Ana Sayfa Blog Sayfa 797

Küçülme: Yalnızca Yeşil Yeni Düzen değil

Yazan: Matthias Schmelzer, Andrea Vetter, Aaron Vansintjan

Yeşil Gazete için çeviren: Hanife Aliefendioğlu

*

“The Future Is Degrowth” (Gelecek Küçülmektir) adlı yeni kitabın yazarlarına göre küçülme, Yeşil Yeni Düzen’e entegre edilmesi gereken bakış açıları sunuyor.

Sayısız ve gittikçe hızlanan krizin olduğu bir dönemde yaşıyoruz. İklim çöküşü ensemizde. Dünyadaki ekosistemlerde biyoçeşitlilik çöküyor ve birçok doğal güvenlik ağı – su döngüleri, toprak verimliliği, balık stokları, mikrobiyal çeşitlilik – yok oluyor. 

İç savaş ve doğal afetler bütün ülkeleri paramparça etti, milyonlarca insanı, sadece askerileşmiş ülke sınırları içinde hapsetmekle engellebilen güvenli bölgeler aramayışına yöneltti.

Bu makale, Verso Books tarafından yayınlanan “The Future is Degrowth: A Guide to a World Beyond Capitalism” (Gelecek Küçülmektir: Kapitalizm Ötesi İçin Bir Rehber) adlı kitaptan bir alıntıdır.

Bir pandemi, küresel ekonomiyi titreterek durma noktasına getirdi. Mali ve ekonomik krizler dünyayı, aşağı yukarı her on yılda bir sarsıyor. Milliyetçi ve ırkçı partiler yeniden canlanıyor.

Yeşil kapitalizm

Bu esnada, her yıl değişim talep eden kitle hareketleri ortaya çıkıyor. Siyasi liderler on yıllardır herkes için refah ve orta sınıf bir yaşam tarzı vaat ediyor. Yine de yüksek düzeydeki istikrarlı istihdam; prekaryalaşmaya ve yaygın işsizliğe dönüştüğü için, bu yaşam standartları çoğu kişi için ulaşılmaz hale geliyor.

Ne tür öneriler bizi bu karmaşadan kurtarabilir? Burada, dünya sistemleri teorisyeni Immanuel Wallerstein‘dan bir terim ödünç almak faydalı olabilir.

2000’lerde – neoliberalizmin ve ona karşı oluşan küresel hareketlerin en parlak çağını düşünebildiğimiz dönemde – Wallerstein iki ana siyasi kamp olduğunu öne sürdü: Dünyanın ekonomik ve siyasi seçkinlerinin Dünya Ekonomik Forumu gibi yıllık kongrelerde buluştuğu ‘Davos Ruhu’; Dünyadaki popüler toplumsal hareketlerin bir araya geldiği Dünya Sosyal Forumları’nın doğduğu yer olan ‘Porto Alegre’nin Ruhu’.

Bugün, bu kampların her biri de iki kutba bölünmüş durumda.

Davos tarafında, yalnızca birçoğu yeşil kapitalizmden yana olan küreselciler değil, aynı zamanda özellikle ABD‘de Donald Trump, Brezilya‘da Jair Bolsonaro ve Filipinler’de Rodrigo Duterte tarafından temsil edilen feodal otoriterler ve neo-faşistler de var.

Çöküş

Küreselciler iklim değişikliği gerçeğini kabul ediyor ve ekolojik modernleşmeyi ve yeşil büyümeyi savunuyorlar. Mevcut sistemi temelden değiştirmeye gerek olmadığını düşünüyorlar – onlara göre sadece daha iyi teknolojiye, daha fazla verimliliğe, bilim ve piyasa mekanizmalarının doğru uygulanmasına ihtiyacımız var.

Şu anda sahip olduklarımızı elektrikli arabalar, karbon yakalama ve depolama, yeşil cihazlar ve yenilenebilir ve nükleer enerji ile değiştirin ve sorun çözülür.

Neo-faşistler ise tersine daha açık bir şekilde bir tür eko-apartheidden yanalar. Onlara göre, ekolojik çöküşten ve kapitalist küreselleşmenin yıkımından kaçan göçmenlere sınırları kapatmak, ekonomik büyümeden yararlananların ayrıcalıklarını savunmak için askeri güçleri genişletmek küresel iş bölümünü daha da sağlamlaştıracak ve kaynak yaratılmasını hızlandıracaktır.

Bu tepkisel gerici fikri harekete geçiren, olaylar dizinini doğal düzeni olarak görülenleri korumak için her şeyi değiştirme isteğidir.

Nihayetinde bu öneri, bugün var olandan daha eşitsiz bir dünyaya yol açacak ve yine de mevcut sistemin geniş çaplı çöküşüne neden olacaktır. Daha da önemlisi, her iki kamp da – küreselciler ve neo-faşistler – büyümeden yanalar; yalnızca onu elde etmek için farklı yolları destekliyor.

Üretkenlik

Öte yandan Porto Alegre kampında da iki kutup var. Bir yanda ilerici üretkenlik var: Solun bu kesiminde – sosyalist ve sosyal demokrat işçi hareketleri geleneğinde – büyümeye, teknik üretkenlik artışlarına ve yeniden dağıtıma odaklanan ve dikey organizasyon biçimlerini tercih etme eğiliminde olanlar bulunuyor.

Çoğu zaman bu solcular, mevcut teknolojik altyapıyı korumayı savunuyorlar, ancak sadece merkezi ve hiyerarşik devlet planlaması yoluyla onu daha verimli ve sosyal olarak gerçekleştirme çalışıyorlar.

Üretkenlik artışları veya “tam otomatikleştirilmiş lüks komünizm” yoluyla işin üstesinden gelmeye dayalı ütopya önerileri de bu kampta yer alıyor. Buna “sol üretkenlik” diyelim.

Öte yandan, güçlü bir şekilde tabandan aşağıdan öz-örgütlenmeye odaklanan ve temelde büyümeyi sorgulayan liberter hareketler ve akımlar var – buna “sol liberteryenizm” diyebiliriz.

Bu kutup kendisini hiyerarşi ve üretkenliğe karşı konumlandırırken çok kutuplu, büyüme sonrası bir enternasyonalizme doğru küresel ilişkileri kökten değiştirmeyi amaçlıyor.

İstihdam

Bugün küçülme, Küresel Kuzey’deki sol liberteryenizm içinde – ya da yakın geçmişte yayınlanan kitapta belirtildiği gibi, büyüme, sanayileşme ve tahakkümün ötesinde iyi bir yaşam için savaşan “alternatifler mozaiği” içinde kilit referans noktalarından biri haline geldi.

Son altı ayda, üretimci ve özgürlükçü kutuplar arasındaki hem tartışmaların hem de potansiyel ittifakların merkezinde bir cümle yer aldı: Yeşil Yeni Düzen.

Yeşil Yeni Düzen veya ‘Yeşil Düzen’in bazı sulandırılmış versiyonları, hükümetler, uluslararası kuruluşlar ve Avrupa Komisyonu tarafından desteklenmektedir ve bunlar esasen kapitalizmin ekolojik modernizasyonuna indirgenmektedir. Bunlar, Davos kampına sıkıca bağlı yeşil büyüme küreselleşmesi olarak kabul edilecektir.

Ama biz burada, sadece daha dönüştürücü solcu varyantlarla ilgileniyoruz. Yeşil Yeni Düzen, Yeşil Parti adayları tarafından desteklenen bir dizi geçiş politikası olarak uzun süredir varlığını sürdürüyor. Son yıllarda, Birleşik Krallık‘taki İşçi Partisi ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Demokrat Parti’nin kimi kanatları gibi daha büyük siyasi partiler için giderek artan bir şekilde radikal çevre politikalarının temel taşı haline geliyor.

Temel teklif, kamu yatırımları ve düzenlemeleri yoluyla, fosil yakıt tüketimini radikal bir şekilde azaltmayı ve tamamen yenilenebilir bir ekonomiye geçişi sağlarken, herkes için ve özellikle marjinalleştirilmiş kesimler için adil çalışma koşulları ve tam istihdamın yanı sıra daha iyileştirilmiş yaşam koşulları sağlamayı amaçlamaktadır.

Fosil Sonrası

1930’lardaki Büyük Buhran’ın ardından ABD başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından yürütülen Yeni Düzen (New Deal)’den ilham alan fikir, ekonomiyi temelden yeniden yapılandıran yeşil Keynesçiliğin geniş çaplı mobilizasyonu ve kamu yatırım programıdır.

İlk bakışta bu daha dönüştürücü, solcu Yeşil Yeni Düzen ile küçülme arasında keskin bir karşıtlık var gibi görünse de, yeni kitabımız “The Future Is Degrowth: A Guide to Beyond Capitalism” arasında birbirinden öğrenme ve işbirlikleri için geniş bir alan olduğunu ve bu küçülmenin mevcut Yeşil Yeni Düzen önerileri için önemli düzeltmeler sunan birçok örtüşme ve benzerlik olduğunu savunuyoruz.

Küçülmenin kendine has güçlü yönleri arasında, kapitalizmin biyofiziksel metabolizmasına ilişkin sağlam analizi, ekolojik modernizasyonun küresel adaleti ve kaynak etkileri, büyümeye dayalı ekonomi tarafından sürdürülen ideolojik hegemonya ve özerkliğe bakım ve (kendine) yeterliliğe dayalı bir ekonomi için daha derin dönüştürücü politika önerileri geliştirmesi sayılabilir.

Küçülmeyi diğer sosyo-ekolojik önerilerden en açık şekilde ayıran şey, sosyal metabolizmanın siyasallaşması ve bunun politika oluşturmadaki sonuçlarıdır.

Küçülme, çoğu ekolojik modernizasyon programıyla – ve Yeşil Yeni Düzen’le – fosil sonrası bir toplum için maddi altyapıların hızla oluşturulmasına yönelik büyük yatırım çağrılarını duyuruyor.

