Ana Sayfa Blog Sayfa 498

Bingöl’de yaralı bulunan şahin tedavi altına alındı

Haber: Fırat BULUT

*

Bingöl‘ün Yedisu ilçesinde dün yaralı olarak bulunan şahin, Bingöl Üniversitesi Hayvan Hastanesi‘nde tedavi altına alındı.

Dün Yedisu ilçesine bağlı Güzgülü köyünde yerel halk tarafından bulunan şahin, ilk olarak Tarım ve Orman Bölge Müdürlüğü tarafından ilk tedavisinin ardından Doğa Koruma ve Milli Parklar Şube Müdürlüğü‘ne ileri tetkik ve tedavisi için teslim edildi.

Şahin daha sonra ileri tetkik ve tedavi için Bingöl Üniversitesi Hayvan Hastanesi’ne götürüldü.

Phaselis’teki inşaat alanına ‘can güvenliği’ gerekçesiyle alınmayan Barış Atay: İş güvenliğiniz yok, sizi kim koruyor?

Peyzaj Mimarları Odası, Antalya‘nın Kemer ilçesinde bulunan, 1. Derece Sit bölgesindeki Phaselis Antik Kenti’ne Kültür ve Turizm Bakanlığı‘nca verilen izin kapsamında yapılmak istenen inşaatlara karşı açtığı davayı kazanmış, Phaselis’teki inşaat için yürütmeyi durduma kararı verilmişti. Fakat Bostanlık Koyu‘nda iş makinaları dolaşıyor. Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Barış Atay ve TİP’ten vekil adayları 29 Nisan’da Phaselis’teki inşaat alanına girmek istedi. Alanda nöbet tutan aktivistler de günlerdir Jandarma ve polis ekipleri ve güvenlik şeridiyle korunan bölgeye giremiyordu. İnşaat sahasına can güvenliği gerekçesiyle alınmayan Barış Atay, inşaatta çalışan işçileri göstererek şirket yetkilisine baretlerin, maskelerin ve iş gözlüklerinin nerede olduğunu sordu. İşçilerin can güvenliğinin sağlanmadığına dikkat çeken Atay, kendisinin can güvenliği nedeniyle içeriye alınmıyor olmasına tepki gösterdi.

Aktivistler ise “Phaselis’e dokunma” sloganları ve pankartlarıyla güvenlik şeridinin önünde oturarak nöbetlerini sürdürdü. Güvenlik şeritlerinin ardında ise jandarmalar sıralanmıştı. TİP Antalya milletvekili adayı Av. Tuncay Koç, “Bu emniyet tedbiri depremden sonra Hatay’da alındı mı? Yani şuraya gelen halktan, insandan çok jandarma var. Jandarma’nın bütün insan kaynağını buraya ayırmak güvenlik sebebiyetinin dışında bir zaafiyet vermiyor mu acaba?” diye sordu.

‘İş kıyafetiniz yok, güvenlik önleminiz yok, botunuz yok, sizi kim koruyor?’

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açtığı ihaleyi alan şirketin yetkilisi ile konuşan Barış Atay “[…] Bakanlığı’na ait olsa da Bakanlığın şahsi malı diye bir şey yok. Halkın malı. Şimdi sen bakanlığın, yani devletin, normalde halkın olan bir yere beni sokmadığını söylüyorsun, doğru mu? Ki ben milletvekiliyim. Burada tam olarak yaptığın yasal durum nedir?” dedi.

“İş kıyafetiniz yok, herhangi bir güvenlik önleminiz yok, botunuz yok. Sizi kim koruyor? Hiçbirinde baret yok jandarmanın” diyen Barış Atay, yetkiliye şunları sordu:

“Buranın SİT alanı olduğunu biliyor musunuz? Siz inşaat firması olarak nereye iş yaptığınızı bilmiyor musunuz? Bakanlığın size yaptırdığı iş usulsüz. Hukuksuz. Yürütmeyi durdurma kararı var. Siz yürütmeyi durdurma kararı olan bir yerde hukuksuz olarak inşaata devam ediyorsunuz.”

Atay’ın bu sorularına aldığı yanıt ise şöyle oldu:

“Sayın vekilim, sizin bana demiş olmanız bir fayda etmiyor.”

TİP milletvekili Barış Atay, “İş makinesi yapan arkadaşın maskesi nerede? Maskesi yok, gözlük yok, baret yok. Böyle bir şey. O insan öyle çalışırken sen buraya, sözüm ona üç adım içeriye benim canım tehlikeye girer diye almıyorsun ya.. Sen şu anda suç işliyorsun burada. Sigortası değil, iş malzemesi yok. Baretsiz, gözlüksüz çalışınca ‘eksiği olabilir’ diyorlar. Ama biz şuraya gelince canımız tehlikeye giriyormuş, onu konuşuyoruz” dedi.

‘Bakanlık firmaya mobbing uyguluyor’

Bakanlığın ihaleyi verdiği inşaat firmasının tek yetkilisi olan kişiyle görüşebildiklerini aktaran Atay, alanda bir tane arkeolog olduğunu belirterek şunları aktardı:

“Tam olarak bir hukuksuzluk örneğinin üzerine garip bir emir-komuta zinciri işliyor. Bakanlık yürütmeyi durdurma kararına rağmen firmaya devam edeceksiniz diye mobbing uyguluyor ve yazı gönderiyor. Burada bir iş alışverişi söz konusu. Kimsenin buraya ne olduğunu önemsemesiyle bir alakası, ilgisi yok.”

Atay’dan hem mevcut hem de gelecek iktidara uyarı

Atay, 14 Mayıs seçimlerine işaret ederek hem mevcut iktidara hem de gelecek olası iktidara uyarılarda da bulundu:

“Fakat buradan iki tane uyarı yapacağım. Birincisi bu iktidara; iki hafta sonra gitmiş olacaksınız ve bunlarla ilgili hesap da sorulacak. İkincisi de yeni gelecek olanlara; buraya hiçkimsenin AKP’nin yaptığı gibi dokunamayacağını şimdiden öğrenmeniz gerekiyor. Yoksa karşınızda bizi bulacaksınız.”

Plastik atık krizinin çözümü mümkün mü?

Plastik atık sorunu tüm dünyada son yirmi yıl içinde her geçen gün giderek büyüyerek günümüzde kriz halini aldı. Sorununu çözmek için ise bu güne kadar uygulanan hiçbir yöntem başarılı olamıyor.

Kaliforniya Üniversitesi‘nde endüstriyel ekolojist olarak çalışan Roland Geyer‘e göre, 1950 ve 2021 yılları arasında tüm dünyada üretilen 8,7 milyar ton plastik atığın sadece % 11’i geri dönüştürülebildi. Oysa özellikle 2000’li yılların başından itibaren gerek tüketimi azaltma gerekse geri kazanımı özendirme projeleri ile plastik üretiminin azaltılabileceği düşünülüyordu ama olmadı. 2000’li yıllardaki yıllık 350-400 milyon tonluk üretim günümüzde 450 milyon tonu geçti (grafik 1).

Grafik 1: Plastik üretim ve atık miktarının yıllık değişimi

Merkezi Paris‘te bulunan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) göre, 2019’da üretilen 353 milyon ton (Mt) plastik atığın üçte ikisinden fazlası kısa süre içinde çöp depolama sahalarına gönderildi veya yakıldı. Örgütün yaptığı hesaplamalara göre kısa süre içinde çöp haline gelen plastik atığın %22’si (79 Mt), uygun olmayan alanlarla, denizlere yasa dışı olarak terk edildi. OECD plastik atıkların yönetimi konusunda yeni politikalar geliştirilemezse bu miktarın kısa süre içinde iki katına çıkacağını belirtiyor. Ayrıca örgüt plastik atığın politika değişikliğine gidilmezse 2060 yılına kadar 1 milyar tonu geçeğini hesaplıyor (grafik 2).

Grafik 2: OECD’nin çalışmalarına göre plastik atıkların günümüzde bertaraf yöntemleri ve 2060 yılında bunun nasıl gelişeceği konusunda tahmini

Aslında plastik atıkları azaltmak için iyi niyetli çabalar gösterilmiyor değil. 2000’li yılların başından bu yana birçok ülkede tek kullanımlık poşetler ve paket malzemeleri gibi belirli plastik türlerinde yasaklar veya vergiler uygulanıyor. Plastik atıkların uluslararası sınırların ötesine nasıl geçebileceğine dair sınırlamalar ve üreticilerin plastik içeren ürünlerini kullanımdan sonra toplamaları ve geri dönüştürmeleri (veya sorumlu bir şekilde bertaraf etmeleri) için yasal düzenlemeler yapılıyor.

Atığa yönelik müdahaleler, yeni yöntemler işe yarar mı?

