Ana Sayfa Blog Sayfa 1761

Gıda etiketlerindeki tek sorun trans yağlar mı?

Geçtiğimiz hafta içinde kamuoyuna yansıyan bir haber, bir anda pandemi haberlerinin de önüne geçerek trans yağlarla ilgili tartışmaların yeniden başlamasına neden oldu. Bilindiği gibi trans yağlar daha önce de kamuoyu tarafından uzun süre tartışılmıştı. Bu tartışmalar Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 7 Mayıs 2020 tarihli Resmi Gazete‘de yayınlanan ‘Türk Gıda Kodeksi Gıdalara Vitaminler, Mineraller ve Belirli Diğer Öğelerin Eklenmesi Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’ ile son bulmuştu ya da en azından biz öyle sanmıştık.

Bakanlığın daha altı ay önce yaptığı bu yönetmelik değişikliğiyle tüketiciye sunulan gıdalarda her 100 gram yağ içinde trans yağ oranının % 2 ile sınırlanmıştı. Ayrıca bilindiği gibi gıda etiketlerinde eğer o gıdanın içinde %1’den az trans yağ yer alıyorsa ‘trans yağ yoktur’ ibaresi yer alıyor. İşte bu ibare bakanlığın yeni hazırladığı yönetmelik değişikliği taslağıyla ortadan kaldırılıyor ve bütün gıdaların içinde %2 oranına kadar trans yağ olmasının önü açılıyor. Hazırlanan ve kamuoyunun görüşüne açılan taslağın 7. maddesine göre, Türk Gıda Kodeksi Gıda Etiketleme ve Tüketicileri Bilgilendirme Yönetmeliğinin 35.maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendi şu şekilde değiştiriliyor:

“7 Mart 2017 tarihli ve 30000 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Türk Gıda Kodeksi Gıdalara Vitaminler, Mineraller ve Belirli Diğer Öğelerin Eklenmesi Hakkında Yönetmelik ile getirilen kısıtlamalar kapsamında gıda etiketlerinde trans yağ ile ilgili beyan yapılmaz.”

Ucuz oluşu ve uzun raf ömrü nedeniyle tercih ediliyor

Halbuki endüstriyel trans yağların hangi miktarlarda üründe bulunduğuna dair bilgilendirme yapılması, aynı üründen birden fazla tüketilmesi veya kısıtlı trans yağ içeren farklı ürünlerin aynı zamanda tüketilmesi nedeniyle alınacak toplam trans yağ miktarını önerilen günlük limit üzerine çıkaracağından, tüketicinin etiketlerde endüstriyel trans yağ miktarını da görmesi açısından önemli. 

Trans yağların doğal ve endüstriyel iki kaynağı var. Doğal kaynak olarak inek ve koyun gibi geviş getiren hayvanların süt ürünleri ve etlerinde bulunuyor. Endüstriyel kaynakları ise kısmi hidrojene yağlar ve endüstriyel olarak üretilen bu trans yağlar, margarin gibi sertleştirilmiş bitkisel yağlarda yer alıyor. Çevremizde bol bol yer alan cips, bisküvi, gofret gibi atıştırmalık yiyeceklerde, fırınlanmış yiyeceklerde ve kızartılmış yiyeceklerde trans yağlar karşımıza çıkıyor. Yaygın olarak pasta kremaları, milföy hamurları, poğaça ve baklava gibi ürünlerde de endüstriyel trans yağ kullanılıyor. Endüstriyel trans yağların üreticiler tarafından tercih edilmesinin nedeni ise bu yağların, ürünler için diğer yağlardan daha uzun bir raf ömrü sağlıyor oluşu. 

Trans yağların insan sağlığı üzerine etkilerine gelince, bu yağlar kanda halk arasında ‘kötü kolesterol’ olarak bilinen LDL kolesterol seviyesini yükselmesine ve yine halk arasında ‘iyi kolesterol’ olarak bilinen HDL kolesterolün düşmesine neden oluyor. Bu nedenle yapısında trans yağlar bulunan gıdaları tüketenlerin karşılaştığı sağlık sorunlarının başında koroner kalp hastalıkları, hipertansiyon, felç geliyor. Trans yağlar ayrıca çeşitli kanserlere, tip II diyabete, obesite ve çeşitli karaciğer hastalıklarına da neden olabiliyor. Yapılan çeşitli bilimsel çalışmalar günde 5 gram tüketilen trans yağların kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskini %25 artırdığını ortaya koymuş. Oysa orta boyda patates kızartması porsiyonunda tam 8 gram trans yağ var. Ayrıca ABD’de her yıl yüz binden fazla insanın trans yağlar nedeniyle yakalandığı kalp ve damar hastalıkları sonucu yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ise 2023’e kadar üye ülkelere gıda tedarik zincirinden trans yağların tamamen kaldırılmasını tavsiye ediyor.  Avrupa Birliği ülkeleri de trans yağ kullanımını 100 gramda en çok 2 gram olacak şekilde kısıtlamış; Danimarka gibi bazı AB ülkeleri ise tamamen yasaklamış durumda.

