Dünyada sınırlı bölgelerde yaşayan, Türkiye‘de ise Doğu Karadeniz Bölgesi‘nde görülen ve Uluslararası Bern Sözleşmesi’nin koruması altındaki Kafkas semenderi, Kafkas şeritli semenderi ve Kafkas kurbağasının nesli, yaylalarda kirlenen sulak alanlar nedeniyle tehlike altında.
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ufuk Bülbül, “Düzensiz ve kaçak yapılaşmalar, atıklarla çevrenin ve su ortamlarının kirletilmesi hayvanları azalma stresine sokuyor ve üreme başarılarını olumsuz etkiliyor” dedi.
Trabzon’un Akçaabat ilçesi Hıdırnebi Yaylası’ndaki durgun ve temiz su kaynaklarında araştırmalar yürüten Bülbül, insanlardan uzak alanlarda yaşayan üç türün azaldığını tespit etti.
Sulak alanlara kanalizasyon suyu veriliyor
Üç türün yaşam alanları olan temiz su kaynaklarının kirletildiğini belirten Prof. Dr. Bülbül şunları anlattı: “Kaçak inşaatlar yapılıyor, tesisler yapılıyor, yol geçiyor, kanalizasyon suyu verilerek sular kirletiliyor. Suda oksijen bitiyor ve bu hayvanın yumurta ile larvasının yaşama imkânı kalmıyor.
Hayvanlar daha temiz su olan yerlere gitmeye çalışıyor. Zaten küresel ısınmaya bağlı olarak sular da azalıyor. Hem bu olurken hem de insan etkisi olduğunda hayvanların habitatları bozuluyor. Yaylalardaki yapılaşmalar, atıklarla çevrenin ve su ortamlarının kirletilmesi gibi olaylar hayvanları azalma stresine sokuyor ve üreme başarılarını olumsuz etkiliyor”
‘Yaylalar doğallığını kaybediyor’
Doğu Karadeniz yaylalarındaki yapılaşmanın her geçen gün arttığını kaydeden Prof. Dr. Bülbül, “Bölgedeki yaylalarımız yapılaşma ve doğallığını kaybetme tehlikesi altında ve bu her gün giderek artıyor. Bunlar ileride yerine konulacak, kaybettiğimizde geri kazanabileceğimiz değerler değil” diye konuştu.
Prof. Ufuk Bülbül, söz konusu hayvanların, doğal dengede ve besin zincirinde çok önemli rolleri olduğunu vurguladı:
“Böcekle beslendikleri için böcek popülasyonlarını baskılıyorlar. Hiçbir canlı doğada boşuna yaratılmamıştır. Bu canlılar özetle yaşamak istiyorlar. Tek gayeleri çoğalmak yaşamak ve nesillerini devam ettirmek. Bunlara yardımcı olabilecek bir tek insanoğlu varken tam tersine biz bunu bozuyor ve engel oluyoruz çünkü maalesef sadece kendi yaşantımızı düşünüyoruz.”
Türkiye’nin en önemli uranyum yataklarından birine sahip olan Manisa’nın Köprübaşı ilçesi, uranyumun gölgesinde yaşamın sürdüğü bir köyün hikayesini saklıyor sarıya çalan topraklarında. Kentin bağlarındaki üzümü, bahçelerindeki meyve ağaçlarını, dağlarındaki kokulu otları büyüten verimli topraklar bu köyde bambaşka bir şey tutuyor içinde. Kasar’ın topraklarında yıllar önce bir sır gibi ortaya çıkarılan uranyum, toprağın üzerinde biten bir yara olmuş iyileşmeyi bekliyor. Toprak, bağrından çıkarılan bu yarayı örtmek istermişçesine çelimsiz yaban otlarına bürünmeye çalışıyor. Kuzular uranyumdan habersiz, toprağın sunduğu türlü otla avunuyor. Kasar’da esen rüzgar, yağan yağmur bu sırrı civardaki Demirköprü Barajı’na, Gediz Nehri’ne taşıyor. Kimi zaman bir bitkinin yaprağına konuyor kimi zaman da bir evin damında konaklıyor. Kasar, bağrındaki yarayla yaşamaya (ç)alışıyor…
*
1970 ile 1980 yılları arasında, Türkiye’nin en önemli uranyum yataklarından birine sahip olan Manisa’nın Köprübaşı ilçesine Etibank tarafından bir uranyum tesisi kuruldu. Prof. Dr. Ahmet Şaşmaz’ın “Köprübaşı (Manisa) uranyum yatağı çevresinde toprak, su ve bitki örneklerinde, uranyum düzeyleri ve olası çevresel etkilerinin belirlenmesi” başlıklı araştırma raporuna göre, bölgede uranyum yatakları üzerindeki ilk çalışmalar, aslında MTA tarafından 1961 yılında başlamış ve 1974 yılına kadar devam etmişti. Uranyumdan “sarı pasta” elde edebilmek için ilçede pilot bir tesis de kuruldu. Bölgedeki cevherlerden ilk “sarı pasta” üretimi 17 Ocak 1975 tarihinde gerçekleştirildi. Nükleer enerjinin hammaddesi olarak bilinen “sarı pasta”nın üretiminin durdurulmasının ardından tesis 80’li yıllarda kapatıldı.
Henüz o yıllarda bölgenin rehabilite edilmeden terk edildiği öne sürüldü. Uzmanlar, sondaj kuyularının kapatılmaması nedeniyle toprak yüzeyine çıkan uranyumun rüzgar ve yağmur suyu gibi doğal taşıyıcı unsurlarla taşınabileceğini belirtti. Uranyum tehlikesinin köyü terk etmediği hatta yer altı sularına karışarak taşınabileceği endişesiyle köyden toplanan bitki, su ve toprak örnekleri incelendi.
Köprübaşı uranyum yatağı çevresindeki kirlenmenin boyutlarını saptamak amacıyla yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda uranyum yatağı çevresindeki kirlenmenin boyutları sahada su ve toprak üzerinde yapılan çeşitli ölçümlerden elde edilen verilerle belgelendi.
Yapılan incelemeler ve sahadan toplanan veriler köyde yaşayan vatandaşlara düzenli olarak sağlık taraması yapılması gerektiğine işaret ediyordu. Köyde araştırma yapan gazetecilerin ve uzmanların çabalarıyla sır bozulmuştu. Köyün rehabilite edilmesi gerekiyordu.
Nihayetinde, gündeme taşınan uranyum kaynaklı radyasyon kirliliği, soru önergeleri ile Meclis gündemine taşındı. Ne var ki, devlet kurumları iddialara dayanak olarak sunulan bilimsel araştırmaların ve uzmanların yorumlarının aksine köyde yaşamın sürmesi için hiçbir tehdidin olmadığını kendi kurumları tarafından hazırlanan raporlarla açıklamayı uygun buldu. Kasar Köyü uranyumun gölgesinde sürecek bir yaşamla barıştırılmıştı.
Tesis işletme sahası, ocaklar, açılan kuyular işletme sahası, ocaklar, açılan kuyular etrafına tel örgü bile çekilmeden, radyasyon uyarısı asılmadan o haliyle bırakıldı.
Geçen nisan ayında Avrupa Komisyonu’nun Ortak Araştırma Merkezi’ne bağlı (JRC) Radyoaktivite Çevresel İzleme Komisyonu (REM) bir grafik yayımladı. Buna göre, 26 ve 27 Nisan’da Avrupa’da en yüksek radyasyon oranı Manisa’da tespit edilmişti. Bir ay sonra Nükleer Denetleme Kurumu (NDK) ölçümlerin “elektriksel dalgalanmaya’ bağlı olduğunu açıkladı. Uzmanlar hayatlarında ilk kez böyle bir şey duyduklarını söyledilerse de başka bir açıklama gelmedi.
Peki, bunca yıl sonra köyün bağrında açılan yara iyileşmiş miydi? Uzmanların uyarıları ne kadar dikkate alınmıştı? Bu iki soru, Yeşil Gazete olarak, yıllar sonra uranyum cevherinin çıkarıldığı yer olan Köprübaşı ilçesine bağlı Kasar köyüne doğru yola çıkmaya karar vermemize neden oldu.
İlk ölçüm: 1 mikrosievert’in altında
Kasar’a doğru yola çıkan araçta üç kişiyiz: Jeofizik Mühendisi Erhan İçöz, Halk Sağlığı Uzmanı Ali Osman Karababa bize eşlik ediyor. Manisa’da Salihli Çevre Derneği Başkanı Avukat Seçil Ege Değerli’yle buluşacağız.