Plastik üreticileri ya bu atık yönetim çalışmalarını yapmak veya finanse etmek zorunda. Washington DC’deki Okyanus Plastiklerini Önleme projesinin direktörü Winnie Lau ve çalışma arkadaşlarının yazdığı, Nature‘de yayımlanan 2020 analizine göre, iyi uygulanan müdahalelerin önemli bir etkisi olabilir. Çalışma grubu daha az plastik üretmek, uluslararası plastik atık ihracatını engellemek, plastikleri kağıt gibi alternatif malzemelerle değiştirmek ve çeşitli geri dönüşüm yöntemlerinin kapasitesini artırmak da dahil olmak üzere mevcut bilgi ve teknolojilerden yararlanan sekiz müdahalenin olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışmış. Herhangi bir önlem alınmadığı takdirde, 2040 yılına kadar her yıl yaklaşık 240 Mt plastik atığın karalara, denizlere kaçak olarak terk edileceğini, yasa dışı yollardan diğer ülkelere gönderileceğini hesaplayan araştırma grubu, şu anda tartışılan sekiz müdahale yönteminin eksiksiz olarak uygulanması halinde, bunun  44 Mt’ye düşeceğini tahmin ediyor. Bu da müdahalelerle yanlış yönetilen plastik atık miktarında 2040 yılına kadar yaklaşık % 80’lik bir düşüş anlamına geliyor.

Grafik 3: OECD’ye göre 2060 yılında üretilecek ana plastik çeşitleri ve kullanım alanları

Diğer yandan Fransa‘da, 2025’te açması beklenen dünyanın ilk enzimatik geri dönüşüm tesisinde yeni bir teknoloji test ediliyor. Bu yöntem ile plastiği parçalamak için enzimler kullanacak. Bu tesis için çalışan araştırma ekibi enzimlerin, kullanılmış plastikleri yeniden kullanmak için günümüzde en popüler yöntem olan mekanik geri dönüşümün bazı eksikliklerinin üstesinden gelebileceğini umuyor.

Bu yöntem ile kumaşlarda ve ambalajlarda kullanılan polietilen tereftalat’a (PET) ek olarak, diğer yaygın olarak kullanılan plastiklerden bazıları, paketleme ve inşaatta kullanılan polipropilen (PP) ve çeşitli yoğunluklarda üretilebilen ve bu nedenle alışveriş torbalarından katlanır sandalyelere kadar çok çeşitli ürünlerde bulunan bir polimer olan polietilen (PE) geri dönüştürülebilir (Grafik 3) Enzimatik geri dönüşüm tesisinin bilim sorumlusu Alain Marty‘ye göre, 20 metreküplük bir biyoreaktör, şirketin enzimlerini kullanarak 20 saat içinde 100.000 plastik şişeyi parçalayabilir; 2025 yılında açılması planlanan tesis, yılda 50.000 ton PET’i parçalamayı hedefliyor. Ancak enzimatik geri dönüşüm teknolojisi çok pahalı; maliyeti mekanik dönüşümün yaklaşık dört katı ve en önemlisi enerji kullanımı ve sera gazı emisyonları da fazla. O nedenle de henüz yaygın kullanıma girmesi beklenmiyor.

‘İdeal plastik’

Diğer yandan plastik atık krizinin önüne geçmek için İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü‘nde (EPFL) biyokimya mühendisi Jeremy Luterbacher başkanlığında bir ekip ‘ideal plastik’ için çalışıyor.  Onlara göre minimum düzeyde modifiye edilmiş, geri dönüşümü kolay ve çevreye sızarsa minimum zarar potansiyeli olan plastik üretilebilir. Luterbacher ve ekibi odun talaşından, mısır koçanı gibi malzemelerden plastik üretme peşindeler. Biyoplastik adını verdikleri bu yeni plastiğin doğada kısa sürede parçalanacağını ve zararlı atık üretmeyeceğini iddia eden grup deniz ekosisteminde oluşan mikroplastik kirliliği konusunda ise yanıtını veremedikleri ciddi sorularla karşı karşıya. Ayrıca biyoplastiklerin üretiminin çok pahalı olduğu da bir başka sorun…

 

B4E9FD Plastics sorted in a waste recycling plant in the UK.

OECD’nin rakamlarına geri dönecek olursak; günümüzde plastik atıkların %22’si yasa dışı yollarla ya boş arazilere, ya da denizlere atılıyor. Merkez kapitalist ülkeler bu da yetmiyormuş gibi uluslararası antlaşmaları görmezlikten gelerek plastik atıklarını çevre kapitalist ülkelerin üzerine yıkıyor. Türkiye’ye her yıl daha da artan miktarda merkez kapitalist ülkelerin plastik atıkları giriyor. Greenpeace’nin rakamlarına göre Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye 2020 yılında tam 660.000 ton plastik atık gönderildi. Bu rakam 2004’den bu yana yıllık bazda tam 196 kat artışa denk geliyor ve ülkemize giren plastik atıkların önemli bir bölümü ambalaj yapımında kullanılan polietilen. Üstelik polietilenin üretimi OECD’nin tahminlerine göre 2060 yılına gelindiğinde daha da artacak (Grafik 3).

O nedenle plastik atıkların ortadan kaldırılması için tartışılan üç yöntemin (geri kazanım/kullanımı azaltma, enzimatik geri dönüşüm yöntemleri geliştirme, biyoplastik geliştirme) yanı sıra bugünden yarına bir an önce plastiğin torbalar, şişeler gibi ambalaj malzemesi olarak kullanımının yasaklanması gerekiyor. Bilindiği gibi ambalaj malzemesi kullanılan plastikler üretimlerinden sonra ortalama üç hafta içinde atığa dönüşüyor. Artık doğada parçalanarak mikro ve nano plastiklere dönüşen plastik atıklar, ette, sütte, içme sularında, balıklarda tespit ediliyor, besin zincirine rahatlıkla giriyor ve insanlara kadar rahatlıkla ulaşıyor. İnsanlar ayrıca, beslenme dışında  solunum yolu ile de nano plastikleri alıyor. İnsanlarda mikro ve nano plastiklerin neden olduğu sağlık sorunları ile ilgili her yıl artan sayıda bilimsel çalışma sonuçları da açıklanmaya da başlandı. O nedenle doğadaki plastik kirliliğinin acil çözümü için artık başta ambalaj malzemesi olarak üretilen plastiklerin kullanımının yasaklanması olmak üzere daha ciddi önlemlerin alınması şart. Yoksa her geçen gün plastik atıkların neden olduğu çevre ve sağlık sorunları ile boğuşmak zorunda kalacağız.

 

 

 

Yeşil aklamayla mücadelede şirketleri baskılayacak düzenlemeler yolda

Sera gazı salımlarını sıfıra indirmeyi taahhüt eden şirketlerin sayısına bakarsanız, şirketler dünyasının nihayet iklim değişikliğini ciddiye almaya başladığı izlenimine kapılabilirsiniz.

Net Zero Tracker isimli takip platformuna göre dünyanın en büyük şirketlerinin üçte birinden fazlası bu tür hedefler açıkladı. 2020 yılında bu oran beşte bir düzeyindeydi.

Project Syndicate‘tan Richard Black‘in aktardığına göre, bazı şirketler vaatlerini yerine getirme konusunda dürüst davransalar da, diğerlerinin derdinin kirletici davranışlarını gizleyecek bir paravan oluşturarak “yeşil aklamaya” başvurduğu görülüyor.

Bir petrol şirketi yöneticisinin, bir havayolu sahibine şu sözleri söylediğini sarf etmek güç değil:

“Sıfır salım hedefi belirleyeceğiz, içinde ağaçlar olan bir reklam yapacağız ve herkes bizi çok sevecek.”

Plan buysa, işe yaramayacak gibi görünüyor. Çünkü son dönemde değişen bazı yönetmelikler ve mahkeme kararları, şirketlerin yeşil aklama yapmasına engel olmayı amaçlıyor. Birleşmiş Milletler Sıfır Emisyon Hedefleri Çatı Uzman Grubu, bu tür vaatlerin geçerliliğini korumak ve şirketlerin tutmayacakları hedefler vermelerine engel olmak için detaylı tavsiyelerde bulunuyor.

yeşil aklama

‣ En ‘taze’ yeşil yıkama taktikleri neler, nasıl anlarsınız?
‣ Yeşil badana ve ötesi

Yanıltıcı ‘sıfır karbon’ iddiaları

Fransa ve Birleşik Krallık’ta yürürlüğe giren yeni yönetmelikler, reklam veren şirketlerin ürünlerinin “karbon sıfır olma” özelliklerine dair sıra dışı iddialar ortaya atmalarına engel olmayı amaçlıyor.

Birleşik Krallık’ın Reklam Standartları Otoritesi’nin yaptığı araştırmaya göre insanlar bu tür bir iddia duyduklarında, ürünün gerçekten “sera gazı üretmeden” üretildiğini düşünüyorlar. Hâlbuki salınan gaz miktarı yalnızca “telafi edilmiş” olabilir.

‣ AB’den ‘yeşil yıkama’ya karşı yasa tasarısı

2021 yılında yürürlüğe giren ve geçen sene değişikliğe uğrayan Fransız iklim yasasına göre, bir ürünün “sıfır karbon” olduğu iddiasında bulunabilmesi için, tüketimi de dahil olmak üzere tüm ürün döngüsü boyunca nötr olması zorunlu tutuluyor. Şirketin sera gazı salımını nasıl önlediği, azalttığı ya da telafi ettiğini açıklaması gerekecek. Asılsız açıklamalar yapan şirketler ise tüketiciyi yanılttıkları gerekçesiyle 100 bin euro (2,14 milyon lira) cezaya mahkûm edilebilecekler.

