Masallar hepimizi çocukluğumuza götürür. O büyülü dünyalar, her şeyin mümkün olduğu hayatlar… Ve elbette mutlu sonlar…
Hala hepimize iyi gelmez mi bu sonsuz olanaklar evreni? Masalların büyüsü belki de burada saklı… Saklı olmasına saklı da; masalları değerli kılan yalnızca bu mudur? Hayır, elbette! Masallar, insan türünün gezegenimizde var olageldiği o ilk zamanlardan bu yana zihnini meşgul eden sorulara yanıt aradığı, bilgece bir yaşamın ipuçlarını aradığı kadim anlatıların bir parçasıdır.
İnsan türünün en büyük hatası: Doğayı mülk edinmek
Peki, bu kadim anlatılar insan zihninin kaynağı ise, bu kaynağın da kaynağı nedir acaba? İnsan zihni, o düşsel masal evrenini nereden devşiriyor; dersiniz? Doğadan, insanın da parçası olduğu doğayla etkileşimden türetiyoruz tüm o masalsı ögeleri… İnsanın doğayla hasbihalidir masallarda vücut bulan kadim anlatıların kaynağı…
İşte, Rolande Causse, Näne ve Jean-Luc Vézinet tarafından yazılan, Amélie Fontaine‘in resimlediği Toprak Ana Masalları kitabı, bizi masallara bakarken, yüzümüzü doğaya dönmeye davet ediyor.
Bu daveti Türkçe’ye çeviren ise Özge Akkaya… Paraşüt Kitap tarafından basılan kitapta, bu davet kâh gökkuşağının öyküsü, kâh çiçekli bahçelere doğru zorlu bir yolculuğa çıkan bir genç üzerinden yapılıyor. Doğaya saygıyı, doğanın zıtlıkların birlikte vücut bulduğu diyalektik dengesini, doğanın zorlu yüzlerini anlatan bu cesaret ve bilgelik masallarında okur, insan türünün en büyük hatası ile tekrar yüzleşiyor. Paylaşmayı unutmak, doğanın parçası olmak yerine açgözlülükle ona hükmetmeye çalışmak; nehirleri, ormanları ve nicesine mülk edinmek…Ve sonuç? Bugün türümüzün sonunun gelmesi tehlikesini de beraberinde getiren iklim krizinde gördüğümüz gibi koca bir başarısızlık!
Umarım ki; Toprak Ana’nın bize anlattığı bu masallar doğayla barış ilan ederek bu hatadan dönmemize vesile olur!
6 Şubat depremlerinde büyük hasar gören Hatay’ın Antakya ilçesine bağlık Dikmece Köyü’nü bugün Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı, Hatay Valisi, Antakya Belediye Başkanı ve TOKİ yetkilileri ziyaret etti.
Dikmecelilere ait zeytinlikler ve tarım arazileriyle köy çevresi depremin ardından “rezerv bölge” ilan edilmiş ve çıkarılan “acele kamulaştırma” kararlarıyla apar topar tarım arazilerinde inşaat başlamıştı. Karara karşı 31 Temmuz’dan beri direnen köylülerin açtığı davada çıkan “yürütmeyi durdurma” kararı da inşaata engel olamamıştı.
Köylülerin daveti üzerine bu sabah bölgeye giden yetkililer, vatandaşların sorularını yanıtsız bırakarak Dikmece’den ayrıldı.
Dikmece muhtarının daveti üzerine bölgeye gelen yetkililer, köy meydanında vatandaşlarla buluştu. Dikmece Köyü’nden Selver Büyükkeleş, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada sorular sormaya başladıklarında durdurulduklarını, özellikle kadınların sözünün kesildiğini ifade etti.
Şu anda devam eden mahkeme sürecini hatırlatan köylülerin hazine arazisi ile ilgili soruları da yanıtsız bıraktığını ifade eden Büyükkeleş, şunları anlattı:
“Elimizde mahkeme kararı var ve bu karara uygun etütler hala yapılmıyor. Bununla ilgili soru sormak istediğimizde de durdurulduk. Dikmece’nin 2-3 kilometre yukarısında zeytinlik ve tarım arazisi bulunmayan hazine arazileri var, neden bu projeler hazine arazisinde değil de burada yapılmak isteniyor? Bu sorularımıza cevap alamadık.”
Dikmeceli köylüler, yetkililerin “Bakanlık konuyla ilgilenecek” şeklinde cevaplar vererek kendilerini geçiştirdiğini ifade ettiler.
Dikmece’deki arazilerin kamulaştırılması ve bölgeye TOKİ evleri yapılmasına ilişkin açılan davanın bir sonraki duruşması, 2 Ocak 2024’te görülecek.
Bugün köyümüze Çevre Şehircilik Bakan Yardımcısı, Antakya Belediye Başkanı, Hatay Valisi ve toki yetkilileri geldi. İlk günden bu yana sözümüz net! Bu topraklarda zeytinlik istiyoruz, rant istemiyoruz. Direnişimiz sürüyor.✌️✊️🌾#DikmeceDireniyor#DirenDikmece#Dikmecepic.twitter.com/DAW1JyBwi2
Silivri Belediyesi‘ne bağlı Küçük Hayvan Rehabilitasyon Merkezi’nde, kalan hayvanlara yaşatılan işkence ve hemen her gün yaşamını yitiren onlarca hayvanın görüntüleri sızdırıldı.
İddialara göre, rehabilitasyon merkezinde çalışan bir personel, vicdanının elvermemesi nedeniyle yaşananları ifşa etti. Ortaya çıkan görüntülerde, Silivri Belediyesine bağlı veteriner hekimlerin gerçekleştirdiği uygulamalar kan donduruyor.
