Ana Sayfa Blog Sayfa 832

Ormanlar, sığınmacılar ve sokak köpekleri: Sosyal medyanın kıskacındaki yaşam mücadelesi

Bu hafta kısmen uzmanlığıma yabancı sularda seyredeceğim. Ormanlar zaten uzmanlık alanım. Sokak köpekleri ise kendimi bildim bileli ilgilendiğim, emek verdiğim ve araştırdığım bir konu. Ama sığınmacılar konusu için benzer şeyleri söyleyemeyeceğim. Hele bir de bunlar sosyal medya perspektifinden ele almak son derece hassasiyet gerektiriyor. O nedenle, örneğin geçen haftaki yazım gibi iddialı sözler söylemek yerine, bir yurttaş olarak fikirlerimi dile getirmeyi seçeceğim, hem içerik hem de üslup olarak.

Sosyal medya dedikleri

We Are Social ve Hootsuite tarafından hazırlanan Digital 2022: April Global Statshot Report’a göre;

  • Toplam dünya nüfusu 7 milyar 930 milyon,
  • Mobil telefon kullanıcı sayısı 5 milyar 320 milyon (toplam nüfusun %67’si),
  • İnternet kullanıcısı 5 milyar (toplam nüfusun %63’ü),
  • Aktif sosyal medya kullanıcısı sayısı 4 milyar 650 milyon (toplam nüfusun %58,7’si).

Aynı rapora göre, 16-64 yaş aralığında olanlar için günlük olarak internette geçirilen sürenin dünya ortalaması 6 saat 53 dakika. Bu süre Filipinler’de 10 saat 23 dakikaya çıkarken Japonya’da 4 saat 3 dakikaya kadar düşüyor. Türkiye’yi merak ettiniz değil mi? 8 saat 3 dakika. Yani dünya ortalamasından %17 daha yüksek.

Raporun Türkiye’ye özel kısmından birkaç alıntı yaparak konuya giriş sayılabilecek bu bölümü tamamlayayım:

  • Toplam nüfus 85 milyon 300 bin,
  • İnternet kullanıcısı sayısı 69 milyon 950 bin (toplam nüfusun %82’si),
  • Aktif sosyal medya kullanıcısı sayısı 68 milyon 900 bin (toplam nüfusun %80,8’i),
  • En çok kullanılan sosyal medya uygulamaları: Youtube (57,4 milyon), Insatgram (52,15 milyon), Facebook (34,4 milyon), TikTok (26,56 milyon), Twitter (16,1 milyon), Snapchat (12,9 milyon) ve Linkedin (12 milyon).

Bu ve benzeri pek çok rapor ya da çalışmadan konuyla ilişkili bolca istatistik elde edilebilir. Ancak sayılar arasında boğulmamak için bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Ama izninizle son bir istatistiği de ekleyerek kapatayım bu faslı: Türkiye Yayıncılar Birliği 2020 Kitap Pazarı Raporuna[5] göre Türkiye’de 2020 yılında bandrol alan kitap sayısı yaklaşık 433 milyon. Yani kişi başına düşen yıllık kitap sayısı sadece 7,3.

Az bilginin yüksek özgüvenle sunumu

Dijital dünya ve sosyal medya araçları insanlara çok büyük fırsatlar sunuyor. Yüksek lisans tezini mekanik daktiloyla yazmış birisi olarak bu fırsatların fazlasıyla farkındayım. Bilgiye erişim ve bilginin yayılması açısından sonsuz ufuklar açıldı önümüzde. Sorun şu ki, bilgiye erişmek isteyen var mı? Sezginin, inancın, ideolojinin, çıkarların, önyargının, yandaşlığın ya da muhalifliğin bilgiden çok daha değerli olduğunu gözlüyorum Türkiye’de. Bunlara aykırı olan her şey ‘yanlış’ toplumun geniş bir kesimi için. Üç örnekle açıklamaya çalışacağım:

ORMAN YANGINLARI: Herhangi bir araştırmanın sonucu olarak değil kişisel gözlemlerimin sonucu olarak gördüğüm tablo şu: Sosyal medyaya (özellikle Twitter) bakarsak Türkiye’de orman yangınları konusunun ana bileşenleri uçak-helikopter, terörizm ve oteller. Bir kesim kafayı bütünüyle uçak-helikopter konusuna takmış. Onlara göre konu bundan ibaret. Yatıyorlar uçak, kalkıyorlar helikopter. Bir diğer kesim ki çoğunluğu iktidar yandaşı, bütün yangınların teröristler tarafından çıkarıldığına inanıyor veya inanmasa da inanıyormuş gibi görünüyor. Böylelikle ülkenin ve ormancılığın bütün yönetim beceriksizliklerini perdeleme derdinde. Bir diğer kesim ki onlar da çoğunlukla iktidara muhalif kanat, bütün yangınların ormanlarda otel yapmak, ormanları yapılaşmaya açmak için çıkarıldığını sanıyor veya öyle sanmak işlerine geliyor. Oysa gerçekler o kadar farklı ki. Ama gerçek kimin umurunda?

SIĞINMACILAR[1]: Yine sosyal medyaya bakarsak sığınmacıların hepsi hırsız, arsız, sapık ve benzeri pek çok olumsuz sıfatı hak edenlerden oluşuyor. Hepsi ülkelerini korumak, savaşmak yerine kaçmayı tercih eden korkaklardan meydana geliyor. Önyargılarımız ve sözümü düşündüğüm gibi söyleyeceğim, acınası ırkçılığımız öylesine zıvanadan çıkmış durumda ki, parkta bir kanatlı hayvanla görülen çarşaflı bir kadın mutlaka Suriyeli olmalı (aslında Iraklı), o hayvan kaz olmalı (aslında ördek) ve o kadın o hayvanı çalmış olmalı (aslında kendi besleyip büyüttüğü hayvan).

Bütün bu ırkçı ve önyargılı senaryoyu yazmak için yaklaşık 50-60 m’den çekilmiş bir videoyu görmek yeterli. Şüpheye gerek yok. Gidip o kadınla konuşmaya gerek yok.  Onu anlamaya, ihtiyacı varsa yardım etmeye, yanlış bir şey yapıyorsa uyarmaya, yanlışta ısrarcıysa yetkililere haber vermeye gerek yok. 50 m’den videoyu çeker, kafandaki ırkçı senaryoyu da o videoya montajlarsın, olur biter. Böylelikle vatanını çok seven bir kahraman olursun, bizse mülteci sevici. Hayır, dostum, yanılıyorsun. Sen bu kafayla hiçbir şey olamazsın. Bizse, yine sosyal medyada bolca yayılan videodaki Suriyeli gencin söylediği gibi sadece insan oluruz ve “Ben bir insanım” deme hakkına sahip oluruz, hepsi bu.

SOKAK KÖPEKLERİ [2]: Meğerse bu ülkenin sokaklarında yüzlerce, binlerce yıl boyunca köpekler değil de yeryüzündeki en vahşi yaratıklar dolaşmış. Bu yaratıklar gördüğü insana saldırıyor, çeteler oluşturuyor, yakaladıklarını parça parça, lime lime ediyormuş. Aslında onları aramıza binlerce yıl önce biz alıp türlü türlü amaçlarla kullanmamışız da, onlar insanlığı yok etmek için aramıza gizli gizli sızmışlar ve ben ve benim gibi itseverleri[3] esaret altına almışlar. Nereden mi çıkardım bütün bunları? Elbette sosyal medyadaki az ve hatta sıfır bilgiyi; aslında ona da razıyım, çoğu zaman yanlış, yani sıfırın altındaki bilgiyi büyük bir özgüvenle paylaşan akıl ve kalp fukaralarının anlattıklarından. Elbette gerçeklerin onların anlattıklarıyla ilgisi yok. Gerçekler çok yalın ve öğrenmek isteyen için son derece açık.