İzmir-Manisa yolu kıvrıla kıvrıla ilerliyor, gözlerimiz taş ocaklarıyla delik deşik dağların kaybolan yeşil rengini arıyor. Sıra sıra dizilmiş asma bahçeleri göründükçe, Manisa’ya yaklaşmış olduğumuz anlaşılıyor. Sarı üzümler toprağın üzerine boylu boyunca serilmiş kahverengiye çalan bir renge dönüyor, güneşin altında kurumayı bekliyor. Yol aldıkça karşımıza çıkan ve yoğunlaşan taş ocaklarıyla çimento fabrikalarının hakimiyetinde manzara değiştikçe aracın içindeki sohbet de değişiyor. Erhan İçöz, bir yandan yol boyunca karşımıza çıkan kayaçlar ve toprak yapısını anlatırken, bir yandan da yeniden ölçüm yapmak istediğimiz bölgedeki Demirköprü Barajı’nın su seviyesine dikkat çekiyor: “Barajın su seviyesi ciddi oranda azalmış” derken eliyle daha önceki su seviyesinin yüksekliğini gösteren izleri işaret ediyor.
Artık hedefe vardık. Volkanik kayaçların olduğu alan koyu rengiyle kolayca fark ediliyor. Ayaklarımızın altında kayan toprağa yönettiğimiz Geiger ölçüm cihazına yansıyan değer henüz çoğunlukla 1 mikrosievertin (μSv) altında. Amacımız buradaki ölçümlerin köye yaklaştıkça ne kadar farklılaşacağını görmeye çalışmak. Veri toplayarak ilerlemeye devam ediyoruz.
Kasar köyüne vardığımızda, bizi hemen girişte karşılayan ve beyaz boyası döküldüğü için kerpiç duvarları gözüken evi arkamızda bırakıp aracı köyün içinde durduruyoruz. Bir yandan da İçöz’ün köydeki deneyimleri nedeniyle yaptığı uyarıları düşünüyor, köyde yaşayanların tepkisini çekmemeyi umuyoruz. Zira burada geçimini tarımla sürdüren vatandaşlar, uranyumun tekrar gündeme gelmesini istemiyor, burada yetiştirdikleri ürünlerin satışının olumsuz etkilenmesinden çekiniyor. Evlerin camlarından dışarı doğru bakan birkaç kişi, köyde bulunma nedenimizi anlamaya çalışıyor, köydeki varlığımızın neden olduğu tedirginlik insanların davranışlarında kolayca hissediliyor.
Tarlaların arasında ikinci ölçüm 40 yıl sonra aynı: 16 mikrosievert
İçöz, geçmiş yıllarda yaptıkları ziyaretten anımsadığı rotamızı belirliyor, ölçüm yapmak istediğimiz Göktepe Mevkii’ne doğru ilerliyoruz. Köyle aramızda artık yaklaşık iki kilometre kadar mesafe var. Küçük sarı tepecikler bir yükselip bir alçalırken, toprak yolda traktör izleri kolayca seçiliyor. Hemen çalışmaya başlıyoruz. Ali Osman Karababa, elindeki Geiger cihazıyla tepecikleri inip çıkıyor, İçöz yıllar sonra geldiği sahayı dikkatle dolaşıyor. Bu sırada biz de küçük bir zeytin bahçesinin ardında uzanan ve bölgede tarım yapıldığını işareti olan tütün tarlasını ve tepenin hemen yanında otlayan koyun sürüsünü izliyoruz.
Buraya ilk kez gelen birinin bölgenin geçmişi hakkında bilgisi olmadan radyasyon tehlikesinden haberi olması mümkün değil. Alana girmek serbest, ne bir çit, ne herhangi bir engel, hatta bir uyarı levhası bile yok. İçöz, sahadaki sondaj kuyularının insan faaliyetleri ve doğal şekillendirici faktörler nedeniyle toprak altında kaldığını tahmin ediyor.
Bölgeye girdikten sonra kaydettiğimiz ölçümler, köye girmeden önce yaptıklarımızla karşılaştırılabilir gibi değil. Yakın geçmişe perde aralayan tek şey kayda aldığımız ölçümler de değil. Henüz alana girerken dikkatimizi çeken; üzerinde sondaj deliği olan gri beton, üzerinde bulunduğumuz noktada uranyum cevheri arandığının göz önündeki kanıtlarından biri. Geiger cihazının ekranına yansıyan ve 1 mikrosievertin üzerinde seyreden radyasyon miktarlarıyla tekrar tekrar karşılaşma riskini göze alarak ilerlerken, uranyum cevherini tespit ettiğimiz bir kaya üzerinde yaptığımız ölçümde Geiger cihazının ekranında 14, 15 ve 16 mikrosievert gibi büyük değerlerin yansıdığını tespit ediyoruz.
Evrensel muhabiri Özer Akdemir, 2014 yılında sahada kaydettikleri değerleri söyle aktarmıştı: “Gamma-Scout marka ölçüm cihazı, radyasyon değerini 0,200 mikrosiveret-saat gama radyasyon olarak ölçtü. Yürüyerek gittiğimiz uranyum ocakları boyunca uzmanlar tarafından yapılan radyasyon ölçümlerinde, alana yaklaştıkça cihazın gösterdiği değerler yükseldi. Uranyum çıkarılan bölgeye yaklaştıkça 3, 4, 5 olarak yükselen değerler, uranyum arama çalışması yapılan bölgede ise 16 mikrosiveret-saat seviyesine kadar çıktı.”
Bu, Akdemir’in, 2014 yılında Enver Yaser Küçükgül ve Erhan İçöz ile Kasar Köyü’nde yaptığı ölçümlerden elde edilen değerlere, aradan geçen sekiz yıl sonra hiç eksilmeden yeniden ulaştığımız anlamına geliyor.
Güvenli sınırın 140, Gaziemir’in 20 katı
Küçükgül, kaydettikleri ölçümlere dair çarpıcı bir değerlendirme yaparak, Geiger ölçüm cihazına yansıyan bu radyasyon değerlerinin Birleşmiş Milletler Atom Enerji Komisyonu’nun güvenli sınır olarak tanımladığı yıllık değerin 140 katı olduğunu, nükleer çöplük skandalı olarak bilinen İzmir Gaziemir’de eski kurşun fabrikasının atıklarının bulunduğu bölgede yapılan ölçümlerin ise tam 20 katı olduğunu anlatıyor. Yıllar sonra Geiger cihazına yansıyan değerler, bölgenin rehabilitasyona gereksinim duyduğuna işaret ediyor, uzmanların uyarılarını bir kez daha haklı çıkıyor.
‘Sağlık taraması yapılmalı, su kaynakları ölçülmeli’
Köye dönerken Ali Osman Karababa, sahada yaptığımız ölçümleri yorumluyor, yüksek değerlere ulaştığımız alanları ve cevherin besin döngüsüne katılma olasılığını da dikkate alarak, “Bölgede yaşayan insanların uranyum kaynaklı radyasyondan etkilenip etkilenmediğini tespit etmek için sağlık taraması yapılması gerekiyor. Bakanlığın elindeki sağlık istatistiklerine ulaşamadığımız için bu konuda yorum yapma şansımız yok ancak uranyum kaynaklı radyasyondan etkilenme riski hala çok büyük” diyor.
Köprübaşı, Demirköprü Barajı ve Gediz Nehri Havzası gibi iki önemli su kaynağına çok yakın. Bölge için yapılan akademik çalışmalar, çeşitli noktalardan alınan su örnekleriyle düzenli ölçüm yapılması gerektiği uyarısını yıllardır sık sık yapıyor. Prof. Dr. Ahmet Şaşmaz’ın 2008 yılında yaptığı araştırmasının sonuç kısmında olduğu gibi: “Yörede özellikle su kaynakları üzerinde örnek alım işlemlerinin daha kısa aralıklarla (2 ayda) ve uzun dönemli (üç yıl gibi) uranyuma yönelik kimyasal analiz çalışmalarının devam ettirilmesi, bölgedeki bu önemli çevresel problemin sınırlarının ortaya konmasına yardımcı olacaktır.”
Ancak bu yapılmıyor.