Gazete Silivri‘nin aktardığına göre, son iki haftada, merkezde tedavi gören onlarca kedi ve köpeğin hayatını kaybettiği iddia ediliyor. Sızdırılan bir video ise hayvanların steril bir ortam yerine açık alanda operasyon geçirdiğini gösteriyor. Köpeklerin başlarına bağlanan sopalarla kurban gibi durdukları görülen video tepki topladı.
Sosyal medyada hızla yayılan bu skandal, hayvan severleri bir araya getirdi. Hayvan hakları savunucuları, olayın derinlemesine araştırılmasını ve sorumluların hesap vermesini talep ediyor.
Söz konusu paylaşımlarda yer alan hayvanların tedaviye cevap vermeyerek kurtarılamayanlar olduğunu ve yerel seçimlerin sürecinde farklı bir algı yönetme teşebbüsü olduğunu iddia eden Silivri Belediyesi, sosyal medyadan yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi:
”Küçük Hayvan Rehabilitasyon Merkezimiz 2000 yılından bugüne can dostlarımız için hizmet vermektedir. Belediyemiz hizmet alanı içerisinde 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ve Hayvanların Korunmasına Dair Uygulama Yönetmeliği çerçevesinde sahipsiz hayvanlarla ilgili yakalama, müşahede etme, kısırlaştırma, kulak küpesi ve mikroçiple işaretleme ile aşılama işlemleri yapıldıktan sonra sahiplendirme, sahiplendirilemeyen hayvanların alındığı yere geri bırakılması ve sahipli hayvanlarla ilgili ise kayıt işlemleri yapılmaktadır. Trafik kazaları, hastalık ve benzeri vakalar neticesinde hayata tutunamayan can dostlarımızla ilgili de usulüne uygun defin işlemleri yürütülmektedir.”
ZORUNLU AÇIKLAMA
Bazı sosyal medya sayfalarında yer alan Silivri Belediyesi Küçük Hayvan Rehabilitasyon Merkezimiz hakkındaki paylaşımlar üzerine zorunlu bilgilendirme yapılması hasıl olmuştur.
(1)
Gerçek Gündem editörü Furkan Karabay, Sarallar grubundan Barış Saral’ın yargılandığı davanın tutanağını haberleştirirken “terörle mücadelede görev almış kişiyi hedef gösterme” suçunu işlediği gerekçesiyle tutuklandı.
28 Aralık 2023’te tebligat almak üzere gittiği karakolda gözaltına alınan Karabay, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Geceyi nezarette geçiren Karabay, tutuklama talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi.
7. Sulh Ceza Hakimliği Karabay’ın tutuklanmasına karar verdi. Mahkemeye ve salonun önüne başsavcılığın talimatıyla gazeteciler alınmadı.
Furkan Karabay gözaltındayken Gerçek Gündem’de kendi imzasıyla iki gün önce yayımlanan “Mafya davasında rüşvet kavgası tutanaklarda” başlıklı haberi ne de İstanbul 7. Sulh Ceza Hakimliğince erişime engeli getirildi.
Karabay haberde İstanbul Adliyesi’ndeki rüşvet iddialarının mahkeme tutanaklarına yansıdığını yazmıştı. Haberde bir savcının adının geçmesi nedeniyle Karabay’a “terörle mücadelede görev almış kişiyi hedef gösterme” ve “iftira” suçlamaları yöneltildi.
CHP İzmir Milletvekili Tuncay Özkan ise Furkan Karabay’ın tutuklanmasına gerekçe olan haberde geçen duruşma tutanaklarını X hesabından yayımladı.
“Gizlilik kararı bulunmayan duruşmanın tutanaklarını yayımlamak suç değildir!” diyen Özkan, “Gazetecilik de suç değildir. Ülkeyi kendi karanlığınızla boğamazsınız” dedi.
Gizlilik kararı bulunmayan duruşmanın tutanaklarını yayımlamak suç değildir! Gazetecilik de suç değildir. Ülkeyi kendi karanlığınızla boğamazsınız. Yasaklatılan haberde yer alan o duruşmanın bütün tutanakları:https://t.co/OMAZh6hXSM
Karabay’ın avukatı Enes Ermaner de X hesabından yaptığı açıklamada Karabay’ın cezaevine gönderildiğini duyurdu:
“Namusuyla şerefiyle cezaevine gönderildi. Hukuku sopa olarak kullananlara inat yine çıkacak yine yargıdaki çürümüşlüğü yazacak. Yolun açık olsun kardeşim her zaman yanında olacağız.”
Namusuyla şerefiyle cezaevine gönderildi.
Hukuku sopa olarak kullananlara inat yine çıkacak yine yargıdaki çürümüşlüğü yazacak.
Furkan Karabay’ın tutuklanmasına gazeteci örgütlerinden de tepki var. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu, “Her rüşvet iddiasını gündeme getiren gazeteci, Furkan Karabay örneğinde olduğu gibi, böyle gözaltına mı alınacak? Gazetecilerin görevi temiz toplum için bilgi vermektir. Karabay daha fazla taciz edilmeden serbest bırakılmalıdır” dedi.
Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan (TGS) yapılan açıklamada şunlar denildi: “Geçtiğimiz günlerde gözaltına alınan gazeteci Furkan Karabay bir kez daha gözaltında! Hakkındaki tebligatı almak için gittiği karakolda gözaltına alınan meslektaşımız, dün yazdığı bir haberde bir savcı ismine yer verdiği gerekçesiyle terörle mücadelede görev almış kamu görevlisini hedef gösterme iddiasıyla tutuluyor. TMK 6. madde gazetecilere gözdağı verme aracı haline gelmiştir. Furkan Karabay’ı serbest bırakın!”