Tüm bunların altında yatan şey tabii ki de şirketlerin bir süredir iddia ettikleri davranışların tam tersini sergiliyor olmaları. Nihayetinde eğer bir şirket kalkıp, ürettiği petrol varilinin ya da sıvı doğalgazın “sıfır karbon” olduğunu iddia ediyorsa ortada ters giden bir şeyler olduğu açıktır.

yeşil aklama

‣ Yeşil yıkama bu suçları temizler mi? (Hayır!)
‣ Araştırma: Kompostlanabilir etiketli plastikler de ‘yeşil yıkama’

‘Nötr’ bilmecesi

Son dönemde görülen bazı davalar da çizginin nereye çekileceğine dair ipuçları veriyor. Su markası Danone, çimento üreten Holcim, petrol şirketleri TotalEnergies, BP ve Shell, kozmetik üreticisi Beiersdorf (Nivea) ve KLM havayolları yanıltıcı sürdürülebilir kampanyaları yürüttükleri için farklı ülkelerde dava edildiler.

Bağımsız bir düşünce kurulu olarak Avustralya Enstitüsü, Avustralya Rekabet ve Tüketici Komisyonuna bir dilekçe yazdı ve devletin kendi sertifikasyon yasası olan “İklim Aktif” mekanizmasının tüketiciler açısından yanıltıcı olduğunu, çünkü karbon salımı açısından nötr olmayan ürünlerin, nötr olduğu izlenimini yarattığını öne sürdü.

‣ Avustralya’da ilk kez bir enerji firması ‘yeşil aklama’ yaptığı için para cezası aldı

Şirketin “sıfır karbon” olma iddiaları da yakından incelendiğinde tel tel dökülüyor. Örneğin, İklim Sorumluluğu İzleme tarafından hazırlanan yeni bir rapora göre, “iklim lideri” olarak görünen 24 başlıca şirketin beyanlarında çeşitli asılsızlıklar olduğu ve “kestirme yollara” başvurulduğu ifade ediliyor.

Ortalamaya bakıldığına, şirketlerin “karbon sıfır” olma iddiasıyla yola çıktıları senelerde, taahhüt ettikleri kesintinin yalnızca yüzde 36’sını hayata geçirdikleri görülüyor. Dahası, ortaya koydukları planlara dair projeksiyonlar yaptığımızda, içinde bulunduğumuz 10 yılın sonuna salımlarını bilimin gerek gördüğü şekilde yarıya indirmek yerine, toplamda yalnızca yüzde 15’lik kesinti yapacakları görülüyor. Dahası, bildirim platformuna iklim verisi yükleyen şirketlerin yalnızca 200’de birinin ikna edici dönüşüm planları oluşturdukları görülüyor.

yeşil aklama

‣ Yeşil yıkama şirketler için neye mal olacak?
‣ Limak’ın yeşil badanasını protesto eden İkizköylülere gözaltı

Yeşil aklama artık yeterli olmayacak

Birleşmiş Milletler çalışma grubunun tavsiyeleri, Genel Sekreter Antonio Guterres tarafından da destek gördü. Grubun tavsiyeleri bir bir yürürlüğe konacak ve şirketler 2015 Paris İklim Anlaşması’na uygun ve somut karbondan arınma planları ortaya koymadıkça “karbon sıfır” oldukları iddiasında bulunamayacaklar.

Buna göre, ürünün tüm değer zincirinde karbon sıfır olması zorunlu olacak, fosil yakıt kullanımını azaltmaya yönelik planlar, yenilenebilir enerji yatırımları, yüksek karbonlu sektörler adına lobi yapmama, yıllık emisyon verisi paylaşımı, emisyon azaltım verilerinin bağımsız kurumlarca denetlenmesi gibi ilave koşullar getiriliyor. Bir reklam kampanyası, iyi niyetli bir konuşma, birkaç ağaç dikme artık yeterli olmayacak.

Somut dönüşüm planları ortaya koyamayan şirketlerin cezalar ve davalarla karşılaşmaları kaçınılmaz olacak çünkü giderek daha fazla şirketin “iklim risklerini” şeffaflıkla bildirmeleri talep ediliyor.

Avrupa Birliği, Hindistan, Yeni Zelanda, İsviçre’den oluşan ülkeler listesine Birleşik Krallık ve Çin’in de benzer yönetmeliklerle katılması ve arkalarından Kanada ve Güney Kore’nin gelmesi bekleniyor.

Uluslararası Standardizasyon Kurumu da kısa süre önce “karbon sıfır” olmanın uluslararası standartlar rehberini yayınladı ve inanılır iklim stratejileri için net kurallar ve kurullar ortaya koydu.

yeşil aklama

‣ COP27’nin sponsoru Coca Cola, aktivistler öfkeli: Yeşil aklama!
‣ Jeff Bezos’dan ‘yeşil badana’: İklim kriziyle mücadeleye 10 milyar dolar bağışlayacak

Neler yapmalıyız?

Fakat dünya 2050 yılı itibarıyla karbon sıfır olmak istiyorsa şirket iddialarının bağımsız kuruluşlarca denetlenmesi, tüm yasa yapıcılar tarafından zorunlu tutulmalı. Ara dönem hedefler konulmalı ve fosil yakıtlardan arınmaya dair bağlayıcı taahhütler ortaya konulmalı.

Sıfır karbon hedefi yalnızca telafi ya da temennilere dayanan ülkelerde ise yurttaşlar ellerindeki tüm yasal araçları kullanarak hükümetlerini sıkı çalışmaya ve inanılır karbondan arınma hedefleri koymaya zorlamalı.

Hala yapacak çok şey var fakat sera gazından arındırılmış bir geleceği hayal etmek mümkün.

Dünyada küresel GSH’nin yüzde 91’ini üreten ülkelerde, karbondan arınma hedefleri ilan edildi. Dört sene önce bu oran yalnızca yüzde 16’ydı.

Fakat Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen hedefleri tutturmak istiyorsak, ilk adım hükümetlerin ve şirketlerin gerçekçi hedefler belirlediklerini ve hedeflerini güvenilir verilerle destekledikleri bir düzen kurmalıyız.

Doğru yolu görüyoruz ve bu yolu takip edecek doğru kararları görmeye ihtiyacımız var.

Çeviri: Fatih Kıyman/BirGün

Met Gala: Dönüşüm ne zaman?

Moda endüstrisi diğer tüm sektörlerden daha ışıltılı, “güzel”, eğlenceli görünür. Tüm bu ışıltı, üretim süreçlerinde yaşananları da makyajladığı için etik, adil, temiz üretimden bahsetmek için önce bu şaşaalı etiketlerin algısını aşmak gerekiyor ve bu oldukça zor.

Modanın üretim sürecinden bahsederken bugün Bangladeş’teki tekstil işçilerini değil Paris’teki moda tasarımcılarını konuşacağız. Süper modellerle lüks etkinliklerde şampanya içip gazetelere demeçler veriliyor olması büyük markaları, modaevlerini ya da modanın “kralını” modanın üretim sürecinin dışında tutmuyor.

Her yıl düzenlenen Met Gala’nın bu yılki konseptinin Karl Lagerfeld olduğunun açıklanması, 2019 yılında hayatını kaybeden modanın rahmetli kralını yeniden gündeme getirdi. Bize de modanın başka bir yüzünü inceleme fırsatı verdi.

Met Gala nedir? Karl Lagerfeld kimdir?

New York Metropolitan Sanat Müzesi’nin Kostüm Enstitüsü’ne yardım amacıyla düzenlenen Met Gala; tüm dünyada moda ile ilgili düzenlenen en önemli etkinliklerden biri. 1948 yılından beri düzenlenen etkinlik, 1995 yılından beri aynı zamanda Vogue genel direktörü olan Anna Wintour tarafından yürütülüyor. Modanın oscarları olarak da anılan davete her yıl özel davetliler önceden açıklanan bir konsepte göre giyinerek gelirler, içeride ne olduğuysa tam bir muamma.

Anna Wintour’un gala kuralları ve yönetiminin de etkisiyle etkinlik tam bir arzu nesnesi ve statü sembolüne dönüşüyor; ne kadar ünlü, zengin ya da sosyetik olduğunuzun bir önemi yok, eğer davet edilmediyseniz ancak 50.000 dolara kadar olan çok kısıtlı biletlerden alarak davete gidebilirsiniz, tabii Anna Wintour’un kurallarına uymak şartıyla. 2015 yılından beri cep telefonunun yasak olduğu etkinlikte Wintour hoşlanmadığı için selfie yasak, dişlere bulaşmaması için maydonoz veya kokmaması için soğan sarımsaklı yemekler yok, eşlerin bir arada oturmasına izin verilmiyor. Müzede sigara içilmesi yasak olsa da 2017 galasında tuvalette sigara içerken selfie çeken aşırı ünlülerin fotoğraflarıyla bu yasak delinmişti.

Oturma düzenine kadar her şeyi kendisi kontrol eden Wintour, kurallara uymayan veya davete katılmayan ünlüleri “engelliyor” ve bu kişiler Beyonce kadar ünlü değilse yeniden davet alamıyorlar. 2022’de Kim Kardashian’ın Marilyn Monroe’nin 1962’de giydiği elbiseyi giyerek bu moda tarihinin önemli parçasına kalıcı olarak hasar vermesinin ardından, zaten konsepte uygun da giyinmeyen Kardashianların galaya artık davet edilmeyeceği söyleniyor örneğin, fakat davetli listesi de büyük bir sır olduğu için bilmiyoruz.

