31 Ağustos’ta Florida’yı vuran Idalia Kasırgası, bugün (1 Eylül) eyaleti terk etti. Üç kişinin yaşamını yitirdiği Idalia’nın Georgia eyaletine doğru yöneldiği bildirildi.
Küba’da ortaya çıkan Idalia, Florida’nın iç kesimlerine ilerlerken zayıfladı. Şehir merkezine ilerlerken saatte 215 kilometre hızda rüzgarlara neden olan kasırga, ‘Kategori 4’ kasırga seviyesine ulaştı. Şu anda, 119 ile 153 kilometrelik rüzgar hızına verilen ‘Kategori 1’ seviyesine indiği bildirildi.
Kasırga, Florida eyaletinde üç kişinin ölümüne neden oldu. Florida Otoyol Devriyesi ekipleri, yağışlara bağlı olarak yaşanan trafik kazalarında iki kişinin ve ağaç devrilmesinden dolayı 1 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.
Kasırganın sebebiyet verdiği maddi hasar tam olarak tespit edilemiyor ancak uluslararası finans şirketi Moody’s tarafından 12 ile 20 milyar dolar arasında bir maliyetin olduğu tahmin ediliyor.
Floridalıların çektiği görüntülerde, rüzgarların etkisiyle dalga boyu 3 metreye yaklaştığı, eyaletin Tampa ve Fort Myers gibi kıyı bölgelerinde sokakları dolduran suların giderek yükseldiği görülüyor.
Kasırga nedeniyle bölgede 850’den fazla uçuş iptal edildi ve bununla birlikte, ülke genelinde yaklaşık 795 uçuş da ertelendi.
Et yiyen bakterilere karşı uyarı
Florida Valisi Ron DeSantis, kasırga sırasında Florida’daki 565 bin haneye elektrik verilemediğini söyledi. DeSantis “Bu büyüklükte bir fırtına Florida’nın bu bölgesinde hayatımız boyunca görmediğimiz bir şey” dedi.
Floridalılar kasırganın yarattığı yıkımın yaralarını sarmaya çalışırken yetkililer; et yiyen bakterilere, karbondioksit zehirlenmelerine ve sivrisineklere karşı halkı uyardı. Eyalet yetkilileri ve cerrahlar, 2022 yılında Florida’yı vuran Ian Kasırgası’ndan sonra en büyük tehditlerin et yiyen bakteriler olduğunu söyledi.
Eyalet cerrahı Joseph Lapado, et yiyen bakterilerin açık yaraları hedef aldığını ve ateş gibi semptomlara sahip olan vatandaşların sağlık kuruluşlarına gitmesi gerektiğini bildirdi.
Florida Sağlık Departmanı Başkanı Ulyee Choe ise sellerden arda kalan suların sivrisinekler için “mükemmel yaşama alanları” olduğunu açıkladı. Choe vatandaşlara kırık pencere, kapıları tamir etme ve uzun kollu giymeleri konusunda uyarılarda bulundu.
230 binden fazla kişi elektriksiz kaldı
İç Güvenlik Bakanlığı Federal Acil Durum Yönetim Ajansı (FEMA) eyalet sakinlerini sel riskine karşı uyararak, tahliye emirlerine uyulması çağrısı yapmıştı.
Kasırganın karaya oturmasının ardından Florida Körfez Kıyısı’nda 230 binden fazla kişi elektriksiz kaldı.
Çevrimiçi verilere göre, halihazırda eyalet genelindeki Kızıl Haç barınaklarında yaklaşık 4 bin 500 kişi bulunuyor.
Yakın zamanlı araştırmalar, kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların kullanımı başta olmak üzere insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim krizinin, kasırgaların daha yıkıcı olmasına ve yağışlarda ciddi artışa yol açtığını ortaya koyuyor.
Küresel ısınma kasırganın boyutunu nasıl artırıyor
Islak ve nemli hava kasırgaları bekliyor. Kasırgaların şiddetinin ve sıklığının artmasındaki bir diğer etken de sıcak okyanus suyu. İklim bilimciler, son 40 yılda, okyanuslar karbon emisyonları nedeniyle yüzde 90’a yakın ölçüde ısındığı uyarısında bulunuyor. Okyanus sularının yüzeyleri ısınması da kasırgaları yoğunlaştırıp ortaya çıkan rüzgarları hızlandırıyor.
2020’deki Atlantik kasırga mevsiminin ardından NatureCommunications dergisinde yayımlanan çalışmada, küresel ısınmanın kasırgalara olan etkisi kanıtlanmıştı.
Antropojenik iklim değişikliğinin (insanların etkisiyle gerçekleşen değişim) kasırga mevsimi boyunca saatlik yağış miktarını yüzde 10’a kadar artırdığına işaret edilen çalışmada, “İnsan faaliyetleri atmosferdeki sera gazı miktarını artırmaya devam ediyor ve bu da 2020’de 1850’ye kıyasla küresel ortalama yüzey sıcaklığında 1 santigrat dereceden daha fazla bir artışa neden oldu” ifadesine yer verildi.
Küresel ısınmanın, Kuzey Atlantik‘teki deniz yüzeyi sıcaklıklarını da artırdığına işaret edilen çalışmada, daha sıcak okyanusların, tropik fırtınaların daha fazla nem almasına izin vererek bunun sonucunda da rekor miktarda yağışın karaya düşmesine neden olduğu vurgulandı.
Araştırmanın baş yazarı Stony Brook Üniversitesi Deniz ve Atmosfer Bilimleri Fakültesi’nden Kevin Reed, “Çalışmamızın ana bulgusu, insan kaynaklı iklim değişikliğinin 2020 kasırga mevsimiyle ilişkili aşırı yağışları yüzde 5-10 artırmasıdır” ifadesini kullandı.
Türkiyeli avukatlar, “Hayvanlar için Adalet” başlıklı bir metin hazırlayarak imzaya açtı. Sokakta ve barınaktaki hayvanların maruz kaldığı kötü muamele ve işkence ile hayvanların şiddet gördüğü davaların cezasızlıkla sonuçlanmasına dikkat çekilen metinde Konya ve Elazığ barınaklarındaki vahşetlere rağmen sorumluların aklandığına dikkat çekildi.
bianet‘in aktardığına göre, yürürlükte olan ve hayvanları koruyan yasaların tam olarak uygulanmasını isteyen hukukçuların imzaya açtığı metin özetle şu şekilde:
Cezasızlık
“Her gün Türkiye’nin dört bir yanından hayvanlara karşı yeni katliam, tecavüz, eziyet haberleri paylaşılırken; işlenen suçların cezalandırılması için çaba gösteren avukatlar olarak faillerin takipsizlik ve beraat kararları ile ödüllendirilmesinin artık bir alışkanlık haline getirildiğini, çoğu dosyada etkin bir soruşturma yürütülmesi bir yana hiçbir işlem yapılmaksızın dosyaların kapatıldığını görmekteyiz.