DİSK Basın İş de “Gerçek Gündem editörü Furkan Karabay, üzerinden 24 saat geçmeden erişime engellenen haberi nedeniyle gözaltında. Yargıda ayyuka çıkan skandalları yazmak suç değil. Halkın haber alma hakkını ihlal etmeyin, sansüre son verin, meslektaşımızı derhal serbest bırakın” dedi.
Özel: Basın özgürlüğü adına utanç verici
CHP Genel Başkanı Özgür Özel de yaşananlara tepki gösterdi: “Bir duruşma tutanağını haberleştirdiği gerekçesiyle Gerçek Gündem muhabiri Furkan Karabay’ın maruz kaldığı sorular ifade ve basın özgürlüğü adına utanç vericidir. Bir haber üzerine derhal harekete geçenler, yargıdaki rüşvet iddiaları için aylardır sus pus”
Ahmet Şık: “Türkiye yargısına dair söyleyecek cümlem yok”
Gözaltı ve yargılama sürecinde Karadağ’ın yanında olan TİP milletvekili Ahmet Şık da adliye önünde açıklama yaptı. “Türkiye yargısına dair gerçekten söylenecek herhangi bir cümlem yok” diyen Şık şunları söyledi:
“Hakim – savcı cübbesinin altına gizlenerek bir takım siyasi bağlantılarla bir makama oturarak, onların sağladığı olanaklarla suçlarını gizlemek suçtur. Rüşvet alıp vermek suçtur. Furkan Karabay ne yapmış? Bir adliyede, bir mafya davasında, mafya bağlantılı sanığın adliyede dağıttığı rüşvetleri kime verdiğini, kimlerin aracılığıyla yaptığını haberleştirmiş. Orada isimleri geçenlerden biri de diyor ki “Ben terörle mücadelede görev alıyorum sen beni hedef gösteriyorsun.” Hayır ben seni hedef göstermiyorum, suçlarını ifşa ediyorum. Sana rüşvet verdiğini ifşa eden kişinin söylediklerinde.
Türkiye’de yargının kokuşmuşluğu, pespayeliği, rezilliğine dair söylenecek hiçbir sözün kifayeti yok artık. Eğer gerçekten birileri tutuklanacaksa, işte burada hakim- savcı cübbesinin altına gizlenen çeteyi, rüşvet alıp vereni, çeşitli suçlara bulaşanları, iktidarın hukuksuzluklarına kanuni kılıf giydirmeye çalışanlardan başlayarak bir tutuklama furyası gerekiyor, evet. Söylenecek bir şey yok.”
İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Doç.Dr.Ahmet Aşıcı‘nın kaleme aldığı ve Türkiye’nin Emisyon Ticaret Sistemi’ni değerlendirdiği makalesini yayımlıyoruz.
*
Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP 28/ 28. Taraflar Konferansı) ülkeler, iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarını azaltmak için mücadele verdi. Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) de, sera gazlarının azaltımında faydalanılabilecek en önemli araçlardan biri. 2023 yılı itibariyle küresel emisyonların %18’i, 36 farklı ETS altında kontrol edilmeye çalışılıyor.
Türkiye ise Emisyon Ticaret Sistemi kurmanın ilk adımı olan sera gazı izleme sistemini (IRD) 2017 yılında hayata geçirdi. Belli büyüklükteki imalat sanayii ve elektrik santrallerini, 2025 yılı başından itibaren ETS kapsamına almayı planlıyor.
Ancak yazarı olduğum yeni bir çalışmaya göre Türkiye ETS’i, 2030 yılı için belirlenen emisyon azaltım hedefinin yetersizliği nedeniyle, ölü doğma riski taşıyor. Üstelik ETS kapsamının yalnızca emisyon büyüklüğüne bağlı olarak belirlenmesi, kirletici sektörlerde faaliyet gösteren tesislerin, ETS dışı kalması sonucunu doğurabilir.
Kapsam yalnızca emisyon büyüklüğüne göre belirlenmemeli
Uygulamanın ayrıntıları, henüz resmi olarak açıklanmış değil. Ancak yetkililerin beyanlarına göre, yılda 100 bin ton ve üzeri karbondioksit (CO2) emisyonu yapan elektrik, demir-çelik, alüminyum, çimento, cam, seramik, alçı, kireç, kağıt, rafineri ürünleri ve kimyasal ürün üreten tesisler, ilk etapta kapsam altına alınacak.
Emisyon ticaret sistemlerini destekleyen diğer çözümler. Kaynak: yesilbuyume.org
Ancak tesis seçim kriteri olarak sadece emisyon büyüklüğünü kullanmanın ve 100 bin tondan az emisyon yapan tesisleri hariç tutmanın olumsuz sonuçları var. Çalışmalar gösteriyor ki böyle bir durumda alçı, cam, mineral yün ve demir üreten hiçbir tesis, ETS kapsamında yer almayacak. Bu durum, Türkiye sanayiinin karbonsuzlaşma çalışmalarını olumsuz etkileyecek. Peki, yapılması gereken ne?
Bu konuda, ETS’nin en eski ve en yaygın uygulanan örneklerinden olan Avrupa Birliği (AB) ETS örnek alınabilir. AB ETS’de tesis kriterleri, ürün bazında belirleniyor. Örneğin alçı söz konusu olduğunda, 20 MW üstü yakma ünitesine sahip olan tesisler kapsama alınıyor. Bu sayede, ortalama olarak, yılda 30 bin ton CO2 salım yapan tesisler kapsama alınabilmiş oluyor. Türkiye ise, mevcut tanımla ilerlerse, 100 bin ton altı salım yapan bu gibi tesisleri kapsam dışında tutmuş olacak.
Düşük karbon fiyatı, ETS’yi etkisiz kılar
Herhangi bir ETS uygulamasının etkili olabilmesi için dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli unsur ise, tesisler için belirlenecek sınırın (cap) düzeyi ve zaman içindeki seyri.