Tüm bu seremoni, ünlülüğün bile yetmemesi, kendini modanın kraliçesine ispatlamış olmak gerekmesi, içerideki gizlilik ve sadece seçilmişlerin katılabildiği etkinlik fikri Met Gala’yı oldukça özel, arzulanır kılıyor.

Bu yıl Met Gala’nın konsepti Karl Lagerfeld: A Line of Beauty olarak açıklandı. Karl Lagerfeld, 20. yüzyılın en önemli moda tasarımcılarından biri. Modanın kralı olarak anılır, 2019’da hayatını kaybedene kadar Chanel markasının başında geçirdiği 30 yılın yanı sıra Fendi, Chloe ve kendi markası KL’nin de yöneticiliğini yaptığı uzun kariyerinde sadece Chanel’i değil moda dünyasını dönüştüren kişi olarak anılır. Peki problem ne?

Karl Lagerfeld: Nasıl bilirdik?

Konseptin Karl Lagerfeld olarak açıklanmasıyla birlikte bazı çok haklı tepkiler de gelmeye başladı. Çünkü modanın rahmetli kralı cinsiyetçi, fail aklayıcı, şişmanfobik, mizojenist, ırkçı herifin tekiydi. Kadınların nasıl görünmesi, nasıl davranması gerektiği üzerine kurduğu iktidarını acımasızca eleştirilerle pekiştiren zengin, beyaz bir erkekti.

Kimi zaman kamuoyunda yaşanan bazı şeyler “gidiyoruz gidiyoruz, bir arpa boyu yol alamıyoruz” gibi hissettiriyor. Dünyanın en prestijli gecelerinden, küresel olarak medyada yer bulma gücüne sahip Met Gala 2023 de konsepti açıklandığında aynı hissi verdi. Dünyanın en iyi en büyük kaynaklarına sahip bir grup insan bir araya geliyor ve yıllar içinde büyük zorluklarla aşılmış ayrımcılıklara, yerleştirilen farkındalıklara tepkileri bu kadar kör mü oluyor?

Karl Lagerfeld, yaşayan bir efsane olmanın verdiği özgüvenle yıllar içinde mikrofonlara çok fazla şey söylemiş olsa da, özellikle #metoo hareketine ve tacize maruz bırakıldığını söyleyen modellere yaklaşımına özellikle dikkat etmek gerekir. Çünkü modanın “kralı” sektörün öncüsüyken çok az kişi onunla çatışmayı göze alıyor ya da açıktan eleştirebiliyordu. Stilist Karl Templer’in izinsiz olarak pantolonlarını indirdiğini ve kendilerini taciz ettiğini söyleyen modellere “pantolonlarınızın indirilmesini istemiyorsanız bu işi yapmayın, manastıra gidin” derken tecavüz faili Dominique Strauss-Kahn’a çiçek yolladı ve #metoo hareketinin yettiğini söyledikten sonra #metoo aktivisti ünlüler tarafından Chanel boykotu bile başlatıldı.

Modanın kralının sinirlerini bozan ilk şey tacize karşı birleşen kadınlar değildi elbette, 0 ve 2 beden olmayan kadınlara olan öfkesini de hiç saklamadı. Şişmanfobik sözlerinin yanı sıra şişman insanlara bakmadığı bile söylenir. Chanel markasının kurucusu Coco Chanel’in feminist olup olmadığı sorulduğunda “bunun için yeteri kadar çirkin olmadığını” söyleyerek feminizme yönelik bakış açısını ortaya koymasının yanı sıra mülteciler, tipini, boyunu, kilosunu beğenmediği ya da aptal bulduğu kimi ünlüler, gerçek kürk kullanımını bırakmamak için direndiği yıllar bir araya geldiğinde kralın gerçek yüzü de apaçık görünüyor.

Cinsiyetçilik serbest, kibarlık zorunlu, kral çıplak

“O çok büyük bir tasarımcı olduğu için” söylediği “tartışmalı” sözlerle ilgili tepki gösterenlere karşı tepkilerle karşılaştı. Öyle denir, sektörde çok büyük bir ismin cinsiyetçi, fail aklayıcı söylemlerine “tartışmalı” denir, “karmaşık mirası” filan denir. Kral tacize maruz bırakılanlara “ne bekliyordun” diyebilir, ama kimse krala tepki gösteremez çünkü efsane bir modacıdır. Oysa ki “bu işi yaparken ne bekliyordun” demenin “orada ne işin vardı, mini etek giymiş, içki içiyormuş”lardan hiçbir farkı ve tartışılacak hiçbir tarafı yok, ama toplumun yücelttiği dokunulmaz kişiler karşısında sessizleştirilen şiddet mağdurları var.

Dönüşüme direnç

Karl Lagerfeld’in mirası şüphesiz moda tarihinde unutulmayacak giysileri de içeriyor, ama moda tarihinde tacize maruz bırakılan modellerin sessizleşmesinde, tecavüz kültürünün meşrulaşmasında, kürk kullanımındaki ısrarda, modellerin sağlıksız sıfır bedende kalmaya zorlanmasında etkisi de bu mirasın birer parçası.

Moda endüstrisinde ataerkinin, Karl Lagerfeld gibi beyaz, zengin erkeğin iktidarında makbul bulduğu kadınlık tanımının dışına çıkanlara yapılan baskının etkilerini bu satırlarda çokça inceliyoruz. Son yıllarda yalnızca #metoo değil, beden hareketi, kapsayıcılık ve birçok konuda dünyada ve moda endüstrisinde yaşanan farkındalık ve dönüşümün büyük kazanımları oldu. Öyleyse neden 2023 yılında çoktan tarihi geçmiş ve bu dünyadan gitmiş bir kadın düşmanını yüzbinlerce dolarlık büyük kutlamalarla anıyoruz?

Bu yıl 1 mayıs gecesi New York’ta yapılacak Met Gala ertesi gün magazin sayfalarını süslerken bir yandan da aşırı ünlülerin kitleler üzerindeki etkilerini farkındalık ve dönüşüm için mi yoksa geride bırakmaya çalıştığımız ayrımcılık dolu kültür için mi kullanmayı tercih ettiğini göreceğiz.

Her zaman, konserlerinde bile spor kıyafetler giyen Billie Eilish, 2021 Met Gala’ya kocaman bir balo elbisesiyle katıldığında, bu görünümün tasarımcı Oscar de la Renta ile yaptıkları bir anlaşmanın sonucu olduğunu açıklamışlardı. 12 yaşından beri vegan olan Eilish, hayvansal kürk kullanımını bırakması karşılığında markadan giyinmeyi kabul ettiğini açıkladığında hem bunu Met Gala’da duyurdular hem de marka yüzyıla ayak uydurduğunu etkili bir kampanyayla açıklamış oldu.

Gerçekten Karl Lagerfeld’in kadın düşmanı, fail aklayıcı, şişmanfobik mirası anılacak mı ya da hiç değilse bu fırsat Anna Wintour’u kızdırmadan tatlısu protestoları ya da reklam kampanyalarıyla aşılabilir mi? Dünyanın en ünlü halkla ilişkilercilerine sahip aşırı ünlülerin Met Gala 2023 performansını merakla bekliyoruz. Ama galada ne yaşanırsa yaşansın Karl Lagerfeld’in temsil ettiği kültürün bu dünyadan günden güne silindiği, onun gibilerine rağmen her gün daha fazla #metoo denildiği bir gerçek, ve kimsenin bu kazanılmış alanı bırakmaya niyeti yok.

 

Antakya’nın duruşu

Gerçi biz son 80 yıldır “Hatay” diyoruz, ama gerçekte adı Antakya ya da İskenderun. Suriye Devleti’nin bir parçası olmadan önce adı, yerel özelliklerine ve yerel tarihine göre bazı değişiklikler göstermişti. Ama bağımsız bir devlet olmadan bile önce Türkiye Cumhuriyeti’nde Suriye’nin bir parçasına dair Hatay önerisinin tartışılmaya başlamış olması ilgi çekiyor elbette.

Hatay sözcüğünün nerden geldiği üzerine rivayetler de çeşitli, ama en ilginci Wikipedia’ya göre Siirt mebusu İsmail Müştak Mayakon’un, 1936’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, “Çin‘in kuzeyinden gelen ve “Hatay Türkleri” olarak anılan Türklerin daha sonra buraya yerleştiğini, bundan dolayı da bu yörenin Hatay olarak adlandırılması gerektiği” düşüncesi…

Türkiye Cumhuriyeti her zaman merkezi/ merkeziyetçi bir devlet oldu. Yer isimlerinin sürekli değişmesi, eski yerlere yeni adlar verilmesi Cumhuriyet döneminin ilk on yıllarından beri alışık olduğumuz bir durum. Asıl amacı “ulus devleti” güçlendirmek ve pekiştirmek. Milliyetçilik en başından beri, Cumhuriyet’in keskin oklarından biri oldu. Bu nedenle de asimilasyon politikaları, yaşamın her anında ve her cephesinde çok güçlü bir biçimde hissediliyor. Bu “merkeziyetçi”, çoğu kez de “katı merkeziyetçi” devlet politikaları, büyük bir olasılıkla böyle devam edecek. “Adem-i merkeziyetçi” öneri, sadece Prens Sabahattin tarafından son Osmanlı meclisinde dile getirilmiş, ama bu öneri güçlü bir biçimde bastırılmış.