Neden bu üç örneği seçtim? Çünkü üçünde de birebir ortak yanlar var. Anlatayım:

  • Had safhadaki bilgisizlik,
  • Bilgiye ulaşmak için hiç çaba harcamama,
  • Doğruluğu peşinen kabullenilmiş ama aslında yanlış olan önyargıyı mümkün olduğunca yayarak kişisel tatmin sağlama (bol beğeni, çok takipçi vs.),
  • Yanlış olan önyargıyı doğrulamak için ele geçirilen her sözde kanıtı akıl ve şüphe süzgecinden hiç geçirmeden topluma yayma. Örneğin, göletten kaz çalan mülteci örneğindeki gibi yüzlerce farklı açıklaması olabilecek bir video ya da fotoğrafı kafasında saplantı haline getirdiği tek bir önyargının kanıtı olarak tartışmasız bir şekilde kabul etme,
  • Münferit sayılması gereken bir örneği genelleme. Örneğin, bir sokak köpeğinin bir insana saldırmasına dayanarak bütün sokak köpeklerini canavarlaştırma; bir sığınmacının yaptığı olumsuz bir davranışı bütün sığınmacılara mal etme; Güvercinlik’te yanmış orman alanına yapılan otel[4] örneğine dayanarak yanan bütün orman alanlarına otel yapıldığını sanma.
  • Olayların değişik yönlerini görememe. Örneğin, bir köpeğin bir insana saldırmasına dayanarak bütün köpekleri canavarlaştırırken birbirine saldıran, döven, tecavüz eden, öldüren, savaşan, atom bombası yapıp sivillerin sütüne atanın insan olduğunu; ahlâksız TikTok videosu paylaşımı yapan sığınmacıya dayanarak bütün sığınmacıları sapık diye nitelerken evde, sokakta, iş yerinde ve hatta Kuran kurslarında bile bunun kat kat fazlasını yapanların Türk olduğunu; yanan orman alanında inşa edilmiş ve dipnotta yazdığım gibi açıklaması olan tek bir otele bakarak bütün yangınların otel yapmak için çıkarıldığını düşünürken yüzlerce otelin, turizm tesisinin sağlıklı ormanlarda yapıldığını, sağlıklı ormanların turizm tesisi yapılmak üzere ilana çıkarıldığını göremeyecek kadar akıl ve izandan yoksun olma.
  • Vicdansızlık ve empati yoksunluğu. Örneğin insanları köpeklerden koruma bahanesi ile bütün köpekleri ölüme göndermekten çekinmeme; sığınmacı sorununu sığınmacıların sahip olduğu-olabileceği şart ve koşulları dikkate almadan, tek ve zalim bir bakış açısıyla ele alma; gerçek olmayan orman yangını-otel ilişkisiyle ormanlara gerçekten zarar veren onlarca farklı faktörü perdeleyerek ormanlarımızın ve ormanlarımızda yaşayan milyonlarca canlının geleceğini tehlikeye atma.
Bodrum Güvercinlik’te inşa edilen otel için henüz yangın çıkmadan imar izni verilmişti. Yangının ardından verilen izne dayanılarak otel yapıldı. Ormanlık alanları talana uğratan asıl uygulama ise turizm izin belgeleriyle imara açılması şeklinde.

Beni tanıyanlar, yazılarımı okuyanlar, konuşmalarımı dinleyenler, sosyal medyada takip edenler bu söylediklerime bakarak ülkede ormanlar, sığınmacılar ve sokak köpekleri ile ilgili sorunlu boyutlar olmadığını düşünmek gibi bir gaflet içinde olmadığımı da bilir. Bu yazıda ben bambaşka bir şeyden bahsediyorum. Yazıyı aklı ve kalbiyle okuyanlar zaten anlıyorlar. Sorunu görmek, çözüm aramak başka, yukarıda eleştirdiğim tutumlar başka. Bu tür tutumları benimseyenler hiçbir şeyi çözemeyecek. Çözmek bir yana, daha da derinleştirecekler, derinleştiriyorlar. Çözmek bizim görevimiz, daima da bizim görevimiz kalacak.

*

[1] Teknik ayrıntıya girmeden, Türkiye’ye şu ya da bu yolla girmiş olan Suriyeliler ve Afganlar başta olmak üzere görece daha az gelişmiş ülkelerin uyruğunu taşıyan kişileri sığınmacı olarak kabul ediyorum.
[2] Sokak hayvanları konusundaki düşüncelerimi şu yazıda anlatmıştım.Bu yazıda onlara girmeyeceğim.
[3] Önyargılı, bilgisiz, empati yapamayan, neden-sonuç ilişkisi kuramayan, okumayan, anlamayan ve kalpsiz birisi olmaktansa bir itsever olmaktan çok büyük gurur duyarım.
[4] Yanan orman alanları yeniden ormanlaştırılır. Otel ya da başka bir yapı yapılamaz. Ama yanmamış, sağlıklı orman alanlarına otel yapılabilir. Turizmi Teşvik Kanunu’nun 8’inci maddesine göre bu mümkün ve yasal. Güvercinlik’teki ormana otel yapılması için bu madde doğrultusunda izin veriliyor. İzin verildikten sonra fakat henüz inşaat başlamadan yangın çıkıyor. İzin yangından önce verildiği için yanan orman alanına otel yapılıyor. İzin yangından önce, yani orman sağlıklıyken verilmemiş olsaydı o alanda otel yapılamazdı.

Permafrost uzmanı anlattı: İklim değişikliği nedeniyle cehenneme daha mı çok kapı açılacak?

Yazan: Lottie Limb

Yeşil Gazete için çeviren – Hatice Pehlevan

*

Son zamanlarda “Cehennem kapıları” manşetleriyle yayınlanan Sibirya’daki mağara gibi devasa toprak alanlarının fotoğraflarını görmüşsünüzdür.

Yakutistan, Rusya’daki Batagaika krateri genişlemesi konusunda önemli bir gelişme olmamasına rağmen, yeniden haberlere düştü.

Yukarıdan, bir vatozun kayaya benzeyen, iri hatlarına benzeyen bu devasa delik, ilk olarak 1960’larda, civardaki orman kesimlerinin yeraltı don tabakasının erimesine ve çökmesine yol açtığı zaman meydana geldi.

Bölgede yaşayan yerli Yakut halkı, donmuş duvar parçaları (permafrost) daha çok çöktüğü için, yıllardır tuhaf, gürültülü patlama sesleri duyduklarını belirtti.

Bununla birlikte 2019’da 42.000 yıldır soyu tükenmiş olan yavru atların ortaya çıkması – kanları, bedenlerinde sıvı halde korunmuş olarak – farklı dünyalar çarpışmak üzereyken, bölgeye gizemli bir hava ve bilimsel olasılıklar kattı.

Sibirya, Batagay yakınlarında eriyen toprakların kaydığı sıra dışı alanı gösteren bir uydu görüntüsü. -Google

Kulağa geldiği kadar korkutucu; hatta bundan daha korkutucu gerçek, “en büyük ani erimelerin” boyutlarıyla ilgili değil, çünkü onları zaten biliyoruz. Daha ziyade, endişe verici olan, Kuzey Kutup Bölgesi’nde oluşan diğer donmuş tabakaların tetiklediği kraterlerin oranı ve saldıkları devasa sera gazları.

Permafrost , bütün bir yıl boyunca (ya da daha doğrusu iki yıl arka arkaya) donmuş kalan bir kara parçasıdır. Kuzeydeki permafrost bölgeleri 15 milyon kilometre kareyi kapsar – kabaca Avrupa Birliği artı Birleşik Krallık‘ın bütün alanının üç katını.

Buradaki sıkışmış toprak, daha fazla karbon içerir, çünkü Kuzey Kutup Bölgesi’nde (Arktik) yaz süresince büyüyen bitkiler, ayrışmadan önce buz tabakası içinde donar. Bu, bölgenin donmuş zemininin tahmini 1,500 milyar ton karbon içerdiği anlamına gelir.

Stockholm Üniversitesi’nde permafrost uzmanı Gustaf Hugelius, Dünya üzerinde yaşayan bütün bitki kütlesinin üç katına denk gelen bu miktarın şaşırtıcı olduğunu söylüyor.

Tabiat ısındıkça, mikroplar, CO2 ve metan yan ürünü çıkararak bitki kalıntılarıyla beslenmeye başlar.

Hugelius bu ani, sert çözülmelerin IPCC tarafından kullanılanlar dâhil, iklim modellerinde hesaba katılan permafrost çözülmelerinin etkisini ikiye katlayabileceğini ortaya koyan, 2020 yılındaki bir rapora ortak yazarlık yaptı.