Dağıtıklık

Buna topluluklar tarafından kontrol edilen yenilenebilir enerji kaynakları ve demokratik olarak yönetilen toplu taşıma ağları, yenilenmiş sosyal veya toplu konutlar ve uzun ömürlü, onarılabilir ve geri dönüştürülebilir tüketici ürünleri için işçi mülkiyetindeki endüstri tesisleri dahildir

Kate Aronoff, Alyssa Battistoni, Daniel A. Cohen ve Thea Riofrancos‘un “A Planet to Win”deki (Kazandıran Bir Gezegen) bakış açısına benzer şekilde, küçülme de kısa vadede yeşil ekonomik kalkınmanın “Son Uyaran”ını, halkın refahını sağlayacak ortamlar inşa etmeye, yeni politik-ekonomik modeller geliştirmeye, büyüme yarışından vazgeçmeye sermayeden koparak daha yavaş bir seyre geçmeye çağırıyor.

Bununla birlikte, iklim adaletsizliği ve emisyonları ekonomik büyümeden ayırma olasılıkları üzerine kapsamlı araştırmaları hesaba katan küçülme analizi, buna ekonomik büyümenin ötesinde, ekonomi çapında bir geçişin eşlik etmesi gerektiğini öne sürüyor. Bu çalışmalar, büyüme içeren bir Yeşil Yeni Düzen’in – geçici olsa bile – muhtemelen sürdürülebilir olmayacağını gösteriyor.

Bu nedenle, Yeşil Yeni Düzen’in önerileri bu yatırım dürtüsünü ve sürdürülebilir olan her şeyin büyümesini vurgulama eğilimindeyken, küçülme de ve en azından titizlikle yapılması gereken birçok şeye odaklanıyor.
Küresel olarak adil ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak için geniş üretim ve tüketim alanlarının yıkılması, yerlerine başka sistemlerin kurulması gerekecektir.

Dönüştürücü

Yeşil Yeni Düzen’in aksine, küçülme, sürdürülebilir hale getirilemeyen, çok az kullanım değerine katkıda bulunan veya gereksiz tüketim olan ekonomik faaliyetlerin seçici bir şekilde küçültülmesini ve azaltılmasını sağlamak için aktif politikalar formüle eder – ve bunlara reklam, planlı eskitme, ‘saçma işler’, özel uçaklar veya fosil yakıt ve savunma sanayileri gibi şeyler dahildir.

Küçülme, ekolojik aşmayı önlemek için enerji ve malzeme çıktısını azaltmaya ihtiyaç olduğunu iddia ediyor. Ayrıca, emisyonları sınırlayan, fosil üretimini hızla engelleyen ve aşırı tüketimi sona erdiren gerekli politikalar muhtemelen GSYİH’nın azalmasına yol açacaktır.

Bu, kendi başına kötü olmasa da (GSYİH oldukça sorunlu bir gösterge olduğu için), toplumların artık büyüme ve birikime bağımlı kalmamaları için kurumları yeniden düzenleyerek hazırlanmaları gerekiyor.

Yeşil Yeni Düzen platformları ya ekonomik büyümeden yanadır ya da aslında ekonomik genişlemeyi teşvik edecek politikalar önermelerine rağmen, hedefin büyüme olup olmadığı konusunda belirsizdir. Peki, Yeşil Yeni Düzen’in ‘son teşviki’ daha dönüştürücü politikalarla nasıl birleştirilebilir?

İlerici

Bu politikalar, bir yandan aşırı enerji, kütle ve emisyonlarla ilgili üretim ve tüketim alanlarını küçültmeyi amaçlamalı, diğer yandan bu yatırımların yalnızca büyüme ve birikim etrafında inşa edilmiş bir ekonomik sistemi istikrara kavuşturmaması değil, fakat onun dönüşmesini sağlamalıdır.

Yeşil Yeni Düzen platformları, ayrıca, sanayileşmiş ülkeler ve dünyanın geri kalanı arasındaki eşitsiz yeni-sömürgeci ilişkilere meydan okumaktan ziyade basitçe sürdürmekle eleştiriliyor.

Örneğin, Yeşil Yeni Düzen, lityum satın alan zengin ülkelerle madenciliğini yapan fakir ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkileri ortadan kaldırmadan, güneş enerjisi ve lityum pil depolama teknolojisini genişleterek sadece yeni sorunlar yaratabilir ve yeni sömürgeciliği güçlendirebilir.

Kitabımızda tartıştığımız küçülme, “Büyümeden Yeşil Yeni Düzen” olarak önerilenler de dahil olmak üzere, ilerici siyasete üretken bir şekilde entegre edilmesi ve eleştirel bir şekilde uyarlanması gereken perspektifler sunuyor.

Hiyerarşiler

Bu nedenle, küçülmeyi savunanlar, hem yalnızca büyüme odaklı otoriterliği savunan sağa kayma ile ve hem de fosil yakıt güdümlü ve yeşil kapitalizmin varlığını sürdürmesi karşısında siyasi bir proje için toplumsal çoğunlukları örgütleme zorluğuyla karşı karşıya kalmıyorlar.

“Porto Alegre’nin Ruhu”nu temsil edenleri – ama aynı zamanda üretkenliğe yönelmiş olanları – küçülen bir toplumun yararları konusunda ikna etmek de önemlidir.

Bu şekilde, küçülmeyi savunanlar, kapitalist sistemin tekrarlanan krizleri ve insanların bunlara verdiği tepkiler yoluyla ortaya çıkan çoklu siyasi gerçeklikler arasında tercih yapmalıdır.

Kitabımız bu zorlukları aşmaya yönelik bir girişimdir: küçülmenin karşılaştığımız krizlere nasıl yanıt verebileceğini göstererek, yalnızca büyümeye yönelik çeşitli eleştirileri ve küçülmenin vizyon, politika ve stratejilerini tanıtmayı amaçlamıyoruz, aynı zamanda özellikle kapitalizme ve toplumsal hiyerarşileri dikkate alarak ve solun neden desteklemesi gerektiğini tartışan bir küçülme.

Yazarlar

  • Matthias Schmelzer: Ekonomi tarihçisi, örgütleyici ve iklim aktivisti.  Friedrich-Schiller Üniversitesi, Jena‘da doktora sonrası araştırmacı. Konzeptwerk Neue Ökonomie’de (Yeni Ekonomik Fikirler Laboratuvarı) çalışıyor.
  • Andrea Vetter: Küçülmeyi, müşterekleri ve eleştirel eko-feminizmi araç olarak kullanan bir dönüşüm araştırmacısı, aktivist ve gazeteci.
  • Aaron Vansintjan: Küçülme, şehirler, ekoloji ve bilim kurgu konularına odaklanan bir yazar ve araştırmacı.

Makalenin İngilizce orijinali

[Bir şarkının hikayesi] (Sittin’on) The Dock of The Bay/ Otis Redding

1967 Kasım’ının son günlerinde Memphis’teki Stax/Volt stüdyosunun santral görevlisi, prodüktör Steve Cropper’a önemli bir çağrı olduğunu söyledi. Hattın diğer ucunda onu havaalanından arayan Otis Redding vardı ve sesi oldukça heyecanlıydı. Ünlü şarkıcıyı henüz oteline giriş  yapmadan, havaalanından  arayacak kadar heyecanlandıran şey, ağustos ayında San Fransisco turnesi sırasında verdiği kısa molada, arkadaşı Bill Graham’ın Sausalito’daki yüzen evinde kalırken yazdığı şarkı idi.

Elinde “hit” bir parçası vardı.

Amerikan popüler müzik tarihinin en büyük şarkıcılarından biri olarak kabul edilen ve tarzı ile kendinden sonra gelen “Soul Music” şarkıcılarına ilham kaynağı olan Otis Redding, “Soul ‘un Kralı” lakabına sahipti.

Motown’ın pürüzsüz ve sofistike  müziğiyle keskin bir tezat oluşturan ham ve spontane bir stil ile, beyaz dinleyici kitlesine de hitap etmeyi başaran ilk sanatçılardan biri olmuştu.

1967 yılının Haziran ayında katıldığı Monterey Rock Festivali’ndeki performansı, The Who ve  Jimi Hendrix’inki ile yarışacak düzeyde idi. Festivalden birkaç ay öncesinde gittiği Avrupa turnesi sırasında Londra’da kendisini dinlemeye gelenler arasında o sırada sekizinci albümleri için stüdyo çalışmaları devam eden Liverpool’lu dört genç de  vardı.

Bir şekilde Beatles’la da yolu kesişmişti ve o gece onu dinlemeye gelen Fab Four’un çıkardığı ve müzikologlara göre Pop Müziği kökünden değiştiren ve ilk” konsept albüm” olarak kabul edilen “Sgt.Pepper’s Lonely Hearts Club Band” albümü, Reddingi de derinden etkilemişti.

Eşi Zelma’ya “Artık müziğimde değişim yapmamın zamanı geldi” dedirtecek kadar etkisi altında kalmıştı bu albümün. O güne kadar hep vokallerdeki duygu ve enerjinin şarkıları taşıdığını düşünüyordu ama artık sözlere daha fazla önem vermesi gerektiğine kanaat getirmişti.

Beatles’ın, prodüktörleri George Martin ile stüdyoda başardığı kompleks kayıt, ona bir ipucu daha vermişti. Turnelerde daha az zaman geçirmeli ve stüdyo çalışmalarına odaklanmalıydı.

‘Yuvarlanan’ gemilere bakarken çıkan hit

Otis Redding ses tellerindeki polip nedeni ile ameliyat olmak zorunda kalınca, 1967 sonbaharında turlarına ara verdi. Crooper’a göre Redding’in sesi ameliyat sonrasında her zamankinden daha iyi idi ve artık stüdyoya girebilirlerdi.

Cropper, Rolling Stone dergisine verdiği röportajda Redding’in kendisine söylediği şu sözleri aktarmıştı: ”Memphis’e geliyorum, bir yer tutacağız ve sen ve ben yeni şarkılar yazıp kaydedeceğiz.”