Trans yağ yerine palmiye yağı riski

Peki, bu aşamada Tarım ve Orman Bakanlığı’nın etiketler üzerindeki ‘trans yağ yoktur’ ibaresini kaldırmak istemesi ne anlama geliyor? Yönetmelikteki değişiklikle iki önemli yol açılıyor. Bunlardan birincisi pahalı bazı endüstriyel yöntemler seçerek ürünlerindeki trans yağ oranını %1’in altına düşürüp etiketine ‘bu üründe trans yağ yoktur’ veya düşük miktarını yazan firmaların gıda endüstrisi alanındaki rekabet nedeniyle bir süre sonra ürünlerinde  %2 oranında trans yağ kullanacakları beklentisi… İkincisi ise bu ibarenin etiketlerden çıkarılmasıyla çok sayıda firmanın denetim boşluklarından yararlanarak çok ucuz bir yol olan trans yağ kullanmaya sapacakları ve daha çok kar uğruna toplum sağlığını tehlikeye atacakları beklentisi…

Bu arada kimsenin üzerinde pek düşünmediği diğer bir konu ise trans yağın yerine ne kullanılacağı… Bugüne kadar olan uygulamalar trans yağların yerine büyük miktarda palmiye yağının geçtiğini gösteriyor. Bu nedenle özellikle Endonezya ve Malezya’da 1990’lı yıllardan bu yana palmiye yetiştirmek uğruna yağmur ormanları artan oranda yok ediliyor. Bu bölgelerdeki yağmur oranlarının yok edilmesi doğal yaşamı ve birçok canlı türünü de ortadan kaldırıyor. Ayrıca yağmur ormanlarının yok edilerek palmiye tarlalarının belli sürelerle yenilenmesi atmosfere yüksek miktarda sera gazı çıkmasına neden oluyor. Küresel palmiye yağı üretiminin %85’ini bu iki ülke karşılıyor. Bu nedenle trans yağlar bırakılırken yerine palmiye yağı da kullanılmamalı. 

Gıda ve sağlıklı beslenme hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile yıllar önce bir insan hakkı olarak kabul edilmişti.  Ancak bu temel hak hala ülkemizde bir insan hakkı olarak değil, gıda politikası olarak kabul ediliyor. “Trans yağ ibaresinin ürün paketlerinden kaldırılması” sorununda tüketilen ürünün ne içerdiğini bilmek biz tüketicilerin en doğal hakkıdır. Bu ibarenin kaldırılması bilgi edinme, aydınlatılma hakkımızın engellenmesi ve sağlıklı beslenme hakkımızın kapitalist sistemin daha çok para kazanma hırsı için gasp edilmesidir. Son etiket düzenleme girişiminin arkasındaki gerçek de budur.

Nükleer karşıtı aktivist Rashid Alimov Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti

Rusya‘nın önde gelen nükleer karşıtı aktivistlerinden Rashid Alimov, 18 Aralık perşembe günü yakalandığı Covid 19’a bağlı semptomlar göstererek yaşamını yitirdi.

40 yaşında nihayetlenen ömrünü nükleer karşıtı mücadeleye adamış biri olarak yıllardır nükleer risk ve tehlikelere karşı mücadele veren Alimov çevreci kişiliğiyle biliniyordu. Söylem ve açıklamaları Rus medyasının takibinde olan, nükleer konusunda görüşüne başvurulan konusunda uzman bir kişiydi. Ekoloji ve nükleer karşıtı mücadele aktivistleri arasında üzüntüyle karşılanan ölümü, bir dönem çalışmış olduğu Rusya’nın çevre-ekoloji gazetesi Bellona ve arkadaşlarının yayımladığı sosyal medya mesajlarıyla duyuruldu. Biz de Yeşil Gazete olarak genç ömrüne uzun soluklu bir mücadele sığdıran Alimov’a karşı son görevimizi onu sizlerle buluşturarak yerine getirme ihtiyacını duyduk.