Antakya’nın eski fotoğrafları, www.hatayvakfi.org.tr sitesinden alınmıştır.

Antakya, çok eski bir geçmişten beri yerleşik bir bölgenin en önemli kenti. Bugün de yaşamakta olan Antik dönem, Roma-Bizans ve İslam dönemi kentlerinden biri… Bölge, hem Anadolu hem de Doğu Akdeniz tarihi bakımından pek çok ilginç özellikler taşıyor.

Zihin egzersizi: Ya eskisi gibi kalsaydı?

Bölgenin tarihine bütünlüklü ve ayrıntılı olarak bakmaya olanağımız yok, ama kısa bir bakış bile, kentin ve yakın çevresinin Mezopotamya ve Hitit devletlerinin güçlü olduğu zamanlardan beri genellikle küçük bir prenslik veya beylik olarak, bazen daha büyük bir krallığın ya da uygarlığın bir parçası olarak var olduğunu gösteriyor. Ama genellikle kendisine özgü bir siyasi ve kültürel kimliğin kentsel merkezi olarak var olmuş. Bunların bazısı bağımsız veya bağımsızca, bazısı yarı bağımlı ve bazı durumlarda da tam olarak uzak bir merkezin (yine de özgünlüğünü korumuş) bir parçası.

Bilinen şeyleri tekrarlamayacağım, ama Antakya’nın bilinebilen bütün tarihleri boyunca konumunu gösteren haritalar ile Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmadan önce bir yıllık bir otonom cumhuriyet olduğu dönem üzerine düşünmek, birçok çağrışım (veya spekülatif olsa da almaşıklar) üzerine zihinsel bir egzersiz yapma olanağı veriyor.

Osmanlı yönetim sisteminde de beylerbeyi ve eyalet yönetimi vardı ama bu sistem de merkeziyetçi ve mutlakiyetçi idi. Yerlere bağlı göreli özerklikler, genellikle sınırdaki eyaletlerde veya voyvodalıklarda, Anadolu’da da farklı bir tanıma göre merkezle oldukça gevşek bir bağla ilişkilendirilmiş Kürdistan’da bulunuyordu. Avrupa tarafındaki beyliklerin veya voyvodaların özerkliği, bir bakıma millet sisteminden kaynaklanıyordu ve bu vilayetlerin vergilerini düzenli ödemesi ve askeri görevlerini yerine getirmesi koşuluyla sınırlandırılmıştı. Özerklikler, yerel toplulukların başka türlü yönetilmesi zaten çok güç veya çok çatışmalı/ yüksek maliyetli olabileceği eyaletler için söz konusuydu.

Bu sistem, Roma, Bizans (ve elbette Pers veya daha sonra Fars) eyalet yönetiminde de çok benzer bir biçimde benzer bir biçimde düzenlenmişti. Ama Cumhuriyet kurulurken hem küçüldü ve homojenleşerek bir ulus-devlet oldu hem de tekçi (ya da üniter) devlet olma özelliklerini pekiştirdi. Bugün de hala öyle… Ama Hatay Cumhuriyeti ile birleşirken belki devletin yapısı üzerinde yeniden düşünülebilirdi?

Bir zihin egzersizi olarak, 1938’de bağımsız bir cumhuriyet olan Hatay’ın, bağımsızlığını koruyarak ya da daha gerçekçi davranacak olursak, federatif bir devlet yapısı içinde göreli özerkliklere sahip olarak, Türkiye ile bütünleşmesi olasılığı üzerinde düşünelim. Böylesi bir durumun olası sonuçları için bazı örnekleri (ABD, Almanya, ya da eski Yugoslavya vb. gibi federatif devletler, ya da İngiltere olarak adlandırdığımız Birleşik Krallık vb. gibi) dikkate alarak biraz spekülasyon yapabiliriz.

Özerkliğin getirebilecekleri

Bu “özerk bölgenin” ya da “federatif devletin”,

  • Yerel kalkınması çok daha güçlü olacaktı; kaynaklarını kendi yerel kalkınma amaçlarına göre çok daha etkin bir biçimde özgüleyebilecek ve yönetebilecekti,
  • Toplumun yerel ihtiyaçlarının karşılanmasında çok daha ayrıntılı ve özenli bir bilgiye/ deneyime ve uygulama kapasitesine/ deneyimine sahip olabilecekti,
  • Yönetim sistemi, yönetimle-toplum arasındaki uzaklığı azalttığı için daha demokratik/ giderek daha fazla katılıma olanak sağlayabilecek bir demokrasi biçiminde geliştirebilecek ve politik çürümeye karşı daha denetlenebilir/ “temiz”  bir yönetim yapısı kurabilecekti,
  • Kültürel özelliklerini toplumsal yapının özelliklerine göre çok daha özgürce ve çeşitlenmiş bir biçimde geliştirebilecek, ayrımcılığı yaşamayacak, Doğu Akdeniz kentleri arasındaki yarışmada, daha güçlü bir stratejik ağırlık kazanabilecekti,
  • Ekolojik özelliklerinin korunması, kıyı şeridi, gölleri, temiz su kaynakları, toprak verileri ve ormanları ve türel çeşitliliğinin korunmasında, yerel ve ayrıntılandırılmış bir korumacılık uygulaması geliştirebilecekti vb.

Ama özerk bir bölge olduğu için belki,

Kaynaklarının ve üretiminin bir bölümünü, adil bir anlaşma çerçevesinde “üst yönetimle” paylaşacak, sürekli olarak üst yönetimin gelişmesine katkıda bulunurken kendi olanaklarını zorlayan bütçeler gerektirebilecek ya da daha büyük ölçekli olarak düşünülmesi rasyonel olacak uygulamalar (ya da programlar ve projeler) için yardımlaşma/ dayanışma ve destekleme ilişkileri kurabilecekti.

Yıkım ve sonrasının maliyeti

Bu dayanışmalar afetler vb. gibi durumlar için zaten her durumda söz konusudur.

Oysa depremde ve sonrasında merkezi iktidar, var oluşunun temel gerekçeleri kadar bile bir refleks gösteremedi. “Allah’ın bir lütfu” veya “kader” olan deprem sonrasında da daha sömürücü ve asimilasyoncu ya da daha düz ifade edeceksek neoliberal yağmacılığı, rant manipülasyonlarını, ayrımcılığı/ asimilasyonculuğu ve biraz hırsızlığa biraz taraftarlarını kayırmaya dayalı uygulamaları yoğunlaştırıyor ve kesin olarak kamusal yarar gözetmeyen yaklaşımını geliştiriyor.

Antakya’nın/ Hatay’ın böyle uzak ve baskıcı ve sömürücü bir merkezi iktidarı denetleyebilmesi olanaksız. Oysa kendisine daha yakın bir yönetim birimini belki daha iyi denetleyebilir, daha da önemlisi depremden sonra kendi kaderini yeniden belirlemede daha demokratik ve etkin bir gelecek perspektifi kurma arayışı içinde olabilirdi.

Hatay’ın bugün karşılaştığı yıkımı, 1939’da kaybettiği bağımsızlığının veya daha başka bir olasılıkla yerel özerkliğinin maliyeti olarak görmek mümkün…

Aslında bu alternatif tarih spekülasyonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünüyle yerel özerklikleri geliştiren bir anlayış sahip olmamasının anlamını/ maliyetlerini ve sonuçlarını, daha somut irdeleme pencerelerini de açıyor…

 

Yağmur suyu hasadı: İstanbul ve ötesi

2017 yılından bu yana Açık Radyo’da iki haftada bir çarşamba günü yayınlanan Sudan Gelen’de bu haftaki konu, yağmur suyu hasadı ve “İstanbul ve Su: Çözüme Doğru” adlı projeydi. Projenin benimle birlikte yağmur suyu hasadı ile ilgili çalışma paketini yürüten Doç. Dr. Ender Peker ile Sudan Gelen’de bir araya gelerek İstanbul’da ve Türkiye’de yağmur suyu hasadı ile ilgili sorunları ve çözüm önerilerini konuştuk. Açık Radyo’da 26 Nisan 2023 tarihinde yayınlanan radyo programının metnini Yeşil Gazete okuyucularına sunarız.  

*

Akgün İlhan: Bugünkü konumuz, kuraklık ve sel gibi iklim afetleriyle başa çıkma yöntemi olarak yağmur suyu hasadı. Yağmur suyu hasadı, sadece iklim afetleri değil, deprem gibi afetler karşısında da kentin kırılganlığını azaltıyor. Kahramanmaraş depremlerinden sonra, kentlerin en önemli sorunların başında içme ve kullanma suyunun olmaması geliyordu. Maalesef halen su altyapısı tam olarak onarılmadığı için su sıkıntısı çeken kentlerimiz var. Yağmur yağdığında onu toplayıp depolayacak bir sistem kurulmuş olsaydı, hem depremlerden sonra meydana gelen aşırı yağışların sellere dönüşmesi engellenebilirdi, hem de susuzluğa çare olacak ek bir su arzı yaratılmış olurdu. Pratikte yağmur suyu hasadına baktığımızda, tüm dünyada giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Ülkemizde de yaklaşık iki buçuk sene önce bir yasal düzenleme yapıldı. 2000 metrekareden büyük parsellere kurulacak yeni binalarda yağmur suyu hasadı yasal zorunluluk haline getirildi. Bugün, ülkemizde yağmur suyu hasadını, sahadaki paydaşlarıyla birlikte ele alıp çalışan ve birlikte çözüm önerileri üreten bir projeden ve sonuçlarından bahsedeceğiz. “İstanbul ve Su: Çözüme Doğru” adlı projeyi birlikte yürüttüğümüz, değerli arkadaşım ve meslektaşım, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ender Peker konuğum olacak.