ETS uygulamaları, karbon piyasasında oluşan fiyatlar sayesinde sera gazı emisyonlarını düzenlemeyi amaçlıyor. Emisyon bütçesini aşan şirketlerin, emisyon bütçesinin tamamını tüketmemiş şirketlerden kirletim hakkı (tahsisat) satın alması gerekiyor. Böylelikle tesisler, daha az salım yapmaya teşvik ediliyor.
Tabii ki bu sistem ancak, karbon fiyatının yeterli bir düzeyde seyretmesi halinde işe yarıyor. Dolayısıyla, olması gerekenden yüksek belirlenmiş bir sınır, karbon fiyatlarının düşmesine ve ETS’nin etkisiz kalmasına sebep oluyor. Bu durumu açıklayacak iyi bir örnek olarak, AB ETS’nin ilk dönemlerinde yapılan hatalar gösterilebilir. AB’deki uygulamanın ilk dönemlerinde bu üst sınır, tesislerin mevcut emisyon seviyelerinin üstünde belirlenmişti. Bu nedenle 2008 yılında karbon fiyatları, neredeyse sıfıra düşmüştü.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye ETS için de benzer bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, henüz resmi bir sınır açıklanmadıysa da, 2025-2027 arasındaki pilot dönemde, Türkiye’nin bu sene Birleşmiş Milletler’e sunduğu Ulusal Katkı Beyanı’nın temel alınacağı duyuruldu. Bu durum, Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı’nda 2030 yılı için koyulan emisyon hedefinin yüksekliği nedeniyle sorunlu.
Tarihsel patika baz alınmazsa 17 milyon adet arz fazlası oluşacak
Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı’nda yer alan, hiçbir iklim politikası gütmediği durumda 2030 yılında ne kadar emisyon yapacağına dair sunduğu projeksiyon, oldukça tartışmalı.
Türkiye, 2021 yılında 564 milyon ton olan emisyonlarının, herhangi bir önlem alınmadığı takdirde, 2030 yılında 1.2 milyar tona yükseleceğini söylüyor. Aynı yıl için belirlediği hedef ise, emisyonları %41 oranında azaltarak 695 milyon tonla sınırlamak.
Oysa Türkiye’nin 1990-2021 yılları arasındaki tarihsel emisyonlarına baktığımızda, ortalama yıllık 11.2 milyon tonluk bir artış olduğu görülüyor. Bu trendin önümüzdeki dönemde de devam edeceği varsayılırsa, 2030’da Türkiye’nin toplam emisyonlarının 653 milyon ton CO2’e ulaşması beklenebilir.
Bu, hem 2030 yılında yapılacağı hesaplanan 1.2 milyar tonluk emisyondan hem de hedeflenen 695 milyon tonluk emisyondan düşük. Dolayısıyla, eğer Ulusal Katkı Beyanı’ndaki projeksiyon temel alınır ve tesislerin kirletim hakları bunun üzerinden tahsis edilirse, ancak emisyonların gerçek artışı tarihsel patikayı izlerse, 2027’de karbon piyasasında 17 milyon adet arz fazlası oluşacağı hesaplanıyor. Arz fazlası ise fiyatın sıfıra düşmesi ve ETS uygulamasının etkisiz kalması anlamına geliyor.
Karbon yoğun tesisler haksız kazanç sağlayabilir
Tahsisat arz fazlasının bir diğer olumsuz sonucu ise, kimi tesislere haksız kazanç fırsatı yaratması. Bu haksız kazanç, kullanılmayan tahsisatların piyasada para karşılığı satılması ve – katlanılmamış da olsa – karbon maliyetinin fiyatlara yansıtılmasıyla elde edilebiliyor. Az önce bahsettiğimiz AB örneğinde şirketlerin, 2008 ve 2015 yılları arasında fazladan edindikleri tahsisatları satarak toplamda 7.5 milyar euro kazandıkları hesaplanıyor. Buna ek olarak, katlanmadıkları karbon fiyatlarını ürünlere yansıtarak, toplamda 16.7 milyar euro haksız kazanç sağladıkları belirtiliyor.
Türkiye’de de ücretsiz tahsisatlar, paradoksal bir biçimde, karbon yoğun tesisleri ödüllendirebilir ve karbonsuzlaşma çabalarını sekteye uğratabilir. Bu istenmeyen sonuçlardan kaçınmanın yolu, Türkiye’nin yeni bir Ulusal Katkı Beyanı sunarak emisyon taahhütlerini sıkılaştırmasından geçiyor.
İklim hedefleri güçlendirilmeli, fosil yakıt teşvikleri sonlandırmalı
Hem Türkiye’de aktif olan sivil toplum kuruluşları hem de ülkelerin iklim hedeflerini inceleyen Climate Action Tracker gibi uluslararası kurumlar, Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı’nda sunduğu patikayı, küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlandırma hedefiyle uyumsuz buluyor.
Yapılan çalışmalara göre, 1.5°C hedefi için Türkiye’nin 2030 yılı emisyonlarını 695 milyon tonla değil, 434 milyon tonla sınırlaması gerekiyor. ETS’deki şirketlerin toplam emisyonlardaki payı hesaplandığında, sistemin emisyon sınırının ise 192 milyon ton olarak belirlenmesi gerektiği ortaya çıkıyor.
Son olarak, ETS’nin sera gazlarının düşürmek için mevcut araçlardan yalnızca biri olduğu ve diğer alanlarda uygulanacak politikalarla etkinliğinin artırılabileceği veya azaltılabileceği de unutulmamalı.
Türkiye’nin ETS ile uyumsuz en temel politikası ise fosil yakıtlara verilen teşvikler. Eğer yerli ETS’nin başarılı olması isteniyorsa, fosil yakıt teşviklerinin de derhal kaldırılması gerekiyor.