İşte o heyecanla onu havaalanına iner inmez aramıştı.

Gerçekten de stüdyoya girip 30’a yakın şarkı kaydetmeyi başaracaklardı.

Ağustos ayında, Sausalito’da Waldo Point Harbor’da arkadaşının yüzen evinde oturup gelip geçen ya da kendi deyimiyle “yuvarlanan” gemilere bakarken kaleme aldığı satırlar, Otis’in müziğinde yapmak istediği değişimin belki de ilk kıvılcımları idi.

 “I am sittin’on the dock of the bay
Watchin’ the tide roll away,
I ‘m just sittin’on the dock of the bay
Wastin’ time”

 “Körfezin rıhtımında oturuyorum
Med cezirin yuvarlanmasını izliyorum.
Körfezin rıhtımında sadece oturuyorum
Zaman öldürüyorum.”

 

Resmi kayıtlara göre “Dock of the Bay”in kayıtlarına 22 Kasım’da başlamışlardı. Crooper, Gibson akustik ritm gitarı çalmıştı. Nefeslilerin notalarını Redding ve Cooper beraberce  yazmışlardı. 8 Aralık, Otis Redding’in kaydı tamamladığı tarih olarak kayda geçti. Şarkının sonundaki ıslık bölümünü, ancak üçüncü deneyişinde istediği gibi çalabilmişti. Öğle yemeğini Memphis’in meşhur lokantası Four Way’de yedikten sonra Stax’a dönüp ilk ham miksajı dinlediler. Henüz Crooper, şarkının hüzünlü havasını ön plana çıkaracak ustaca dokunuşlarını yapmamıştı. Redding şarkıya biraz daha geleneksel soul hissi vermenin iyi olacağını düşünüyordu. Crooper, vokal için Staple Singers‘ı  davet edebileceklerini önerince, Otis bunun harika bir fikir olduğunu söyledi. Kayıt sırasında mutlaka o da stüdyoda bulunmalıydı.

‘Hit olacağından emindi, olduğunu göremedi’

Redding, hemen bir gün sonra, cumartesi akşamı Cleveland’da TV showuna çıktı. Karısı ve çocukları ile bir telefon konuşması yaptıktan sonra bir sonraki durakları Madison Wisconsin için havaalanına gitti. Hava sisli ve yağmurluydu ancak tüm uyarılara rağmen küçük uçağı Ohio’dan kalktı. Pilot iniş için izin istedikten kısa bir süre sonra Monona Gölü‘ne düştüler. Grubun trompetçisi Ben Cauley hariç, uçaktaki herkes ölmüştü.

Kaza 10 Aralık pazar günü olmuştu ve Redding’in ölümünden sadece bir gün sonra Atlantic Records’un yöneticisi ellerinde hangi şarkının yayınlanmaya hazır olduğunu soruyordu. İki albümlük şarkı kaydetmişlerdi ama henüz hiçbir şarkının miksajı tamamlanmamıştı.

Crooper, salı günü stüdyoya girip “Dock of The Bay”in miksajını tamamladı. Vokal ilave etmek için artık zamanı yoktu. Lokal bir jingle firmasından yardım alarak martı ve dalga seslerini ilave etti. Crooper daha sonra bunun Redding’in isteği olduğunu söylemişti.

(Sittin’on) The Dock of the Bay, Ocak 1968’de yayınlandı; iki milyondan fazla kopya sattı  ve Otis Redding’in Bilboard’da 1 numaraya yükselen ilk hiti oldu. Şarkı zirvede dört hafta boyunca kaldı. Otis Redding maalesef bir hit olacağından emin olduğu şarkısının başarısını göremedi. Bilbord tarihinde hem single’ı hem de albümü, ölümünden sonra 1 numaraya yükselen ilk sanatçı olmuştu.

1987 yılında Michael Bolton şarkının cover’ını yaptı. Otis’in eşi Zelma, Bolton’un yorumunun kendisini ağlattığını ve şarkının bugüne kadar yapılmış en iyi cover’ı olduğunu söylemişti. Bolton’a yazdığı  teşekkür mektubunu, sanatçı ofisinin duvarına astı.

 

(Sittin’on) The Dock of the Bay, Rolling Stone dergisi tarafından 2021’de yenilenen  “Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı” listesinde 38’inci sırada gösterildi. Aynı listenin zirvesinde ise gene bir Otis Redding bestesi olan ve Aretha Franklin’in seslendirdiği “Respect” bulunuyor.

Kaynakça

  • Moore R., Behind the song Otis Redding Sittin’on the Dock of the Bay, American songwriter , 2020
  • Taysom J., The Story Behind The Song Otis Redding’s tragic hit ‘Sittin’on the Dock of the Bay’, Far Out Magazine,  October 2020
  • Miller S., Inside Otis Redding’s Final Masterpiece, Sittin’on the Dock of the Bay, Rolling Stone, 10 December 2017
  • Wikipedia, Otis Redding,(Sittin’on) The Dock Of The Bay.

 

ODTÜ öğrenci hareketi neden parlar her daim?

[email protected]

Türkiye’de üniversite öğrencileri özel bir kategori oluştururlar. Belki bütün dünyada benzer bir toplumsal konumları vardır, ama ABD’de/ paralı özel eğitimin çok yaygın olduğu ülkelerde ve belki İslam toplumlarında farklı bir nitelikler taşırlar. Ancak Avrupa’da ve devrimci Asya ülkelerinde, Türkiye ile benzerlikler oldukça fazladır.

Öğrenciler her zaman hareketli ve genellikle milliyetçiydi Türkiye’de:  1940’larda Naziler’den yana acımasız, kırıp-döken ve 1960-70’lerde işçilerden, devrimden yana, gözü kara, özverili ve sabırsız…

Birçok üniversitenin öğrenci hareketi, o üniversitenin karakteri hakkında da bir gösterge gibidir. Öğrenciler ne yapıyorsa, neye/ nasıl isyan ediyorlarsa üniversitenin hamurunda da o vardır. Bazı eski üniversitelerde, fakülteler bile öğrenci hareketleri nedeniyle farklı karakter kazanırlar. Bunların içinde sanırım SBF, Ankara Üniversitesi’nden ayrı bir karakter taşımak bakımından en belirgin olanıdır. Başka fakültelerin de böyle daha isyancı, daha devrimci ve daha parlak olduğu da bilinir.

Gerçi üniversitenin/ fakültenin devrimci karakterinin öğrencilerinden mi yoksa öğretim kadrolarından mı hatta bazı durumlarda çalışan işçilerinden mi kaynaklandığı da pek belli olmaz. Bu ögeler öylesine yoğun bir etkileşim içindedirler ki hiçbir “yumurta-tavuk” problemi tam bir açıklama getiremez.

ODTÜ’lü: Kararlı, keskin, zeki, esprili…

ODTÜ’ye gelince, sanırım köklerin devrimci öğrencilerde olduğu, eğiticilerin de çok hayranlık uyandıracak bir biçimde iyi öğrenciler olup hemen öğrendikleri ve daha sonra gelen eğiticilerin -öğrencilerin de kurulmuş olan bu sarhoş edici derecede iyi işleyen ve baş döndüren bu çekici auraya göre, ODTÜ’yü seçerek geldikleri söylenebilir.

ODTÜ öğrencisinin en başından beri en ayırt edici özelliği çok kararlı ve keskin olmayı, çok zeki ve esprili olmakla kolayca bağdaştırmış olmasındandır sanırım. O çok keskin/ parıltılı zeka ve ince mizah etkileştiğinde öğrenci hareketinin parlaklığı/ göz alıcılığı ve uyandırdığı inandırıcı hayranlık, çıtanın yerini aniden değiştiriyor ve göklere uçuruyor…

ODTÜ öğrencisi, devrim için de işçi sınıfı için de kadın hareketi için de doğa ve kavaklar veya gözlemlediği kuşlar için de ya da LGBT+ hareketi için de hiç ayırım yapmadan, inandırıcı ve içten bir özveriyle davranır. Ne olduğunu gördüğünüzde/ okuduğunuzda bunun hiçbir bencil yanı olmadığını anlarsınız. Çünkü ODTÜ öğrencileri bunları çoğu kez kendisine ve kendi bireysel çıkarlarına karşı yapar. Özverideki içtenlik inandırıcıdır ve apaçıktır. Hiç gölgesi yoktur.

Eğer bir dağa dağcılık amacıyla tırmanıyorsa da devrim amacıyla tırmanıyorsa da öylesine duru ve saydam, öylesine bir özgeci (alturism) ve fedakarlıkla yüklüdür ki herkes hiçbir kuşkuya kapılmadan ondaki sade ama çok derin kökleri olan kamusal amacı/ toplumun görmesini/ bilmesini istediği amacı, hiçbir kuşkuya kapılmadan tam olarak görür ve anlar.

ODTÜ öğrencisinin özelliklerinin hemen hemen hepsi sınanmış, sınavdan geçirilmiştir. Çok güç sınavlardır bunlar. Bazıları ölümcüldür. Devlet her zaman ve her koşulda saldırır ODTÜ öğrencisine. Ama hiçbir zaman ODTÜ öğrencisini ezemez. Ezdiğini/ yok ettiğini sandığı her defada/ her askeri ya da sivil darbede, her hödük yönetici bozuntusuna karşı ODTÜ öğrencisinin o sınanmış ve çok yakıcı sınavlardan geçmiş ruhu, bir yerden yeniden filizlenir ve hızla ormana dönüşecek bir çiçeklenmeyle, devrimci atmosferi oluşturur.