Bu ilginç ve endişe verici olguyu daha iyi anlamak için Permafrost Karbon Ağı’nın (Permafrost Carbon Network) bir üyesi olan,  fiziki coğrafya profesörüyle konuştuk.

Kutupaltı ormanının altındaki Batagaika kraterinin buzul ovadan 50 metre yükselen uçurumu. Fotoğraf: Julian Murton

İklim değişikliğinden dolayı daha fazla krater mi açılıyor?

Permafrost, eşit dağılımlı bir tabaka değildir. Sibirya’nın bazı kısımlarının yüzde 70 kadarını oluşturan saf buzla birlikte çeşitli miktarlarda birikmiş tortu içerir. Sıcaklık zeminin içine işlemeye başlayınca buz, toprak yığınlarının çökmesine yol açarak erir ve akar.

Hugelius, “İklim biliminde bunu, pozitif bir geri besleme mekanizması olarak adlandırıyoruz” diyor ve ekliyor: “Çöküş bir kez başlayınca, permafrost tabakasının içine her zamankinden daha fazla sıcaklık ve su girebilir ve kendiliğinden hızlanan, gittikçe hızı artan bir sürece girersiniz.”

Toprak veya ana kayalardan oluşan permafrost, sıvı olarak erimez fakat dondurulmuş bir tavuğun buzlarının çözülmesiyle aynı şekilde çözünür.

Hugelius, kraterlerin iklim değişikliğinin bir sonucu olarak giderek daha hızlı bir şekilde oluştuğunu onaylıyor. Kraterler ayrıca küresel ısınmanın bir sonucu olarak artan yangınlarla da tetiklenebiliyor.

“Eğer doğal olarak meydana gelen yangın varsa, bu yangın kraterin oluşmasına neden olabilir. Ancak zamanla krater sağlamlaşacak ve donmuş tabaka yeniden büyüyecektir” diyen Hugelius, “Bu, binlerce yıldır oluyor – tabiatın bu değişim döngüsü- ama biz küresel ısınmayla hızlandırıyoruz” bilgisini veriyor.

Hugelius, son birkaç yılda, daha sıcak geçen yazları takiben ani çözülme oluşumunda on kat artışı izlediği Kanada seyahatlerinde benzer termokarst (tiyal üstü karst şekilleri) yer şekilleri tespit etti.

Arktik Kanada’da çözülen kıyı permafrostu. Fotoğraf: Gustaf Hugelius

Daha etkili iklim politikalarıyla bu kraterlerin oluşumunu durdurabilir miyiz?

“Permafrost tabası uyuyan bir devdir,” diyor Hugelius: ” Çok büyük ve karbonla dolu olmasının yanında çevredeki değişikliklere çok yavaş tepki verir. Dolayısıyla bu güne kadar yaptığımız uyarıları karşılayan permafrost uyanışını aslında henüz görmedik.”

Teorik olarak, küresel ısınmanın bugünkü hızını durdursak bile –sanayi öncesi düzeylerin 1.2 C üzerinde – permafrost tabakası 200 yıldan daha fazla süre çözünmeye ve uzun bir süre sera gazı yaymaya yine de devam edecek.

Buna rağmen etkili bir iklim eylemiyle 1.5C ısınma derecesini aşma arasında dünya kadar fark var. Şu anda oraya doğru gitmekte olduğumuz küresel bir 3C ortalama, aslında Kuzey Kutup Bölgesi’nde 7C sıcaklık anlamına geliyor.

Kritik önemdeki bu donmuş toprağın çoğu, yükselen emisyonların sonuçlarını 10 insan nesline yükleyerek, kaybetmeye mahkum bir girdapta sıkışıp kalacak.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Katie Orlinsky (@katieorlinsky)

Hugelius bu tür katı senaryolarla çalışmaya alışkın ama bilimsel bilgisi düşük olan politikacılarla iklim toplantılarında – veya Kuzey Kutup Bölgesi yerel halkının da bulunduğu yerlerde – mesajını özellikle çarpıcı buluyor.

Bu hem yerlilerin sorunu – çünkü evlerin ve yolların temelleri sarsılıyor ve çözünen donmuş tabakadan aniden çıkan cıvayla akarsular zehirleniyor – hem de küresel ölçekte bir sorun.

Permafrost bölgelerinin dramatik bozulmasına daha acil iklim eylemini talep ederek, en yüksek politika düzeylerinde ele alınması gerektiğini söylüyor Hugelius:

“Ayrıca ‘permafrost ülkesini de düşünmek zorundasınız – o, kendi ülkesi gibi harekete geçecek ve salım yapacak. Bu nedenle bu durumu bütçeye dâhil etmek zorundayız ve henüz bu gerçekten yapılmadı.”

Araştırmacılar Batagaika tepesi boyunca bir ip üzerinde aşağı iniyor. Fotoğraf: Alexander Kizyakov

Batagaika krateri büyümeyi ne zaman durduracak?

Almanya’daki AWI’nin Permafrost Tabaka Araştırma İstasyonu’nda (AWI’s Permafrost Research Station) bir doktora öğrencisi olan Loeka Jongejans, 2019’da uluslararası bir araştırmacı grubuyla Batagay’daki çözünen alanı ziyaret etti.

Araştırmacılar çözülmenin çok hızlı gerçekleştiğini gördü. Jongejans, Euronews Green’e, her yaz çok büyük miktarda çökelti, su ve organik maddenin, belki de dünyadaki bu en büyük çözünen toprak çöküşünde harekete geçtiğini belirtti.

Jongejans, permafrost karbonunun miktarını ve kırılganlığını daha iyi anlamak amacıyla laboratuvar analizleri için,  55 m yükseklikteki buzul duvarından ve çökme zeminindeki bloklardan numuneler topladı.

Hugelius ise kraterin, önemli ölçüde daha az buz tortullu kayalara ya da ana kayaya çarpana kadar ileri geri genişlemeye – tepecikleri yemeye – devam etmesinin büyük bir ihtimal olduğunu ekledi.

Makalenin İngilizce orijinali

[Bir konu/k] Nuh’un Gemisi’nin simülasyonuna iklim krizi sızarsa: Our Ark

“Her mücadele iklim mücadelesi artık. Her hayat iklim krizi altında yaşanıyor.”

Bu cümleler 41. İstanbul Film Festivali’nde ‘En İyi Kısa Film’ ödülü alan Our Ark filminin yönetmenlerinden Deniz Tortum’a ait.

Tortum’la İngiliz asıllı sanatçı Kathryn Hamilton’ın birlikte yönettikleri ve izleyiciye, sanal gerçekliğin vermiş olduğu güçle yedeklenen hayvanlar, yanmakta olan gerçek dünyaya bir bakış ve onun yedeği olarak bir simülasyon evreni sunan Our Ark’ı konuştuk.

Filmde ekolojik kaygılarla dijital ortamda yedeklenen hayvanlar, simülasyonun tesellisini besliyor gibi görünüyor. Ekolojik yıkımı getiren insanın eliyle başlayan kopyalama işlemine doğru seyircinin yolculuğu 3D deniz kaplumbağasıyla başlıyor. Peki Our Ark’ın yolculuğu nasıl başladı? Fikir nasıl ortaya çıktı?

Our Ark, Kathryn Hamilton ile beraber yaptığımız bir kısa film. Dünyanın dijital bir kopyasını çıkarma çabalarımızla, gerçekçi sanal dünyalar yaratma araştırmalarımızla – ve tüm bunları iklim krizinin tam ortasında yapıyor olmamızla ilgili.

Bu konularla ilk ilgilenmeye MIT’te medya çalışmaları bölümünde yüksek lisans yapıp araştırma görevlisi olarak çalışırken başladım. Sanal gerçeklik üzerine çalışıyordum. Bu teknolojinin tarihi ile ve aynı zamanda hayal ettiği gelecek toplumlarıyla ilgileniyordum.