Avrupa Birliği Gıda ve Yemde Hızlı Alarm Sistemi (RASFF)’ın bildirimlerinde 2023 yılında Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine ihraç edilen 194 gıda ürününde yasaklı maddelere veya aşırı doz kullanımına rastlandı.
2023 yılının ilk gününden itibaren incelenen RASFF sisteminde Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine ihraç edilen 194 gıda ürününde sinir gazı olarak bilinen klorpirifostan ağır metallere kadar 27 çeşitli maddenin kalıntıları çıktı.
Ürünlerin akıbeti ise bilinmiyor.
En çok bildirim meyve ve sebzede
RASFF’de kategorize edilmiş veriler incelendiğinde 194 bildirimden 121’inin meyve ve sebze kategorisinde olduğu görülüyor. Meyve ve sebzeyi 28 bildirimle otlar ve baharatlar takip ederken, bildirim konularının 181’i gıda, 11’i gıda malzemesi, 2’si ise besleme (mama) oldu.
Gıdadan, gıda ile temas malzemesine kadar 67 farklı üründe bildirim yapıldı. Pizza kutusundan, Antep fıstığına kadar birçok ürünün olduğu listede en çok bildirim alan gıda ürünü 37 bildirimle biber oldu. Biberi 26 bildirimle limon ve 20 bildirim ile kuru incir takip etti.
20 ülke bildirim verdi: 96’sı ciddi, 22’si potansiyel riskli
20 ülkeye ihraç edilen ürünler hakkında en çok bildirim (80) Bulgaristan’dan. . Bulgaristan’ı 27 bildirimle Almanya ve 21 bildirim ile İtalya takip ediyor. Ülkeler 194 ürünün 125’ini sınırda reddetti.
Ürünlerin 36’sı dikkat için bilgi, 26’sı uyarı, yedisiyse takip edilmesi için bildirim aldı.
Ayrıca bu ürünlerin 96’sı ciddi, 22’si potansiyel riskli ilan edilirken, 7 ürünün ciddi risk taşımadığı belirtildi.
En çok ‘sinir gazı’ olarak bilinen klorpirifos’a rastlandı
Bildirim yapılan 194 ürünün 28’inde ‘sinir gazı’ olarak bilinen Klorpirifos maddesine rastlandı. Klorpirifos’u 15 bildirimle Aflatoksin, 11 bildirimle Asetamiprid ve Pirolizidin takip ediyor. Ürünlerde toplam 27 farklı maddeye rastlandı. İki üründe bulunan madde hakkında net bir açıklama yapılmazken, bir bildirimde de ürünün sağlık belgesinin olmaması dikkat çekti.
‘Kontrol mekanizmaları geliştirilmeli’
Konuyla ilgili Yeşil Gazete’ye konuşan İstanbul Aydın Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Haydar Özpınar üreticiler başta olmak üzere herkesin bilinçlenmesi gerektiğini söylüyor.
Gıda güvenliğinin önemine dikkat çeken Özpınar’ göre konuyu ‘Görünüşte Olan Değişiklikler’, ‘Kimyasal Tehditler’, ‘Patojen Mikroorganizmalar’, ‘Tağşiş ve Tahşiş’ olarak dört başlıkta incelemek gerekiyor:
Görünüşte Olan Değişiklikler:Kırmızı bibere katılan kiremit tozları, dondurma ve salçalara ilave edilen sudan boyası olarak bilinen tekstil boyaları
Kimyasal Tehditler: Ağır metaller, dioxin ve furan türleri, pestisitler, aflayoksinler, antibiyorikler ve hormonlar
Patojen Mikroorganizmalar: Ölümle sonuçlanan gıda zehirlenmelerine neden olan Salmonella, E. Coli Listeria, Enterokok vb. patojen mikroorganizmalardır. Türkiye’de tavuk, yumurta, ıspanaklarda patojen mikroorganizmalara sıkça rastlanılmaktadır.
Tağşiş ve Tahşiş: Ürünlerin etiketlerinde bildirilen özelliklere sahip olmaması veya farklı maddeleri de barındırması
AB’de yasak Türkiye’de serbest
Özpınar, söz konusu maddelerin gıda güvenliğini için oldukça tehlikeli olduğunu, pestisitlerinkullanımında özellikle dikkatli olunması gerektiğini vurguluyor:
“Pestisitler ülkemizde yıllık 60 bin ton miktarlarında kullanılıyor. Kesinlikle kanser ve diğer hastalıklara neden olan zehirli kimyasallardır. Bu kimyasal maddelerin bazıları Avrupa Birliği’nde yasak olmasına karşın ülkemizde kullanılıyor. Ancak ülkemizde de yasak olup, analizlerde çıkan kimyasallar da oluyor. Bu konunun yeterli takip olmaması veya kaçak girişlerden gerçekleştiğini düşünüyoruz.”
‘Sorunu büyütüyoruz’
Tarım ilaçlarının yurt dışında da kullanıldığını söyleyen Özpınar, “Bu durum onlarda da sorun olabiliyor ancak ülkemizdeki üreticiler çeşitli nedenlerden dolayı ürünleri erken hasat etmek istiyorlar. Dolayısıyla bu ilaçlara kontrolsüz ve dozun üzerinde başvuruluyor. Bu da bitkilerde zararlıyı öldürürken, suya ve havaya da etki ediyor ve dolayısıyla mikroorganizmaları ve canlıları da öldürerek sorunu büyütüyor” diye konuşuyor.