Sayısız hayvanın öldüğü belgelerle, görüntülerle ve bilirkişi raporuyla ispatlanmış olan Elazığ barınak davasında sanıklar hakkında beraat kararı verilirken, tüm Türkiye’nin vicdanını yaralayan Konya’daki kürekle öldürme vakası ile ilgili olarak ise göstermelik olayı kapatmaya ve yetkilileri aklamaya yönelik ceza dahi denilemeyecek bir ceza verilmiştir.
Hukukun işlevsizliği
“Hukukun ne önleyici, ne de ıslah edici işlevi artık neredeyse kalmamış durumdadır, tam tersi hukuk ve mekanizmaları hayvana yönelik şiddeti adeta teşvik eden bir duruma gelmiş vaziyettedir.
2019 yılında Meclis’te grubu bulunan 5 siyasi partinin de altına imza attığı Meclis Araştırma Komisyonu Raporunun sonuç kısmını hatırlatıyoruz. ‘Şehirlerde popülasyon kontrolünü sağlamak amacıyla uygulanması önerilen tek yöntem kısırlaştırmadır.’ Yıllardır görevlerini yerine getirmeyen kurumlardan hesap sormak yerine; doğal yaşam alanı, uyutma adı altında hayvanların yaşam hakkını ve özgürlüklerini ellerinden alacak hiçbir düzenlemeyi ve talimatı kabul etmediğimizi bildiriyoruz.
Adalet
“Hayvanlar için adalet çağrısında bulunan avukatlar olarak taleplerimiz açıktır. Yürütme ve yasama organlarında görev alan herkes hayvanları düşmanlaştıran ve şiddeti teşvik eden söylemlerinden derhal vazgeçmelidir.
Yürürlükte olan ve yetersiz de olsa uygulanmaması çok daha büyük felaketlere yol açan Hayvanları Koruma Kanunu hayvanların aşılanıp, kısırlaştırılıp yerinde yaşatılmasını söyleyen 6. maddesi başta olmak üzere ilga edilmiş gibi davranılmamalı ve kanunun gerektirdiklerini yerine getirilmelidir.
Bulunduğumuz durum artık hayvanlar için dip noktadır. Bu durumdan ne daha geri gitmeyi ne de yerimizde saymayı kabul etmiyoruz. Herkesi hem bizzat kendileri hem de yaşadıkları acılar görünmez kılınmaya çalışılan tüm hayvanlar için muhtaç olduğu adalete ve hukuka sahip çıkmaya çağırıyoruz.”
Boğaziçi Üniversitesi‘nde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Melih Bulu‘yu rektör olarak atanmasının ardından akademisyenlerin başlattığı ve 32 aydır sürdürdükleri nöbet eylemiyle ilgili “disiplin soruşturması” başlatıldı.
13 akademisyen hakkında başlatılan soruşturmanın öne sürülen gerekçesi; eylemlerin “kanuna aykırı” ve “üniversite işleyişini bozucu nitelikte olması.”
Rektörlük 1 Haziran ve 7 Temmuz tarihlerinde öğretim üyelerine bir yazı göndermiş ve sessiz nöbet eyleminin “2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun “yasak yerler” başlığını taşıyan 22’nci maddesi uyarınca kanuna aykırı olduğunu iddia etmiş; ayrıca eylemlerin üniversite tercih etme aşamasındaki öğrenci adaylarının “tereddüde düşmelerine” neden olduğunu ileri sürmüştü.
Bu nedenle de nöbet tutan öğretim üyeleri hakkında adli, cezai ve idari işlemlerin başlatılacağını belirtmişti.
‘Barışcıl protesto anayasal hak, yasaklama hak ihlali’
Açılan soruşturmayla ilgili Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinden yapılan açıklamada şunlar denildi:
“Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri olarak barışçıl protesto hakkımızın anayasamız tarafından güvence altına alınmış olduğunu tekrar hatırlatır, nöbetimizin, hiçbir bildirime, izine, ya da idarenin saat/mekan tasarrufuna tabi olmadığının altını çizmek isteriz.
Nöbetimizin hiçbir idari ve akademik işleyişi aksatması söz konusu olmadığından, asılsız gerekçelerle yasaklanması da net bir şekilde hak ihlali anlamına gelecektir ve hukuksuzdur. İfade özgürlüğünün ve bu özgürlüğün bir görünümü olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kapsamı ve sınırlanması ile ilgili ölçütler, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından belirlenmiştir.
7 Temmuz 2023 tarihli yazıda ifade edilen yaptırım tehditlerinin ve sınırlamaların hukuka aykırı olduğunu ortaya koyan çok sayıda yargı kararı mevcuttur. Tamamen hukuk sınırları içinde kalarak gerçekleştirdiğimiz barışçıl nöbetimizin, yüksek mahkeme kararları görmezden gelinerek kriminalize edilmesi kabul edilemez.
Bu vesile ile tüm yasaklamalara ve tehditlere rağmen, yapılan hukuksuzlukların takipçisi olmaya ve üniversitemizin içinde bulunduğu yönetim krizine dikkat çekmeye devam edeceğimizi, barışçıl ve hukuki çerçeve içinde kalarak üniversitemizin özgürlükçü, çoğulcu, eşitlikçi yapısını korumaya yönelik itirazlarımızı farklı biçimlerde ifade etmeyi sürdüreceğimizi belirtmek isteriz.”
Akademisyenler, 4 Ocak 2021 tarihinden bu yana her mesai günü 12.15-12.30 arasında, cüppelerini giyerek kampüs meydanında toplanıyor ve rektörlüğe sırtlarını dönüyor. Bu sessiz protesto ile üniversitenin özerk, özgür ve demokratik yapısını zedeleyen uygulamaları protesto etmeyi ve kamuoyunda farkındalık yaratmayı amaçlıyorlar.
Almanya’nın güneydoğusundaki yaban domuzlarında uzun süredir yüksek seviyelerde tespit edilen radyoaktivitenin sırrı çözüldü.
Hayvanlarda, yıllardır ölçülen radyoaktivite, büyük oranda 1986’daki Çernobil Felaketi‘ne bağlanıyordu. Ancak yaban domuzlarını izleyen bilim insanları diğer hayvanlarda radyoaktivite seviyeleri azalırken onlarda sıra dışı bir şekilde devam ettiğini gördü.
Science Alert’in aktardığına göre, yeni araştırmalar 20. yüzyılın ortalarındaki nükleer felaketlerin dışında silah denemelerinin de bu durumdan sorumlu olduğunu gösteriyor ve uzmanlar her iki kaynağın da yaban domuzlarındaki radyoaktivite seviyesini beslenme yoluyla arttırdığını düşünüyor.
Bunun en büyük kaynağı da yeraltında yetişen değerli bir mantar türü olan trüf. Yaban domuzlarının trüf tüketiminin çok olmasının bu hayvanların sürekli radyoaktif kalmasına katkıda bulunduğu belirtiliyor.