Ender Peker: Hoş buldum Akgün, teşekkür ederim davetin için.

A.İ.: Ender, seninle bugün ev sahibi ve konuğu gibi değil de iki ev sahibi olarak yağmur suyu hasadını anlatalım istiyorum. Projenin fikir aşamasından uygulanmasına kadar her aşamasında yer aldığın için ilk seninle başlayalım. Neden böyle bir proje yazma ihtiyacı doğdu ve bu projeyle ne amaçlandı?

Bizans’tan Cumhuriyet dönemine İstanbul’un su sorunu

E.P.: Akgün, senin de açılışta söylediğin gibi, iklim değişikliğine uyum bağlamında su, suyun yönetimi konusu son derece önemli. Esasında; tarihsel süreçte, İstanbul’un bulunduğu coğrafyada suyun yönetimi her zaman problemliydi. Geçmişe baktığımız zaman, Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerinde suyun yönetimi meselesinin, tüm çağlarda ortaklaşan zorluklardan biri olduğunu görüyoruz. Bugün, iklim kriziyle birlikte, aynı zorluklarla daha sert bir şekilde karşı karşıyayız.

Buradan hareketle, İstanbul ve Su: Çözüme Doğru projesi, İstanbul’un su yönetiminin tarihsel süreçteki, değişimini anlamak üzere kurgulandı. Bu amaçla, farklı disiplinlerden araştırmacıları bir araya getiren bir proje tasarladık. Çok kısaca belki ortaklardan bahsetmek iyi olabilir. Proje, Ankara’daki British Institute öncülüğünde hazırlandı; ülkemizden İstanbul Teknik Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi; İngiltere‘den Edinburg ve Northumbria üniversitelerinden farklı disiplinlerden uzmanların bir araya gelmesi ile yazılmış bir proje. British Academy tarafından finansal destek alarak uygulandı.

A.İ.: Projede farklı araştırma paketleri vardı tabi. İstanbul’un su yönetiminin tarihsel süreçteki değişimini anlamak dedin. Bu anlama çalışması, iki dönem üzerinden yapıldı diyebiliriz, değil mi? Birincisi; Bizans yönetiminden Osmanlı İmparatorluğu yönetimine geçiş dönemi ve ikincisi; 1980 sonrası artan nüfus ile birlikte devam eden içinde bulunduğumuz dönem.

E.P.: Aynen öyle. Bizans İmparatorluğu’ndan Osmanlı İmparatorluğu’na geçiş dönemini anlamak için, arkeologlar, tarihçiler ve mühendisler, Topkapı Sarayı ve çevresinde, geçmişte aktif olarak kullanılan su temin sistemleri, kuyular, sarnıçlar ve depolama sistemlerine odaklandı. Tabii bu, kentsel miras alanlarımız su depolama ve yağmur hasadı uygulamalarına dair çok önemli ipuçları veriyor. Bizim seninle birlikte yürüttüğümüz araştırma paketinin temel amacı da “geçmişteki uygulamalar, su ile ilgili günümüz problemlerine ışık tutabilir mi?” sorusunun cevabını aramaktı.

Bir yandan da Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğine girmiş olan bir yağmur suyu toplama sistemi zorunluluğu vardı. Fakat yaptığımız uzman toplantıları bize şunu gösterdi: Bu maddenin nasıl uygulanacağına dair, sahada bir takım soru işaretleri var. Dolayısıyla bu ihtiyaç, projenin ana kurgusunun da bir belirleyicisi oldu diyebiliriz. Bunun için, biliyorsun, su yönetimi uzmanları, politika yapıcılar ve uygulayıcılarla birlikte katılımlı bir bilgi üretim süreci tasarladık.

A.İ.: Evet, çok aktörlü, katılımlı bir süreç dedin. Aslında, farklı kurumlardan 100’ün üzerinde bir katılımcı sayısından bahsediyoruz. İki yıl boyunca, başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İSKİ olmak üzere, ilçe belediyeleri (Kadıköy, Beylikdüzü, Kartal, Fatih ve Pendik ilçe belediyeleri), ilgili bakanlıklar (Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı), sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve özel sektör temsilcileri ile birlikte çalıştık. Klasik bir araştırma projesi değildi yaptığımız şey. Kapsamlı bir eylem araştırmasıydı. Dilersen bu eylem boyutundan biraz bahsedelim.

Yağmur hasadında el birliği

E.P.: Katılımlı bir eylem araştırması yapmadaki temel hedefimiz, araştırma süreci boyunca, araştırmaya katılan temsilcileri aynı zamanda eyleme geçirerek, yağmur suyu toplama sistemlerinin uygulanması için en anlamlı bilgiyi, onlarla birlikte üretmekti. Tabi, bu süreçte öncelikle kapsamlı bir hazırlık yaptık. Yazın taraması ve yasal mevzuatı inceledikten sonra, araştırma sürecine katılması gereken tüm kurumlar ve ilgili birimleri tespit eden bir aktör haritası oluşturduk. Sonrasında da, bizim sosyo-politik bilgi üretim süreci olarak adlandırdığımız, farklı katılımlı yöntem ve teknikleri içeren araştırma sürecimizi tasarladık. Tabi, tüm süreç boyunca bir dizi çalıştay, gerekli noktalarda birebir toplantılar, odak grup toplantıları ve birçok telefon görüşmesi gerçekleştirdik. Son derece iletişim-yoğun bir bilgi üretim süreciydi diyebilirim.

Bu noktada şunu söylemek isterim. Diyalog yaratacak zeminler oluşturmak, katılımcılar arasında sürekli bir işbirliği yaratmak için son derece önemli. Bu bağlamda, araştırma sürecinde düzenlediğimiz çalıştaylarla kurulan diyalog ortamları, karşılıklı öğrenmenin gerçekleştiği ve bilginin ortak olarak üretildiği alanlara dönüştü. Her bir çalıştayda üretilen bilgiyi sistematik olarak raporladık, tekrar katılımcılara gönderdik ve üretilen bilgiyi geri bildirimler doğrultusunda anlamlaştırarak üst üste ekledik. Burada, bilgiyi birlikte inşa etmek bizim için çok önemliydi.

A.İ.: Bir kere, daha önce yapılmamış olan bir şeyi gerçekleştirdik. Farklı kurumları birlikte çalıştırmak çok kıymetliydi. Kültürel mirasımızda yer alan yağmur hasadı yöntemlerinin tekrar yaygınlaşması için, öncelikle yağmur suyu toplama sistemlerine dair ne gibi sorunlar var, bunu tespit etmekle başladık işe. İlk çalıştayda yağmur suyu toplama sistemlerine dair sorunlar hangi aşamalarda ortaya çıkıyor, buna baktık. Bu aşamalar şöyleydi: Stratejik planlama, imar planı, projelendirme, ruhsat onayı, inşaat, iskân onayı, kullanım, izleme ve denetleme aşamaları. Aşamaların bazılarında dile getirilen sorunlardan bir kaç örnek vermek isterim. Mesela stratejik planlama aşamasında, yağmur suyu hasadı yöntemlerinin üst ölçekli planlarda yer bulamaması, uygulamada kullanılacak kaynak ve araçların tanımlanmasını zorlaştırıyor. Başka bir aşamada, mesela projelendirme aşamasında, toplanacak yağmur suyu miktarı, yağmur suyu deposunun kapasitesi, suyun depoda kalma süresi gibi değişkenler pek hesaba katılmıyor. Bunlar hesaba katılmadığında depoda uzun süre kullanılmadan bekleyen suda bakteri oluşma riski doğar. Ya da inşaat aşamasında, yağmur suyu toplama sistemlerinin gerektirdiği ilave donatıların inşaat maliyetlerini artırması ve müteahhitlerin ilk yatırım maliyetlerinden kaçmak istemesi. Yine kullanım aşamasına baktığımızda, yağmur suyu depolarının ve sarnıçlarının temizliğinin ve bakımının düzenli yapılamaması da örnek olarak verilebilir. Yine bu aşamada, sistemin işletilmesi için yeterli personelin bulunmaması, konuyla ilgili deneyim ve bilginin olmaması sayılabilir. Ve en önemlisi, yağmur suyu toplama sistemlerini izleme ve denetlemeden sorumlu kurumların belirsiz olması da saptadığımız sorunlar arasındaydı.