‘Bilimin ve içinde bulunduğumuz ideolojinin kör noktaları’

Etrafımda pek çok ilginç proje üretiliyordu: duvarın arkasını gören kameralar, yapay zeka ile hastalık tespiti yapan uygulamalar, çeşitli sanal ve artırılmış gerçeklik uygulamaları… Fakat, dönüp baktığımda, iklim değişikliği hakkında çalışan tanıdığım kimse yoktu. Mühendislik ve bilim alanlarında dünyanın en parlak insanlarının bulunduğu bir kurumda, 2-3 yıl boyunca iklim değişikliğiyle nasıl karşılaşmadım, bu konu niye kurumun en önemli konusu değildi? Bu durum son yıllarda çok değiştiyse de, bu sorular aklımı kurcalamaya başlamıştı.

O sıralar filmin eş-yönetmeni Kathryn Hamilton da sanal gerçeklik üzerine çalışıyordu. İkimiz beraber teknoloji ve iklim krizi arasındaki ilişkiler üzerine kafa yormaya başladık.

Enerji sistemlerimizi tamamen dönüştürmemiz gereken bir zamanda niye sanal dünyalar yaratmaya harcıyoruz kaynaklarımızı? Teknolojik gelişmeler dikkatimizi mi dağıtıyor? Bilimin ve içinde bulunduğumuz ideolojinin kör noktaları olası eylemlerin önüne mi geçiyor? İklim değişikliği hakkında niye konuşamıyoruz, niye çözümler üretemiyoruz? (Bu konuda çok değerli kitaplar var, Tim Morton’un Hipernesneler’i ve Amitav Ghosh’un Büyük Kaos’u ilk aklıma gelenler. Teoriler – gerçekliği kavramsal olarak nasıl kurduğumuz – örgütlenme ve eyleme şekillerimizi etkiliyor. )

İklim krizi ve teknoloji arasındaki ikilem

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanarak gelişen bilgisayar teknolojileriyle, hızlanarak artan karbon salımı grafikleri örtüşüyor. Sanki birbirine dolaşmış tarihler bunlar. Bilgisayar teknolojileri ne kadar gelişirse, iklim değişikliği de o kadar artıyor. Buradaki ilişki nedir?

Bilgisayar teknolojilerinin olası kıldığı verimli, hızlı ve global üretim ve tedarik altyapıları iklim değişikliğinin hızını artırıyor. Fakat öte yandan bilgisayar teknolojileri iklim değişikliğini görmemizi sağlıyor. Evet yazları dolu yağıyor, kuraklıklar ve sıcak dalgaları artıyor, fakat geleceğin vahametini bilmemizi sağlayan şey bilgisayar simülasyonları ve projeksiyonları. İklim değişikliğinin varlığı da görünürlüğü de elimizdeki teknolojiler yüzünden / sayesinde.

‘Dünya yanarken bir simülasyonda yaşıyor olmayı istemek’

Bir diğer mesele: simülasyonlar. Berimsel kültürün bize sunduğu yeni bir varoluş, ve de yeni bir inanç sistemi var gibi. Bir simülasyonda yaşıyor olduğumuz inancı mesela: dünya yanarken bir simülasyonda yaşıyor olmayı düşünmek (ve istemek).

Our Ark’a başladığımızda backuptheplanet (dünyayıyedekle) diye bir akıma denk gelmiştik. Bu akım dahilinde ormanları, hayvanları, nesneleri tarayıp, bunların üç boyutlu kopyalarını yaratan kişiler, kurumlara rastlıyorduk. Bunlardan birisi filmde de olan Digital Life isimli kurumdu. Bu kurum nesli tükenmekte olan hayvanların üç boyutlu taramalarını yapıyordu. Peki neden?

‘Farkında olmadan dijital bir Nuh’un Gemisi mi yaratıyoruz?’

Gerçek dünyayı sanal dünyaya taşıyoruz. Dünyanın kendisi yok olurken, dünyanın üç boyutlu kopyasını çıkarıyoruz (ya da dünyanın üç boyutlu kopyasını çıkardığımız için dünyanın kendisi yok oluyor). Farkında olmadan dijital bir Nuh’un Gemisi mi yaratıyoruz? Bu bir teselli mi, yoksa bir çıkış yolumuz var mı?

‘Dalga dalga gelen bir kaygı…’

Nuh’un Gemisi’nden Harikalar Diyarı’na uzanan hikayesiyle Our Ark’ta ekolojik kaygıya karşı evreni kopyaladıkça aslında evrenin sona yaklaşmasına sebep olmak gibi bir çıkmaza işaret ediliyor. Oldukça yoğun bir korku içeren ekolojik kaygıyı perdeye ‘sert’ diyebileceğimiz bir şekilde yansıtmanızın nedenini öğrenebilir miyiz? Bununla ilgili neler söylersiniz?

Ekolojik kaygı her geçen sene daha fazla insanı etkiliyor. Üstüne konuşması çok zor bir konu. İklim krizi gibi elle tutulamayan, her şeyle ilgili olan, dalga dalga gelen bir kaygı.

Benim için bu kaygılar ilk kez Roy Scranton’ın Antroposen’de Ölmeyi Öğrenmek kitabını okuduğumda başlamıştı. En kötü senaryoların gerçekleşeceği bir gelecek ile çok gerçekçi bir şekilde yüzleşen bir kitap. O kitabı okuduğumda iklim krizi ilk kez içime çökmüştü, uzun süre de anksiyete içerisinde düşündüğüm bir konu olmuştu. Sonunda terapi niyetine kitabı Türkçe’ye çevirmiştim. O süreçte bu korkular ve kaygılarla yaşamaya alıştım.

‘Geleceğin muhtemel vahametinin örtbas edilmesi bana doğru gelmiyor’

Ekolojik kaygının göz ardı edilmesi, geleceğin muhtemel vahametinin örtbas edilmesi bana doğru gelmiyor. Bilim insanları çoğunlukla iklim değişikliği iletişiminde olumlu mesaj vermeyi, umut aşılamayı yeğliyor, insanların ancak böyle harekete geçtiğini, sert mesajların ise korku yaratıp insanları paralize ettiğini dile getiriyor. Bu paralize olma halinin sadece korkudan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu bir yandan bir yas tutma süreci.

Muhtemelen yıkımla dolu olacak bilinmez bir geleceğin yasını şimdiden tutmak, bizi eyleme geçirebilecek tek şey. Yas tutmak insanı özgürleştiren bir şey: bir şeyleri kabullenmek, arkada bırakmak, yeni bir dünyaya adım atmak.

Kendimize ve etrafımıza dürüst olmadan, olayın ciddiyetini, karmaşıklığını ve habisliğini tüm açıklığıyla görmeden doğru adımları atmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

‘Son nesilsek eğer nasıl güzel ve buna layık yaşayabiliriz?’

Diyelim uygarlık büyük ihtimalle son bulacak, hatta belki insan soyu yok olacak. Buna rağmen tabii ki de uğraşmamız, elimizden geleni yapmamız, yaşamaya da devam etmemiz lazım. Fakat bu seçimi bilinçli bir şekilde yapmamız lazım. Bu soruyu en son noktasına çekelim, diyelim ki bu dünyadaki son nesil olduğumuz kesinleşti, böyle bir durumda bile hala önümüzde önemli sorular var. Son nesilsek eğer nasıl güzel ve buna layık yaşayabiliriz? Nasıl değerlere sahip olabilir, nasıl bir-aradalıklar kurabiliriz?

İstanbul Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü alan Our Ark, geçtiğimiz ay da Dokumentarist festivalinde Yok Oluş İsyanı programında gösterildi. Yok Oluş İsyanı ile Our Ark’ın arasındaki ilişkiye dair neler söylersiniz?

Yok Oluş isyanı bir sivil itaatsizlik hareketi. 2018’de İngiltere’den başlayıp dünyanın dört bir yanına yayılan, diğer hareketlere kıyasla daha dürüst ve sert bir mesajı olan bir hareket. İlk zamanlarında bu dürüstlük karşısında çok heyecanlanmıştım, Türkiye ayağının toplantılarına da gitme fırsatım olmuştu. Our Ark da böyle bir sertlik ve dürüstlükten konuşuyor.

Fakat tek başına yeterli bir hareket değil. İklim hareketi / mücadelesi, tek bir konuyla ilgili değil. İklim krizi dediğimiz şey mücadele edilebilecek tekil bir mesele değil artık. İklim krizi şu an içinde yaşadığımız paradigma. Hayatta yaptığımız her şey ve karşılaştığımız her durum bu paradigma dahilinde olan şeyler. Her mücadele iklim mücadelesi artık. Her hayat iklim krizi altında yaşanıyor.