Rusya’da insanlar temiz hava soluyorsa bunda Rashid Alimov’un verdiği mücadelenin de katkısı  var: Bir dönem St Petersburg‘da kurulması planlanan atık yakma ünitesine karşı  çıkan itirazları ülke genelinde binlerce kişinin katıldığı bir kampanyaya dönüştürerek Valiliğin planı iptal etmesini sağladı. Genel olarak tehlikeli atıklar üzerine çalışmışsa da nükleer risk ve tehlikelerin özel ilgi alanına giren Alimov, Greenpeace Enerji Departmanı yöneticisi olarak başarılı eylem ve etkinliklere imza attı.

Rashid  Alimov St Petersburg Valilik binasının önünde Rusya’nın kullanılmış nükleer yakıt ithal etmesini protesto ederken

Özellikle son yıllarda nükleer risk ve tehlikeler üzerine yoğunlaşan Rashid Alimov, Rusya’nın başta Almanya olmak üzere farklı ülkelerden seyreltilmiş  uranyum atığı ithal ettiğini kamuoyunun öğrenmesi için çalıştı.

10 yıl önce Rusya ve Almanya’daki aktivistlerin direnişiyle durdurulmuş olmasına rağmen 2019 yılında yeniden başlatılan bu ithalata karşı Greenpeace çatısı altında eylem ve protestolar düzenledi. Rusya’nın Mayak Nükleer Yakıt Yeniden İşleme Tesisi’nde işlenmek üzere ülkeye sokulan nükleer atıkların ‘nükleer atık mı yoksa yeniden işlenecek bir hammadde olarak mı sayılacağı’  hususunda yaşanan tartışmalarda aktif rol oynadı. Kategorisine göre prosedürel izinlerin ve önlemlerin alınması mümkün kılınacağı için bu atıkların toplum ve çevre sağlığı açısından daha kati kurallara tabi olmasını gerektirecek şekilde “nükleer atık” kabul edilmesi yolunda da mücadele verdi.

Alimov, Greenpeace tarafından yürütülen Çernobil Nükleer Felaketi’nin radyoaktif kirlilik boyutlarını araştırma süreçlerinde ve Rusya’nın  Mayak Nükleer Santrali bölgesinde radyoaktif kirlilik keşiflerinde görev aldı. Toplumun radyoaktif riskler konusunda bilinçlenmesi için yıllarca  emek vermiş olan Alimov’un Greenpeace tarafından yayımlanan “Çernobilin Sonuçları Raporu”nda da katkısı bulunuyor.

Greenpeace Rusya, Alimov’u web sayfasında yayımladığı “Rashid eşi bulunmaz bir uzman ve nazik, enerji dolu, bilgili ayrıca mizahı güçlü bir arkadaşımızdı, onu özleyeceğiz” notuyla son yolculuğuna uğurladı.

Benim de aktivist bir arkadaşım olan Rashid Alimov, yaşanabilir bir dünyanın tesis edilmesi için uğraşan herkesin büyük bir kaybı. Geride bıraktığı eşiyle iki çocuğunun, nükleer karşıtlarının ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.

Yoğun bakım ünitesinde çıkan yangında 11 kişi öldü: Hastanenin imajı mı korunuyor?

Gaziantep‘te Özel Sanko Üniversitesi Konukoğlu Hastanesi‘nde cumartesi günü koronavirüslü hastaların tedavi edildiği yoğun bakım ünitesinde yüksek akım oksijen tüpü patlaması sonucu meydana gelen yangında ölenlerin sayısı 11’e çıktı.

Yangına müdahale sırasında 51 hastane personeli de yaralandı. Personellerin büyük bölümü dumandan etkilendi ve personellere oksijen tedavisi uygulandı. Alevlerin arasına dalarak hastaları kurtarmak isteyen yedi kişinin ise vücudunda yanıklar oluşurken sağlık durumlarının iyiye gittiği öğrenildi.

Sağlık personeli, itfaiye ekipleriyle birlikte birinci katta bulunan 20 hasta kapasiteli yoğun bakım bakım ünitesine camları kırarak ulaşmış ve alevlerin içindeki 19 yoğun bakım hastasını tahliye etmişti.

Yaşanan olayın ardından Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Gaziantep’e gelerek hastanede inceleme yaptı. İncelemeye Gaziantep Valisi Davut Gül, Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin ve milletvekilleri de eşlik etti. Her türlü incelemenin yapıldığı ve soruşturmanın yürütüldüğü söylendi.