Bir nükleer kaza veya patlamadan sonra çevreye salınan radyoaktif maddeler ekosistemlere ciddi bir tehdit oluşturuyor. Kaslı yapılı, uzun dişli yaban domuzlar görünüşte sağlıklı görünse de çoğunda tespit edilen tehlikeli seviyelerdeki radyoaktif maddeler nedeniyle avlanmıyor. Bu da bölgede nüfuslarının aşırı artmasına neden oluyor.
‘80 yıl önceki testler bugünü etkiliyor’
Araştırmada görev alan bilim insanlarından Felix Stäger, “Çalışmamız, Bavyera‘da yaşayan yaban domuzlarındaki radyoaktif kirliliği hakkında derin bilgiler sunuyor. Bu çalışma, 60-80 yıl önce stratejik nükleer testler yapma kararlarının bugün doğal ortamları ve vahşi yaşamı hala etkilediğini gösteriyor” diyor.
Araştırma ekibi, 2019-2021 yıllarında Bavyera’nın 11 farklı bölgesinden avcılar tarafından toplanan 48 yaban domuzu eti örneğini analiz etti. Test edilen örneklerin yüzde 88’inde radyoaktif sezyum seviyeleri Almanya’nın yasal sınırının üstünde bulundu. Radyoaktif maddelerin oranlarını inceleyen ekip, nükleer silah denemelerinin, hayvanlarda tespit edilen kirliliğin yüzde 12 ila 68’inden sorumlu olduğunu belirledi.
Makalede, gelecekteki nükleer kazalar veya patlamaların bu hayvanlardaki radyoaktif kirlenmeyi artırabileceği kaydediliyor.
Dünya çapında barışın temellerinin atılması ve savaşların önlenmesi için bilinçlenmeyi arttırmak adına her yıl 1 Eylül’de Dünya Barış Günü kutlanıyor.
Dünya Barış Günü, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkelerin barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla Almanya‘nın 1939 yılında Polonya‘yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı‘nı başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak kutlamasıyla ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletler’in 1981 yılında 21 Eylül tarihini Dünya Barış Günü ilan etmesiyle barış günü, dünyada ve Türkiye’de iki kere kutlanıyor.
Türkiye’de çeşitli siyasi partiler vatandaşa çağrı yaparak Dünya Barış Günü’nü kutladı.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) yaptığı sosyal medya platformu X üzerinde yaptığı paylaşımında halkı 1 Eylül’de meydanlara davet ederek şunları söyledi:
“1 Eylül Dünya Barış Günü’nde ‘toplumsal barış için eşit ve özgür yaşam’ şiarıyla Amed’de [Diyarbakır] buluşuyoruz. Emek ve demokrasi güçleriyle birlikte yapacağımız mitinge, barış isteyen, zulüm rejimine karşı çıkan ve umudu büyütmek isteyen tüm halkımızı İstasyon Meydanı’nı doldurmaya davet ediyoruz.”
Emek Partisi (EMEP) yayımladığı bildiride, barış için yapılan mücadeleyi vurgulayarak “Kendi kâr, sömürü ve rant düzenlerini ihya etmek için çatışmaların ateşini yakan ve körükleyenler arasında savaşların nihai kazananı yoktur. Barış dünya işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen halkların savaşlardan kurtulmak için verdikleri mücadelenin ürünü olacaktır” ifadelerini kullandı.
Barış; içi boş nutuklar, yalanlarla süslenen demeçlerle gelmeyecek; Barış dünya işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen halkların savaşlardan kurtulmak için verdikleri mücadelenin ürünü olacaktır. https://t.co/cwXNq6z0fYpic.twitter.com/2je8WCSUDK
Türkiye Komünist Partisi (TKP) yaptığı basın açıklamasında ”Gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için sömürü düzeninin ortadan kalkması, dünyanın kapitalizm belasından kurtulması gerekiyor” sözlerine yer verdi.
‘Barış talep etmekten vazgeçmeyeceğiz!’
Türkiye’deki mesleki kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri de barışın sağlanması ve sürdürülebilir hale getirilmesi için yayımladıkları bildirilerle çağrıda bulundu.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) tarafından yapılan basın açıklamasında “Ülkemizde, bölgemizde ve dünyada barışa olan ihtiyaç tüm yakıcılığı ile her geçen gün kendini daha fazla hissettiriyor. Barış ve demokrasi talebi, ekmek ve su kadar temel ihtiyaç haline gelmiştir” ifadeleriyle barışın acil bir ihtiyaç olduğunda dikkat çekildi.
İnsan Hakları Derneği (İHD) de yayımladığı basın açıklamasında barış talebini “Topluma dayatılan tekçilik, ırkçılık, milliyetçilik, ötekileştirmenin ve nefret dilinin son bulması için iktidarı insan haklarına dayalı barışçıl politikaları uygulamaya ve Türkiye’nin toplumsal barışına uyguladığı tecrit politikasından vazgeçmeye çağırıyoruz” şeklinde dile getirdi.
‘Yalnızca 1 Eylül değil, her gün barış günü olsun!’
Türkiye Pen Yazarlar Derneği (PEN Türkiye) dünyada ve Türkiye’de toplumsal barışın olmadığına dikkat çekmek üzere yayımladığı “Yalnızca 1 Eylül değil, her gün barış günü olsun” başlıklı bildiride “Dünyada savaşsız günler de olacağının umudunu asla yitirmiyoruz” ifadelerini kullandı ve ekledi:
Ancak, en yakın sınırlarımızdan başlayarak her yerde savaş var, Türkiye de bir savaşın içinde, vaktiyle atıldığı, şimdi kendisini kurtaramadığı bir savaş bu. Savaş ağaları, lordları, büyük devletler, savaştan beslenen büyük bir yapı varken barış olur mu?”
Türkiye son 20 yılda neredeyse dev bir şantiye sahasına dönüştü. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak 2023 verilerine göre inşaat işkolunda 1 milyon 525 bin 729 kayıtlı çalışan bulunuyor. İnşaata işkolunda çalışanların ise sadece 52 bin 819 kişi sendika üyesi. Sendika üyelerinin ise yaklaşık 50 binini kamuda çalışanlar (Karayolları Genel Müdürlüğü) oluşturuyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) sadece Haziran 2023’te 28 inşaat işçisinin çalışırken hayatını kaybettiğini bildirdi.
Kule vinç kazaları işçilerin yaşamına mal oluyor
İnşaat sektöründe kule vinç kazaları da yaşanıyor. Kule vinç kazalarının ne yazık ki birçoğunda ölüm meydana geliyor.
İzmir Bornova‘da 30 Aralık 2022’de bir otel inşaatında kule vinç, yükseltme çalışmaları sırasında devrildi. Vincin arka ağırlığı işçi yatakhanesi konteynerlerin üzerine düştü. Vincin yükseltilmesi işini yapan Aslan Akkaya (38), Ali Şükrü Duru (41) ve Ümit Kara (39) ile konteynerde kalan Fesih Çiftçi (32), Yıldırım Sarı (38) ve Baykal Gündüz (28) hayatını kaybetti.