Paradigmanın içinden konuştuğumuzu bildiğimiz, farkında olarak konuştuğumuz ve eylediğimiz sürece zaten bu mücadelenin parçası olacağız.

Reha Erdem’in sürdürülebilir bir film olarak duyurulan ve bu kaygılarla çekilen filminde de yardımcı yönetmenlik yaptınız. Neandria’nın seti gibi bir durum Our Ark’ta da söz konusu oldu mu? Çekim süreci de ekolojik kaygılarla mı yönetildi?

Our Ark ve Neandria çok farklı üretim koşullarına sahip. Neandria nispeten büyük bir set: Yaklaşık otuz kişinin iki ay boyunca beraber çalışıp, beraber konaklayıp çektiği bir film. Böyle bir film çekimi sırasında da çok fazla atık üretilebiliyor, karbon ayak izi yüksek olabiliyor. Neandria’da bunların önüne geçmeyi amaçlayan bir üretim yapısı vardı: Olabildiğince atıksız çalışılan, enerji tasarrufu yapılan, büyük setlerde alışılmış lüks (ve ziyanın) olmadığı daha küçük ve güzel bir set oldu.

Reha Erdem’in sürdürülebilir filmi Neandria’nın kamera arkası: Yeşil bir set mümkün mü?

Our Ark ise küçük bir ekip olarak (iki yönetmen Kathryn ve ben, kurgucu Sercan Sezgin, besteci Alican Çamcı ve yapımcılar Fırat Sezgin ve Ecegül Bayram), çoğunlukla bilgisayar başında araştırıp kurgulayarak yaptığımız bir film olduğu için, kendi yaşamımız dışında atık ve karbon üretimi olan bir üretim süreci değildi. Digital Life ile çekim yapmaya da otobüsle gittik, orada da pek bir karbon ayak izimiz olmadı. Çoğunlukla masa başında yaratılmış bir film olduğu için, bu süreç bir kitap yazmaktan çok da farklı değildi.

Jean Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon kitabından “… gerçek diye bir şey yoktur ve üçüncü boyut denilen şey iki boyutlu dünyanın; dördüncü boyut ise üç boyutlu bir evrenin yarattığı düşsel bir şeydir” ifadesinden yola çıkarak bir simülasyon tesellisine işaret eden Our Ark nasıl bir düşselliğe işaret ediyor, nasıl bir gerçekliğe karşı çıkıyor ve belirtmek isterseniz eğer mesajı nedir?

Ekolojik kaygı üstüne, yas tutma üzerine, iklim krizi ve teknoloji bağlantısı üzerine düşünen bir film. Bir yandan “karşı-propaganda” filmi. İzleyeni sinirlendirebilecek de bir film.

Bir gerçekliğe karşı çıkmaktansa, gerçekliği açmaya çalışıyor sanki. Tek bir mesajı var mı bilmiyorum. Bu dünyayla ilişkimizi tekrardan gözden geçirmemize, artık ekonomik olarak büyümeyecek, gelişmeyecek, yarının bugünden daha kötü olacağı iklim aciliyeti içinde olan bir dünya için yeni değerler üretmemiz gerektiğine dair notlar belki de.

***

Our Ark 1-7 Ağustos tarihlerinde kirikonline.orgda bir hafta boyunca Türkiye’den izlenebiliyor olacak.

***

[Bir şarkının hikayesi] El Condor Pasa (If I Could)/ Simon & Garfunkel

Tüm zamanların en çok cover’ı yapılan şarkısı olarak gösterilen “Yesterday” belki de hiç bir zaman gün yüzüne çıkmayabilirdi.

Paul Mc Cartney kız arkadaşı Jane Asher’in evinde kaldığı bir gün  bu şarkıyı çok kısa bir sürede kaleme almış ve notalar birbirinin ardından o kadar kolay akmıştı ki, sanatçı melodiyi daha önce bir yerde duymuş olabileceğini düşünmüştü.  Neyse ki müzik endüstrisindeki dostları ve grubun efsane prodüktörü George Martin, onu melodinin orijinalliği konusunda ikna etmişti ve The Beatles’in en önemli hit parçalarından biri olan “Yesterday” aynı zamanda tüm zamanların en çok cover’ı yapılan şarkı olarak Guiness rekorlar kitabına girdi.

Birçok müzik sitesi tarafından farklı sıralamalar yapılmış olsa da The Beatles şarkıları en çok cover’ı yapılan şarkılar listesini domine etmeye devam ediyor.

Simon & Garfunkel’ın “Bridge Over Troubled Water”ı da en çok cover’ı yapılan şarkılar arasında neredeyse her listede ilk 10 içerisinde gösteriliyor. Rolling Stone dergisi 2019’da, şarkının ilk çıkışından tam 49 yıl sonra, Idina Menzel‘in çok çarpıcı yeni bir yorumunu bildirmişti. 50 sanatçıdan oluşan yapım ekibi, 2017’de, Londra’daki Grenfell Tower yangını kurbanları için para toplamak amacı ile bu cover’ı yapmışlardı ve bu da Menzel’in yorumuna farklı bir anlam katıyordu.

Simon & Garfunkel’ın 1970’te yayınlanan “Bridge Over Troubled Water “ albümündeki  şarkılardan biri olan ve onların yorumuyla uluslararası üne kavuşan “El Condor Pasa”nın da 300 farklı güfte ile 4.000 ‘den fazla farklı yorumu olduğu söyleniyor.

‘Dostane dava’

Paul Simon şarkıyı ilk kez 1965 yılında dinlemiş olsa da, ikiliyi mahkeme koridorlarına sürükleyen ve neyse ki dostane sonuçlanan bir davaya konu olan bu şarkının kökleri 1913 yılına kadar uzanıyordu.

Paris’te Théatre de l’Est parisien‘de performans sergilediği 1965 yılında Paul Simon, Perulu müzik grubu Los Incas ile tanışmış ve melodiyi  ilk defa onlardan dinlemişti. Grupla dostluğunu ilerleten sanatçı, onlarla tura da çıkmış ve Los Incas’ın Amerika’da ilk albümlerinin prodüktörlüğünü de yapmıştı.

 

Şarkıyı kendi albümünde kullanmak isteyen Simon, grubun kurucusu olan Jorge Milchberg’den izin istediğinde, Perulu sanatçı şarkının geleneksel bir Peru şarkısı olduğunu ve  parçanın aranjörü olarak telif haklarını kendisinin topladığını söyledi. Paris’te yapılan kayıtta Paul Simon akustik gitarı, Milchberg ise armadillo’nun kurutulmuş kabuğundan yapılan Güney Amerika çalgısı Charango’yu çaldı. Flüt ve vurmalı çalgılarda Los Incas grubunun diğer üyeleri  vardı.

Simon & Garfunkel  ikilisi “Bridge Over Troubled Water” albümünün kaydı için Amerika’da stüdyoya girdiğinde,  “El Condor Pasa”nın kaydı çoktan hazırdı ve sadece vokal ilave etmek gerekiyordu. Şarkıya İngilizce sözleri Paul Simon yazdı ve albümden önce şarkının single’ı da çıkarıldı. Şarkı Amerika Bilboard’da 18’inci sıraya kadar çıkarken, single Almanya’da 1 milyon kopya satarak büyük bir başarıya imza atmış ve “El Condor Pasa” artık uluslararası popülerliğe ulaşmıştı.

 

Ocak 1970’te piyasaya çıkan “Bridge Over Troubled Water” albümü 25 milyon kopya satarak o tarihe kadar tüm zamanların en çok satan albümü oldu.  İkilinin  yollarını ayırmadan önce çıkardıkları bu son stüdyo albümleri iki Grammy ödülü de aldı ama yılın sonuna doğru Paul Simon’ı tatsız bir sürpriz bekliyordu.