Prof Şaşmaz yine aynı raporda, “Çalışma alanından 30 adet noktadan alınan su örneklerinin ortalamasının 37.64 ppb olduğunu ve bu kaynak ve kuyularda yer alan suların bazılarında yüksek oranda uranyuma rastlandığını” belirtiyor: “Uranyum yüzeysel ve yeraltı suyunun hareketli olduğu ortamlarda oldukça hareketli bir element. Yüzeysel yıkanmasından dolayı, var olan uranyumun yüzey ve yer altı suları aracılığıyla bölgeden uzaklaşacak ve bu yıkama işlemleri jeolojik süreç içerisinde devam edecektir.”
WHO, EU ve EPA gibi örgütler ise 1990 yıllar ait standartlarda, içme sularındaki uranyum değerlerinin 20-30 ppb arasında olmasını isterken, günümüzde bu değerlerin kesinlikle sıfır olması gerektiğini kaydediyor.
‘Uranyum dedikleri, toprakta bir toz’
Peki köyde yaşayan vatandaşlar toksik ve istenmeyen elementler sınıfına dahil edilen uranyum hakkında ne düşünüyor?
Köylülerle görüşmek için köye döndüğümüzde, meydandaki evlerden birinin önünde çalışan Kasarlı bir vatandaş bizi fark edince elindeki işi bırakıyor. Üzerimizde alanda ölçüm yaptığımıza dair izlenim uyandıracak herhangi bir şey olmamasına rağmen, ölçüm yaptığımızdan emin bir şekilde Geiger cihazını kast ederek , “Yine sarı cihazla mı ölçüm yaptınız?” diye soruyor. Sohbet esnasında köye zaman zaman paletli araçların geldiğini ve ölçüm yapmak için sahada dolaştığını, köyü maden için ziyaret eden görevlilerle de sık sık karşılaştığını anlatıyor.
Madenden etkilenip etkilenmediğini, herhangi bir sağlık problemi yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda şaşırtıcı şekilde, kendinden emin bir halde tebessüm ederek köyde kanser olan kimsenin olmadığını söylüyor: “Uranyum dedikleri şey topraktaki bir toz, zararlı falan değil.” Maden sayesinde köye yol yapıldığını, yabancı şirketlerdense yerli firmaların köye gelmesinden memnun kalacaklarını da ekliyor: “Tesis varken buraya yabancılar geliyordu. Bize bir sürü yiyecek getiriyorlardı. Ama yine de yerli bir firmanın madeni tekrar açmasında bir sakınca görmüyorum. Hatta araştırmacılar geliyor, tepeye çıkıyor. Yeniden açacaklar galiba bu tesisi.”
Dışarıdan getirilen farklı yiyecekler, köye yapılacak yatırım, madende kendisinin ya da çocuklarının bulabileceği işi düşünen sadece o değil. Uranyumla yaşamaya alışmışlar; uzaktaki kanser yerine yakındaki maddi kazanımı tercih ediyorlar.
Halbuki, halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa’ya göre bölgede radyoaktivitenin yüksekliği nedeniyle insan sağlığı açısından risk büyük. Radyoaktif uranyumun yaşam döngüsüne girerek, toprağa, suya, bitkilerin yapısına, bu suyu içen hayvanlara girdiğini anlatan Karaaba, bu kadar yüksek radyoaktivitenin yaratacağı kanser riskinin çok yüksek olduğu uyarısı yapıyor. Sağlık Bakanlığı ise konuyla ilgili herhangi bir veri paylaşmıyor.
Köyden, derin bir sessizlik içinde ayrılıyoruz. Sorularsa hala ortada: Köprübaşı’nda 10 yıl boyunca nükleer reaktörlerde kullanılan yakıt çubukları için üretilen hammadde kaç bin ton ve nereye gitti? Başka bir ülkeye satıldıysa oradan gelen parayla ne yapıldı? Bölgede rehabitasyon yapılması için bu para neden kullanılmadı? Ocaklar, radyoaktif içeren kuyular hala açık, dere yataklarıyla Gediz’e ulaşan radyasyon kontrol ediliyor mu, denetleniyor mu? Bu kuyulardan alınan suyla sulanan tarım arazilerinden elde edilen ürünler nerelere gidiyor?
Sıra Kazdağlarında mı?
Benzer bir durum şu sıralarda Kazdağları’nda da yaşanıyor. Ama tepkiler ve süreç aynı değil. Zengin biyoçeşitliliğe sahip Kazdağları’nda bir süredir süren uranyum madenciliği için sondaj çalışmalarını Kazdağı Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan’la konuştuk.
Sahada verdikleri mücadeleye rağmen bölgede sondaj çalışmalarının devam ettiğini aktaran Doğan, hem arama ruhsatının hem de ÇED kapsam dışı kararının iptali için hukuki süreci başlattıklarını belirtti.
Pazar yerlerinde stantlar açıp imza topladıklarını, broşür ve bildirilerle uranyum madenciliğinin zararlarını vatandaşlara anlattıklarını belirten Doğan, “Halk uranyum madenciliğinin ve arama aşamasında açılan sondajların çevreye vereceği zarar konusunda oldukça bilgilendi. Bütün köylerde tek tek dolaşıp bilgilendirme toplantıları yaptık. Türkiye’nin diğer bölgelerindeki uranyum madenciliği çalışmalarını da örnek göstererek bölgenin ne kadar zarar göreceğini anlattık” dedi.
Süheyla Doğan, MTA’nın Kazdağları’ndaki sondaj çalışmaları sırasında çevreye zarar verdiği zararları ise şöyle açıkladı:
“Açılan atık havuzlarına membran döşemedikleri için kimyasal suların doğrudan toprağa karışması söz konusu. Bunun dışında bütün malzeme ve ambalaj atıkları da etrafa saçılmış durumda. Zaman zaman bu atıkları gömdüklerini tespit ettik. Atık havuzlarından çıkardıkları kimyasalları nereye boşalttıklarını henüz bulamadık. Bazı belediyelerin atıkları kabul etmediklerini biliyoruz. Ezine Belediyesi’nin bu atıkları kabul etmiş olabileceğine dair bir duyum aldık. Ancak atıkların usulüne uygun bertaraf edilip edilmediğinden emin değiliz. Hiç ağaç kesimi olmadığı iddialarına karşın az miktarda ağaç kesimi olduğunu biliyoruz. Şu anda açtıkları sondajlardan bazılarının ağızları açık. O noktalarda sondajlar kapatılmadığı için yüksek radyoaktivite tehlikesi var. 70-80’li yıllarda bölgede açılan sondajlarda, hendeklerde, yarmalarda bizzat yerinde ölçümler yaptık. Manisa’daki gibi yüksek radyoaktivite ölçümleri oldu. Şu anda eski sondajlar nedeniyle bölgede zaten bir tehdit var. Yeni sondajlar nedeniyle de yeni tehlikenin oluşmasını bekliyoruz.”
*
Bu haberin hazırlanması aşamasında, geçmiş yıllarda tesisin sondaj çukurlarının olduğu sahada Gaiger cihazıyla kaydedilen ölçümlere tanıklık eden Jeofizik Mühendisi Erhan İçöz’e, Halk Sağlığı Uzmanı Ali Osman Karababa’ya ve Salihli Çevre Derneği Başkanı Avukat Seçil Ege Değerli’ye uzmanlık bilgileriyle destek oldukları için teşekkür ederiz.
Halkların Demokratik Partisi (HDP), kapatma davası kapsamında ek delillere dair 26 Temmuz’da Anayasa Mahkemesi‘ne (AYM) savunma sundu.
13 sayfalık savunmada, tutuklanan HDP Diyarbakır Milletvekili Semra Güzel ve eski milletvekili Behçet Yıldırım hakkında açılan ve kapatmaya delil olarak sunulan fezlekelerin çıkarılması, AYM üyesi Kenan Yaşar’ın “ihsas-ı rey” nedeniyle davadan geri çekilmesi ve davanın reddedilmesi istendi.
Mezopotamya Haber Ajansı‘nın aktardığına göre; savunmada, CD halinde gönderilen Kürtçe ses kayıtlarına dair Türkçe çözümlerin kendilerine tebliğ edilmesi istendi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatmaya ek delil olarak sunulan iki CD içerisinde 281 adet ses kaydı yer alıyor.