‘Üniversiteli’ olmak kolay değil

ODTÜ öğrencisinin karakterini en çok sağlayan özellik, sanırım öğrencilerin yaratıcılığıdır. Hiçbir zaman, hiçbir geçmişin taklidi ya da başka/ daha önce denenmiş bir modelden örnek almaz. Her seferinde yepyeni olanı icat eder. Yaratıcılık ve sürekli yenilikçi özellikler geliştirebilmek onun öğrencisinin en ayırt edici özelliğidir. Her öğrenci kuşağı bunu kendiliğinden ve tam olarak, hem ODTÜ’deki isyan ve devrim karakteri hakkındaki içgörüsü hem de yeni ortamın gerektirdiği durumlara karşı geliştirdiği düşünce ile yapabilir.

Belki asıl mucize, bunun 1960’ların ortasından beri hiç şaşmadan ve her defasında hayranlık uyandırıcı parlak bir zekayla bir şaka gibi yapabilmesindedir. Ama gerçekten de her defasında bunu yapabilecek zeka ve yaratıcılık, ODTÜ öğrenci geleneğine içsel gibidir. Hiçbir ahmak yöneticinin söküp-alamayacağı bir tözdür bu, kuşaktan kuşağa devredilmekte olan…

Türkiye’de, herhangi bir ülkenin “meslek yüksekokulu” olmak bakımından bile gerisinde kalacak yüzlerce özel üniversite var. Onlar zaten öğrencilerine müşteri olarak davranıyorlar. Türkiye’nin bütün il merkezinde hatta bazı ilçelerinde de “üniversite” olarak adlandırılan küçük ve zavallı “saltanatlar” var. Hiç birisinin “gerçek üniversite” kimliği olmadığından, öğrencilerini de üniversite öğrencisi kategorisinde düşünmek oldukça zor.

Yine de köklü ve bütün zarar verme çabalarına rağmen üniversite kimliğine yaklaşan bazı üniversitelerin bulunduğu söylenebilir. Buralardaki öğrencilerin davranışlarına, kendi tarihsel gelişmeleri içinde bakıldığında, ODTÜ öğrenci hareketlerinin farklı özellikleri olduğu kolayca görülecektir. Bunların her birini ayrıntılandırarak incelemek gerekse de, başlıklar şöylece belirlenebilir:

ODTÜ öğrenci hareketi gerek kampusun içinde, gerek dışarıda, başlangıçtan beri her zaman;

  • Devrimci/ solun bütün çeşitlerine açık bir politik eğilime sahiptir,
  • Bencilce veya (öğrencilik bakımından) küçük denilebilecek taleplerle değil, toplumsal/ kamusal taleplerle/ yararlarla ilgilenir,
  • Radikaldir; sınıf sorunlarıyla ilgili olabileceği gibi ayrımcılıklarla, demokrasiyle-özgürlüklerle veya ekolojik sorunlarla da ilgili olabilir ama sorunu hiçbir zaman dar bir açıdan değil, geniş bir kamusal yarar/ adalet açısından görür,
  • Öğrenci hareketine karşı kullanılan şiddet ne kadar aşırı/ acımasız ve “düşman hukuku” yaklaşımlı olsa bile (5 Mart 1971’deki gibi) gösterilen direnç fedakar, akılcı ve dengelidir, hiçbir zaman korunma sınırlarını aşmaz/ zarar vermemeyi gözetir,
  • Boykotlar, işgaller, protesto yürüyüşleri ve direnişlerde öğrenciler zarara uğramayı göze alarak, barışçı-yumuşak geçişler öngörür, bazen zeki bir espri bile içerir (kendini kavaklara bağlamak gibi) yıkıcı olmaz ve ilişkilerin yeniden kuruluşu için ipuçları bırakır,

  • Öğrenci hareketleri belki her zaman veya çoğu kez içinde farklılıklar barındırır ve katılmak isteyen herkese açıktır ve farklılıklar arasında konuşmalar-tartışmalar /değerlendirmeler ve eleştiriler her zaman sürdürülür,
  • Bağımsız veya belirli bir gruba özgü olsa bile (kadın hareketleri, LGBT+ vb.) kamusal yarar perspektifiyle kolektif katılım sağlanır, gruplar yalnız bırakılmaz,
  • Öğrenci hareketlerinde durum ne kadar acil-kaotik ve belirsiz olursa-olsun kararların alınması kolektif bir süreçle gerçekleşir; buradaki demokrasinin örgütlenişinde/ işleyişlerinde aksamalar olsa bile, sorunlar onarılabilecek boyutları aşmaz (bu başarılamasaydı, öğrenci hareketinin karakterini koruyarak sürekliliği sağlanamazdı),
  • Öğrenci hareketinin her yeni kuşağı, daha önceki mirası dikkate almakla birlikte hiçbir tekrara yer vermeksizin, her defasında yeniden doğar, yeni buluşlarla ve yeni esprilerle zenginleşerek özgün yaklaşımlar geliştirir.

Öğrenci hareketleri bakımından ideolojik hegemonyaya göre, sağcı faşizmden solcu devrimciliğe kadar farklılıklar içeren İstanbul Üniversitesi’ne, Ankara Üniversitesi’ne, şimdilerde (68 baharından beri bir öğrenci hareketi olmakla birlikte) oldukça yeni sayılabilecek Boğaziçi öğrenci hareketlerine bakıldığında, yukarıdaki özelliklerin ODTÜ öğrenci hareketlerini niteleyebilmek için yararlı olacağı söylenebilir.

Yazdıklarımın, belki de aşırıya kaçmış bir “güzelleme” olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Doğrusu “yansız” olduğumu düşünmekte ben de zorlanmaktayım. Bununla birlikte, genel hatları bakımından gerçeği yansıttığını da düşünüyorum.

 

Alkış

Bir sevgi ve coşku ifadesi olan “tekil alkış” pan-insanlığın pan-kapitalizmi, pan-kapitalizmin pan-insanlığı organize etmesiyle tüm masumiyetini yitirmiş ve kitleselleşmiştir: “Kitlesel alkış” tekil alkışın masumiyetini ve biricikliğini gasp etmiştir.

Seçilmiş tek adamlar en yüksek rakamı ödeyerek kitlesel alkış sahiplerini hem satın almış hem de onları cellatlaştırmıştır. Kitlesel alkış sahipleri ise en yüksek rakama satılmış olmanın hazzı ve coşkusuyla tek adamları tekrar ve tekrar seçerek onları kurbanlaştırmıştır.

Çünkü pan-kapitalizm bir satan, satılan ve satın alan örgütlenmesidir: Çok uluslu şirketler, reklam ajansları, medya, üniversite ve banka düzenli ordudan daha etkindir; ilki zihniyeti ikincisi toprağı işgal eder.

Cellat ve kurban “alkışlanarak satın alan” ve “alkışlayarak satın alınan” olarak yeni bir tufanın habercisidir artık.

Gök gürültüsü, yıldırım ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur sesi değil, alkış seslerinin eşlik ettiği bir yeni tufan![1]

*

[1] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan ‘Çok Kalpli Asi’ adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Piyale Madra çiziyor- 44

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

Shreya KC: We are the most important generation on Earth to solve the planet’s triple crisis [Climate Generation -30]

Shreya KC,  is a 24 year old climate activist from Solukhumbu, Nepal. She lives at the foot of the Himalayan mountains, the water tower of Asia or the third pole.

Their dependence on nature for their livelihoods makes Nepalese people very vulnerable, while floods caused by glacial lake outburst floods that threaten lives, agricultural production is rapidly depleted by drought, untimely rainfall, new diseases and the growth of invasive species. As a young climate activist, Sherya KC does her best to spread awareness, advocate ambitious policies and take action for climate.

Atlas Sarrafoğlu: How did you become a climate justice activist? Can you tell us your story in depth? 

Shreya KC: Five years back, I was unaware of the climate crisis and its dangerous environmental impacts. Until it was on the 1st day of my class in Environmental Science that I learned about the effects of the horrifying impact of the climate crisis. I had read about global warming and acid rain in my school but didn’t know its urgency.

My hometown Solukhumbu lies in the lap of the Himalayas, also home to the world’s highest mountain. I had observed the drastic changes in the level of snow and the occurrence of extreme floods and landslides. It also clicked in my mind how the declining agricultural production is forcing people to migrate and pushing people to poverty.  When I sensed that we were already being impacted but didn’t know about the problem at the 1st place, I was terrified. Slowly and gradually, I concluded, “all of us, no matter how rich and privileged we are, will be affected and will continue to suffer more due to the climate crisis”. So, rather than just being a victim of climate change, I decided to do all the things in my capacity to address this global emergency and started working from the ground. 

‘Glacial lake floods can destroy entire villages at once’

We know that Nepal is very vulnerable to climate change, especially the Himalayan mountains.. Please tell us how your country is affected by climate change and how your government is dealing with these issues. 

Nepali people live in proximity with nature. Our main economic sources are agriculture, tourism and hydroelectricity. All of them are directly linked with our natural resources. Besides this, we have difficult geography that ranges from hills to mountainous areas where one can find rich biodiversity and most of the climatic variations. Being a least developed country, our adaptation potential both in terms of finance and technical capacity is very less. All these factors combined makes us extremely vulnerable to the impacts of climate change. Globally, Nepal lies as 4th most vulnerable country in terms of climate change. With greater than average warming rate in the Himalayas and the decline in snow cover, the number of glacial lakes has grown significantly.  A report by ICIMOD says even if we limit temperature increase to 1.5°C, one-third of our Himalayan glaciers will melt. Since 1977, we in Nepal have had 26 glacial lake outburst floods. We have made progress in glacial lake outburst flood (GLOF) risk studies as well as in early warning systems. Yet it is still not possible to forecast when such floods will hit, or their magnitude. GLOF remain a persistent threat to us living in the downstream communities; it can sweep away entire villages in an instant – damaging lives, property and infrastructure. People can lose their lifetime’s work in a second. It also washes away their dreams and hopes.  

In account of this, Nepali government has taken various initiatives to tackle the impacts of changing climate. We have the National Climate Change Policy 2019 which acts as an umbrella policy for all climate and environment related laws and aims to develop a resilient Nepal by reducing the risk of climate change impacts.