Perulu film yapımcısı Armando Robles Godoy, “El Condor Pasa”nın babası Daniel Robles tarafından bestelendiği gerekçesi ile Paul Simon’a karşı bir telif hakları davası açtı. Şarkı 1913 yılında bestelenmiş ve 1933 yılında Amerika’da tescil edilmişti. Armando Robles Godoy  “yanlış anlaşılmadan kaynaklanan dürüst bir hata” olarak nitelendirdiği bu hareketinden dolayı Paul Simon’a karşı hiçbir kötü niyet beslemediğini ifade etmiş ve dava ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı:

Bu nerdeyse dostane bir davaydı çünkü Paul Simon diğer kültürlere çok saygılıydı. Bu onun dikkatsizliği değildi. Jorge Milchberg ona şarkının babama ait olduğunu değil, 18’inci yüzyıldan kalma geleneksel bir Peru türküsü olduğunu söylemiş

Daniel Alomia Robles şarkıyı “Zarzuela” adı verilen ve kökeni İspanyol olan müzikal bir oyun formunda yaratmıştı. Etnomüzikolog olan Robles, yıllarca Peru’yu boydan boya dolaşarak farklı müzik türlerini ve geleneksel Peru folklorunu incelemiş ve “El Condor Pasa” yı da bu uzun süreçten sonra bestelemişti. Formu dışında “El Condor Pasa”nın tüm özellikleri Peru folkloruna ve kültürüne aitti. Oyun 20’nci yüzyıl boyunca Güney Amerika’da yüzlerce kez sergilenmişti.

Madencilerin özgürlük özlemi

El Condor Pasa”nın orijinal “zarzuela”sında, Avrupalı patronları tarafından sömürülen bir grup And madencisinden bahsediliyordu. Dağların üzerinde daireler çizerek uçan Condor (akbaba)  ise özlem duyulan özgürlüğün sembolü idi. Birçok kişi Alomia Robles’nin “El Condor Pasa”yı ,şimdilerde  tamamen terk edilmiş olan maden bölgesi Cerro de Pasco‘da inanılmaz zor koşullarda çalışan madencileri ziyaret ettikten sonra bestelediğini düşünüyor.

Andlar’daki madenler.

1960’larda kurulan Los Incas grubu “El Condor Pasa”yı diğer ülkelerde tanıtan ilk gruptu ve şarkının Andlar’da nesiller boyu dillerde dolaşan geleneksel bir şarkı olduğunu zannediyor ve bestecisinin hayatta olduğunu bilmiyordu.

Los Incas ve Paul Simon  istemeden eserin yazarına hak ettiği saygıyı göstermemiş olsalar da, bugün Peru’nun kültür mirasının sembollerinden sayılan ve Peruluların neredeyse resmi olmayan ikinci milli marşları gibi saydıkları bir şarkının dünyaya tanıtılmasında ön ayak olarak iyi bir şey yapmış oldular.

Simon & Garfunkel’ın “El Condor Pasa”sında  artık Daniel Alomia Robles şarkı yazarı olarak görünüyor.

Kaynakça

  • song,livingperu.com, El condor  Pasa: The fascinating story behind Peru’s famous,15.06.2020
  • songfacts,  El Condor Pasa (If I Could )
  • wikipedia, El Condor Pasa, Bridge Over Troubled WaterZarzuela, Charango,

 

 

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Nosotras/Nosotros: Eşit bir birlik için

Kitabımızın başlığını taşıyan “Nosotros” kelimesi İspanyolca’da “biz” anlamına geliyor. Ancak nosotros zamirinin İspanyolca’da ikili bir kullanımı var. Erkeklerden oluşan gruplar için de kullanılabiliyorken, karışık cinsiyetlerden oluşan gruplar için de kullanılıyor. Sadece kadınlardan oluşan gruplar içinse “nosotras” zamiri kullanılıyor.

Maalesef İspanyolca cinsiyetçi bir dil… Biz olmak, erkek topluluklarını ifade etmek için kullanılan bir zamirle ifade ediliyor. Grupta tek bir erkek olsa bile, kadın topluluklarını ifade eden “nosotras” zamiri yerine “nosotros” tercih ediliyor. Ehh, diller de toplumsal kültürün bir üretimi olduğuna göre, toplumsal cinsiyet ilişkilerinden bağımsız değiller.

Toplumsal cinsiyet kalıplarının ettiği…

Peki, toplumsal cinsiyet rejimi sadece dillere mi etki ediyor? Elbette hayır. Hayatın her alanında kadın ve erkeğe nasıl davranmaları gerektiğini dayatan, onların yaşam serüvenlerini belirlemeye cüret eden toplumsal cinsiyet kalıplarıyla karşılaşıyoruz. Çocukluğumuzdan itibaren türlü masallarda, hikaye kitaplarında kız çocuklarına biçilen tek gelecek, elbette erkek olan bir kurtarıcı beklemek ve ona layık olabilmek için uslu ve itaatkar olmak… Erkek çocukları bu sistemden kendilerini kurtarabiliyorlar mı peki? Hayır! Onlara biçilen gelecek de savaşçı ve sert olmak, ailelerinin reisi ve koruyucusu olmak…

İspanyol gazeteci ve yazar Ana Romero’nun yazıp Valeria Gallo’nun resimlediği Nosotros/Nosotras kitabı, tam da bu toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sadece kadınlara değil, erkeklere ve tüm bireylere çocukluktan itibaren sistem tarafından nasıl dayatıldığından söz ediyor. Kitap bu anlamda çok önemli bir noktaya parmak basıyor. Toplumsal cinsiyet rejiminin sadece kadınları değil, erkekleri de farklı yollarla da olsa baskı altında tuttuğundan bahsediyor. Kitabın bir yüzü “Nosotras” adıyla kadınların deneyimlerine odaklanırken, öteki yüzü de “Nosotros” adıyla erkeklerin deneyimlerine odaklanıyor. Kadınlara yıllar boyu çenelerini kapalı tutmaları söylenirken, onlar eve hapsedilip çeşitli yasaklarla karşılaşırken; erkeklere de sert olmaları, barışın değil savaşın yanında saf tutmaları, gözyaşlarını saklamaları öğretiliyor. Ne erkek, ne kadın, hiçbir cinsiyet, hem de çocukluktan itibaren, kendi olamıyor. Bireysellikleri toplumsal cinsiyet rolleri uğruna çiğneniyor.

Peki bu devran hep böyle mi gidiyor? Toplumsal cinsiyet rollerine hiç karşı çıkılmıyor mı? Elbette hayır! Kadınlar, birbirlerinin ve kız çocuklarının elini tutarak yasaklara meydan okurken, erkekler de kadınların haklarını ve kendi olabilme haklarını savunuyor. Kitabın kapağında gösterildiği gibi, kadınlar kollarında şık bir çanta keyifle bisiklet sürerken, erkeklerse, boyunlarında kendi ördükleri pembe atkı, ceplerinde yumakları ve örgü şişleriyle bisikletin tadını çıkarıyorlar. Kitabın ortasında Nosotras ve Nosotros birleşiyor; her bireyin kendiliğinin bileşiminden yeni bir ‘biz’ ortaya çıkıyor.

Çocuklarına sarılamayan babalara, ağlamak istediklerinde gözyaşlarına direnen erkeklere, hayatın her alanında duygusal ve fiziksel baskılara maruz kalan kadınlara gelsin bu kitap! Ve tabii ki tüm bunlara karşı hayatın her alanında direnen tüm insanlara!

Künye

Yazan: Ana Romero
Çizen: Valeria Gallo
Çeviren: Melike Sürhay
Yayınevi: NotaBene Yayınları

 

 

Piyale Madra çiziyor- 40

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

Tahıl koridorunda imzalar atıldı: Tüm süreçlerde mutabakat…

Ukrayna ve Rusya arasında, Tahıl Sevkiyatı Anlaşması imza töreni bugün İstanbul’da gerçekleştirilerek tahıl koridoru için imza atıldı.

Tahıl Sevkiyatı Anlaşması imza töreni, Ukrayna ve Rusya tarafları, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres‘in katılımıyla Dolmabahçe Ofisi‘nde gerçekleştirildi.

Taraflar iki ayrı belge imzaladı

Birbirleriyle bir anlaşmaya imza atmayan Rusya ve Ukrayna, iki ayrı Tahıl ve Yiyecek Maddelerinin Ukrayna Limanlarından Emniyetli Sevki Girişimi Belgesi isimli belgeye imza attı.

Belgelerden biri Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve BM Genel Sekreteri Guterres tarafından imzalanırken; diğeri ise Akar, Ukrayna Altyapı Bakanı Oleksandr Kubrakov ve Guterres tarafından imzalandı.