Davanın reddi talebi
Usule yönelik itirazlar ve Yargıtay içtihatlarının da yer aldığı savunmada, ek delil olarak kabul edilen soruşturma ve fezlekelerin kapatma ile hukuksal bağının olmadığı kaydedildi.
Savunmada, Semra Güzel hakkında açılan soruşturmaların HDP üyesi olmadan önceki tarihlere dayandığı ve soruşturmanın devam ettiği ifade edildi. Savunmada, açıklanan gerekçeler üzerine davanın reddi talep edildi.
Ayrıca savunmada, son seçilen Anayasa Mahkemesi üyesi Kenan Yaşar‘ın davada tarafsız davranamayacağına işaret edilerek davadan çekilmesi istendi. Savunmada, ilgili talebe şu gerekçeler sıralandı:
“İlgili evrakın ‘ek delil’ olarak kabul edileceği yönündeki tespit Yüksek Mahkeme üyesi Yaşar’ın karşı oy yazısında yapılmıştır. Yaşar, bu tespitinin devamında ‘HDP’ye atfedilen eylem değişmemekle birlikte, eylemin sübutu bakımından gösterilen delillere ek olarak yeni deliller gösterilmektedir’ demekle Başsavcılığın sunduğu yazı ve eklerin hukuksal sıhhatine, delil niteliğine ve ‘eylemin sübutuna yönelik delil olarak kabul ettiğine’ dair görüşünü açıklayarak İHSAS-I REY’de bulunmuştur. Yukarıda anlattıklarımız ve diğer tüm hukuksal nedenlerle Yüksek Mahkeme üyesi Sn. Kenan Yaşar’ın karşı oy yazısı ihsas-ı rey niteliğinde olduğundan HDP’nin kapatılması davasından öncelikle çekilmesi gerekmektedir.”
AYM tüm talepleri reddetti
AYM, söz konusu tüm talepleri reddetti. Partili kaynaklar, kararın kendilerine henüz tebliğ edilmediğini aktardı. Partili kaynaklar, AYM üyesi Kenan Yaşar’a dair “ihsas-ı rey” talebinin reddedildiğini ve 281 adet Kürtçe ses kayıtları için 30 günlük süre verildiğini tahmin ettiklerini belirtti.
AYM’nin kararı ardından açıklama yapan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin, “Sözlü savunmamız hazır. Bizi çağırdıkları zaman sözlü savunmamızı veririz” dedi.
Süreç nasıl işeyecek?
Yazılı savunma süreçlerinin tamamlanması ardından AYM tarafından belirlenecek bir tarihte, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin sözlü açıklama, HDP yetkilileri de sözlü savunma yapacak.
Bu sürecin ardından, davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak Anayasa Mahkemesi raportörü, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve davalı HDP, ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek.
Raporun, Yüksek Mahkeme üyelerine dağıtılmasının ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, toplantı için gün belirleyecek, üyeler belirlenen günde bir araya gelerek kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak.
HDP hakkındaki kapatma davasını 15 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi heyeti karara bağlayacak. Anayasa’nın 69’uncu maddesinde sayılan hallerden ötürü partinin kapatılmasına veya dava konusu fiillerin ağırlığına göre devlet yardımından kısmen ya da tamamen yoksun bırakılmasına, toplantıya katılan üyelerin 3’te 2 oy çokluğuyla yani 15 üyenin 10’unun oyuyla karar verilebilecek.
Dünyanın en kalabalık beşinci ülkesi olan Pakistan’a 30 yıllık ortalamaların üzerinde yağış düşmesinin ardından Haziran’dan bu yana ciddi sel felaketleri gerçekleşti. Bu yaz istikrarsız muson yağmurları, ülkeyi kuzeyden güneye büyük hasara uğrattı. Ülkenin en güneyindeki eyalet, Sindh, son birkaç hafta içinde aynı dönemin 30 yıllık ortalamasından yüzde 464 daha fazla yağış aldı.
Uluslararası alanda yardım çağrılarının yükseldiği ülkede iklim krizi kaynaklı aşırı yağış olayları ve seller bin 500’den fazla insanın ölümüne neden oldu. Felaketin ne kadar hayvanın ölümüne sebebiyet verdiği ise bilinmiyor.
33 milyon kişinin hayatını etkileyen seller esnasında yollar, tren rayları, tarım alanları ve yaşam alanları tahrip oldu.
Aynı zamanda Pakistan’ın buzulları daha önce hiç görülmemiş bir oranda eriyor. İklim krizinin bu iki sonucu birleşerek ülkeyi kasıp kavuran sele neden oldu. Hükümet yetkilileri sellerin ülke ekonomisine etkisinin 40 milyar dolar olduğunu belirtti.
‘Bu iklim felaketinin zamanlaması daha kötü olamazdı’
En çok etkilenen endüstrilerden bir tanesi Pakistan ekonomisinin yaklaşık yüzde 25’ini oluşturan tarım oldu. Yetkililer ülke çapında yaklaşık 800 bin çiftlik hayvanının hayatını kaybettiğini bildirdi.
BBC Türkçe‘nin aktardığına göre; Pakistan’ın eski Birleşmiş Milletler (BM) ve İngiltere Büyükelçisi Maleeha Lodhi, “Bu iklim felaketinin zamanlaması daha kötü olamazdı. Pakistan ekonomisi ciddi bir borç krizi ve hızla yükselen enflasyonla karşı karşıya” dedi ve sözlerine devam etti:
“Eğer ülkeye borç indirimi yapılmazsa ekonomi tamamen çökebilir.”
‘Soğan, pirinç ve mısır hasadının yüzde 70’i tamamen tahrip oldu’
Pakistan İklim Değişikliği Bakanı Sherry Rehman, ülkedeki soğan, pirinç ve mısır hasadının yüzde 70’inin tamamen tahrip olduğunu söyledi.
Pakistan, pirinç ihracatında dünyada dördüncü sırada ve başlıca pazarları da Çin ve Afrika ülkeleri. Gıda fiyatları zaten pandemi sonrası tedarik zincirinde yaşanan sorunlar ve Ukrayna savaşı yüzünden baskı altındaydı.
Sellerden önce enflasyon yüzde 24’ün üzerindeydi
Ülkedeki yıllık enflasyon oranı sellerden önce yüzde 24’e ulaşmıştı, bu oran bazı ürünlerde yüzde 500 düzeyindeydi.
Yetkililer, gıda ve hammadde ithal etmek zorunda kalabileceklerini söyledi.
Pakistan aynı zamanda bir pamuk üreticisi ve pamuk endüstrisi ülkede ciddi bir istihdam kaynağı. Ancak yetkililer pamuk üretiminde de kıtlık yaşanabileceğini aktarıyor.
Pazar günü Pakistan’ın Maliye Bakanı Miftah İsmail, sellere rağmen ülkenin borç ödemesinde kesinlikle temerrüde düşmeyeceğini söyledi.
İsmail, çeşitli dış finansman kaynaklarının belirlendiğini, Asya Kalkınma Bankası, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve Dünya Bankası‘ndan dört milyar dolarlık yardım sağlanacağını belirtti.
Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan‘dan yapılacak beş milyar dolarlık yatırımın da bu yıl gerçekleşeceğini ifade etti.
Pakistan Merkez Bankası, Suudi Arabistan Kalkınma Kurumu’nun üç milyar dolarlık bir depozitonun geri ödemesini bir sene ileriye attığını açıkladı.
Uluslararası Para Fonu (IMF), uluslararası toplulukla çalışarak Pakistan’ın yeniden yapılanma çalışmalarını destekleyeceğini bildirdi.
Kredi derecelendirme kurumu S&P’de analist olan Andrew Wood, “Pakistan ekonomisinin yeniden canlanması içn IMF ve diğer ortaklardan yapılacak finansal desteğin kritik olduğunu düşünüyoruz” dedi.
Uzmanlar Pakistan’daki sellerin muson mevsiminde yaşanan rekor seviyede yağış nedeniyle gerçekleştiğini düşünüyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres de geçen hafta ülkeye ziyarette bulunmuştu. Guterres bu felaketin sebebinin iklim krizi olduğunu söyleyerek Pakistan için büyük uluslararası destek çağrısı yapmıştı:
“Bugüne kadar çok fazla insani felakete şahit oldum ancak bu seviyede bir iklim felaketi görmedim. Bugün gördüklerimi anlatmam çok zor. Su altında kalan alan kendi ülkem Portekiz’in üç katı kadar.”