Siyasiler hastanenin ismini vermek istemiyor mu?

Gazeteci Metin Cihan, siyasilerin yangınla ilgili paylaşımlarında hastanenin ismini vermekten imtina ettiklerini, hastanenin sahibi olan Sanko Holding‘in ise Gaziantep’te nüfuz sahibi olduğuna dikkat çekti.

Gazeteci Metin Cihan, Twitter hesabından yaptığı paylaşımlarda siyasilerin konuyla ilgili açıklamalarında yangının çıktığı özel hastanenin isminin gizlendiğini, hastanenin marka değerini düşünen paylaşımlar yapıldığını öne sürdü:

Hastane, koronavirüs test yetkilisi

Cihan, Özel Sanko Hastanesi’nin Bakanlık tarafından koronavirüs test yetkilisi olduğu için vatandaşların mecburen oraya gittiğini söyledi:

Bakan Koca açıklama yaptı

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ise Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, yaşanan olayla Bakanlığın arasında bir ilişki kurmanın yanlış olduğunu söyledi:

Olayla ilgili soruşturma başlatıldı

Yangınla ilgili Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından adli soruşturma başlatılırken İl Sağlık Müdürlüğü tarafından da idari soruşturma başlatıldı.

Adliyeden görevlendirilen yedi kişilik bilirkişi ekibi soruşturma için atanan iki savcı nezaretinde inceleme yaptı. Teknik olarak yapılan incelemelerin tamamlanmasının ardından bilirkişi ekibinin rapor hazırlığına başladığı belirtildi.

Koronavirüs mutasyonu hakkında neler biliyoruz?

Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, cumartesi günü yaptığı açıklamada ülkede yaygın olarak yeni bir koronavirüs mutasyonuna rastladıklarını duyurdu.

Başkent Londra dahil ülkenin güneydoğusunda son dönemde görülen vaka artışlarını bu mutasyon ile ilişkilendirdiklerini belirten Johnson, tespit edilen bu yeni türün eskisine kıyasla yüzde 70’e varan oranlarda daha bulaşıcı olabileceğini belirtti.

Keşfedilen bu mutasyon, ülkedeki Covid-19 tedbirlerinin artmasına neden olurken aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler de hızla Birleşik Krallık’a uçuş yasakları getirmeye başladı. Şimdiye kadar mutasyon hakkında öğrenilen bilgiler ise şu şekilde:

Beş ülkede mutasyona rastlandı

Birleşik Krallık, Hollanda, Güney Afrika ve Belçika‘dan gelen ‘mutasyon’ haberinin ardından Avusturya’da da mutasyona uğrayan Koronavirüs vakası tespit edildi.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Avrupa’da görev yapan üst düzey isimlerinden Catherine Smallwood, Birleşik Krallık’ta görülen mutasyona uğramış aynı tür Koronavirüs’e Danimarka’da dokuz vakada, Avusturya ve Hollanda’da ise birer vakada rastlandığını duyurdu. Birleşik Krallık’ta görülen mutasyonlu virüs vakası sayısı ise binleri bulmuş durumda.

WHO: Gelişmeleri takip ediyoruz

WHO, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda henüz detaylı bir bilgi paylaşmazken gelişmeleri takip ettiklerini duyurdu. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

Yeni Covid-19 virüs çeşidi konusunda İngiltere yetkilileriyle yakın temas halindeyiz. Analizlerinin ve devam eden çalışmalarının bilgilerini ve sonuçlarını paylaşmaya devam edecekler. Bu virüsün özellikleri ve etkileri hakkında daha fazla bilgi edindikçe üye devletleri ve halkı bilgilendireceğiz. Bu arada, insanlara Coviz-19 virüsünün yayılmasını önlemek için tüm koruyucu önlemleri almalarını ve ulusal makamların rehberliğine uymalarını tavsiye ediyoruz.”

Mutasyon nasıl tespit edildi?

Mutasyon, Birleşik Krallık’ta yer alan ve pozitif Covid-19 örneklerinin genetik dizilimini incelemeyi üstlenen COG-UK konsorsiyumu tarafından tespit edildi. Bu konsorsiyum, ülkedeki dört halk sağlığı kurumunun yanı sıra 12 akademik kurumun ortaklığından oluşuyor.

Nisan 2020’de kurulduğundan bu yana konsorsiyum, Covid-19 ile enfekte olmuş kişilerden veriler topluyor ve bu verileri değişken virüsleri tanımlamak ve haftalık rapor yayınlamak için kullanıyor. Haftalık raporlarına buradan ulaşılabiliyor.