20 Eylül 2022’de de İstanbul Sancaktepe‘de metro inşaatında kullanılan kule vincinin devrilmesi sonucu iki kişi hayatını kaybetti, bir kişi yaralandı.
Kule vinç operatörleri yaşadıkları iş cinayetlerine, hak gasplarına, kötü çalışma koşullarına, meslek hastalıklarına karşı DİSK Dev Yapı-İş Sendikası’nda (Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol İşçileri Sendikası) örgütlenmeye başladı. İlk etkinlik olarak Kadıköy’de basın açıklaması yapıldı.
Açıklamada “Eşit haklar ve yaşanabilir bir ücret için birlikte hareket ediyoruz. Çalışırken ölmek istemiyoruz” pankartı açıldı. Basın açıklamasında sık sık “Çalışırken ölmek istemiyoruz, İnşaat işçisi köle değildir” sloganları atıldı.
Dev-Yapı-İş Genel Merkezi’nde bir araya geldiğimiz kule vinç operatörleri Yeşil Gazete‘ye konuştu.
13 yıldır Kule vinç operatörlüğü yapan Harun Göktepe, kule vinç kazalarının, yeterli denetim ve kontroller yapılmadığı için arttığını söyledi.
Kule vinç operatörlerinin geçtiğimiz yıllarda da örgütlenmek için bir araya geldiğini söyleyen Göktepe, “Biz yasal bir zeminde hareket etmek istedik. Sesimize ses katan, bize destek veren DİSK oldu. DİSK’e bağlı Dev Yapı-İş sendikası oldu. İnsanca yaşamak, insanca çalışmak istiyoruz” dedi.
Harun Göktepe
‘Bir metrekarelik bir alanda akşama kadar sinir, stres, mobbing ve sürekli iş baskısı ile uğraşıyoruz’
İnşaatın merkezinde olduklarını söyleyen Göktepe, “Bizler olmadan orada iki yüz tane işçi de olsa maalesef iş yapamıyor. Çünkü illaki operatör orada olacak o makine çalışacak. Çünkü teknolojinin getirdiği şartta bunlar. Ama öbür yandan da vinç operatörleri bir metrekarelik bir alanda akşama kadar sinir, stres, mobbing ve sürekli iş baskısı ile uğraşıyoruz” dedi.
Son bir ay içerisinde kendilerine ulaşan altına kule vinç kazası meydana geldiğini belirten Göktepe konuşmasına şöyle devam etti:
“Biz artık iş kazası istemiyoruz. Orada ölen arkadaşımızın bir ailesi vardı. Geride bıraktıkları var. Acıların artık yaşanmaması için uğraşıyoruz. Sesimiz duyulsun. Artık çalışırken ölmek istemiyoruz.”
‘Operatörün bir anlık dalgınlığı kazaya sebep olur’
44 yaşındaki Sebahattin Çintaş da 24 yıldır kule vinç operatörü olarak çalışıyor.
Yukarıda tek başlarına stres altında çalıştıklarını söyleyen Çintaş, “Aşağıda olsan birisiyle gidip bir sohbet etme, bir konuşma şansın var. Bizim meslekte böyle bir şansın yok. Yukarıdaki operatörün en ufak bir dikkatsizliği aşağıdaki çalışan insanın canına ya da sakatlığa sebep olabilir. Bir doktor ameliyat ederken nasıl dikkat ediyorsa kule vinç operatörü de bence o şekilde dikkat ediyor. Operatörün bir anlık dalgınlığı kazaya sebep olur. Dikkat etmek gerekiyor” dedi.
Sebahattin Çintaş
‘Çin malı vinçler şu an piyasaya girdi’
Tarık Işık 12 yıldır kule vinç operatörü. Işık, Türkiye’de kullanılan kule vinçlerin eski olduğunu belirtti.
Şubat ayında yaşanan deprem sonrası, bölgede yapılacak konutlar için çok fazla kule vinçe ihtiyaç duyulduğunu belirten Işık, “Çin’den gelen Çin malı vinçler şu an piyasaya girdi. Prosedürler Avrupa standardının gerisinde. Avrupa standartlarına bakarsak, bir vincin ülkeye girmesi için onun belgelerine bakılması gerekiyor. Bütün testlerin yapılması lazım. Ondan sonra kurulacak alanın testinin yapılıp, yerel birimlerin belediyesinden makine mühendisleri odasına kadar gidip kontrol ediyor. Son aşamada kontrollü bir şekilde ve kolluk kuvvetlerinin de güvenlik almasıyla vinç kuruluyor. Türkiye de böyle değil. Limandan indiği gibi vinç direkt şantiyeye gidiyor ve kuruluyor” dedi.
Tarık Işık
Şantiyede kullanılan bir vincin başka şantiyeye direkt gönderildiğini söyleyen Işık, bunun yanlış olduğunu söyleyerek olması gerekeni anlattı:
“Normalde o makine söküldüğü zaman sıfır makine de olsa atölyeye gidip en az beş gün boyunca onun bakımı, yağlanması, her şeyinin yapılması lazım. Bir sene boyunca o makine sürekli çalışmış. Bunun bakımı yapılması lazım ama bizim ülkemizde böyle olmuyor. Şantiyeden söküyor, tırlara yüklenir. Yeni şantiyede direkt kuruluyor.”
‘Bizim için en büyük sıkıntı tuvalet ihtiyacı’
Çalışma şartlarına bağlı olarak birçok hastalığın kendilerinde olduğunu belirten Işık, “Alçak makinalarda öğle arası aşağı ineriz. Eğer mesai yoksa. Ama varsa yemeğimiz o zaman da yukarı gelir. Yüksek makinalarda yemeğimiz yukarı kancaya takılarak gelir. Su ihtiyacımız da kancayla aynı şekilde geliyor. Bizim için en büyük sıkıntı tuvalet ihtiyacı. Bu da hastalığa sebep oluyor. Biz on saat boyunca sürekli aşağı bakıyoruz. Boyun fıtığı, göz ağrıları, baş ağrısı, şiddetli baş ağrıları, bel ağrıları, bel fıtığı, omuzlardaki kireçlenmeler, gözler, şeker, tansiyon hepsi oluyor. Ben de şu an şeker başlangıcı var” dedi.
‘Biz her hareketimizde ölümü düşünürüz’
Çalışırken sürekli ölümü düşündüklerini belirten Işık, şunları söyledi:
“Plazada çalışan bir insan ölümü düşünmez. Ya da inşaatta çivi çakan bir insan ölümü düşünmez. Biz her hareketimizde ölümü düşünürüz. Kule vincinin hareket ettiği ya da kaldırdığı en ufak bir malzemede bile ölümü düşünürüz çünkü birbirine montajlı bir makinanın üstündeyiz. Pimler ve cıvatalar vardır. Bunların herhangi birisinin bir kopması, kırılması demek o kule vincinin yatması, verilmesi demek. Vinç devrilirken bile aşağıdaki insanların üstüne düşmemesi için makineyi terse çeviren arkadaşlarımız var.”