Meteoroloji yetkilileri ise gelecek günlerde yağışın devam edeceğini paylaşıyor.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa Bölge Direktörü Dr. Hans Kluge, Covid-19’un yeni bir varyantı ortaya çıkmazsa salgının yakında bitebileceğini söyledi.
İzlanda’da yayın yapan RUV Televizyonuna konuşan Kluge, DSÖ Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus‘un “Covid-19 salgınında bitiş çizgisinin görüldüğüne” ilişkin açıklamalarını değerlendirdi.
Ghebreyesus’a katıldığını belirten Kluge, “Yeni bir varyant görülmezse salgın yakın zamanda bitebilir. Bu konuda umutlu olmalıyız” dedi.
Kluge, yaklaşan kış öncesi herkese yeni bir güçlendirici doz Covid-19 aşısı yapması tavsiyesinde bulunarak, “Yeni varyantları çabucak tanımlayabilmek için güçlü bir takip de önemli” diye konuştu.
DSÖ Genel Direktörü Ghebreyesus, 14 Eylül’deki açıklamasında, “Salgını bitirmek için hiç bu kadar iyi bir durumda olmamıştık. Sonu görüyoruz fakat orada değiliz.” ifadelerini kullanmıştı.
Covid-19 ile mücadelede bitiş çizgisine gelindiği görüşünü savunan Ghebreyesus, “Bu durumda yapacağımız en kötü şey durmaktır. Daha hızlı koşmalı ve bitiş çizgisini geçmeliyiz. Bu fırsatı şimdi değerlendirmezsek daha fazla varyant, ölüm ve belirsizlik risklerine yol açarız” diye konuşmuştu.
Siirt‘in Eruh İlçesi’ne bağlı Bilgili, Akmeşe, Çizmeli, Tosuntarla köyleri mevkiinde jandarma ve kaymakamlığın talebi ile yaklaşık en az 60 kilometrekarelik orman alanı altı ayda kesilerek yok edildi.
Nisan ayından bu yana sürekli ve düzenli olarak yapılan kesimleri, tıpkı Şırnak’taki gibi korucubaşları ve onların köylüleri üstleniyor.
Görgü tanıkları ve köylülerin beyanlarına göre, her gün kesilmiş ağaçlarla dolu beş altı kamyon bölgeden geçerek çevre illere satış yapmak üzere gidiyor. Kamyonların geçtiği yol, aynı zamanda sivil araçların da sıklıkla kullandığı bir yol ve yerel halk tomruk yüklü kamyonların can güvenliği açısından da tehdit oluşturduğunu söylüyor.
Aşırı yükleme yapan kamyonlardan biri geçen ayın başında Zorava Çayı’nın Kuşdalı Köyü mevkiinde devrilmiş ve şarampole yuvarlanmıştı.
Gerekçe: Güvenlik nedeniyle ‘olağanüstü kesim’
Ormanlık alanda bulunan meşe ağaçlarının yanı sıra bölge için önemli geçim kaynağı olan fıstık ve bıttım ağaçları ile genç ağaçlar da kesiliyor. Kesilen genç ağaçlar Zorova Köprüsü mevkiinde satılarak mangal kömürü yapılıyor.
Duruma tepki gösteren köylüler CİMER’e şikayette bulunarak ağaç kesiminin durdurulması talep etti. Başvuruya Eruh İlçe Tarım ve Orman Müdürlüğü tarafından yanıt verildi.
Tarım ve Orman Müdürlüğü, ağaç kıyımı için “olağanüstü kesim” ifadesini kullanarak; “Eruh Kaymakamlığı İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından güvenlik kesimi talebi doğrultusunda yapılmaktadır. Olağanüstü kesim işleri mevzuata uygun yapılmaktadır” dedi.
Siirt Barosu Çevre ve Hayvan Komisyonu ise ‘güvenlik’ gerekçesinin doğru olmadığını belirterek, iklim krizinin olduğu bir dönemde ormanların korunması gerekirken kesilmesini eleştiriyor.
‘Kesilecek bir şey kalmadı’
Recep Dalgıç
Köylülerden Recep Dalgıç nisan ayından bu yana köylerinde ağaç kesiminin yapıldığını belgelediklerini söylüyor. 1993 yılında köylerine girişlerin yasaklanması dolayısı göç ederek Siirt Merkez’e taşınmak zorunda kaldıklarını dile getiren Dalgıç, şunları anlatıyor:
“Köyümüzde o tarihlerde de ormanı kesiyorlardı. Köylülere ait bıttım ve fıstık ağaçları da var. Hatta o köyde dedelerimizin yaşında meşe ağaçları da vardı. Eskiden sık sık orman yangınları da çıkarılıyordu. Köyümüze geri dönmemiz ile birlikte maalesef şimdi de bağımız bahçemiz ve ormanımız kesiliyor. Nisan ayından bu yana kesimler sürüyor. Köylülerin tek geçim kaynağı o ağaçlardır. Sadece bizim evimiz değil. Oradaki tüm canlıların yaban hayvanlarının da aynı zamanda evi orası…”
Dalgıç nisan ayında başlayan kesimlerin kısa süreceğini düşündüklerini ancak daha sonraki aylarda devam ettiğini görünce CİMER’e başvurduklarını söylüyor:
“Ormanın kesilmememesi ve ormana zarar verilmemesi için talepte bulunduk. Maalesef güvenlik gerekçesi ile ormanın kesildiği yanıtını verdiler bize. Halbuki ortada bir güvenlik sorunu yok. Sadece bizim köyümüz de değil. Bilgili, Akmeşe, Çizmeli, Palamut hatta Tosuntarla’daki ormanların tamamını kesiyorlar. Bunların bir birine uzaklığı toplamda 30 kilometredir. Ormanın kesilmesini istemiyoruz. Aylardır ormanı kesiyorlar. Zaten artık kesilecek de bir şey kalmadı. Maalesef doğayı yok ettiler. Oralara yeniden ağaç dikilse kaç yılda yeşerecek?”
Kesilen ağaçların içinde hem genç ve hem de yüz yaşını aşkın ağaçların olduğuna vurgu yapan Dalgıç, ihalenin korucubaşına verildiğini, kesimlerin de sadece bölgedeki korucuları zengin ettiğini söylüyor.
Kontrol noktalarından serbest geçiş
Yaptığımız araştırmalarda Zorava Çayı mevkiinde günde en az beş altı kamyonun geçtiğini kameralar ile tespit ettik. Aşırı yükleme yapılan kamyonların virajlarda savrulduğunu kayıt altına alırken, 5 Ağustos tarihinde aşırı yükleme yapan bir kamyonun da uçurumdan devrildiğini öğrendik.
Kamyonlar Zorava Köprüsü mevkiine vardığında ise burada odunların bir kısmının satıldığını, ardından farklı kamyonlara yükleme yapılarak Batman, Siirt, Urfa ve Malatya gibi kentlere götürülerek satışının yapıldığı bilgisine ulaştık. Eruh-Siirt Karayolu üzerinde bulunan Sağırsu Jandarma Karakolu‘nun kontrol noktasında tüm araçlar durdurulurken odun yüklü kamyonların rahatlıkla bu noktadan geçtiğini de tespit ettik.
‘Rant için yapılıyor’
Bölgede mangal kömürü yaparak geçimini sağlayan Şehmus Akgün adlı işçi de kesimlerin güvenlik için değil, rant elde etmek için yapıldığı düşüncesinde:
“Bugün devlet istemese bu ormanda kimse bir yaprak dahi kesemez. İhale birilerine yaptırılıyor ve orman kesiliyor. Biz burada sadece işçiyiz. Batı kentlerinde de bu işi yaptık. Ama kesilen ağaçların uygun ağaçlar olması gerekiyor. Burada bize gelen genç ve diri ağaçları da görüyoruz. Kesim gerekçesi olarak güvenlik deniliyor. Devletin elinde Heron, İHA, SİHA herşey var. Havada uçtuklarında yerdeki böcek dahi görülüyor. Neyin güvenliği? Rant için bu yapılıyor. Bu rantı da sadece ağalar burada kazanıyor.”