Mutasyon nasıl tanımlanıyor?

Tespit edilen mutasyon VUI-202012/01 olarak adlandırıldı. Ve bu yeni virüs üzerinde 17 değişiklik görüldüğü belirtildi. En önemli değişikliklerden biri ise virüsün insanda ACE2 reseptörüne bağlanmak için kullandığı proteinindeki bir N501Y mutasyonu.

Teoride virüsün bu proteinindeki bu değişikliğin virüsün daha bulaşıcı hale gelmesine neden olabileceği ve insanlar arasında daha hızlı yayılmaya sebep olabileceği belirtiliyor.

Daha hızlı mı bulaşıyor?

Yeni koronavirüs mutasyonu hakkında en çok endişe yaratan bilgilerden bir tanesi mutasyonlu virüsün daha hızlı yayılıyor olma ihtimali. Matt Hancock Avam Kamarası’nda verdiği demeçte ilk analizlerde mutasyonun Birleşik Krallık’ta son dönemde yaşanan hızlı vaka artışıyla ilişkili olabileceğini söyledi. Benzer bir açıklama Başbakan Johnson’dan da geldi.

BMJ’nin aktardığına göre Birmingham Üniversitesi’nden Nick Loman ise verdiği bir konferansta “Bu varyant, artan Covid-19 oranlarını gördüğümüz yerle yakından ilişkili. Bu bir korelasyon ancak ortada bir nedensellik olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu varyantta çarpıcı bir büyüme var, bu yüzden endişeliyiz” ifadelerini kullandı.

Mutasyon görülmesi normal mi?

SARS-CoV-2 bir RNA virüsü ve virüs çoğaldıkça doğal olarak mutasyonlar da ortaya çıkıyor. COG-UK tarafından yapılan açıklamada virüsün şu ana kadar yaklaşık dört bin mutasyonu olduğu belirtiliyor.

Ancak bu mutasyonlardan yalnızca çok küçük bir azınlığı virüsü kayda değer şekilde değiştirecek potansiyelde. COG-UK direktörü Sharon Peacock tarafından yapılan açıklamada “Mutasyonlar bekleniyor ve evrimin doğal bir parçası. Büyük çoğunluğunun virüs üzerinde hiçbir etkisi yok. Hatta salgınları izlemek için bir barkod görevi görür ve yararlı olur” ifadelerini kullandı.

Fotoğraf: AA

Mutasyon aşıların etkisini azaltacak mı?

Mutasyon haberlerinin duyulmasının ardından insanlar tarafından en çok endişe edilen konuların başında ise mutasyonun mevcut koronavirüs aşısının etkinliğini azaltıp azaltmayacağı geldi.

New York Times’ın aktardığına göre bazı uzmanlar, virüsün mevcut aşıları işe yaramaz hale getirecek kadar değişmesinin aylar değil yıllar alacağını söyleyerek insanları sakin olmaya çağırdı.

Seattle’daki Fred Hutchinson Kanser Araştırma Merkezi‘nde bir evrimsel biyolog olan Jesse Bloom, “Hiç kimse, tüm bağışıklığı ve antikorları birdenbire işe yaramaz hale getiren tek bir felaket mutasyonu olacağından endişelenmemelidir” ifadelerini kullandı.

Aşıları etkisiz bırakmanın yıllar içerisinde birçok viral mutasyonun birikmesiyle olacağını belirten Bloom, “Açma-kapama düğmesi gibi olmayacak, merak etmeyin” dedi.

Peacock ise yaptığı açıklamada “Bu varyantın aşılamada etkisiz olacağına dair herhangi bir kanıt yok” ifadelerine yer verdi.

 

Koronavirüs mutasyonu sebebiyle dört ülkeden Türkiye’ye olan uçuşlar durduruldu

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, mutasyona uğrayan yeni tip koronavürüs nedeniyle İngiltere, Danimarka, Hollanda ve Güney Afrika Cumhuriyeti‘nden Türkiye’ye yapılan uçuşlarda geçici durdurma kararı alındığını açıkladı.

Koca, yaptığı paylaşımda söz konusu kararın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın talimatıyla, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı‘nın koordinasyonu ile alındığı belirtildi.

Ne olmuştu?

Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, cumartesi günü yaptığı açıklamada ülkede yeni tip bir koronavirüs mutasyonu tespit ettiklerini duyurmuş ve bu mutasyonun ülkede hızla artan Covid-19 vakalarıyla ilişkili olduğunu düşündüklerini söylemişti.