Beside this, we also have done vulnerability assessments in all areas that range from energy to water to tourism. We have submitted the National Adaptation Plan and 2nd Climate Action Plan, basically the NDCs to the UNFCCC. Nepal has announced to reach net zero by 2045 and be a carbon negative country after 2045 and increase forest cover to 45% by 2030. Moreover, it has started to engage young people in the decision making process by including us in formal negotiations such as the Conference of Parties (COP). 

If we see our efforts from a global lens, despite having negligible emissions we are doing best to tackle this crisis. But from the national lens, we have to work a lot on decreasing our fossil fuel consumption and leading nature friendly development projects thereby respecting the rights of local and indigenous peoples.

‘We are the most important generation on Earth to solve the planet’s crisis’

What is the involvement of youth in the climate movement and actions? Can you tell us about what kind of actions you have been involved in? 

It is an undeniable truth that young people are the ones who will be hardest hit by the climate as well as other socio-economic crises. Therefore, there should be an universal understanding about the crucial role we as youths can play to address this existential threat. We, being the most connected generation filled with creativity, passion, knowledge and skills must be in the steering position to drive humanity towards a livable future for all of us. Whether by running the office or organizing ourselves in the street, the youths of today are doing everything they can to pressurize the leaders to act.  

I have always believed that our generation of young people are the most important generation that will ever live on the Earth as we are the only one capable of solving the triple planetary crisis. As climate change does not respect countries boundaries, I have realized we need to connect our action from a local level to international platforms. 

I am a student of Environmental Science and taught “Science and Environment” in a local school for two years, where I established a Green Club and engaged the students and teachers in different environmental rallies and campaigns. I work with Nepalese Youth for Climate Action (NYCA), the largest youth-led and purely-volunteering platform which runs with its seventeen regional chapters and engages 600+ youths directly across Nepal in climate action. We empower and educate youths to take action from their level. Currently, I support the team as an advisor. I have conducted awareness sessions in about 45 schools and reached 10,000+ youths through my work. I am active in organizing campaigns such as Save Nijgadh forest. We recently won this case as the Supreme Court of Nepal directed Nepal government not to make an airport by destroying the pristine Nijgadh forest. Other than that, on a national level I try to link my work with the policy level and with the communities on the ground. You can frequently find me connecting and sharing my knowledge with youths from inside as well as outside of Nepal especially with those from the rural and marginalized areas.

At the international level, I work as a campaign coordinator for our global campaign known as Mock COP. Here we work with youths from different parts of the globe to bring a revolution in implementing climate education at all levels. I co-lead the NDCs working group of YOUNGO, the youth and children constituency of the UNFCCC, where we mainly work in policy. I am also supporting the Loss and Damage Youth Coalition being in its advocacy team and NDC team of the Care about Climate. Other than that, I am a youth climate change champion of UNICEF South Asia and a spokesperson for the Red Alert on Climate campaign of Save the Children. Recently, I have also been working on presenting the loss and damage cases from Nepal.

I know that you have been to COP25, COP26, SB56 in Bonn and have been involved in MockCOP and YOUNGO. Please tell us about your experiences in these activities and conferences and what it is that makes you feel hopeful about the future? 

Activism and advocacy should go hand in hand. I strongly prioritize policy advocacy as another effective way of activism. Keeping this in my heart, I actively led the prioritization of young people in the 2nd climate action plan of Nepal, prepared to stay in line with 1.5 degrees of the Paris Agreement. Based on the conclusions of several related events held, our team submitted the National Young People’s Priorities to the climate action plan to the Focal Point of the Ministry. To this response, Nepal now has the 2nd NDC that prioritizes the meaningful engagement of young people and commits to include us in the decision making space. Stepping on from this commitment of NDC, I have been able to participate at COP26 and SB56 as an official youth delegation of Nepal. 

Coming from Nepal, the opportunity to participate in this Global North conference is a huge privilege for me. Even if we are able to secure funds from different networks by investing our several months, the visa restrictions hinders our participation. Having observed the core negotiation meetings, I have realized despite decades of lip-service, the world leaders are still trying hard to continue with business as usual, which is not something we can afford to do today. Inside this giant elite conference, there are big talks about net zero by 2050, which does not care to recognize that the lives and livelihoods of communities on the ground are already being ravaged. The outcomes at such negotiations fail to understand that the climate crisis for poor countries like us does not begin at 1.5 degrees; it is already worse at the 1.2 global average. It is not something that we are anticipating in the near future- we are already suffering from its consequences now, and those repercussions are only going to become more severe in the days to come. We are not going anywhere with the highest emitter countries denying its responsibility to take bolder action and provide greater support to the vulnerable nations.

With my participation at COP25, COP26 and SB56 I have concluded that the real changes wont come from this exclusive conference but from the people, who have been taking actions from the community level.

To Leaders: We have our eyes on you, we will not forget who is on the right side

If you had a microphone to address the world leaders, what would you say to them about the climate crisis?

We are watching you. Your every action makes a difference for millions of people like us. The choice to decide whether to make a positive impact or bring out the worst consequences from it, is on you. We will not forget who was on the right side of history.

Remember that when you are using your power and making decisions on behalf of all of us.

What does “climate justice” mean to you? 

The term “climate justice” itself is a beautiful hope for me and every time I utter this word from my mouth I am reminded of all the people who lie at the forefront of battling with the harsh impacts of climate change every day. This in a way, helps me to remember time and again why I am doing this. It gives me courage to continue doing what I do in the climate field. Climate justice for me, is simple: all the living beings having their rights to live in a fair and livable environment. 

Climate change must be recognized as an intergenerational and human right issue. To achieve climate justice, the climate crisis must be addressed with urgent actions and unprecedented transformation in the way the system runs now. 

What is your perception of the future in regards to the climate crisis? How do you envision yourself in 2030? 

Scientists have agreed that we must limit the temperature rise to 1.5 degrees by the end of this century if we are to secure a habitable planet for all. To achieve this, the world’s emission must reduce by 45% by 2030 from 2010 levels. The stats show that we are not anywhere to achieve this target. So, I honestly feel afraid when I think of the 2030 future. But, with a large number of people being educated about this problem, I have a hope that the government will start taking concerted actions before it is too late. 

In 2030, I shall be working with the policymakers so as to get rid of the existing loopholes and connect deeply with people on the ground. 

*

Social media accounts: 

Twitter: https://twitter.com/KCShreya1
Instagram: https://www.instagram.com/kcshreya1/ 

 

Shreya KC: Gezegenin üçlü krizini çözebilecek, Dünya’daki en önemli nesiliz [İklim Kuşağı-30]

Shreya KC, 24 yaşında Solukhumbu, Nepal’de yaşayan bir iklim aktivisti. Asya’nın su kulesi veya üçüncü kutup denilen Himalayalar’ın eteklerinde geçmiş hayatı. 

Patlayan buzul göllerinin patlayarak taşmasıyla oluşan seller hayatları tehdit ederken, kuraklık, zamansız yağışlar, yeni hastalıklar ve istilacı türlerin büyümesi nedeniyle tarımsal üretim hızla tükenirken, geçim kaynakları için doğaya bağımlılıkları Nepal halkını çok savunmasız kılıyor. Shreya KC genç bir iklim aktivisti olarak farkındalığı yaymak, iddialı politikaları savunmak ve iklim için harekete geçmek için elinden geleni yapıyor.

Atlas Sarrafoğlu: Nasıl iklim adaleti aktivisti oldun, hikayeni kısaca anlatır mısın?

Shreya KC: Beş yıl önce, iklim krizinden ve onun tehlikeli çevresel etkilerinden habersizdim. Ta ki iklim krizinin korkunç etkilerini, Çevre Bilimi dersinin ilk gününde öğrendiğim ana kadar. Okulumda küresel ısınma ve asit yağmuru hakkında bir şeyler okumuştum ama aciliyetini bilmiyordum.

Yaşadığım yer Solukhumbu, aynı zamanda dünyanın en yüksek dağına da ev sahipliği yapan Himalayalar’ın kucağında yer alıyor. Kar seviyesindeki büyük değişiklikleri ve aşırı sel ve toprak kaymalarının meydana geldiğini gözlemlemiştim. Düşen tarımsal üretimin insanları nasıl göç etmeye ve yoksulluğa ittiğini de görmeye başlamıştım. Zaten artık iklim krizinden etkilendiğimizi hissettiğimde, ancak ilk etapta sorunu bilmediğim için çok korktum. Yavaş yavaş ve kademeli olarak, “ne kadar zengin ve ayrıcalıklı olursak olalım hepimiz iklim krizinden etkileneceğiz ve daha fazla acı çekmeye devam edeceğiz” sonucuna vardım. Yani, sadece iklim değişikliğinin kurbanı olmaktan ziyade, ben bu küresel acil durumu ele almak için elimden gelen her şeyi yapmaya karar verdim ve zeminden çalışmaya başladım.

‘Buzul gölü taşkınları bir anda tüm köyleri yok edebilir’

Nepal’in, özellikle de Himalaya dağlarının iklim değişikliğine karşı çok savunmasız olduğunu biliyoruz. Lütfen bize ülkenin iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini ve hükümetin bu sorunlarla nasıl başa çıktığını anlatır mısın?

Nepalliler doğayla iç içe yaşıyor. Başlıca ekonomik kaynaklarımız tarım, turizm ve hidro-elektriktir ve bunların hepsi doğrudan doğal kaynaklarımızla bağlantılıdır. Bunun yanı sıra, zengin biyoçeşitlilik ve iklim çeşitliliğinin çoğunun bulunabileceği tepelerden dağlık alanlara kadar uzanan zorlu bir coğrafyaya sahibiz. En az gelişmiş ülkelerden biri olduğumuz için hem finansal hem de teknik kapasite anlamında adaptasyon potansiyelimiz çok az. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde bizi iklim değişikliğinin etkilerine karşı son derece savunmasız hale getiriyor. 