Şehmus Akgün
‘İklim krizi çağında akla mantığa oturtmak mümkün değil’
Yaşanan orman kesiminin hukuki ve yasal boyutunu sorduğumuz Siirt Barosu Çevre ve Hayvan Komisyonu Üyesi Fatma Elçiçek şunları ifade ediyor:
“Orman kesimi yapılıyor. Dar yollardan geçen aşırı yüklü kamyonlar bölgedeki araç geçişi için de tehlike saçıyor. Hatta bir kamyonun devrildiğini basından biliyoruz. Ağaç kesiminin doğaya faydası yok. Aksine zararı var. Sadece insanların değil o ağaçlar yaban hayvanlarının, tüm canlıların evidir. Ağaçların kesilmesi demek bölgenin tüm eko sisteminin değişmesi demektir. Araştırmamız sürüyor ve sorumlular hakkında gerekli suç duyurularını yapacağız.”
Ağaç kesimi yapılan alanın bölgenin en önemli ormanlık alanı olduğunu dile getiren Elçiçek, “Batıda ormanlar yanarken, dünya iklim krizi ile boğuşurken bir ağacın dahi kıymetli olduğu günümüzde koca bir ormanın kesilmesi üzücü bir durum. Aynen Şırnak’ta olduğu gibi. Bunları akla mantığa oturmamız mümkün değil. Çok üzücü!” diyor.
Her yıl dünyanın birçok ülkesinde, 19 Eylül Dünya Kıyı TemizlemeGünü‘nde eş zamanlı olarak kıyı temizliği yapılıyor. Kıyı Temizleme Günü kapsamında Van ÇEV-DER tarafından yapılan açıklamada Van Gölü’nün her gün daha da kirli bir yapıya sahip olduğuna dikkat çekilerek acilen kirliliğe karşı bir çözümün hayata geçirilmesi gerektiğine değinildi:
“Van Gölü’nün her gün kirletildiği, kirlilikle ilgili kirleten faktörlerin bilimsel tespitinin yapılması ve çözümlerin acilen hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu sorunların başında Van Gölü havzasındaki yerleşim yerlerinin tümünün kanalizasyon atıklarının, özellikle yerleşim alanlarında geçen akarsuların Van Gölü’ne dökülmesinin engellenmesi sağlanmalı.”
Dere yataklarına yakın ahırların azot ve fosfor atıklarının Van Gölü’ne ulaştırmalarının önüne geçilerek acil çözümler üretilmesi gerektiğine değinilen açıklamada “Dünyanın en büyük felaketi olan küresel ısınmadan kaynaklanan problemlere bir nebze çözüm bulunması gerekirken yine yaşanan kirlilik ile en büyük değerimiz olan Van Gölü’nü her geçen gün biraz daha öldürüyor” denildi ve eklendi:
“Acilen ileri biyolojik arıtmaların yapılması, yapılanların da tekniğine uygun çalıştırılarak hiçbir gerekçe olmaksızın suların kirletmesine engel olunmalı.
Van Gölü’ne akıtılan irili ufaklı onlarca dere aracılığıyla denizimize akan suların filtrelenmesi evsel ve kanalizasyon atıklarından arındırılması gerek.”
Van Gölü’ne akan kükürtlü yer altı kaynaklı suların gölün eko-sistemine zarar verdiği için bu suların da arıtılması gerektiğinin hatırlatıldığı açıklamada Van Gölü’nün bir doğa harikası olduğu da yinelendi:
“Coğrafik yapısı nedeniyle doğa harikası olan 1726 rakımındaki Van Denizi, ilimiz ve bölgemiz için en büyük turizm getirisi ve istihdam kaynağıdır. 430 kilometre sınırı olan ve her metresinde ayrı güzellik taşıyan bu değeri maalesef yeterince koruyamıyoruz.”
‘Kıyıları ailelerinin dinlenme tesisi olarak kullanıyorlar’
Kıyıların doldurulduğu için kullanıma engel olunduğunun da aktarıldığı açıklamada “Yine makam sahipleri, yetkilerini kullanarak veya yasayı ihlal ederek (3621 Sayılı Yasa) kıyıları kendilerinin ya da ailelerinin dinlenme ve eğlence alanı olarak kullanıyor. Yasaların moloz,tel, çit, duvar dahi çekilmeyeceğini söylemesine rağmen bu alanların keyfi kullanıldığı görülüyor. İl sınırımız içinde bulunan Gevaş İnköy’den, Erciş’in Karatavuk Köyü’ne olan sınırda insanların ve canlıların suya erişimi engellendi. Kanun ile yasaklanmış olmasına rağmen yüksek duvarlar çekerek tel çitler örülerek kıyılar işgal edildi” ifadelerine yer verildi.
Van Gölü kıyısında yer alan sazlıkların, üreme alanları olması ve sazlıkların suyu filtre etme gibi özelliğine sahip olması, Van gölünün cankurtaranlık görevi olması gerçeği ile sazlık alanların korunması için, bu alanlara göl dolgusunun yapılmamasının son derece önem arz ettiğinin de dile getirildiği açıklamada şunlar aktarıldı:
“Küresel ısınmadan kaynaklı tehdit altında olan Van Gölü havzasının oksijen kaynağı olan bu doğanın bize bahşettiği değerleri korumalıyız.
Van Gölü’nün hafriyat döküm alanlarına açılması tüm belediyeler hafriyat yönetmenliklerine uyulması gerekmektedir. Sazlık alanlarda yol ve yerleşim yerlerinin imara açılmaması, hafriyat dökülmemesi için daha büyük hassasiyet içinde olmaları gerekiyor.”
“Yaz ayları başından bu yana gölde dip çamurunun temizlenmesi çalışmasının tamamen ‘algı çalışması‘ olduğunu ‘Üniversite ile Edremit ilçe çıkısına kadar sahilin 13.9 kilometre uzunluğunda olmasından anlıyoruz” ifadelerine yer verilen açıklamada sahil boyunca şuana kadar enlemesine 500 metrelik bir alanda sadece 200 metre derinlikte dip çamuru temizliği yapıldığı belirtildi.
30 Temmuz 2022’de Van Gölü sahilinin doğal sit, sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı olarak tescili yapıldı. Açıklamada da söz konusu tescile ilişkin olarak “Van Gölü havzasına yaşayan vatandaşların ve STK’ların genelde tüm partilerin özel koruma kanunu çıkması gerektiğini belirtmelerine rağmen böylesi tuzaklar dolu bir uygulama ile kanunla Van Gölü’nün korunmasını bir yana bırakalım tam bir talan ve kirletme amaçlı yapılan uygulamaya dönüştü” denildi ve şunlar aktarıldı:
“Van gölü sahili için çıkarılan bu kanunla Van Gölü’nün imara açılması, sahilde beton santralleri, taş ocakları, evsel ve kanalizasyon atıklarının göle dökülmesi sanayi tesislerinin yapılması, kum ve çakıl ocakları uygulamalarının bu kanunla önü açıldı.”
Van Gölü’nden çıkarılan dip çamurunun sahile, Erciş yolu ile üniversitenin olduğu yere döktüklerinin belirtildiği açıklamada yurttaşların kötü kokudan rahatsız olduklarına değinildi:
“Turist olarak ilimizi ziyaret eden yurtiçinden ve yurtdışından gelen misafirlerimizi bu korkunç koku eşliğinde misafir etmekteyiz. İkliminin turizme bu kadar elverişli olan ilimizde, kokudan burnunu kapatan görüntülerin olması her anlamda itibar ve imaj zedelenmesidir. Sadece ilimize gelen turistlerin değil aynı zamanda vatandaşlarımızın da yaşam kalitesi, yeterli tedbir alınmadığı için her anlamda her geçen gün düşmektedir.”
Açıklamada son olarak şu taleplere yer verildi:
Evsel atıklar ve kanalizasyonlara çözüm üretilerek denize ve yaşam alanlarına girmesi engellenmeli. Evde ayrıştırma yapılması, depoda ayrıştırma yapılması, geri dönüşümün sağlanması gerekmektedir.
Dip çamuru temizlenmesi acil bir ihtiyaç ama bu ilkel yöntemlerle yapılamaz. Denizin iç kısmından karaya doğru gemilerle iş makinesine bağlı bilgisayarla nerede ne kadar dip çamuru olduğu tespit edilerek çıkarılmalıdır.
Çıkan dip çamuru gerekli analizler yapılarak ortalık yere değil, bertaraf edilerek tamamlanmalıdır.