Yaptıkları mesleği şöyle tarifledi Işık:
“Zirvedeki yalnızlık. Kendi arkadaşlarımızla bile iletişim kuramıyoruz artık. Zor kuruyoruz. Birbirimize derdimizi anlatamıyoruz”
‘Rüzgâra karşı çalışmamız isteniyor’
Emrah Demir de 16 yıldır kule vinç operatörü. Demir, eski makinalara boyanarak tekrar kullanıldığını söyledi. Birçok kazanın sebebinin de eski makinalar olduğunu belirtti.
Demir çalışırken sık sık mobbinge maruz kaldıklarını da belirtti. Koşulların elverişli olmamasına rağmen iş baskısı yapıldığını söyleyen Demir, “Rüzgâra karşı çalışmamız isteniyor. Zor koşullarda aşağıda iş yürüsün diye baskı altına alınıyor. İnşaatlarda mobbing bilinmiyor, umursanmıyor” dedi.
Emrah Demir
Kule vinçle alakası olmayan makinalarda eğitim veriliyor
29 yaşındaki Kerim Özlük mesleğe 20 yaşında başlamış. Özlük, sıkıntıların daha kule vinç operatörü belgesi alırken başladığını söyledi.
Kule vinçle alakası olmayan makinalarda eğitim verildiğini belirten Özlük, “Bu saçmalığın önüne çabucak geçilmesi lazım. Bu işin öğrenilmesi için en az altı ay gerekiyor. Altı ay boyunca ciddi bir disiplinli eğitim almadan hiçbir operatör arkadaşımız yetkili olamaz. Piyasada birçok arkadaşımız hiçbir iş deneyimine sahip değil. Deneyimsiz bir şekilde belgesini alıyor. Daha sonra gidiyor herhangi bir yerde yevmiyeye veya aylık ile işe başlıyor. Çalıştığı yerde, aşağıdaki işçinin hayatını tehlikeye atıyor. Bir de kendi hayatını özellikle tehlikeye atıyor. Kâğıt üstünde Türkiye’de her şey oluyor yalnız gerçekte baktığımız zaman hiçbir şey olmuyor” dedi.
Kerim Özlük
‘Yüzde doksan beş devrilebilir’
Çalışırken kendilerini güvende hissetmediklerini söyleyen Özlük, “Bugün bir makineye çıktığım zaman o makinenin devrilmeyeceği ihtimalini ben yüzde beş olarak görüyorum. Yüzde doksan beş devrilebilir” dedi.
Giresun‘un Eynesil ilçesi Yalı Mahallesi’nde, denizin içine kafes balıkçılığı projesi yapılmak isteniyor. Yöre halkı ve ekolojistler kafeslerin denizin tüm ekosistemini bozacağı ve sahilin yok olacağı gerekçesiyle projeye karşı çıkıyor.
Karadeniz’de neredeyse her dereye kurulan hidroelektrik santraller, vadi ve ormanlardaki madencilik çalışmaları ve kıyılarda dolgu alan uygulamalarının yanı sıra bölgenin ekolojik dengesine ve biyoçeşitliliğine zarar verecek “kafes balıkçılığı” projeleri de yaygınlaşmaya başladı. Bölgede neredeyse her ilçede yapımına başlanan kafesler ile doğal balıkçılık büyük tehlike altına girerken, denizlerde kirlilik ve ekosistemin yok olması ile karşı karşıya bırakılıyor.
MA‘nın aktardığına göre, Eynesil’deki Aralık köyünde Mavi Ay Su Ürünleri ve Gıda Maddeleri Sanayii Nakliyat Ticaret Limited Şirketi’nin “Denizde Ağ Kafeslerde Kültür Balığı Yetiştiriciliği” projesine Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca 7 Temmuz 2020’de ÇED Olumlu kararı verildi.
Proje kapsamında kurulmak istenen 12 ağ kafesinde yılda bin ton balık yetiştirilecek ve kafesler deniz içinde 60 dönümlük bir alana kurulmak isteniyor. Projenin yapılacağı bölgede, bölge halkının denize girdiği plaj ve koyların yanı sıra Aralık Köyü Balıkçı Barınağı da bulunuyor.
Halkın projeye karşı açtığı “yürütmeyi durdurma” davasının ilk duruşması ise, 5 Eylül saat 10.00’da Giresun Bölge İdare Mahkemesi’nde görülecek.
Dört tanesi kuruldu
Ekoloji aktivisti Berat Torçuk, ilk olarak Ege sahillerinde ortaya çıkan bu kafeslerin, orada turizm göz önünde bulundurularak kaldırıldığını, sonrasında Karadeniz sahillerine taşınmaya başladıklarını söyledi.
Alana kurulmak istenen 12 kafesin dördünün şimdiden kurulduğunu fakat içine balık koyulmadığını bildiren Torcuk, bu alanın üç-beş yıl içinde yaşanmaz bir hal alacağını kaydetti:
‘Halka pisliği kalacak’
“Bu kafesler kadınlarda düşük, çocuklarda hastalıklara ve bölgenin ekolojik yapısının değişmesine neden oluyor. Hatta burada balıkların yavrulama kuyuları var. Bunların hepsini yok edeceğini bildiğimiz için karşı çıkıyoruz. Burada bir kişi para kazanacak diye binlerce mağdur yaratılıyor. Aralık köyünün toplamda 8 binlik bir nüfusu bulunuyor ve tamamı mağdur olacak. Üretilen balıklar Japonya‘ya satılacak, bize de pislikleri kalacak. Günlük bir tonun üzerinde genetiği ile oynanmış yemler ve antibiyotikler atılacak. Bunun yaydığı bir koku var. Burada yerleşim alanları var. Zaten Çavuşlu‘daki çöp tesisi burayı yaşanmaz hale getirdi. Birde bunların kokusu olacak. Burada çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakmak istiyoruz.”
Denizde balık kalmadı
İklim değişikliğine bağlı olarak suların ısınması ile birlikte balık rekoltesinde düşüş yaşandığını kaydeden Torcuk, şunları söyledi:
“Bunu kapatmak için balık kafesine yöneldiler. Ama sular biraz daha ısındığı zaman onlarda işe yaramayacak. Çevreci bir yurttaş olarak doğadan ellerini çekmelerini istiyorum. Doğayı kendi hallerine bıraktıklarında, bu kafeslere ihtiyaç kalmayacak. Çocukluğumuz burada geçti. 1970’li yıllarda 1-2 kilo civarında palamut olduğunu biliyorum. Şimdi balıkların boyu 10 santimi geçmiyor. Göz göre göre doğa ve yaşam alanlarımızı yok ediyorlar. Karadenizli yurttaşların Ege sahillerine gidip tatil yapma şansı yok. Burada hem fındığını toplayıp hem de tatilini yapmak istiyor. Ama bunu bile bize çok görüyorlar”.