Üreticilerin “böcekler ve yabani otlar bitkiyi mahvediyor” açıklamalarıyla bu tarz kimyasallara başvurduklarını belirten beslenme uzmanı Ersin Özdemir ise biyolojik tarımın önemini şöyle açıklıyor:
“Organik yollarla çözüm bulmak çok önemli. Doğada bir kural vardır: Bir yerde çiçek bitleri fazlalaştıysa oralara uğur böcekleri, fare arttıysa kedi getirirsiniz. Bir yerde yılanlar çoğaldıysa kartal getirirsiniz. Doğal sistem bu şekildedir. Kontrolsüz bir şekilde kullanılan tarım zehirleri sınır kapılarından ülkemize iade ediliyor, bu da uluslararası arenada ülkemizi dezavantajlı konuma getiriyor. Hem de bu ürünlerin çoğu iç piyasada genç – yaşlı ayrımı olmadan sofralarımıza geliyor.”
Çiftçilerin yabani otlar ve böceklere karşı kullandığı ilaçları gıdaların kök ve gövdesiyle bünyesine kattığını açıklayan Özdemir, “Üreticiler bu ürünleri ana bitkiyi koruma bahanesiyle kullanıyorlar ve yabani otları, böcekleri öldüren ilaçları sıkıyorlar. Böcekler ilacın etkisiyle hemen ölüyor ama bu gıdayı yiyen insanlar 5-10 yıl sonra çıkan hastalıklarla mücadele ediyor” diyor.
‘Diyabet, Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkları tetikleyebilir’
Beslenme Uzmanı Özdemir, bildirimlerde bulunan kimyasalların zararlarına ilişkin de şu bilgileri veriyor:
Klorpirifos: Klorpirifos Dünya Savaşı sırasında sinir gazı olarak kullanılmıştır. Bu maddeyi gıdalarda kullanmak, tüketicilerin sinir sistemini tahrip eder; diyabet, Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkları da tetikleyebilir.
Siyanür: Çok ağır bir metal. Dokularda ve yağ hücrelerinde birikerek birçok hastalığın tetiklenmesine sebebiyet verebilir.
Bupurozin: Kadın Rahim yollarında veya erkek üreme sistemlerinde kısırlık sebebidir. Bupurozin kullanımının artması kısırlık vakalarını ciddi oranda arttırabilir.
Mikotoksin: Mikotoksinler, bir gıda ürününde olumsuz küf ve bakteri yoğunluğunun fazla olduğunu ifade eder. Bu da alerji, mide sorunları, hazımsızlık gibi hastalıklara sebebiyet verir. Toplumumuzda bu rahatsızlıkları görmemizin temel nedenlerinden biri de bu tarz ürünlerin kullanımının artmasıdır.
*
Bu haber Avrupa Birliği finansal desteği ile üretilmiştir. Haberin içeriği tamamıyla yazarının veYeşil Gazete’nin sorumluluğu altındadır ve hiçbir durumda Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.
Rize’nin Güneysu ilçesi, Yukarı İslâhiye Mahallesi’nde Astaş İnşaat Sanayi ve Pazarlama Nakliye Elektrik Üretim Ltd. Şti. tarafından açılmak istenen bakır madeni için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değil” kararı verdi.
Bölgede 1997, 90 hektarlık ruhsat sahasının 24,74 hektarlık kısmı için alınan ÇED ile yer altı ocak işletmeciliği yapılması planlanıyor. 10 yıllık işletme ruhsatı alınan bölgede şirket, yıllık 4 bin bakırın yanı sıra 12 bin ton pasa çıkarmayı planlıyor.
Firmalar ÇED raporu kapsamına girmemek için ÇED Yönetmeliği‘nde öngörülen 25 hektarlık kısmın hemen altında bir alan için başvuru yapıyor ve sonrasında da “alan genişletme, “, “kazı ve döküm alanları” vs. için tek tek başvurular yapılarak süreç by-pass ediliyor. Sınırı koyan Bakanlık ise bu uygulamaya göz yumuyor. Bu başvuruda da söz konusu alan 24,74 hektar.
Ayrıca yeni yönetmeliğe eklenen ‘Paydaş katılım planı‘ gibi bir düzenlemeyle, zaten sıkıntılı o ‘halk’ kontenjanından kimlerle, ne şekilde, hangi yöntemler ve araçlar kullanılarak iletişim kurulacağının ve bilgilendirme yapılacağının belirlenmesi yetkisi de yatırımcı adına ÇED sürecini takip ÇED firmalarına verilmiş durumda.
‘Bölgeye özel ürün’ ve orman alanında 100 metre uzaklıkta konut var
MA‘nın aktardığına göre, Maden sahası Çevre Düzeni Planı’ında söz konusu alan ‘orman alanı’ ve ‘bölgeye özel ürün alanı’ olarak işaretlenmiş durumda. Maden sahasına en yakın tarım arazileri talep edilen ÇED alanı içerisinde ve çevresinde bulunurken, tarım arazilerinin niteliği çay Bahçeleri ve fındıklı bahçe olarak geçiyor. ÇED sahasının 13.1 hektarlık kısım orman, 11.64 hektarlık kısım ise tarım alanından oluşuyor.
Ayrıca Güneysu ilçe merkezine altı kilometre uzaklıkta olan maden sahası Islahiye Mahallesi’ne 2,65 kilometre uzaklıkta. Yine maden sahasına çok yakın bir bölgeden Islahiye Deresi geçerken, alana en yakın konut ise 110 metre uzaklıkta bulunuyor.
Şirketin projeyle ilgili yaptığı yazışmalarında yer aldığı ÇED dosyasında Karayolları Genel Müdürlüğü 10. Bölge Müdürlüğü’nün şirkete verdiği cevapta proje için bir sakıncanın olmadığı belirtilmiş.