Van Gölü hem sodalı hem de tuzlu olmasından dolayı dip çamuru ne dolgu ne de bir gübre niteliği taşımıyor. Zehirli bir madde haline gelmiştir. Bu anlamda çıkarılan dip çamurunun ortalık yere dökülmesi ayrı bir vahşettir. Yapılan uygulama algı ve rant amaçlıdır.
Bizler sadece 19 Eylüll’erde kurum ve kuruluşları sembolik bir kıyı temizliği yaparak bu görevi gelecek yıla devretmeyi iş görmek olarak saymalarını kabul etmemekteyiz. Kıyı temizliğinin 365 gün boyunca asli bir görev olarak addedilmesi ve gereken tüm haysiyet ile yetkililer başta olmak üzere tüm vatandaşlarımızın kıyılarımızı temiz tutulmasını diliyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Hazine tarafından el konulan HaticeSultan ve Fehime Sultan yalıları için açtığı ‘tapu iptali ve tescil’ davasında mahkeme, yalıların tapu kaydına teminatsız olarak ihtiyati tedbir konulmasına karar verdi.
İstanbul 17. Asliye Hukuk Mahkemesi, İBB’nin açtığı ‘tapu iptali ve tescil’ davasında ara kararını açıkladı. Ara kararda, davalı adına kayıtlı taşınmazların üçüncü kişilere satışının ve devrinin önlenmesi için Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) 389. maddesi uyarınca teminatsız olarak tapu kaydına ihtiyati tedbir konulmasına hükmedildi.
Tarihi Fehime ve Hatice Sultan yalılarının Hazine’ye devredilmesinin ardından İBB Genel Sekreteri Murat Ongun, yalılarda ‘restorasyon’ adı altında yapılan ‘kaçak inşaatı’ açıklamıştı.
Mahkeme, kararına gerekçe olarak HMK’nın 389. maddesinde düzenlenmiş olan halleri gösterdi. Mahkeme kararında, “Dava dosyası incelendiğinde; açılan dava tapu iptali ve tescili (zilyetliğe dayalı) istemine ilişkin olup, uyuşmazlık konusu olan taşınmaz açısından tedbir istendiği ve uyuşmazlık ile zarar tehlikesinin yaklaşık ispatına ilişkin şartlar da mevcut olduğundan, delillerin toplanması, durum ve koşulların gerektirmesi halinde teminatın değerlendirilmesi mümkün olduğundan, bu aşamada takdiren teminatsız olarak ihtiyati tedbir talebi ile ‘davalıdır’ şerhi işlenmesi taleplerinin kabulü yönünde aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir” denildi.
Mahkemenin verdiği hüküm, kararda şu şekilde yer aldı:
“1- Davacı tarafça talep edilen İstanbul ili, Beşiktaş ilçesi, Ortaköy Mahallesi, 40 ada, 27 parsel sayılı taşınmazın, davalı adına kayıtlı ise üçüncü kişilere satışının ve devrinin önlenmesi için HMK 389 maddesi uyarınca teminatsız olarak tapu kaydına ihtiyati tedbir konulmasına;
2- Beşiktaş Tapu Müdürlüğü’ne bu husus ile ilgili müzekkere yazılmasına;
3- Ara kararın taraflara tebliğine, kararın tebliğ tarihinden itibaren bir haftalık süre içerisinde itiraz yolu açık olmak üzere karar verildi.
Ne olmuştu?
Ortaköy sahilinde bulunan Fehime ve Hatice Sultan yalıları, İBB’nin elinden alındı. El koyma kararından önce, toplam değerleri yaklaşık 7 milyar TL’yi bulan Fehime Sultan ve Hatice Sultan yalılarının önünde açıklama yapan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, hukuksuzluğa dikkat çekmiş, el koyma ihtimalini hatırlatıp, yapılmak istenen devri ‘gasp’ olarak nitelemişti. İmamoğlu, İBB’nin yalılar için hukuk yoluyla mücadeleye devam edeceğini duyurmuştu.
İklim Adaleti Koalisyonu‘nca gerçekleştirilen beşinci İklim Adaleti Kervanı rotasında bugün Silopi Termik Santrali yer aldı. Mezopotamya Kervanı‘nın üçüncü gününde termik santral bölgesinde bir basın açıklaması gerçekleştiren iklim aktivistleri, şunları söyledi:
“Silopi Asfaltit Termik Santrali de tıpkı kömürlü santraller gibi havayı, suyu, toprağı kirletiyor ve yöredeki insanlarda başta kanser ve solunum yolu hastalıkları olmak üzere ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor. Maliyeti 800 milyon dolar civarında olan Silopi Termik Santrali, yenilenebilir ve temiz enerji maliyetlerinin daha düşük olduğu bilinmesine karşın, işletilmeye devam etmekte ve ekolojik zararlarına ek olarak ekonomik yönden de elektrik üretimine yük olmaktadır. Bunun maliyetin bedeli elektrik faturalarımıza gelen fahiş zamlarla yine yoksul kesimlere ödetilmektedir.”
Mezopotamya Kervanı boyunca aktivistler Şırnak’tan Mardin’e ekolojik yıkım bölgelerine giderek doğudaki ağaç talanına karşı olay yerinde tepki gösterdi.
Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin öncülüğünde düzenlenen ve HDP ile DBP’nin desteklediği Mezopotamya Kervanı’na, İklim Adaleti Kervanı’ndan da çok sayıda aktivist ve çevre örgütü temsilcisi de katıldı.
Halkların İklim Anlaşması Ağı’nın 2 Nisan’da başlattığı uluslararası kervana katılmak üzere İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği bileşenleri, çeşitli STK temsilcileri ve aktivistler İklim Adaleti Kervanı‘nı başlatmak üzere nisan ayının başında yola çıkmıştı.
Marmara‘dan başlayan kervan yolculuğu, Ege-Güney Marmara, Zonguldak ve İliç‘e ulaşmıştı. Mezopotamya Kervanı, İklim Adaleti Kervanı’nın kalabalık bir grupla katkı verdiği beşinci kervan.
Mezopotamya Kervanı‘yla bugün yine bir termik santral bölgesinden iklim krizine karşı ses çıkaran İklim Adaleti Koalisyonu’ndan Türkiye Tabipler Birliği temsilcisi Demet Parlar, Koalisyon adına basın açıklamasını okudu:
Fotoğraf: Mehmet Temel
‘Temiz Enerjiye Geçiş‘ ve ‘Kömürden Çıkış‘ deklarasyonlarının Türkiye tarafından imzalanmaması manidar’
“Dünya, iklim felaketiyle birlikte çok ciddi bir varoluş tehdidi altında. İklim krizinin ekolojik ve sosyal yıkımlarının en fazla görüleceği bölgelerden birisi olan Akdeniz Havzası’nda yer alan Türkiye, kuraklık, orman yangınları, sıcaklık artışı, seller gibi felaketleri çoktan yaşamaya başladı.
Buna karşın Türkiye’de hükümet son 20 yıldır sadece oyalama taktikleriyle iklim krizini her geçen yıl daha da ağırlaştırmış, sermayeyi kollayan enerji politikaları,ranta dayalı mega inşaat projeleri, sanayi tesislerinin doğal varlıklarımızı hoyratça kullanıp, kirliliğin bedelini halka ödetmeleri sonucunda iklimin yanı sıra ekoloji, halk sağlığı ve sosyal yaşantıda da geri dönüşü olmayan yıkımlara yol açmıştır.
2011-2023 yıllarını kapsayan İklim Değişikliği Eylem Planı (İDEP) ile 2021’de yayınlanan Yeşil Mutabakat bu oyalama taktiklerinin örnekleridir. 2021 yılı Kasım ayında Glasgow’da düzenlenen COP26 BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda imzaya açılan ‘Temiz Enerjiye Geçiş‘ ve ‘Kömürden Çıkış‘ deklarasyonlarının Türkiye tarafından imzalanmaması manidardır.
‘Çok sayıda kömürlü santralde baca gazı filtreleme sistemleri ya mevzuata uygun değil ya da çalıştırılmıyor’
Son olarak 2022 yılı Şubat ayında yapılan İklim Şurası’nda da kömürden çıkışa yönelik bir eylem planı yer almadığı gibi, kömürlü santrallerde karbon yakalama teknolojileri üzerinde çalışılması öngörülmüştür.
