bu kadar kuruyken dünyamız neden bu kadar ıslak?” Böylelikle okur, sadece dünyamızdaki değil, evrendeki suyun var oluşunu da başka gezegenlerden örneklerle keşfetmeye davet ediliyor. Kitapta suyun oluşumundan başlayarak, suyun döngüsüne, o ıslak şeyin yaramaz bir çocuk ya da yerinde duramayan bir yavru kedi gibi dinlenmek nedir bilmez hareketine tanıklık ediyor; “H2O deyip de geçme” diyoruz. Suyun ne kadar da hayata içkin, canlı bir varlık olduğunu görüyoruz. Hatta “suyu çok merak ediyorsan, aynaya bak, %70’in H2O senin” diyerek okuru şaşırtıyor.

Kitabın sonundaki bilgi notunda, basit bir dille suyla ilgili çarpıcı gerçeklere yer veriliyor. Gönül isterdi ki, bu bilgi notunda su krizi ile ilgili birkaç gerçeğe, örneğin buzulların erimesine yer verilseydi. Zira insan türünün hala anlamamakta ısrar ettiği gibi su sınır tanımadan tüketilesi bir kaynak değil. Umarım bu ekip, hikâyenin bu yönünü de anlatan başka bir kitap yazar. Ve umarım bu kitapta, suyun diğer canlılar için değerinden daha fazla söz edilir. Bu iki küçük eksiğe rağmen, “Bir Zamanlar Bir Yağmur Damlası, Suyun Hikâyesi” kitabını gönül rahatlığıyla bilim alanındaki edebi değeri de olan, iyi çocuk kitaplarının arasına dahil edebiliyoruz!

Künye

Yazan: James Carter
Resimleyen: Nomoco
Çeviren: Müge Akbulut
Yayınevi: Vakıfbank Kültür Yayınları 

Anadolu Fest iptal: Çabalarımız sonuçsuz kaldı, çekiliyoruz

Eskişehir’de önce güvenlik gerekçesi ile ertelenen daha sonra valiliğin aldığı karar ile yapılamayan Anadolu Fest’in düzenleyicileri, bütün çabalarına karşın çözüm bulamadıklarını ve festivali iptal ettiklerini açıkladı. Biletler, satın alınan noktaya iade edilebilecek.  

Valiliğin 15 gün süreyle kentteki tüm etkinlerin yasaklaması ile yapılamayan Anadolu Fest etkinliğinin düzenleyicileri, 10-25 Mayıs günlerini kapsayan genel yasak kararının tamamlanmasının ardından, sosyal medya hesabından şu açıklamayı yaptı: 

‘Güzel günlerde tekrar buluşmak dileğiyle’

“Sevgili Müzikseverler;

Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ile sizleri bir araya getirmek için çalışmış ve 12-15 Mayıs tarihleri arasında Eskişehir’de Anadolu Fest’i düzenlemek için gerekli tüm resmi süreçleri tamamlamıştık. Bildiğiniz üzere Festivalimizi, 9 Mayıs tarihinde güvenlik gerekçesi ile valilik tarafından durdurulmuştu. Bunun üzerine festivalimiz 9-12 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirmek üzere yeniden harekete geçtik. Geldiğimiz noktada üzülerek diyalog ve hukuk zeminindeki çabalarımızın çözümsüz kaldığını sizlerle paylaşmak durumundayız.

Eskişehir Anadolu Fest biletlerinizi, almış olduğunuz satış noktasına giderek iade edebilirsiniz. Güzel günlerde tekrar buluşmak dileğiyle.”

İlgili haber: https://yesilgazete.org/eskisehirdeki-festival-yasagina-muhafazakar-erkek-destegi-kizli-erkekli-kaliyorlar/