Küresel olarak Nepal, iklim değişikliği açısından en savunmasız dördüncü ülke konumunda bulunuyor. Himalayalar’daki ortalamanın üzerinde ısınma hızı ve kar örtüsünün azalmasıyla buzul göllerinin sayısı önemli ölçüde arttı. ICIMOD (Uluslararası Entegre Dağ Gelişim Merkezi) tarafından hazırlanan bir rapor, sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlasak bile, Himalaya buzullarının üçte birinin eriyeceğini söylüyor. 1977’den beri Nepal’de 26 buzul gölü taşkınları yaşadık. Buzul gölü taşkınları (GLOF) risk çalışmalarında ve erken uyarı sistemlerinde ilerleme kaydettik. Yine de, bu tür sellerin ne zaman vuracağını veya büyüklüklerini tahmin etmek hala mümkün değil. Buzul gölü taşkınları aşağı havza topluluklarında yaşayan bizler için kalıcı bir tehdit olmaya devam ediyor; tüm köyleri bir anda yok edebilir, canlara, mallara ve altyapıya zarar verebilir. İnsanlar ömürleri boyunca yaptıkları işi bir saniyede kaybedebilirler. Aynı zamanda hayallerini ve umutlarını da yıkar.

Bu nedenle, Nepal hükümeti değişen iklimin etkileriyle mücadele etmek için çeşitli girişimlerde bulundu.  İklim ve çevre ile ilgili tüm yasalar için bir şemsiye politika görevi gören ve iklim değişikliği etkileri riskini azaltarak dirençli bir Nepal geliştirmeyi amaçlayan 2019 yılında benimsenen “Ulusal İklim Değişikliği Politikası”na sahibiz. 

Bunun yanında enerjiden suya, turizme kadar her alanda kırılganlık değerlendirmeleri yaptık. Temelde Ulusal Katkı Beyanı kapsamında olan Ulusal Uyum Planı ve 2. İklim Eylem Planı‘nı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi birimine sunduk. Nepal, 2045 yılına kadar net sıfıra ulaşacağını ve 2045’ten sonra karbon negatif bir ülke olacağını ve 2030 yılına kadar orman örtüsünü %45’e arttıracağını duyurdu. Ayrıca, COP gibi resmi müzakerelere bizi de dahil ederek gençleri karar alma sürecine dahil etmeye başladı. 

Çabalarımızı küresel mercekten görürsek, göz ardı edilebilir emisyonlara rağmen bu krizle başa çıkmak için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Ancak ulusal açıdan, fosil yakıt tüketimimizi azaltmak ve doğa dostu kalkınma projelerine öncülük etmek, böylece yerel ve yerli halkların haklarına saygı göstermek için çok çalışmalıyız.

‘Gezegenin krizini çözebilmek için Dünya’daki en önemli nesiliz’

Nepal’de gençlerin iklim hareketi ve eylemlerine katılımı nedir? Ne tür eylemlerde bulunduğunuzdan bahseder misin?

İklim ve diğer sosyo-ekonomik krizlerden en çok gençlerin etkileneceği yadsınamaz bir gerçektir. Bu nedenle, biz gençlerin bu varoluşsal tehdide karşı oynayabilecekleri önemli rol hakkında evrensel bir anlayış olmalıdır. Yaratıcılık, tutku, bilgi ve becerilerle dolu, birbirine en bağlı nesil olarak, insanlığı hepimiz için yaşanabilir bir geleceğe taşımak için direksiyon başında olmalıyız. İster ofisi yöneterek ister sokakta örgütlenerek, bugünün gençleri liderleri harekete geçmeye zorlamak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu üçlü gezegen krizini çözebilecek tek nesil olduğumuz için, genç neslimizin Dünya’da yaşayacak en önemli nesil olduğuna her zaman inandım. İklim değişikliği ülkelerin sınırları ile kısıtlı kalmadığından, eylemlerimizi yerel düzeyden uluslararası platformlara bağlamamız gerektiğini anladım.

Çevre Bilimi öğrencisiyim ve iki yıl boyunca yerel bir okulda “Bilim ve Çevre” dersi verdim, burada bir Yeşil Kulüp kurdum ve öğrencileri ve öğretmenleri farklı çevre buluşmaları ve kampanyalarına dahil ettim. On yedi bölgesel bölümüyle çalışan ve doğrudan Nepal genelinde 600’den fazla genci iklim eylemine dahil eden, gençlerin önderlik ettiği ve tamamen gönüllülerin katıldığı ülkenin en büyük platformu “Nepal İklim Eylemi için Gençlik” (NYCA) ile çalışıyorum. Gençleri kendi seviyelerinde harekete geçmeleri için güçlendiriyor ve eğitiyoruz. Şu anda ekibi danışman olarak destekliyorum. Yaklaşık 45 okulda farkındalık oturumları düzenledim ve çalışmalarım aracılığıyla 10.000’den fazla gence ulaştım. Save Nijgadh ormanı gibi kampanyalar düzenlemekle meşgulüm. Nepal Yüksek Mahkemesi, Nepal hükümetine el değmemiş Nijgadh ormanını yok ederek, havaalanı inşaatına iptal talimatı verdiği için bu davayı yakın zamanda kazandık. Bunun dışında, ulusal düzeyde, çalışmamı politika düzeyinde ve sahadaki topluluklarla ilişkilendirmeye çalışıyorum. Beni sık sık Nepal’in içinden ve dışından, özellikle kırsal ve marjinal bölgelerden gelen gençlerle bağlantı kurup bilgimi paylaşırken bulabilirsiniz.

Uluslararası düzeyde, Mock COP olarak bilinen küresel kampanyamız için kampanya koordinatörü olarak çalışıyorum. Burada, iklim eğitiminin her düzeyde uygulanmasında bir devrim yaratmak için dünyanın farklı bölgelerinden gençlerle birlikte çalışıyoruz. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi‘nin gençlik ve çocuk seçmenleri olan YOUNGO‘nun Ulusal Katkı Payı çalışma grubuna liderlik ediyorum ve burada esas olarak politika boyutunda çalışıyoruz. Ayrıca,  bulunan Kayıp ve Hasar Gençlik Koalisyonu’nun savunuculuk ekibini ve Care about Climate‘ın Ulusal Katkı Payı ekibini de destekliyorum. Bunun dışında, UNICEF Güney Asya‘nın genç iklim değişikliği şampiyonu ve Save the Children‘ın “Red Alert” kampanyasının sözcüsüyüm. Son zamanlarda Nepal’den gelen kayıp ve hasar davalarını sunmak için de çalışıyorum.

Madrid’de yapılan COP 25, Glasgow’da yapılan COP 26, Bonn’da yapılan SB56’ya gittiğini ve MockCOP ve YOUNGO’ya dahil olduğunu biliyorum. Bu etkinlikler ve konferanslardaki deneyimlerini ve gelecekten umutlu olmanı sağlayan şeylerden bahseder misin?

Aktivizm ve savunuculuk el ele gitmelidir. Bir başka etkili aktivizm yolu olarak politika savunuculuğuna şiddetle öncelik veriyorum. Bunu kalbimde tutarak, Paris Anlaşması’nın 1.5 derece limitine uygun kalmaya hazırlanan Nepal’in ikinci iklim eylem planında gençlerin önceliklendirilmesine aktif olarak öncülük ettim. Ekibimiz, düzenlenen çeşitli ilgili etkinliklerin sonuçlarına dayanarak, Ulusal Gençlerin Önceliklerini, İklim Eylem Planı’na ileterek Bakanlığın “Odak Grubu”na sundu. Bu yanıt için Nepal şimdi gençlerin anlamlı katılımına öncelik veren ve bizi karar alma alanına dahil etmeyi taahhüt eden ikinci ulusal katkı payına sahip. Ulusal Katkı Payı’nın bu taahhüdü üzerine adım atarak, Nepal’in resmi gençlik delegasyonu olarak COP26 ve SB56’ya katılabildim.

Nepal’den gelen bu Küresel Kuzey konferanslarına katılma fırsatı benim için büyük bir ayrıcalık. Birkaç ayımıza yatırım yaparak farklı ağlardan fon temin edebilsek bile, vize kısıtlamaları katılımımızı engelliyor. Temel müzakere toplantılarını gözlemledikten sonra, onlarca yıllık yalana rağmen dünya liderlerinin hala her zamanki gibi işlerine devam etmek için çok uğraştıklarını fark ettim ki bu bugün yapmaya gücümüzün yetmediği bir şey. Bu büyük elit konferansta, 2050 yılına kadar net sıfır hakkında büyük tartışmalar var, bu da krizle karşı karşıya olan toplulukların yaşamlarının ve geçim kaynaklarının zaten perişan olduğunu kabul etmediğini açıkça gösteriyor. Böyle bir müzakerenin sonuçları, bizim gibi yoksul ülkeler için iklim krizinin 1,5 derecede başlamadığını anlamakta başarısız oluyor; 1,2 küresel ortalamada halihazırda zaten kötü. Bu yakın gelecekte beklediğimiz bir şey değil – biz “şimdi” bunun sonuçlarından acı çekiyoruz ve bunun yansımaları önümüzdeki günlerde daha da şiddetli hale gelecek. En yüksek emisyonlu ülkelerin daha cesur adımlar atma ve savunmasız ülkelere daha fazla destek sağlama sorumluluğunu inkar ettiği için maalesef hiçbir yere ilerleyemiyoruz.

COP25, COP26 ve SB56’ya katılımımla, gerçek değişimin bu özel konferanslardan değil, topluluk düzeyinde harekete geçen insanlardan geleceği sonucuna vardım.

Liderlere: Gözümüz üzerinizde, kimin doğru tarafta olduğunu unutmayacağız

Dünya liderlerine seslenecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?

Gözlerimiz üzerinizde. Her eyleminiz bizim gibi milyonlarca insan için fark yaratıyor. Olumlu bir etki yaratmaya veya bundan en kötü sonuçları çıkarmaya karar verme seçimi size ait. Kimin tarihin doğru tarafında olduğunu unutmayacağız. Gücünüzü kullanırken ve hepimiz adına kararlar alırken bunu unutmayın.