Türkiye’de halen çok sayıda kömürlü santralde baca gazı filtreleme sistemleri ya mevzuata uygun değildir ya da çalıştırılmamaktadır. Adeta yıllardır çevreyi kirletme hakkı verilen bu santrallerde, henüz prototip aşamasında olan karbon yakalama teknolojisi gibi pahalı bir yöntemden bahsedilmesi ancak ironik bulunabilir!
‘Önümüzdeki yıllarda Türkiye’de daha çok erken ölüm vakası yaşanacak’
Türkiye’nin 2021 yılında elektrik kurulu gücünde kömürlü termik santrallerin payı 20.360 MW ile yüzde 20’dir. 2021 yılı toplam elektrik üretiminin yüzde 31’i kömürden elde edilmiştir. Halen devam eden kömürlü termik santral projelerinin tamamlanması durumunda 5218 MW’lık kapasite eklenecektir.
Bunun anlamı, önümüzdeki yıllarda Türkiye’de daha çok erken ölüm vakasının yaşanacağı, havanın, suyun ve toprağın daha çok kirleneceği, iklim krizinde ‘2053 net sıfır’ hedeflerinden tamamen uzaklaşılacağıdır.
Şırnak-Silopi’deki Ciner-GSD Holding ortaklığında işletilen ve bölgedeki asfaltit madenini yakıt olarak kullanan Silopi Termik Santrali, Şırnak’ın en büyük enerji tesisidir ve Türkiye’nin tek asfaltit yakıtlı termik santralidir. 135 MW’lık ilk ünitesi 2009 yılında devreye alınmış, üçüncü ve son ünite 2015’te faaliyete geçerek 405 MW’lık kapasiteye ulaşmıştır.
‘Acilen sera gazları salımını azaltmak için ciddi bir yol haritası hazırlanmalı’
Türkiye’nin acilen yapması gereken, sera gazları salımını azaltmak için ciddi bir yol haritası hazırlamak ve salımlarda inişe geçmektir. Bu eylem planında birinci öncelik, iklim krizinin baş sorumlusu olan kömürlü santrallerin kapatılması ve kömürden çıkış olmalıdır. Bu kapsamda, 2030 yılı itibarıyla tüm kömürlü santrallerin kapatılmasını öngören bir yol haritası hazırlanmalıdır.
Türkiye’nin eylem planı, iklim krizinden etkilenmesi muhtemel, kırılgan toplum kesimlerinin sosyal şartlarını iyileştirmek için somut adımlar içermeli ve bunlar vakit kaybetmeden hayata geçirilmelidir.
‘Adil bir dünya talebimizden vazgeçmeyeceğiz’
Silopi Asfaltit Termik Santrali’nin de bu planlama kapsamında faaliyetine son verilmeli, bölgede geçimini asfaltit madeninden ve termik santralden sağlayan halka adil geçiş kapsamında istihdam imkanları sağlanmalıdır.
İklim Adaleti Koalisyonu olarak termik santrallerin kapatılmasına yönelik mücadelemizden ve adil bir dünya talebimizden vazgeçmeyeceğiz.”
Farklı nehirler ve kollar tarafından beslenen El Salvador‘daki Suchitlán Gölü‘nün sakin sularını, son zamanlarda çok renkli plastikten oluşan devasa bir örtü, battaniye gibi örtmeye başladı. Aynısı, Guatemala’dan binlerce ton atığın aktığı Honduras Karayipleri’nin cennet gibi kumsallarında da oluyor.
Bu sadece bir çevre felaketi değil, aynı zamanda gelir için suya güvenen yerliler üzerinde de büyük bir olumsuz etki yaratıyor.
Bir hidroelektrik santral için rezervuar görevi gören ve UNESCO tarafından uluslararası öneme sahip sulak alan olarak kabul edilen 13.500 hektarlıkSuchitlán Gölü‘nün yeşil sularında soda şişeleri, ilaç kapları, eski sandaletler ve her türlü plastik malzeme yüzüyor.
Ülkenin en büyük tatlı su kütlesi olan bu devasa yapay gölün balıkçıları, kirliliğin balıkları tilapia veya guapotesleri, onları yakalamak için ağlarını atamayacakları derin sulara ittiğini söylüyor.
‘Şimdiye dek görülmemiş boyutta kirlilik’
AFP‘ye konuşan balıkçı Luis Peñate, “İki aydan fazla bir süredir balık tutamıyoruz” dedi. Peñate, artık başka bir balıkçıya ait bir teknede göl gezintisi yapmak isteyen turistleri gezdiriyor.
Gölden gelen görüntülerde ördekler çöpün içinden geçtiği, küçük kaplumbağaların güneşlenmek için yüzen şişelere tırmandığı ve diğer hayvanların kirli sudan içtiği görülüyor.
San Salvador’un yaklaşık 100 km kuzeyindeki Chalatenango bölümündeki Potonico kasabasının belediye başkanı Jacinto Tobar, bunun daha önce hiç görmedikleri kadar büyük bir kirlilik olduğunu belirtti: “Fauna ve flora çok acı çekiyor. Turistlerse her geçen gün azalıyor.”
Tobar’a göre balıkçılar, gölde yaşayan ve göçmen kuşlar olarak geldikten sonra bölgede kalan tahmini 1,5 milyon kara karabatakla da rekabet etmek zorunda.
Yaklaşık 2.500 nüfuslu Potonico, gölü çevreleyen yaklaşık 15 kasabanın en çok etkilenen belediyesi.
Günde 1.200 ton atık nehirlere dökülüyor
Suchitlán rezervuarını yöneten devlete ait “Comisión Ejecutiva Hidroeléctrica del Río Lempa”, gölü elle temizleyen düzinelerce işçiyi görevlendirmesine ve komşu ilçelerden destek gelmesine rağmen çalışmalarda halen bir başarı sağlanabilmiş değil.
Ülkenin Çevre Bakanı Fernando López, Salvador’da günde 4.200 ton atık üretildiğini ve bunun 1.200 tonunun ülke genelinde nehirlere, plajlara veya sokaklara döküldüğünü söyledi.
“Çevremize sahip çıkmazsak, sokaklarımızı, nehirlerimizi, göllerimizi, ormanlarımızı, sahillerimizi kirletirsek gelecekten ne bekleyebiliriz?” diye soran Salvador Devlet Başkanı Nayib Bukele ise bu hafta ulusal “Sıfır Çöp” kampanyası başlattı.
Guatemala’dan Honduras kıyılarına
Orta Amerika’nın Karayip kıyılarındaki en kötü plastik kirliliği kaynaklarından biri, Honduras‘taki Omoa bölgesinin sahillerinde bulunuyor.
Tegucigalpa‘nın yaklaşık 200 km kuzeyindeki bu bölgenin sahili, bol bitki örtüsü ve palmiye ağaçlarına ev sahipliği yapıyor ancak kumsallar her türlü kap, şırınga ve diğer atıklardan oluşan kalın bir plastik örtü ile kaplı.
Bölgede yaşayan 76 yaşındaki Cándido Flores, “Bu çöp Guatemala tarafından Motagua Nehri‘nden geliyor, onu durduramadılar” diye yakınıyor: “Nehir yükseldikçe geri geliyor.”
Yerel yetkililer ve aktivistlere göre de Motagua Nehri’nin Guatemala’dan taşıdığı tonlarca atık, Honduras Karayipleri’nde yüzen “çöp adaları” yaratıyor. Konu, iki ülke arasında zaman zaman alevlenen gerginliklere yol açıyor.
Hollandalı sivil toplum kuruluşu The Ocean Cleanup da, her yıl Motagua’nın bir kolu olan Las Vacas nehri üzerinden, çoğu da Guatemala başkentinin çöplüklerinden gelen yaklaşık 20.000 ton plastik atığın geçtiği konusunda uyarıyor.
Uzmanlar, plastik atıkları tutmak ve göllere ve denize ulaşmasını önlemek için stratejik noktalara bariyerler yerleştirilmesini öneriyor.
El Salvador Uygun Teknoloji Merkezi (CESTA) başkanı Ricardo Navarro, plastik atıkların temizlenmesinin en önemli öncelikleri olduğunu belirtirken, atıkların sadece %30’unun yüzeyde kaldığını, geri kalanının ise suların derinliklerine battığını kaydetti.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından hazırlanan bir rapora göre, her yıl okyanuslara 11 milyon metrik ton plastik giriyor. Örgüt, bu rakamın önümüzdeki 20 yıl içinde üç katına çıkabileceği konusunda uyarmıştı.