5 Eylül’de görülecek duruşmaya katılım çağrısı yapan Torcuk, “Çevreye duyarlı, çocuklarına iyi bir gelecek bırakmak isteyen herkesi orada görmek istiyoruz. Mahkeme heyetinin de adaletli davranmasını, sermayeden yana değil halktan yana davranmasını istiyoruz” diye konuştu.
Chicago Üniversitesi Enerji Politikası Enstitüsü‘nün (EPIC) raporu, hava kalitesinin kötü olduğu bir bölgede yaşamanın insan ömrünü ortalama iki yıldan fazla azalttığını gösteriyor.
Raporda, çok küçük partiküler maddelerin (PM) yol açtığı hava kirliliğinin “kamu sağlığı açısından en büyük dışsal tehdit olmaya devam ettiği” vurgulanıyor.
Araştırma motorlu taşıtlar, sınai üretim ve orman yangınlarının yol açtığı hava kirliliğinin sağlık üzerindeki etkisinin sigara içmeye eşdeğer olduğunu gösteriyor.Bu kirliliğin etkisinin alkol kullanımından üç kat daha tehlikeli olduğu belirtiliyor.
Rapordaki veriler ülkelerin 2021 yılındaki ortalama PM2.5 değerini esas alıyor. PM havadaki çok küçük parçacıklar için kullanılan partiküler maddeleri ifade ediyor. Bu maddeler 2,5 mikrometre ve daha küçük çaplı ise PM2.5 olarak adlandırılıyor.
BBC‘nin aktardığına göre indeks, metreküp başına düşen PM2.5 yoğunluğu ölçümlerine dayanıyor. Bu partiküller, akciğerlerin derinliklerine ve kan dolaşımına girip diğer organları da etkileyebiliyor.
Güney Asya hava kirliliğinden en fazla etkilenen bölge. Buradaki kirlilik, beklenen yaşam süresinin ortalama beş yıldan fazla azalmasına neden oluyor.
Kirliliğin en yoğun olduğu Bangladeş, Hindistan, Nepal ve Pakistan‘daki yaşam süresi kaybı küresel kaybın yarısından fazlasına tekabül ediyor.
Hızlı sanayileşme ve nüfus artışı bölgede hava kalitesinin düşmesine yol açan etkenler arasında. Güney Asya’da bugünkü parçacık kirliliği seviyesi, 21’inci yüzyıl başındaki seviyenin yüzde 50 üzerinde seyrediyor.
Hava kirliliğinde liste başı olan Bangladeş’te nüfus başına kaybedilen yaşam süresi 6,8 yıla ulaşıyor. Buna karşılık ABD‘de kaybedilen yaşam süresi 3,6 ay.
EPIC, uydu görüntülerini inceleyerek havada kirlenmeye neden olan partikülerin miktarını ve bunların yaşam süresi beklentisi üzerindeki etkilerini hesaplıyor.
Raporda, Hindistan’ın 2013’ten bu yana dünya hava kirliliği artışında yüzde 59 pay sahibi olduğu belirtiliyor.
Nüfus yoğunluğu çok yüksek olan ve dünyanın en kirli şehri olarak bilinen Yeni Delhi‘de yaşam süresi beklentisi bu yüzden kişi başına 10 yıldan fazla azalıyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) standartlarına göre bir bölgede temiz hava solunabilmesi için PM2.5 değerinin metreküp başına en fazla 5 mikrogram olması gerekiyor.
WHO, hava kirliliğinin bu seviyeye indirilmesi halinde ortalama yaşam süresinin 2,3 yıl artacağını hesaplıyor.
Bu durumda artan yaşam süresi Pakistan’da 3,9 yıla, Nepal’de 4,6 yıla kadar çıkıyor.
Raporda Çin’in 2013- 2021 yılları arasında hava kirliliğini yüzde 42,3 oranında azalttığı belirtiliyor.
İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası, Dr. Yeliz Yılmaz‘ın iklim krizi ve insan faaliyetlerinin Fırat ve Dicle havzası üzerindeki etkilerini değerlendirdiği bir incelemeyi aktarıyor.
İnsan kaynaklı faaliyetlerin Fırat-Dicle havzası iklimine ve su kaynaklarına etkisini inceleyen bir çalışma, bölgenin su kaynaklarının risk altında olduğunu ve Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında planlanan sulama projelerine yetecek miktarda suyun yüksek ihtimalle bölgede bulunmayacağını ortaya koyuyor.
Konuyla ilgili yapılan çalışmalar, azalan kar örtüsünün ve artan buharlaşmanın, bölgede su kaybına neden olduğunu gösteriyor. Hesaplamalara göre, yalnızca 40 ila 60 yıl sonra, Fırat ve Dicle nehirlerini besleyen Doğu Anadolu dağlarında kar kalmayabilir.
2019 tarihli tez çalışması kapsamında yapılansu bütçesi hesaplamaları ise, iklim değişikliğinin yaşanmadığı hayali bir senaryoda dahi, GAP kapsamında planlanan tüm sulama ve baraj projelerine yetecek miktarda suyun bölgede bulunmayacağını ortaya koyuyor.
İklim değişikliği ve nüfus baskısı, su kırılganlığını artırıyor
Doğu Anadolu’nun yüksek dağlarında doğup Basra Körfezi’ne akan ve dünyanın en büyük sınıraşan havzalarından biri olan Fırat-Dicle havzasının suları, başlıca Türkiye, Irak, Suriye ve İran tarafından paylaşılıyor. Tarihten günümüze yoğun şekilde kullanılan bu suların, bugün 65,5 milyon insan tarafından doğrudan kullanıldığı tahmin ediliyor. Ancak su kaynaklarıyla meşhur bu havza da iklim değişikliğinin etkilerinden muaf değil.
Azalan yağışlar nedeniyle bölgedeki su miktarı düşerken, artan tarım faaliyetleri, suyun buharlaşma miktarını artırıyor. Çoğalan baraj ve hidroelektrik santraller ise bir yandan buharlaşmayı daha da artırırken bir yandan da bölgedeki su paylaşımı kaynaklı sorunların çözümünü daha da çetin hale getiriyor.
Nitekim bahse konu tez çalışması da, yüzeydeki kar örtüsünde ciddi azalma olduğunu ortaya koyuyor ve daha da artacak buharlaşma miktarı konusunda uyarıda bulunuyor. Çalışmaya göre, Fırat ve Dicle nehirlerinin suları kullanarak yapılan ve yapılması planlanan tarımsal sulama faaliyetleri ve hidroelektrik santraller, mevcut durumda sürdürülebilir değil.
Kar örtüsünde azalma başladı
Bilimsel çalışmalar kapsamında yapılan gelecek senaryolarına göre, artan kış sıcaklıkları, kar yağışlarının azalmasına neden olacak ve karların erime zamanlarını öne çekecek. Bu değişiklik, kar ile beslenen Fırat ve Dicle nehirleri için kritik önemde: Kışın dağlarda kar şeklinde depolanan suların erken erime nedeniyle yılın erken zamanlarında akıp gitmesi, geri kalan aylarda su kaynakları üzerindeki baskıyı daha da artıracak. Bu çalışmalarda, fazla uzak olmayan bir gelecekte, su kaynaklarını besleyen kar örtüsünün yok olma tehlikesi vurgulanıyor.