En önemli önlem, denetim

E.P.: Söylediğin gibi bütün bu sorunların hepsine ayrı ayrı odaklanmak gerekiyor. Bu bağlamda ne yaptık? Tüm katılımcılarla birlikte ilk etapta tespit ettiğimiz sorunlara yönelik çözümler geliştirdik. Çalıştaydan sonra yaptığımız analizler doğrultusunda, tüm uzmanların birlikte geliştirdiği bir çözüm önerisi matriksi ortaya çıktı. Aslında, stratejik planlamadan denetlemeye kadar, senin az önce saydığın, tüm o basamaklara dair çözümler geliştirilmiş oldu. Hepsini burada anlatamayız ama genel olarak, bu çözümlerin, 5 farklı eylem alanı altında toplandığını söyleyebiliriz. Öncelikle, birinci grupta, mevzuata dair eylemlere ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Mevzuatın, uygulamaya yön vermesi için güçlendirilmesi ve detaylandırılması gerekiyor. Yine finansmana dair, özellikle teşvik mekanizmalarının geliştirilmesine yönelik öneriler var. Yine, birçok kurumun yetki alanına giren yağmur suyu sistemlerinde yönetimine dair ve sistemlerin bakım, onarım ve işletilmesine dair eylemlere ihtiyaç var. Ve tabii ki, son grupta da, toplumda bu kültürün tekrar canlandırılmasına dair bir takım eylem tarifleri karşımıza çıkıyor.

Tabii bütün bunları aynı anda gerçekleştirmek çok kolay değil. Gördük ki katılımcıların temelde odakladığı ve önceliklendirdiği çözümler aslında mevzuata dair eylemler yer alıyor. Ne tür çözümler üretildi dersen şöyle. Mesela yağmur suyunun sağlığını tehdit etmemesi için denetim kriterlerinin geliştirilmesi veya mevzuatta yağmur suyu sistemlerinin düzenli aralıklarla kontrolü için yasal düzenlemelerin yapılması. Yağmur suyu hasadı sistemlerinin güvenilirliğine dair sertifika sistemlerinin geliştirilmesi ya da denetimler sırasında tespit edilen ihlallerin cezai karşılıklarının düzenlenmesi gibi bir takım çözümler geliştirildi.

A.İ.: Tabii çok fazla öneri geliştirildi. Böyle olunca da bu önerilerden en acili hangisidir, ilk nereden başlanmalıdır soruları ortaya çıktı. Yaptığımız geribildirim toplantılarında, yağmur suyu toplama sistemlerinin denetimine odaklanmak gerektiği öne çıktı. Biz de bu amaçla, yağmur suyu toplama sistemlerinin bileşenlerine (çatı, borular, filtre, depo, tesisat gibi) dair standartlar ve denetleme mekanizması konularını ele alan bir çalıştay düzenledik. Bunu İSKİ Genel Müdürlüğü ev sahipliğinde yaptık.

İSKİ’deki çalıştay şunu ortaya koydu:  Mevcut mevzuat, yağmur suyu toplama sistemlerinin imar ve iskân aşamalarındaki denetimini belediyelere bırakmış durumda. Yağmur suyu hasadı gibi dağıtık bir yöntem söz konusu olduğunda, yerel yönetimlerin sorumlu kılınmış olması beklenen bir durum. Ancak çalıştay katılımcıları, yağmur suyu toplama projeleri arttıkça – ki yasal zorunluluk sadece yeni binaları içerdiği şu anda çok sayıda proje söz konusu değil – belediyelerin kurumsal kapasitelerinin (personel sayısı ve bilgisi) bu üç aşamalı denetlemeye yetemeyeceği kaygısında. Denetleme imar onayı, iskân onayı ve kullanım aşamalarında olmalı. Yağmur suyu toplama sistemlerinin denetiminde, su ve kanalizasyon idarelerinin de belediye gibi sorumlu bir kurum olarak tanımlanması gerektiği ortaya çıktı. Üstelik yağmur suyu toplama sistemi kurulduktan sonra kullanımı denetlemeye dair hiçbir yasal tanımlama yok. Kullanımın denetlenmesinde ilçe belediyelerine destek olacak üçüncü bir aktör grubunun (Makine Mühendisleri Odası ve/veya özel sektör) mevzuatla tanımlanması gerektiği ortaya çıktı.

İklim krizi çağında şebeke suyuyla sulama kabul edilemez

E.P.: Parsel ölçeğindeki mevzuatın geliştirilmesinin yanı sıra, henüz mevzuatta hiç yer almayan, ama en az parsel ölçeği kadar önemli bir konu da, kamusal alanlarda yapılacak yağmur suyu toplama sistemleri. Senin de en başta söylediğin gibi, Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği, 2000 metrekareden büyük parseller için, yağmur suyu toplama sistemlerini zorunlu kılıyor. Aynı yönetmelik, bu konuda, yerel yönetimlere de kendi parsel büyüklüklerini tarif etme yetkisi veriyor. Örneğin, bugün baktığımızda, bu zorunluluğun, İstanbul İmar Yönetmeliğinde 1000 metrekare, Kadıköy plan notlarında da 400 metrekareye kadar düşürüldüğünü görüyoruz. Bunlar çok önemli gelişmeler. Fakat kentsel ölçekte baktığımızda, kamusal alanlarda yapılacak yağmur suyu hasadı da bir o kadar önemli! Neden önemli? Kentsel ölçekte, yağmur suyu hasadı, hem ek su arzı yaratma, hem de sellerin ve taşkınların önlenmesinde etkili bir yöntem.

İstersen bitirmeden önce, bu konuda da yaptıklarımızı kısaca aktaralım. Aslında bu konuya odaklandığımız son çalıştayda, biz, bina ve parsel ölçeğinden çıkıp mahalle/semt/ilçe ölçeklerinde kamusal alanlarda yağmur suyu toplama ve depolama konularına odaklandık. Orada temel sorumuz şuydu: Parsel ölçeğinin ötesinde düşünürsek, nerelerde yağmur suyunu toplayabiliriz ve yeniden değerlendirebiliriz. Bu çalışmalarda, katılımcılarla birlikte 11 farklı kamusal yağmur suyu toplama alanı tarif edildi. Yağmur suyunu nerelerde toplamak mümkün dersek, öncelikle yeşil alanlar öne çıkıyor. Bugün hala pek çok yeşil alan şebeke suyuyla sulanıyor. İklim krizi bağlamında bu kabul edilemez bir durum. Hâlbuki yağmur suyu hasadına yapılacak basit yatırımlarla, bunun önüne geçmek mümkün. Yeşil alanların dışında hangi alanlarda yağmur suyu toplanabilir dersek; derelerin çevresi, okullar gibi kamusal binaların bahçeleri, spor alanlarının altı, yol kenarları, meydanların altı, kıyılar, açık otoparkların altları, afet toplanma ve barınma alanları, millet bahçeleri, hal ve pazar yerlerinin altı gibi pek alanda bunu hayata geçirmek mümkün. Bunun için yerel yönetimlerin biraz daha inisiyatif alması gerekiyor.

A.İ.: Senin de dediğin gibi kamusal alanlarda toplanacak yağmur suyunun özellikle sulamada kullanımı iklim değişikliğine uyum bağlamında çok önemli. Bugün suyun ne kadar uzak kaynaklardan getirildiği, bunun enerji maliyetinin ne kadar yüksek olduğu hesaba katıldığında yağmur suyu daha da büyük bir önem kazanıyor. Zaten önceki çalıştaylarımızda da kamu kurumlarının yağmur suyu hasadı sistemlerini uygulama konusunda topluma öncülük etmesi gerektiği birçok defa dile getirilmişti. Biz de buradan hareketle bu konuda, Kadıköy Belediyesiyle birlikte bir eğitim ve uygulama projesi yürütmekteyiz.

Toparlayacak olursak, geçtiğimiz iki yılda 100’ün üzerindeki uzmanla yaptığımız çalışmalarla yağmur suyu hasadına dair bir yönetişim mekanizmasının tohumlarını atmış olduk. Bunun Türkiye bağlamında önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum. İstanbul‘un su yönetimindeki gelişmeler, ülkenin geri kalanı için de belirleyici bir rol oynuyor. Buradan hareketle, İstanbul’da yağmur suyu toplama sistemlerinin kullanımının yaygınlaştırılmasını sağlayabilirsek diğer şehirlere yol gösterici bir model oluşturacağına inanıyoruz. Tabii daha yapılacak çok iş var. Bu doğrultuda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Bütün bu süreç bize şunu gösterdi. Birbirinden farklı pek çok kurumun bir arada uygulama bilgisini üretmesi çok önemli ve çok gerekli. Bizim bu birlikte çalışma kültürünü geliştirmemiz gerekiyor.

 

 

Seçimle aldanmayı ve aldatılmayı sevmek…

Abdûlgaffar el Hayatî’nin yüklü ve yükümlü sorusunu hatırlatalım: “İnsan, kendisine sadık kalmak yerine kendisine ihanet etmeyi neden seçti?”

Özne ol(a)mayanların oluşturduğu her toplumsallık kendisini “seçilmiş” yani “yücenin gölgesi” olmakla aldatır. –Bu, en köklü, kitlesel ve etkili “aldatma” biçimlerinden biridir.

Bu çıkarsamanın inkâr edilemez en uç örneği ise faşist topluluk ve toplumsallıklardır.

“Seçilmiş tek adam rejimleri”ni de bu toplamın yanına iliştirmenin hiçbir sakıncası yoktur.

Bu yüzden “kendisi kalarak kendisine ihanet eden toplumsallıklar”dan da (artık) söz etmemiz kesinlikle gereklidir.

Bu saptama kabul edildikten sonra müşterilerin oluşturduğu en köksüz, ama en kitlesel ve en etkili aldatma biçimi olarak “piyasa toplumu”ndan da söz edebiliriz. Ya da pan-insanlığın pan-kapitalizmi, pan-kapitalizmin pan-insanlığı biçimlendirmesi olarak “piyasa toplumu” da diyebiliriz.