“İklim adaleti” senin için ne ifade ediyor?

“İklim adaleti” terimi benim için güzel bir umut ve bu söz ağzımdan her çıktığında, iklim değişikliğinin sert etkileriyle mücadelede en ön saflarda yer alan tüm insanları her gün hatırlıyorum. Bu bir bakıma, bunu neden yaptığımı tekrar tekrar hatırlamama yardımcı oluyor. İklim alanında yaptığım şeyi yapmaya devam etmem için bana cesaret veriyor. İklim adaleti benim için basit: Tüm canlıların adil ve yaşanabilir bir çevrede yaşama hakları var.

İklim değişikliği nesiller arası ve insan hakları sorunu olarak kabul edilmelidir. İklim adaletini sağlamak için, iklim krizi acil eylemlerle ve sistemin şu anki işleyişinde benzeri görülmemiş bir dönüşümle ele alınmalıdır.

İklim kriziyle ilgili gelecek algın nedir? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?

Bilim insanları, herkes için yaşanabilir bir gezegen sağlamak istiyorsak, bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlamamız gerektiği konusunda hemfikir. Bunu başarmak için, dünyanın emisyonunun 2030 yılına kadar 2010 seviyelerine göre %45 oranında azaltılması gerekiyor. İstatistikler, bu hedefe ulaşmak için hiçbir yerde olmadığımızı gösteriyor. Bu yüzden, 2030 geleceğini düşündüğümde açıkçası çok korkuyorum. Ancak, çok sayıda insanın bu sorun hakkında eğitim almasıyla, hükümetin çok geç olmadan ortak adımlar atmaya başlayacağını umuyorum.

2030’da, mevcut boşluklardan kurtulmak ve sahadaki insanlarla derinden bağlantı kurmak için karar vericilerle birlikte çalışacağım.

*

Sosyal medya hesapları: 

Twitter: https://twitter.com/KCShreya1
Instagram: https://www.instagram.com/kcshreya1/ 

Marmarisliler görüntülerle kanıtladı: Belediye ve Sinpaş’ın ‘sürmüyor’ dediği inşaat sürüyor

MUĞLA – Marmaris Kızılbük Koyu‘nda mahkeme kararına rağmen Milli Park alanı işgal edilerek süren Sinpaş GYO projesi inşaatında nöbet tutan Marmaris Kent Konseyi üyeleri, mühürlenen alanda inşaatın sürdüğü görüntüleri paylaştı.

Görüntüler, dün Marmaris Belediye Başkanlığı ve Sinpaş/Kızılbük GYO tarafından yapılan ‘ inşaatta tüm faaliyetlerin durduğu, aksi bilgilendirmelerin kamuoyunu yanıltıcı nitelikte olduğu’ iddiasını çürütüyor.

Sinpaş GYO’nun doğal sit alanındaki otel ve konut projesine verilen ‘ÇED gerekli değildir’ kararı, 4 Ağustos’ta mahkeme tarafından iptal edilmişti. Kararın iptalinin ardından mühürlenen inşaat alanında çalışmaların sürdüğünü gören ve görüntüleri paylaşan Marmaris Kent Konseyi bunun üzerine nöbet tutmaya başlamış ve bir haftada iki kez gözaltına alınmışlardı.

Vatandaşlar ve Konsey üyeleri tarafından kaydedilen videoların paylaşıldığı açıklamada şöyle denildi:

“Mücadelemizin her aşamasında bilgi ve belge olmadan hiçbir paylaşım yapmadık. Dün farklı noktalardan elde ettiğimiz inşaat faaliyeti görüntüleriyle, duygusal yakınlık içerisindeki belediye ile firmanın yanıltıcı beyanlarda bulunmayı alışkanlık haline getirdiğini bir kez daha görmüş olduk. Firmanın yanıltıcı açıklamalarını parasal çıkarı olması nedeniyle anlamak mümkün ancak kamusal görev yapan Marmaris Belediyesi’nin gerçekleri görmemek için yukarıya bakmasını, hakikatı tahrif etmesini kamu vicdanında affetmek mümkün değil.

Açıklamada video görüntülerinin bizzat kentini korumaya çalışan Marmarislilerin olağanüstü gayreti ile elde edildiğinin ve manipülatif açıklamaları kadük hale getirdiğinin altı çizildi.

Açıklamaların aksine inşaat, mühürleme işleminden beri durmamıştır.

Bu gerçeğe karşın ne belediye ne de kolluk kuvvetleri bir tek tutanak tutmamıştır.

Şirket himaye altına, Marmarisliler gözaltına alındı

Firma, mahkeme kararının ardından önce Milli Park kapısıyla inşaata dair dokunulmazlık elde etmiş, dilekçe ve nöbete başlayan vatandaşların baskıları sonucu kapı kontrolü Sinpaş’ın elinden alınmış; sonra ise emniyet güçleri set çekmiş ve nöbetteki vatandaşlar beş günde iki kez gözaltına alınarak alandan uzaklaştırılmıştı.

İkinci gözaltı, Marmaris Kent Konseyi’nin gece yarısı alana giren beton mikserinin görüntülerini paylaşmasının ardından gelmişti.

Vatandaşlar bu hafta, inşaatı yürüten firma yetkilileri ve görevi kötüye kullanan ve suça göz yuman kamu perosneli hakkında suç duyursunda bulundu.

Sinpaş ve Kızılbük GYO’nun Marmaris Kent Konseyi üyesi Halime Şaman‘a ‘haksız rekabet’ gerekçesiyle açtığı 300 bin liralık tazminat davası ise hala sürüyor.

Bir nükleer savaş olursa 5 milyar insan açlıktan ölebilir

Yeni araştırmalar, iki ulusun birbirine nükleer silahla saldırdığı en küçük bir olası çatışmanın bile dünya çapında kıtlığa yol açabileceğini öne sürüyor.

ABD Rutgers Üniversitesi‘nde yapılan ve Nature Food‘da 15 Ağustos’ta yayımlanan araştırmaya göre nükleer savaş olursa, yanan şehirlerden gelen kurum ve duman gezegeni çevreleyecek ve güneş ışığını uzaya geri yansıtarak büyük bir soğumaya neden olacak Bu da en kötü senaryoda, 5 milyar insanı ölümün eşiğine getirebilecek küresel mahsul kıtlığını başlatacak.

Çalışmayı yöneten Rutgers Üniversitesi‘nden iklim bilimci Lili Xia, “İnsanların büyük bir kısmı açlıktan ölecek. Gerçekten kötü” yorumunu yapıyor.

Ani ölümler dışında uzun vadeli sonuçların ne olacağını araştıran ekip, nükleer bir savaşın ardından dünyanın çeşitli yerlerinde iklimin nasıl değişeceğini ve mahsullerin ve balıkçılığın bu değişikliklere nasıl tepki vereceğini modelledi.

Burada her biri atmosfere farklı miktarlarda duman salacak ve yüzey sıcaklıklarını 1 ila 16 °C arasında bir seviyede düşürecek altı savaş senaryosunun on yıl veya daha fazla sürebilecek etkileri analiz edildi.

 

 

Bir senaryoda, Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir bölgesi nedeniyle tetiklenecek bir nükleer savaş, kaç savaş başlığının konuşlandırıldığına ve şehirlerin yok edildiğine bağlı olarak atmosfere 5 milyon ila 47 milyon ton arasında kurum ve duman salabileceği görüldü.

ABD ve Rusya arasındaki tam bir nükleer savaşın ise 150 milyon ton kurum üretebileceği belirlendi: Gezegeni çevreleyen örtü, sonunda gökyüzü temizlenene kadar yıllarca devam sürecekti.

Ekip, BM Gıda ve Tarım Örgütü‘nden elde edilen verileri kullanarak, nükleer bir savaştan sonra azalan mahsul veriminin ve balıkçılık avlarının insanların yemesi için gerekli olan kalori sayısını nasıl etkileyeceğini hesapladı. Burada, insanların hayvan yetiştirmeye devam edip etmedikleri veya bunun yerine hayvancılık için kullanılan mahsullerin bir kısmını veya tamamını insanlara yönlendirip yönlendirmedikleri gibi çeşitli ihtimaller de göz önüne alındı.

İnsan tüketimi için biyoyakıt mahsullerinin bir kısmının yeniden kullanılabileceğini ve insanların gıda israfını azaltacağını veya ortadan kaldıracağı ve ayrıca ülkeler yalnızca kendi sınırları içindeki insanları beslemeyi seçtikçe uluslararası ticaretin duracağı da varsayıldı.

Xia, çalışmanın karmaşık küresel gıda sisteminin bir nükleer savaşa nasıl tepki vereceğine dair birçok varsayıma ve basitleştirmeye dayandığını belirtiyor. Ama rakamlar çok net.

5 milyon ton is ve kurum salacak bir Hindistan-Pakistan çatışmasının en küçük savaş senaryosu için bile, gezegen genelinde kalori üretimi savaştan sonraki ilk beş yılda yüzde 7 oranında düşebilir.

47 milyon ton kurum senaryosunda, küresel ortalama kaloriler yüzde 50’ye kadar düşüyor.

ABD- Rusya savaşının en kötü durumunda ise üretilebilecek gıdaların kalorisi, savaştan üç ila dört yıl sonra yüzde 90 oranında düşecek.

Ülkeler orantısız etkilenecek

Bu senaryolarda gıda kıtlığından en çok etkilenen ülkeler, mahsul yetiştirmek için zaten kısa bir mevsime sahip olan ve nükleer bir savaştan sonra tropikal bölgelere göre daha dramatik bir şekilde soğuyacak olan orta ve yüksek enlemlerdeki ülkeler olacak.