İl Tarım Müdürlüğü de ‘uygun buldu’
Başvuruyu Rize İl Tarım ve Orman Müdürlüğü de uygun bulmuş. Görüş yazısında şu ifadelere yer veriliyor:
“Söz konusu alanın anılan amaç doğrultusunda kullanılmasının; Tesisin çalışma esnasında oluşacak atıkların (Katı, sıvı vb.) dereye karıştırılmaması, dereye kum çakıl gibi atıkların atılmaması ve müdahalede bulunulmaması, kıyı yapısının doğrudan ve dolaylı olarak bozulmasına denen olacak müdahalelerde bulunulmaması, su kirliliğine neden olunmaması, tesis çevresinde bulunan akarsulara yapılan çalışmalar sonucunda su ürünleri yaşama ve üreme ortamına bilinçli ya da bilinçsiz zarar verilmesi durumunda, tüm sorumluluğunun projeyi yüklenici kuruluş/kuruluşlara ait olduğuna dair taahhüt alınması, bu hususlara uyulmaması durumunda, ruhsatın koşulsuz olarak iptal edilmesi, şartlarına uyulmak kaydı ile 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu ve ilgili yönetmelik açısından uygun olduğu kanaatine varılmıştır.”
Yakın zamanda yapılan bir araştırma, özellikle bekar ve yaşlı insanlar arasında bir evcil hayvanla birlikte yaşamanın bilişsel gerileme oranlarını yavaşlatmaya ve zihni aktif tutmaya yardımcı olabileceğini buldu.
Köpekler, insanlarda kondisyon düzeylerini iyileştirme yetenekleriyle biliniyor, ancak şimdi Birleşik Krallık’ta yapılan araştırmaya göre, evcil hayvanların, hayvanlarla birlikte yaşamayanlara göre on yıl içinde hafıza zayıflamasını azaltabildiğini ortaya çıkardı.
JAMA Nöroloji dergisinde yayımlanan bulgular evcil hayvan sahipliğinin yalnızca yalnız yaşayan yaşlı yetişkinlerde bilişsel becerilerdeki daha yavaş düşüş oranlarıyla ilişkili olduğunu, buna karşın genç ve orta yaşlı insanlarla ilgili anlamlı bir bulguya ulaşılamadığını gösteriyor.
Araştırmayı yapan bilim insanları, evcil hayvan sahibi olmanın başkalarıyla sık etkileşimi olmayan insanlar için iyi bir alternatif olduğunu belirtiyor. Buna eşini veya diğer aile üyelerini kaybeden kişiler de dahil.
Dokuz yıllık araştırma
Euronews‘in aktardığı raporun yazarları, Birleşik Krallık’ta yaşayan 50 yaş ve üzeri 7.945 yetişkinin verilerini kullandı. Dokuz yıl boyunca evcil hayvan sahipleri ile bir hayvanla yaşamayanlar arasındaki bilişsel becerilerde düşüş oranlarını karşılaştırıldı.
Her yıl katılımcılardan birkaç farklı test yapmaları istendi. Bunlar, bir dakika içinde mümkün olduğu kadar çok hayvanın adının söylenmesini ve verildikten hemen sonra ve bir süre sonra tekrar 10 ilgisiz kelimenin okunmasını içeriyordu.
Testlerde sözel hafıza ve akıcılığı ölçüldü. Bunların her ikisi de günlük görevleri yerine getirmek ve yaşlılıkta bağımsız kalmak için hayati önem taşıyan beceriler.
Çalışma, en belirgin zihinsel gerileme gösteren kişilerin kendi başına yaşayan insanlar olduğunu gösterdi. Ancak evlerinde bir hayvan yaşayan kişilerde bu durumun büyük ölçüde dengelendiği görüldü.
Araştırmanın baş yazarı Dr Yanzhi Li, yalnızlığın demans için bilinen bir risk faktörü olduğunu ve evcil hayvanların sosyal izolasyon ve bilişsel gerileme sorununa yardımcı olduğunu saptadıklarını söyledi:
“Başkalarıyla birlikte yaşayan evcil hayvan sahipleriyle karşılaştırıldığında, yalnız yaşayan evcil hayvan sahiplerinin sözel hafıza veya sözel akıcılıkta daha hızlı bir düşüş göstermediğini belirtmekte fayda var. Bu bulgular, ilk etapta evcil hayvan sahipliğinin, yalnız yaşamanın yaşlı yetişkinlerde sözel hafıza ve sözel akıcılıktaki daha hızlı düşüş oranlarıyla olan ilişkisini tamamen dengeleyebileceğini gösteriyor.”
‘Demansın tek nedeni genetik değil”
Araştırmanın sonuçları, katılımcıların sahip olduğu evcil hayvanların türünü belirtmedi ancak evcil hayvanların, insanlarını fiziksel olarak formda tutmanın dışında yararları olduğunu belirtiyor.
Bulgular, Exeter ve Maastricht üniversitelerinin sosyal izolasyonun erken başlangıçlı demans için çeşitli risk faktörlerinden biri olduğunu ortaya koyan ayrı bir çalışmanın yayınlanmasından sadece birkaç gün sonra yayımlandı.
Bilim insanları daha önce demansın, özellikle de erken başlangıçlı hastalarda, tek nedeninin genetik olduğunu düşünüyordu. İki üniversitenin ortaklaşa çalışmasını yürüten ekip ise sağlık sorunları, yoksulluk ve eğitim eksikliğinin yanı sıra yalnızlık ve depresyonun da önemli bir rol oynadığını keşfetti.
Her iki rapordaki bulgular hakkında yorum yapan alzheimer araştırmaları kliniğinin araştırma başkanı Dr. Leah Mursaleen, hastalığın geleceğine dair umutların arttığını açıkladı: “Demans riskinin anlaşılmasında ve potansiyel olarak bunun hem bireysel hem de toplumsal düzeyde nasıl azaltılabileceği konusunda bir dönüşüme tanık oluyoruz.