Çünkü aldanan aldatanı, aldatan da aldananı döller.

Artık aldatan ve aldananın birbirlerini erotikleştirerek karşı konulamaz bir baştan çıkarıcılık ürettiklerinin altını çizmemiz gerekmektedir.

Aynaya bakarak mastürbasyon yapmak gibi bir şeydir bu.

Her “müşteri kadın”, “müşteri erkek” ve “müşteri LGBT”nin kendi başına, kendisine bakarak, kendisine ihanet etme hali.

Nokta! [1]

*

[1] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bir meşe palamudu tohumu toprakla buluşursa…

Ekosistem kavramını son zamanlarda sık sık duyar olduk. Bir çok kaynaktan ekosistemin bozulduğuna dair uyarılar alıyoruz. Duyduklarımızdan yaklaşık bir tahminde bulunabiliyoruz ama tanımına bir de Meşe Palamudunun Sihri kitabının cümlelerinden bakalım:

“Ekosistem canlıların ve doğal varlıkların (su, hava, toprak vb.) karşılıklı etkileşim içinde oldukları bir birliktir.”

Tohumdan ekosisteme…

Ekosistemdeki yaşam döngüsünün kırılma tehdidi artık yediden yetmişe herkesin malumu. Hatta bütün canlılar gibi bizler de hücrelerimizde hissediyoruz tehdidi. Su sıkıntısı, küresel ısınma, her geçen gün azalan bitki çeşitliliği, bazı hayvan türlerinin yok olmanın eşiğinde olması kırılmanın boyutunun ihmal edilemeyecek bir aşamaya geldiğini gösteriyor.

Yediden yetmişe malum olan yine yediden yetmişinin toprağa atacağı bir tohumla tersine çevrilebilir. Meşe Palamudunun Sihri kitabı işte bu düsturdan yola çıkarak okura sesleniyor. Meşe palamudu tohumu toprakla buluşuyor; bir ağaç, bir kuş, bir tohum, bir çiçek, bir meyve, bir sincap diyerek ekosistemin etkileşimini görsellerle de destekleyerek görünür kılıyor. Kitabın teması ise meşe palamudu tohumunun ekosistemin bütün bileşenlerini içerdiği tezine dayanıyor:

“Meşe ormanları sadece meşe ağaçlarının bir arada olduğu ağaç topluluğu değil, içinde çok sayıda canlıya besin ve yuva olan, yaşama olanağı sağlayan bir ekosistemdir.”

Ne nedir?

Kitabın çocuğa yönelik olan hikaye kısmı bittiğinde meşe palamudu ile ilgili oldukça detaylı bilgileri bulabiliyoruz. Ekosistem, besin ağı, besin ağ zinciri, meşe palamudu türleri ve sayısı, ormanın canlı yaşama katkıları bu bilgilerden bir kaçı. ‘Neler Yapılabilir’ başlığı ekosistemin korunmasına yönelik öneriler içeriyor.

Elinize aldığınız tohumun ekosistemi barındırdığını düşünmek ya da bunu bir çocuğa düşündürmek kitabın asıl başarısı. Ancak bunun için ebeveyn ve öğretmenlere biraz iş düşüyor. Çünkü bu bilgiler hikaye bölümünde değil açıklama diyebileceğimiz arka sayfalarda. Kitabın hikaye kısmına bu bilgiler yedirilse çocuk kitabı olarak daha başarılı bir iş kotarılmış olurdu diye düşündürüyor.

abm Çocuk & İlk Gençlik Yayınları’ndan çıkan Meşe Palamudunun Sihri kitabını Lola M. Schaefer ve Adam Schaefer yazmış. Resimlemeleri ise Frann Preston-Gannon yapmış. Çeviri ve editoryal çalışmalar Alp Gökalp‘in elinden çıkmış.

Lola M. Schaefer& Adam Schaefer

Çok sayıda çocuk kitabı yazdı. Charlotte Zolotow ve Children’s Choice ödülü aldı. Ormanda yürüyüşler yapıp oradaki yaşam formlarını incelemeyi seviyor. Yeni kitaplar üzerine çalışmaya başladığı zaman okulları geziyor çocuklarla birlikte fikirler üretiyor.

Adam Schaefer de bir çok çocuk kitabı yazdı ve ilk kez Meşe Palamudunun Sihri kitabında annesi ile birlikte çalıştı. Çocukluğunda olduğu gibi şimdi de ağaçlara tırmanmayı seviyor.

 

 

 

 

İklim krizi: Buzullar on yılda üç milyar ton kütle kaybına uğradı

Bilim insanları, dünyadaki buzulların iklim değişikliği nedeniyle 2010’dan 2020’ye kadar yaklaşık üç milyar ton kütle kaybettiğine işaret ediyor.

Dünya‘daki yaklaşık 200 bin buzulu takip eden Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Cryosat uzay aracına ait veriler, on yılda 2 milyar 720 milyon ton buzun kaybedildiğini gösteriyor. Bu, miktar, buzul kütlelerinin yaklaşık yüzde 2’si anlamına geliyor.

Radar altimetresi denilen bir cihazla toplanan veriler ile veri işleme konusunda yaşanan ilerlemeler sonucunda araştırmacılar, dünyadaki buzulların durumu hakkında şimdiye kadarki en iyi uydu değerlendirmesini elde etmiş bulunuyor. Geophysical Research Letters dergisinde 26 Nisan günü yayımlanan çalışma, küresel bir buzul değerlendirmesini ortaya koyuyor.

buz
ESA’nın Dünya Kaşifi CryoSat, kutup okyanuslarında yüzen deniz buzları ile Grönland ve Antarktika’yı örten geniş buz tabakalarının kalınlığındaki değişiklikleri hassas ölçümlerle takip eden bir uzay aracıdır. Kaynak: ESA
‣ Himalayalar’daki buzul erimesi son 40 yılda 10 kat hızlandı
‣ ‘Kıyamet Buzulu’nun doğu buz sahanlığı için kritik uyarı: Beş yıl içinde çökebilir
‣ Kayıtlara geçen en sıcak sekiz yıl: Buzullar rekor düzeyde eriyor, denizler yükseliyor, kuraklık artıyor

En büyük buzul kaybı Alaska’da görülüyor

Bilim insanları, Alaska‘daki buzulların 10 yıllık araştırma dönemi boyunca yılda 80 milyar tondan fazla buz kaybederek en büyük kayıpları yaşadığını kaydediyor. Bu miktar, bölgedeki toplam buz hacminin yaklaşık yüzde 5’ine denk geliyor.

Daha sıcak sulara kıyısı olduğu için buzulların aşındığı ve daha hızlı hareket ettiği yerler arasında Kuzey Kutbu (Norveç takımadalarından Svalbard yakınları) ve Barents ve Kara denizlerinin Rusya’ya yakın kesimleri yer alıyor.

buz
Ağustos 2010 ile Ağustos 2020 arasında görülen buzul kütle değişimleri. Kaynak: Glacier Mass Loss Between 2010 and 2020 Dominated by Atmospheric Forcing (https://doi.org/10.1029/2023GL102954)
‣ Eylül ayının henüz ilk haftalarında Grönland’daki buzullar rekor düzeyde eridi
‣ Tüm buzullar eridiğinde…
‣ Himalaya buzulları eridikçe Güney Asya’daki su krizi derinleşiyor

Erimenin çoğu, atmosfer sıcaklıklarındaki artıştan kaynaklanıyor

Bu bölgelerdeki kütle kaybının yüzde 50’den fazlası, eriyerek okyanuslara karışan buzul miktarındaki artıştan kaynaklanıyor.

Veriler, 2010 ile 2020 yılları arasında görülen buz kaybının büyük çoğunluğunun, atmosfer sıcaklıklarındaki artışa bağlı erimeden kaynaklandığını gösteriyor.

Kaybın yalnızca yüzde 11’i, buzul cephelerinin daha sıcak okyanus veya göl sularının kıyısında yer almalarına bağlı erime veya akış artışından kaynaklanıyor.

Bu durumun, halihazırda düşük rakımlı bölgelerde yaşayan topluluklar için önemli bir tehdit oluşturan deniz seviyelerinde yükselmeye yol açacağı öngörülüyor.

buz

‣ Araştırma: Kuzey Kutbu’nun buzulları 2040’a kadar yazları yok olabilir
‣ Önlem almak da yetmeyecek: Dünya Mirası buzulların üçte biri 30 yıl içinde yok olacak
‣ Araştırma: Kar ve buz erimesi 15 yılda 31 kat arttı

Dünyada her beş kişiden biri buzullara ihtiyaç duyuyor

Buzullar, dünyada milyonlarca insana içme suyu sağlıyor ve çiftçilik faaliyeleri yürütmelerini mümkün kılıyor. Bu nedenle buzulların ne hızda değiştiğinin takibi önem taşıyor.

Dünyanın birçok yerindeki buzullar, kritik su rezervuarı işlevi görüyor. Dünya nüfusunun yüzde 20’sinden fazlasının yazın buzullardan eriyerek akan sulara bir şekilde bağımlı olduğu düşünülüyor.

İklim değişikliğinin buzullar üzerinde yol açtığı değişiklerin izlenmesi, büyük ölçüde uzay gözlemlerine dayanıyor.