Örneğin Birleşik Krallık, Hindistan gibi daha düşük enlemlerde bulunan ülkelere göre gıda stoklaırnda  daha keskin düşüşler görecek. Ancak büyük bir gıda ihracatçısı olan Fransa, en azından daha küçük çatışma senaryolarında nispeten iyi durumda, çünkü ticaret durunca kendi halkı için daha fazla yiyeceğe sahip olacak.

Daha az etkilenen bir başka ülke ise Avustralya.

Nükleer bir savaşın ardından ticaretten izole edilen Avustralya, gıda için esas olarak buğdaya güvenecek ve buğday, atmosferik kurumun neden olduğu daha soğuk iklimde nispeten iyi büyüyecek.

Bu yüzden, senaryolarda ekibin haritasında dünyanın büyük bir bölümünü açlıktan kırmızıya boyanırken Avustralya, şiddetli savaş senaryolarında bile  yeşil renkte parlıyor.

Xia, “Oğluma haritayı ilk gösterdiğimde, ilk tepkisi ‘Avustralya’ya taşınalım’ oldu” diyor.

Minnesota Üniversitesi‘nde gıda güvenliği araştırmacısı Deepak Ray, çalışmanın bölgesel bir nükleer savaşın küresel gıda etkilerini anlamak için yararlı bir adım olduğunu söylüyor.

Ancak ekinlerin dünya çapında nasıl üretileceğinin karmaşık senaryosunu doğru bir şekilde simüle etmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. Örneğin araştırma, ulusal mahsul üretim rakamlarını dikkate aldı, ancak bir ülkenin farklı bölgelerinde farklı amaçlar için farklı mahsullerin yetiştirilmesiyle durumunda sonuçlar çok daha nüanslı olabilir.

Nükleer savaş, soğuk savaş sırasında olduğundan daha az tehdit gibi görünebilir, ancak hala aralarında 12 binden fazla nükleer savaş başlığı da  bulunan dokuz ülke var. Nükleer savaşın potansiyel sonuçlarını ayrıntılı olarak anlamak, ulusların riskleri daha iyi değerlendirmesine yardımcı olabilir.

Bilim insanları uyardı: Yaz ‘tehlike mevsimine’ dönüştü.

Yazan: Kate Yoder

Yeşil Gazete için çeviren: Özge Altaş

***

Yaz, bin yıl veya daha uzun süredir çoğunlukla aynı. 900 yılı civarında, eski İngilizce konuşanlar zaten daha sıcak aylar için “sumor” kelimesini kullanıyorlardı. Bazıları, “summer” kelimesinin muhtemelen, bugün Avrupa ve Hindistan‘da konuşulan birçok dilin atası olduğuna inanılan tarih öncesi Hint-Avrupa dilini konuşulduğu 4.000 yıl öncesinde duyulan versiyona yakın olduğunu söylüyor.

Fakat yaz artık eskisi gibi değil. Mevsim, o kadar çok ısınıyor ki yeni bir isim koymanın zamanı gelmiş olabilir: Tehlike mevsimi.

Union of Concerned Scientists‘in (Endişeli Bilim İnsanları Birliği) yeni kampanyasının bir parçası olan bu ifade, Amerika Birleşik Devletleri‘nde felaket çanlarının çaldığı mayıstan ekime kadar olan dönemi ifade ediyor. Bu aylar boyunca, ülke genelinde insanlar hala havuzlara atlıyor ve sahile gidiyorlar, ancak artan bir şekilde sıcak dalgalarından zarar görüyorlar, orman yangınlarından kaçıyorlar, dumanlı hava soluyorlar ve kasırgalar yaklaştıkça tahta çakarak evlerini korumaya çalışıyorlar.

Sıcaklık, diğer aşırı hava koşullarından daha fazla insan öldürüyor

Kasırgalar ve normalin üzerinde orman yangını gerçekleşeceğini gösteren tahminlerle bu yazın başka bir tehditkar yaz olacağı öngörülüyor. Başlangıç olarak, sıcak dalgası hafta sonu Güneybatı’yı kavurdu ve birçok şehirde sıcaklık rekorları kırıldı. Sıcaklıklar Denver’da 38 C’ ye ulaştı ve Phoenix havaalanında 45,5 C’ ye kadar yükseldi.

Union of Concerned Scientists’de iklim bilimcisi olan Kristy Dahl, “İklim değişikliği bu tür olayların çoğunu çok daha tehlikeli bir yöne taşıdı” diyor:  “Bu sezonu ve buna nasıl tepki vereceğimizi düşünürken, ‘tehlike mevsimi’ ifadesi uygun görünüyordu.”

Örneğin, sıcaklığın ABD’de her yıl ortalama olarak diğer aşırı hava koşullarından daha fazla insanı öldürdüğünü düşünün. Her yaz, yaşlı yetişkinler evlerinde klima olmadan ölüyor ve genç sporcular kavurucu sıcaklıklarda antrenman yaparken sıcak çarpmasından ölüyor. Bu tür ölümlerin önlenebileceğine dikkat çeken Dahl, “tehlike mevsimi” çerçevesinin, insanların yaz tehditlerini kavramasına daha iyi yardımcı olacağını umuyor: “Çünkü bu tehditleri kavrarsanız, bu konuda bir şeyler yapmaya başlayabilirsiniz.”

Bu, Dahl’ın “yaz” kelimesini değiştirmek ya da dondurma külahlarınızı veya kumsaldaki günlerinizi çalmak istediği anlamına gelmiyor: “Biliyor musun, yazın neşesi elimizden alınıyormuş gibi hissetmek bizi biraz zorladı.”

Sıcak havaya yönelik kültürel bir sevginin, insanların mevsimin tehlikelerini gözden kaçırmasına neden olması mümkündür, ancak bazıları için bu güneşli tutum değişiyor. Batı ABD’nin çoğunda olduğu gibi, Dahl’ın Kaliforniya‘da yaşadığı yerde yaz, bir korku duygusuyla birlikte gelen yangınlar ve dumanlar anlamına geliyor: “Bu, yaz başlangıcına daha gençken yaklaşımımdan çok farklı hissettiriyor, o zamanki hislerim ‘Hadi hava sıcak, barbekü yapalım!’ idi.”

Yaz için yeni isim, Union of Concerned Scientists’in bir diğer analisti olan Erika Spanger-Siegfried tarafından öne sürüldü. Kuruluş, geçen hafta blog gönderisinde ve sosyal medyada bu ifadeyi tanıttı ve ekip, sıcak mevsim felaketleri meydana gelirken bu ifadeyi kullanmaya devam etmeyi planlıyor. 50 eyaletin hepsinin bu yaz alışılmadık derecede yüksek sıcaklıklar yaşaması bekleniyor ve Batı’nın çoğunda uzun süreli kuraklık sebebiyle bu tehditler elektrik şebekesini zorlayabilir ve elektrik kesintilerine yol açabilir.

Afetler birleşiyor

Pek çok iklim tehdidi, tehlike mevsiminin dışında da pusuya yatmış durumda. Kasım ayında Washington eyaletini ve Britanya Kolumbiyası‘nı vuran, karayolları üzerinde toprak kaymalarına yol açan ve binlerce kişiyi tahliye etmeye zorlayan yıkıcı selleri düşünün. Yazı, özellikle tehdit edici yapan şey, afetlerin birbirleriyle birleşme biçimleri.  Örneğin Meksika Körfezi’nde, büyük kasırgalar, tam yaz sıcağı dalgaları başlarken, elektrik ve su hizmetlerini devre dışı bıraktı. “Hayatlarını yeniden kurmaya çalışan insanlar, bunu tehlikeli derecede sıcak koşullarda, soğutmaya ve suya erişimi olmayan ortamlarda gerçekleştirmeye çalışıyor” diyor Dahl.

Aşırı sıcaklıklar daha sık hale geldikçe ve fırtınalar güçlendikçe, “bir sıcak  dalgası ile büyük bir kasırganın çakışma olasılığı giderek artıyor.”

Sıcaklıkların 7 Haziran 2022’de 115 derece F’ye yükseldiği Hindistan’ın Uttar Pradesh kentinde insanlar kavurucu sıcakta yürüyorlar. Fotoğraf: Ritesh Shukla / NurPhoto

“Tehlike mevsimi” ifadesini kullanmanın ardındaki düşüncenin bir parçası, insanların iklim krizini azımsamalarını zorlaştırmak. Cleetus, “Açıkça söylemek gerekirse, 10-15 yıl önce, iklim değişikliği hakkında konuştuğumuzda insanları korkutmak istemedik. İnsanların bilimi anlamalarını ve gerçekten sonuçları anlamaya davet edilmelerini istedik. Şimdiyse dünyaya salmış olduğumuz şeyden korkuyoruz, ürküyoruz” ifadelerini kullanıyor.

George Mason‘ın İklim Değişikliği İletişim Merkezi direktörü Edward Maibach, “tehlike mevsiminin”, insanların tekrar eden felaketlere tepki vermek yerine hazırlanmaları gerektiğini anlamalarına yardımcı olmak için yararlı bir çerçeve olarak gördüğünü söylüyor. Grist‘e yazdığı bir e-postadaki ifadeleri şöyle: “Tehlikeli mevsimlerin uzadığını bilmek, umarım insanlara, işletmelere ve hükümetlere değer verdikleri ve bağımlı oldukları şeyleri korumak için şimdi harekete geçme ihtiyacını fark etmelerinde yardımcı olacaktır.”

Dahl, toplulukların afetleri atlatmasına yardımcı olacak çabaları koordine edecek ve insanları korumak için politikalar uygulayacak bir “ulusal dayanıklılık stratejisi” çağrısında bulundu. Bu, Batı’da yangın tehlikesini azaltmak için evlerin etrafında tampon alan gerektiren bina kodları ve açık hava çalışanları için ulusal ısı koruması ve dumandan koruma standartları anlamına gelmekte. “Yerel olarak yapılabilecek çok şey var,” diyor bilim insanı: “Ama aynı zamanda çok daha büyük ölçekte düşünmemiz gerekiyor.”

Makalenin İngilizce orijinali