17 Mayıs Derneği ve Kaos GL Derneği’nin ortaklaşa hazırladığı “Türkiye’de LGBTİ+’ların Ruh Sağlığı Hizmetlerine Erişimi” raporu, ruh sağlığı uzmanları ve LGBTİ+ hak sahipleri ile görüşmelerden derlenen verileri içeriyor.
Alp Kemaloğlu’nun hazırladığı, Defne Güzel, Umut Güner, Murat Köylü ve Kerem Dikmen’in editörlüğünü üstlendiği rapora göre; özellikle kamu hastanelerinde LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı tutum oldukça yaygın. Bu durum, LGBTİ+’ların sağlık hizmetlerine erişmekten kaçınmalarına ve nihayetinde bu hizmetleri alamamalarına neden oluyor.
Ayrımcılığa uğrayan vatandaşların eşit şekilde yararlanma hakkı bulunan sağlık hizmetlerine erişememesinin bir diğer nedeni de raporda, LGBTİ+ dostu uzman ve kurumların sayısının oldukça az olması şeklinde açıklanmış. Raporda ayrıca, LGBTİ+ kapsayıcı ve olumlayıcı hizmet sağlayan uzman ve kurumların sayıca az olmasının hizmete erişimde aksamalar, randevu için uzun bekleme süreleri ve kapsamlı bir hizmet verilmesini mümkün kılmayan görüşme ve seans sürelerine yol açtığı vurgulanıyor.
Sağlık uzmanlarının aldığı eğitimlerde LGBTİ+ kapsayıcı müfredatın olmayışı da etkin hizmet sunumunu engelleyen faktörler arasında. Artan nefret söylemleri ve siyasi baskılar, LGBTİ+ bireylerin ve destekleyici örgütlerin motivasyonunu ve güvenliğini olumsuz etkiliyor. Bu durum, LGBTİ+ bireylerin ruh sağlığı hizmetlerinden faydalanmasını da kısıtlıyor.
Raporda yer alan ifadelerde, LGBTİ+’lara kapsayıcı ruh sağlığı hizmeti sunan uzmanların da nefret söylemlerine maruz kaldığı dikkat çekiliyor:
“Bu söylemler bir yandan LGBTİ+’larda ruh sağlığı hizmetinden faydalanmaya yönelik akut ve kronik ihtiyaçlar ortaya çıkarırken öte yandan LGBTİ+’ların bu hizmetleri kullanmaya yönelik motivasyonlarını ketleyebiliyor. Paralel olarak, LGBTİ+ örgütlerine yönelik artan baskı ve bu örgütlerin kapatılmalarına ilişkin siyasi söylemler, LGBTİ+ örgütlerinde kendi güvenliklerine yönelik endişeler ortaya çıkarıyor ve sundukları hizmetleri yaygınlaştırmaktan imtina etmelerine yol açıyor. Artan nefret söylemleri ve hedef göstermeler öte yandan doğrudan LGBTİ+’lara kapsayıcı ruh sağlığı hizmeti sağlayan uzmanlara da yöneliyor. Uzmanlar yalnızca nefret söylemleri ve hedef göstermeler değil, aynı zamanda kendilerine yönelen şiddetle de karşı karşıya kalıyor.”
Rüzgar, güneş ve elektrikli araçların hızla büyümesi, fosil yakıtlara olan talebin muhtemelen bu on yılda zirveye ulaşacağı anlamına geliyor. Peki, enerji sektörü geçişe hazır mı?
Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) temiz enerji firmaları üzerinde yaptığı bir araştırma, artan sayıda vasıflı işi doldurmak için gereken eğitime yeterli sayıda işçinin katılmadığını ortaya koyuyor. Özellikle eğitimli elektrikçilere büyük ihtiyaç bulunuyor.
IEA Başkanı Fatih Birol, yaptığı açıklamada , “Temiz enerji geçişlerinde gördüğümüz benzeri görülmemiş hızlanma, tüm dünyada milyonlarca yeni iş fırsatı yaratıyor ancak bunlar yeterince hızlı doldurulmuyor” dedi.
Temiz enerji ve fosil yakıtlara yapılan yıllık küresel yatırım. Grafik: IEA
Şu anda petrol ve gaz şirketleri küresel olarak temiz enerjiye yatırılan paranın yalnızca yüzde 1’ini oluşturuyor. Analistler, ülkelerin yenilenebilir enerji kaynaklarını artırma hedeflerine ulaşmaları durumunda petrol ve gaz şirketlerinin değerlerinin yüzde 25’ini kaybedebileceğini tahmin ediyor.
Birol: Bu bir ‘eğer’ meselesi değil, ne kadar erken olursa o kadar iyi
IEA araştırmalarında, petrol ve gaz şirketlerinin mevcut uzmanlıklarının bir kısmını temiz enerjiye uygulayabileceklerini, örneğin petrol kuyusu açmaktan jeotermal enerji sondajına veya açık denizde petrol halkaları kurmaktan açık deniz rüzgar türbinleri kurmaya geçiş yapabilecekleri belirtiliyor.
Temiz enerjiye geçişin dünya çapında gerçekleştiğine ve bunun durdurulamayacağına vurgu yapan Birol, “Bu bir ‘eğer’ meselesi değil, mesele sadece ‘ne kadar erken’ meselesi ve ne kadar erken olursa hepimiz için o kadar iyi” diye konuştu.
Ajans, ısınmayı 1,5 derece C’de tutmak için dünya hükümetleri gerekeni yaparak yenilenebilir enerjiye geçişi radikal bir şekilde hızlandırırsa, 2030 yılına kadar enerji sektörünün fosil yakıtlarda kaybettiği her iş için temiz enerjide iki iş ekleyeceğini söylüyor.