Sevkiyat güvenliği için İstanbul’da koordinasyon merkezi

Anlaşma ilk etapta 120 gün boyunca uygulanacak, sonra yenilenecek. BM ile Rusya da ayrı protokol imzalayacak.

Rusya ve Ukrayna’yı anlaşmaya götüren süreç, küresel gıda krizi uyarılarıyla başladı. Dünyanın en önemli iki tahıl üreticisinin ürünlerini ihraç edememeleri, gıda fiyatlarında artışa neden oldu ve özellikle yoksul Afrika ülkelerinde yaşayan milyonlarca insanın hayatını tehlikeye soktu.

Gıda koridorunun oluşturulmasıyla birlikte Ukrayna, tamamen kendi denetiminde olan Odessa, Pivdennyi ve Chornomorsk limanlarından ihracata başlayabilecek.

Anlaşma, sevkiyatın güvenliği ve işlerliğinin İstanbul’da oluşturulacak bir koordinasyon merkezi tarafından gözlenmesini de içeriyor. Rusya, bu gözlem görevinin tüm tarafların katıldığı ortak bir şekilde yapılmasını Ukrayna ise BM gözetiminde olmasını istiyordu.

Anlaşma, gıda koridorunu kullanan gemilerin kargolarının Türkiye tarafından oluşturulacak noktalarda Rusya’nın da katılımıyla denetlenmesini içeriyor. Rusya, Ukrayna’ya yük almaya gelecek kargo gemilerinin silah ve askeri malzeme taşımadığından emin olmak için bu denetimi istiyor. Bu süreçte Türk Deniz Kuvvetleri‘nin taraflar arasındaki işlemler açısından kolaylaştırıcı rol oynayacağı kaydediliyor.

‘Küresel gıda fiyatları rekor seviyelere vardı’

BM Genel Sekreteri Guterres, “Rusya ve Ukrayna temsilcilerine hitaben söylüyorum. Böyle bir girişimin yolunu açtınız. İnsanlığın faydası herkes için önemli. Bu anlaşma aslında Dünya için imzalanıyor. Küresel gıda fiyatları rekor seviyelere vardı. Kalkınmakta olan ülkelere bir fırsat sunacak” dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise “Tüm dünyayı uzun bir süredir meşgul eden bir sorunun çözümüne dahil olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Bu adımla sıcak dalgası ve kuraklığın yaratabileceği sorunlarda ortaya çıkabilecek fiyat artışı dizginlenecektir. Açlık tehlikesinin önüne geçilmesine katkıda bulunuyoruz” şeklinde konuştu.

‘Tüm süreçler üzerindeki mutabakat tesis edildi’

Konuyla ilgili yoğun mesailer yaptıklarını vurgulayan Erdoğan, “Önümüzdeki günlerde başlayacak gemi trafiği ile Karadeniz’den dünyanın pek çok noktasına nefes borusu sağlamış olacağız.Tüm süreçler üzerindeki mutabakat tesis edildi” dedi.

Erdoğan: Medeniyet anlayışının bizim üzerimize yüklediği gereklilikleri yerine getirmeye devam edeceğiz

Ukrayna limanlarındaki denetimin, İstanbul’da kuralacak müşterek koordinasyon merkezi tarafından gerçekleştirileceğini ifade eden Erdoğan, şunları söyledi:

“Adil bir barışın kaybedeni olmaz. Savaş sadece tarafları değil, tüm dünyayı etkiliyor. Medeniyet anlayışının bizim üzerimize yüklediği gereklilikleri yerine getirmeye devam edeceğiz.”

Ek olarak ABD, Türkiye’nin ev sahipliğinde imzalanan olan Ukrayna’nın Tahıl Sevkiyatı Anlaşması’nı memnuniyetle karşıladıklarını, BM ve Türkiye’nin çabalarını takdir ettiklerini belirtti.

ABD: BM Genel Sekreteri’nin sıkı çalışmasını takdir ediyoruz

ABD Dışişleri Sözcüsü Ned Price ise, “Bu anlaşmayı memnuniyetle karşılarız. BM Genel Sekreteri’nin sıkı çalışmasını takdir ediyoruz. Türk müttefiklerimizin orada ortaya koyduğu gayretli çalışmaları alkışlıyoruz” dedi.

Price, bunun sadece ABD’nin değil G-20 ülkelerinin de desteklediği bir anlaşma olduğunu belirtti.

‘Rusya tahıla blokaj uygulamasından sorumlu tutulmalı’

Rusya’yı gıda ürünlerini silah olarak kullanmakla suçlayan Price, anlaşmanın uygulanmaya başlamasını dört gözle bekleyeceklerini ancak Rusya’nın da tahıla blokaj uygulamasından sorumlu tutulması gerektiğini kaydetti.

‘Önemli olan bu anlaşmanın uygulanması’

Ned Price, “Görüşmelerde BM Genel Sekreteri’ni destekledik, Türk müttefiklerimizi destekledik diyebilirim. Elbette Ukraynalı ortaklarımızı da bu konudaki çabalarında destekledik. BM tarafından çeşitli aşamalar konusunda bilgilendirildik. Uzmanlarımız notları karşılaştırdı ve notları paylaştı. Aynı şey Türk müttefiklerimiz, Ukraynalı ortaklarımız için de geçerli” diyerek Rusya’ya şu sözlerle yüklendi:

“Yine, zaten bu noktada olmamalıydık. Bu, Rusya Federasyonu’nun gıdayı silahlandırmak için kasıtlı bir kararıydı. Son bir saat içinde duyduklarımız sevindirici bir gelişme. Ancak asıl önemli olan bu anlaşmanın uygulanmasıdır. Tabii ki ortaklarımızla Rusya’yı bunun uygulanmasından sorumlu tutmak için çalışmaya devam edeceğiz.”

BM Genel Sekreter Yardımcısı ve Acil Yardım Koordinatörü Martin Griffiths ve BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı Genel Sekreteri Rebeca Grynspan da tahıl koridoruna ilişkin mutabık kalınan plan hakkında bugün  çevrimiçi basın toplantısı düzenledi. Griffiths şunları söyledi:

“Her iki taraf da bu limanlardan ve karasularından Karadeniz’e çıkan ve taraflara ait gemilerin hiçbirine saldırılmaması konusunda mutabık kaldı. İstanbul’daki Ortak Koordinasyon Merkezi tarafından izlenecek olan bu süreç güvenli bir geçiş olacak ve biz BM tarafı olarak bu merkezde bulunacak temsilcimizi şimdiden belirledik.”

Griffiths, ayrıca konuşmasında şunlara değindi:

“BM Dünya Gıda Programı’nın refah programı, Ukrayna savaşının bir sonucu olarak 47 milyon insanın akut açlık aşamasına geçtiğini tahmin ediyor. 2022 için zaten 274 milyon insani yardıma muhtaç ve bu sayı yüzde 50-60 oranında arttı.

Dünya genelinde, bu yılın ilk üç ayında, doğrudan ya da dolaylı olarak savaşa atfedilebilecek bir yoksulluk söz konusu oldu. BM’nin bu iki anlaşmadaki amacı ticari pazara, insani yardıma daha fazla tahıl ve ilgili ürünleri sağlamak ve aynı zamanda malzeme ve fiyat indirimini sağlamaktır. Umuyoruz ki hızlı bir şekilde bunu yapabileceğimizi görürüz. Uygulamanın hızlı olmasını bekliyoruz.”

Özel jetlerin iklime etkisi zannedilenden çok daha dramatik

Jeremy Williams‘ın earthbound.report için yazdığı yazı, Yeşil Gazete tarafından çevrilmiştir. 

*
Evimden bir mil aşağıda, şu anda İngiltere’nin beşinci en büyük havalimanı olan Luton Havalimanı bulunuyor. Ancak özel jetler söz konusu olduğunda, Luton ilk sırada geliyor,  ya da en azından pandemi öncesi öyleydi. Her ikisi de orada bulunan Harrods Aviation ve Signature ile diğer Birleşik Krallık havaalanlarından daha fazla özel jet Luton’dan gelip gidiyor.