Tez çalışmasının bir diğer önemli bulgusu da, yakın geçmişteki gözlem verilerine dayanarak öngörülen bu tehlikeyi doğrulaması: Yakın Doğu bölgesindeki kar örtüsünü uydu verileriyle inceleyerek yapılan değerlendirme, gelecek senaryolarında öngörülen bu değişimin şimdiden başladığını gösteriyor.
Bölgede yer alan dört su havzasını (Fırat-Dicle, Kura-Aras, Çoruh ve Van Gölü havzaları) detaylı analiz eden çalışma, dağlık bölgelerdeki kar örtüsünün yerde kalma süresinin endişe verici seviyelerde azaldığını ortaya koyuyor.
Fırat-Dicle havzasının yukarı kısmı için yılda üç gün olarak tespit edilen azalma miktarının, 10 yılda 30 gün civarında gerçekleşeceği hesaplanmış. Doğu Anadolu dağlarının yılda ortalama 4-6 ay kar ile kaplı olduğu düşünüldüğünde, bu azalma eğiliminin devam etmesi, yani her 10 yılda bir aylık azalma yaşanması durumunda, yalnızca 40-60 yıl içinde bölgede kar olmayabileceği anlamı çıkıyor. Bölgenin başlıca su kaynağı olan ve nehirleri besleyen ana bileşen, yani kar örtüsü, yok olma tehdidiyle karşı karşıya.
Muhakkak ki her veride küçük bir hata miktarı bulunuyor. Fakat bu yanılma payı ihmal edilebilir ölçüde. Çalışmanın sonuçları, Yakın Doğu’nun su kuleleri olarak bilinen bu bölgenin su tutma kapasitesinin ciddi seviyelerde azaldığını ve dağlardaki kar örtüsünün azalmasının da bu durumla ilişkili olduğunu netlikle ortaya koyuyor.
Araştırmanın odaklandığı esas konu ise, iklim değişikliği ile insan kaynaklı diğer etkiler (tarımsal sulama, baraj ve hidroelektrik üretimi projeleri) bir araya geldiğinde ortaya çıkabilecek sonuçların incelenmesi.
İleri hesaplama teknikleri, güncel uydu verileri ve iklim verilerini bir arada kullanan çalışma, öngörülen olumsuz etkilerin daha da kötüye gidebileceğine işaret ediyor. Bulgulara göre, Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında yapılan ve yapılması planlanan, yoğun su kullanımı gerektiren faaliyetlerin sürdürülebilirliğinin dikkatle ve acilen gözden geçirilmesi gerekiyor.
Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı bölgesel kalkınma projesi olan GAP, Türkiye’nin tarımsal kalkınma hedefleri için çok önemli planlar içeriyor. Tamamlandığında 1,8 milyon hektar alanı sulamaya açması planlanan GAP sulama projelerinin 2021 yılı itibarı ileüçte birinde sulamaya başlanmış durumda.
Sulama planlarının dörtte birinin uygulandığı varsayımıyla tamamlanan tez çalışması, bu durumda gereken suyun, havzanın yukarı bölümündeki Doğu Anadolu’da depolanan sulardan sağlanabildiğini ortaya çıkardı. Ancak projenin tamamlanması, yani sulama miktarının dört katına çıkması halinde, durum tamamen değişebilir.
Bölgede sıcaklıklarla birlikte sulama, baraj ve HES inşaatlarının da artması nedeniyle, buharlaşma yoluyla su kaybının çok yüksek seviyelere çıkabileceği öngörülüyor. Nitekim tezde yer alan hesaplamalar da, sulamalı tarım projelerinin tamamlanması durumunda, sulama için gereken miktarda suyun bölgede bulunmayacağını gösteriyor.
Küresel ısınma olmasaydı bile yeterli su yok
Aynı iklim koşullarının devam ettiği – yani küresel ısınmanın yaşanmadığı – hayali bir senaryoda dahi, planlanan tüm sulama ve baraj projelerinin tamamlanması için gereken suyun mevcut olmayabileceği de hesaplar sonucunda görülüyor. Bunun nedeni, bölgeye düşen yağış miktarının, kullanılan ve buharlaşan su miktarından daha az olması. Bu da yapılması planlanan sulama projelerinin sürdürülebilir olmadığı anlamına geliyor.
Fakat riskler burada bitmiyor. Nihayetinde iklim değişikliğinin bugün de bölgeyi etkilediğini veriler aracılığıyla biliyoruz. Daha da vahimleşecek iklim koşulları altında bu sulama projelerinin mevcut planlar çerçevesinde tamamlanması, gerçekçi değil. Elimizdeki doğal ve kısıtlı kaynakları, uzun vadede de sürdürülebilir olan çözümler için kullanabilmek için bir an önce bütünlükçü bir su yönetim politikası geliştirmek gerekiyor. Türkiye’nin kalkınma planlarının sürdürülebilirliği için her havzada, bölgenin iklimini, ekolojisini ve ekonomisini dikkate alan uygulamaların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması büyük önem taşıyor.
Bu durumun yaratacağı bir diğer önemli sorun ise politik. Sınıraşan suların paylaşımı, dünyanın her yerinde olduğu gibi Orta Doğu’da da ülkeler arasında politik sorunlara yol açıyor. Fırat-Dicle havzasının sularının paylaşımı da uzun süreli, çok boyutlu ve karmaşık bir konu. Ancak uluslararası anlaşmalara göre Türkiye, kaynak ülkesi olarak, havzanın aşağı kısmında kalan diğer ülkelere belli bir miktar suyu salmak durumunda.
Salınan suyun miktarı ve kalitesi nedeniyle şimdiye kadar komşu ülkelerle dönem dönem gerilimler yaşandı. Kar miktarı azalırken tarımsal sulama projelerinin ve baraj göllerinin daha da arttığı bir yakın gelecek, bölgesel ilişkiler açısından önemli sorunlara gebe. Üstelik evsel ve sanayi amaçlı su kullanımı gibi faktörlerin de bu kapsamda göz önünde bulundurulması gerekiyor.
Artan nüfusu ve yarı kurak iklimi göz önünde bulundurulduğunda, su sıkıntısı çeken bir ülke olan Türkiye’nin, ulusal ve uluslararası su politikalarının şekillendirildiği süreçlerde, bilimsel verilerden yola çıkarak aktif bir şekilde yer alması gerekiyor.
İnfografik: Yeliz Yılmaz
Azaltım ve uyum politikaları acil gereklilik
Özetle, yapılan çalışma, iklim değişikliğinin Fırat-Dicle havzasında yaratacağı koşulların, beklenenden daha karamsar olabileceğini gösteriyor. Türkiye’nin diğer su havzalarındaki durumun da ayrı ayrı incelenmesi, önemli bir gereklilik. Ancak bugüne kadar yapılmış, iklim değişikliği senaryolarına dayanan çalışmalara bakıldığında, diğer bölgelerin de iklim değişikliğinden nasibini alacağını söylemek yanlış olmaz.