Luton Airport, başka bir yerde yazdığım Yeşil Kontrollü Büyüme adlı bir mekanizma kullanarak genişlemeyi planlıyor . Ancak özel havacılığın, herhangi bir sürdürülebilirlik hedefiyle bağdaştırılması mümkün değil. Özel uçakların iklim üzerinde muazzam bir etkisi bulunuyor

Real World Visuals‘ın açıkladığı gibi, tüm uçuşlar eşit değildir.  Londra‘dan New York‘a 747 uçuş, 200 ton CO2 üretir. Bu, tüm yolcular arasında bölünürse, kişi başına 572 kg düşer. Business class ve first class yolcuları daha fazla yer kullandığı için  daha az verimli ve daha fazla kirleticidir. Aynı uçakta birinci sınıf bir bilet 2,835 kg kullanır. Bu nedenle de bazıları havacılık emisyonlarını azaltmak için birinci sınıf uçuşu ortadan kaldırmayı hızlı bir yol olarak öneriyor.

Birinci sınıf koltuklardan kaynaklanan emisyonlar, özel uçakların yaydığı emisyonları da katınca, çıta yükseliyor. Kendi jetinizle New York’a gittiğinizde 25 tondan fazla CO2 üretiyorsunuz.

Bir hatırlatma olarak, küresel adil pay karbon ayak izi  yılda yaklaşık 2,3 tondur. 1.5 derece veya daha az ısınmayla eşitlikçi bir dünya peşinde koşacaksak, her birimizin hedeflemesi gereken şey budur. Yani özel bir uçakla yapılan transatlantik bir uçuş, on yıllık adil karbonu havaya uçurur.

Ya da küresel bir adalet arıyorsak, diyelim Haiti‘deki ortalama karbon ayak izi yılda 0,26 ton civarındadır . Sadece bir kez özel jete binmek bile, gezegen üzerinde yaklaşık 100 Haitili’nin bir yılda yaptığı etkinin aynısını yapar.

Kylie Jenner’ın özel jeti gündemde: Yüzde 1, iklim için üzerine düşeni ne zaman yapacak?

İklim eylemi zenginlerden başlamalı

Bu nedenle iklim eyleminin zenginlerden başlaması gerekiyor. Havacılık kampanyaları ise özel uçaklarla başlamalı .

Ve bu nedenle kendi özel uçak alışkanlığı her yıl tahmini 7.400 ton CO2 salarken, Bill Gates‘in “bir tutam tuzla” iklim konusundaki tavsiyesine uymalıyız. İşte bu yüzden Luton Havalimanı’nın sürdürülebilir olmak mı yoksa milyarderlere hizmet etmek mi istediğini seçmesi gerekiyor.

‘Dünyalar buluşması’ başlıyor

Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı topluluk temelli çabaları güçlendirmek ve teşvik etmek amacıyla başlattığı Dünyalar Girişimi‘ni başlatıyor. Proje kapsamında bir yıl boyunca ” Topluluklar oluşturmak; iklim krizi, yoksulluk, eşitsizlik gibi hakları yaralayan ortak sorunlarımızla mücadelede bize nasıl güç katar? Bu toplulukları, bilinç ve kararlılıkla hareket eden kalıcı yapılara nasıl dönüştürürüz? gibi sorulara, hep birlikte yanıt aranacak.

Girişimin ilk etkinliği Dünyalar Buluşmaları 26-27-28 Temmuz tarihlerinde dijital olarak düzenlenecek.  26 Temmuz Salı günü başlayacak etkinliklerin ilk ayağında alanında uzman konuşmacılar Dünyalar  Panelleri‘nde bir araya gelecek ve Türkiye’nin farklı bölgelerinde iklim krizi kaynaklı sorunlarla nasıl mücadele edilebileceğini tartışacak.

Tanıklık, ilham alma, çözüm önerileri, güçlenme…

Sivil Düşün’ün, Mekânda Adalet Derneği’nin uzmanlık katkılarıyla gerçekleştireceği etkinlikte Türkiye’den ve dünyadan iyi uygulama örnekleri paylaşılacak, farklı coğrafyalardan toplulukların iklim krizine bağlı zorluklara nasıl yanıt verdiğine tanık olma ve ilham alma fırsatı sunulacak. Panelin ardından 27-28 Temmuz tarihlerinde düzenlenecek dört farklı masa buluşmasında bölgeler özelinde riskler ve topluluk temelli atılacak adımlar birlikte tartışılacak.

Panellerin ardından ise topluluk sohbetleri yapılacak. 27-28 Temmuz’daki dört masa buluşmasında da Türkiye’nin dört farklı bölgesinden katılımcılar, iklim kriziyle mücadelede kendimizi geliştirmek için hangi bilgi ve becerilere ihtiyacımız var, güçlenmek için hangi stratejileri kullanmalı, hangi mesajları kimlere nasıl vermeli; iklim krizinin sonuçlarına etki etmek için kimlere, nasıl ulaşmalı gibi sorulara birlikte yanıt arayacak.

Dünyalar girişimini tanımak, panel ve masa buluşmalarına kayıt olmak için buraya tıklayın.  

Şimdi de Hozat’ta ağaç kıyımı

Dersim‘in Hozat ilçesine bağlı 1994 yılında boşaltılan Ali Boğazı ve Yılan Dağı bölgesindeki Şamoşi ve Zogar köyleri kırsalında bulunan ağaçlar, bir buçuk aydır kesiliyor. Ağaç kesimi ihalesinin Malatyalı bir şirkete verildiği belirtilirken, ihalenin ayrıntılarına ilişkin bilgi edinilemedi. Ağaç kesim işinde Malatya’dan getirildiği öğrenilen 60 aile çalıştırılıyor.

Bölgedeki ağaç kıyımına ilişkin Mezopotamya Ajansı‘na (MA) konuşan İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Aslan Sultan, “Geçen sene orman yangınlarının enkazlarının temizlenmesi adına bölge Malatya’dan birine ihaleyle verilmiş. Dışardan Elazığ, Palu, farklı illerden 60 aile gelerek; Uzunyazı denilen bölgeye çadır açarak yerleşmiş” dedi.

1.5 aydır sürekli ağaç kesiliyor

Sultan, kendisinin de ağaç kesimi devam eden Hozat’ın Samoşi köyünden olduğunu ve köylerinin 1994 yılındaki köy yakmaları sürecinde boşaltılarak “yasak bölge” ilan edildiğini; köy çevresindeki ormanların yaklaşık 1.5 aydır kesintisiz kesildiğini anlattı.

Köyleri ile yine köylerinin karşısında bulunan Zogar ile mezralarının bulunduğu bölgelerin geçtiğimiz yıl iki defa yakıldığını hatırlatan Sultan,  “Geçen sene orman yangınlarının enkazlarının temizlenmesi adına bölge Malatya’dan birine ihaleyle verilmiş. Dışardan 60 aile gelerek; Uzunyazı denilen bölgeye çadır açarak yerleşmiş. Bunlar 30 traktör ile buralardaki ağaçları kesiyor”  diye konuştu.

Bölgedeki asıl meselenin yeraltı madenleri olduğunu, yüzeydeki ormalık alandan “kurtularak” madenlere ulaşmak olduğunu öne süren Sultan, yol yapımı planlarının da buna göre şekillendirildiğini anlattı.

Aslan Sultan’ın verdiği bilgilere göre, köylüler kesime ve ihaleye karşı dava açtı, geçici olarak yürütme durdurulmuş olsa da ağaç kesimi yasa dinlemeden devam ediyor.

‘Şırnak’a yeterince tepki gösterilseydi Hozat katliamı olmazdı’

Bölgede ciddi anlamda bir orman katliamı olduğunu belirten Sultan şöyle konuştu:

Şırnak‘takinin bir benzeri bugün burada yaşanıyor. Dün Şırnak’taki kesime ciddi tepki göstermiş olsaydık; bugün burada bu olmazdı. Bugün buna tepki göstermezsek coğrafyamızda canlı bir dal bırakmayacaklar. Bahsettiğimiz alan milyon hektarlarca bir alan. Oradaki akrabalarımla konuştuğumda ağlayarak böyle devam ederse bir ağaç dahi kalmayacağını söyledi. Buradaki ve metropollerdeki halkımız yüzünü Kürt bölgelerine dönmeli.”