İklim değişikliği ile mücadele etme, etkilerini azaltma ve uyum politikaları geliştirme konusunda tek bir gün bile kaydetmeden, acilen harekete geçilmesi şart. Bilimsel veriler göz önünde bulundurularak, akılcı kararlar almak gerekiyor. Bunun için bireysel olarak yapılabilecek şeyler de var: Karar alıcılardan beklentilerimizi açıkça dile getirmek ve bireysel su kullanımında tasarruflu davranmak. Ancak karar alıcıların da bilimsel veriler ışığında, yerel ihtiyaçlara uygun, uzun vadeli ve doğru adımlar atmaları gerekiyor.
Bu doğrultuda ilk yapılması gereken, daha etkili ve verimli sulama yöntemlerinin uygulanması. Salma sulama yerine damlama veya yağmurlama sulama sistemlerine geçilmesi, hem kullanılan su miktarını hem de buharlaşmayı azaltabilir. Bu sistemler, sırasıyla, yaklaşık yüzde 80-90 ve yüzde 60 oranlarında daha verimli su tüketilmesini sağlar.
Bunun yanı sıra, kaynak bölgesine yakın ve serin yerlerde, yüzey alanı küçük ve derinliği daha fazla olan baraj gölleri inşa edilmesi, buharlaşma sebepli su kaybını kısmen azaltabilir. Sürdürülebilir tarım uygulamalarının da artması uzun vadede temiz su kullanımına katkıda bulunabilir.
Özetle, bahsedilen çalışmalar, Fırat-Dicle havzasındaki ‘ortak varlıkların trajedisi’ ikileminin ve iklim değişikliğinin beraber çizeceği resmin, beklenenden de karamsar olabileceğini gösteriyor. Türkiye’nin su meselesi hepimizin meselesi. Çocuklarımıza ve gelecek nesillere yeterince kaynak ve daha sürdürülebilir bir dünya bırakmak ümidiyle.
Avrupa Birliği‘nde (AB) fosil yakıtlardan elde edilen enerji 2023’ün ilk yarısında rekor düzeyde azaldı. 27 üye ülke, bu yılın ilk yarısında 2022’nin aynı dönemine kıyasla elektrik için yüzde 17 daha az fosil yakıt tüketti.
Birleşik Krallık merkezli temiz enerji düşünce kuruluşu Ember tarafından hazırlanan raporda, ocak ve haziran ayları arasında elektriğin sadece yüzde 33’ünün fosil yakıtlardan üretildiğini ve bunun AB’nin enerji karışımında şimdiye kadarki en düşük pay olduğunu ortaya koydu.
Ember analisti ve raporun yazarı Matt Ewen, “Fosil yakıtlardaki düşüş zamanın bir işareti. Kömür ve gaz çok pahalı, çok riskli ve AB bunları devre dışı bırakıyor” diyor.
Ember’e göre fosil yakıtlardan elektrik üretimindeki bu düşüş temel olarak elektrik talebindeki azalıştan kaynaklandı.
Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgalinin ardından AB, gaz fiyatlarının yükselmesi üzerine talebi kısmak için bir dizi önlem aldı. Ilıman geçen kış mevsimi de 2023’ün ilk yarısında enerji kullanımının yüzde 5 oranında düşmesine neden oldu.
euronews‘ün aktardığına göre, enerji verimliliğindeki bu artış fosil yakıt kullanımında bir çöküşe yol açmış olsa da Ember bunun “sürdürülebilir ya da arzu edilen bir durum olmadığını” söylüyor.
Rüzgar ve güneş enerjisi de blok genelinde büyüyerek düşüşe katkıda bulundu. Ancak düşünce kuruluşu, fosil yakıtların yerini alması için temiz enerjinin büyümesinin hızlanması gerektiğini söylüyor.
Rapor, blok tüm sektörleri elektrikli hale getirmeye çalıştıkça enerji talebinin artacağını vurguluyor. Artan elektrikli otomobil kullanımı gibi girişimlerin neden olduğu bu artış, AB’nin karbonsuzlaşma hedeflerine ulaşabilmesi için fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarıyla karşılanmalı.
Kömür enerjisi AB’de en fazla düşüş gösteren yakıt oldu. Bu fosil yakıttan elektrik üretimi 2023’ün ilk üç ayında yüzde 23 oranında azaldı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin geçen kış bir ‘kömür geri dönüşüne’ neden olabileceği endişelerine rağmen, bu gerçekleşmedi. Kömür, bu mayıs ayında ilk kez AB’nin enerji üretiminin yüzde 10’undan daha azını oluşturdu.
Gaz enerjisi de yüzde 13 oranında azaldı ve Rus boru hatlarından ithalat yüzde 75 oranında kesildi. Ember, AB’nin alternatif gaz kaynakları bulduğunu ve depolarını yenilediğini, bunun da fiyatların düşmesine neden olduğunu söylüyor. Bu aynı zamanda kömür enerjisinin çöküşüne de katkıda bulundu.
‘Güneş ve rüzgar enerjisinde büyük bir atağa acilen ihtiyaç var’
Güneş enerjisi AB’de büyümeye devam ediyor ve yılın ilk altı ayında 2022’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 13 daha fazla elektrik üretti.
Genel olarak, yenilenebilir enerji hedeflerinin hızla genişlemesi, bloğun rekorlar kırmaya devam ettiğini gösterdi. Yılın ilk yarısında da rüzgar ve güneş enerjisi, mayıs ve temmuz aylarında ilk kez enerji üretiminin yüzde 30’unu oluşturdu.
Tek tek ülkelerde de yenilenebilir enerjide rekor seviyeler görüldü; Yunanistan ve Romanya üretimin yüzde 50’sini geçerken Danimarka ve Portekiz yüzde 75’i aştı. Portekiz’de bu durum, hem nisan hem de mayıs aylarında tüm enerji üretiminin yarısını oluşturan rüzgar ve güneş enerjisinden kaynaklandı.
Ancak Ewen, temiz enerjinin fosil yakıtların yerini şimdi olduğundan daha hızlı bir şekilde aldığını görmemiz gerektiğini ifade ederek “Avrupa genelinde dirençli bir ekonomiyi desteklemek için özellikle güneş ve rüzgar enerjisinde büyük bir atağa acilen ihtiyaç var” diyor.
Ember’in raporu hükümetleri güneş panelleri ve rüzgar türbinleri inşa etme ve kurma hızlarını arttırmaya çağırıyor. Ayrıca elektrik şebekelerinde ve batarya depolamada iyileştirmelere “acilen” ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor.
Düşünce kuruluşu, temiz enerji altyapısı inşa etmek için izin alma süreçlerinin kolaylaştırılması gerektiğinin altını çiziyor.