Johnson bu mutasyonun yüzde 70 daha bulaşıcı olduğunu düşündüklerini aktarmıştı. Bu duyurunun ardından, Hollanda, Güney Afrika, Belçika ve Avusturya’da da mutasyonun görüldüğü belirtilmişti.

18 ülkeden daha yasak

Fransa, Belçika, Almanya, İrlanda, Avusturya, İtalya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Romanya, İsveç, Estonya, Litvanya, Letonya, Kanada, Kuveyt, Suudi Arabistan, El Salvador ve Hollanda, İngiltere’den seyahatleri yasakladığını duyurdu.

 

ABD Moderna’nın geliştirdiği Covid-19 aşısına onay verdi

ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), Amerika merkezli ilaç firması Moderna‘nın geliştirdiği yeni tip koronavirüs (Covid-19) aşısının kullanımını onayladı.

Moderna’nın geliştirdiği aşı, Pfizer ve BioNTech tarafından geliştirilen Covid-19 aşısının ardından ABD’de FDA tarafından onay verilen ikinci aşı oldu.

Yüzde 94,1 etkili

Yüzde 94,1 etkili olduğu açıklanan Covid-19 aşısı, 18 yaş ve üzeri kişilerde kullanılabilecek. Moderna’dan 200 milyon doz aşı alımı için anlaşma yapılan ABD’de, yaklaşık 5,9 milyon doz aşının dağıtımına pazar günü başlanacak.

AA’nın aktardığına göre ABD Başkanı Donald Trump, FDA’nın onayının ardından Twitter hesabından, “Tebrikler, Moderna’nın aşısı artık hazır!” açıklamasında bulundu.

FDA, 11 Aralık Cuma günü de Pfizer ve BioNTech’in geliştirdiği Covid-19 aşısı için onay vermişti. Pfizer ve BioNTech’in geliştirdiği aşı ise 16 yaş ve üzeri kişilerde kullanılabiliyor.

İpinden kurtulmuş düşünceler -3: Hız tuzağı

Geçenlerde yaşlıca bir beyefendi telefonunu uzatarak “Yeğenim, şunun saati bozulmuş. Ayarlayabilir misin?” dedi. Telefon bizim gibiler için çoktan unutulmuş tuşlu ve küçük olanlardandı. Elimde biraz evirip çevirdikten sonra saati ayarlamayı başarıp geri verdim beyefendiye. Minnetle yüzüme baktı, teşekkürünü diliyle değil gözleriyle etti.

Doktorayı bitirdiğimde bile (1997) mobil telefonumuz yoktu. Arkadaşlarımızla sabit telefonlardan randevulaşıp buluşma noktasına giderdik. Herhangi bir aksilik (gecikme, buluşma noktasının yanlış anlaşılması vb.) olduğunda ya plan bozulur ya da iş rastlantılara kalırdı.

Çok sık söylenen bir sözdür; “… olmadan nasıl yaşıyor muşuz?” Kestirmeden yanıtını vereceğim. Şu anda, 10 yıl sonra nokta nokta yerine gelecek pek çok şey olmadan nasıl yaşıyorsak, geçmişte de bugün olan bazı şeyler olmadan öyle yaşıyorduk. Çünkü nokta nokta yerine gelecek hemen hiçbir şey gerçek ihtiyaç değil. Aslında o şeyler gerçekten yaşamı kolaylaştırmıyor da; yalnızca hızlandırıyor. Ve emin olun, hızlı yaşam çabuk tükenen yaşamdır. Çabuk tükenir, çünkü hiçbir şeyin farkına varmanız olanaklı olmaz.

Bir gün bir çeşmede suyu avuçlarıyla içen bir çocuğa rastlayan Diogenes bir an durduktan sonra şaşkınlıkla, “Diogenes” der, “Aldın mı boyunun ölçüsünü?” Bereketsiz heybesindeki ahşap kupayı çıkarıp muzafferane bir gülümsemeyle uzağa fırlatır. Mutludur, çünkü bir yükten daha kurtulmuştur.[1]

Zaman, mekân ve insan

Stefan Zweig “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”[2] kitabının “Okyanusu Aşan İlk Sözcük” adlı bölümünde şöyle diyor:

Wallenstein’in orduları Sezar’ın lejyonlarından daha hızlı ilerlemiyordu, Napolyon’un orduları Cengiz Han’ın çetelerinden daha süratli yol almıyordu. Nelson’un korvetleri denizde Vikinglerin korsan gemilerinden ya da Fenikelilerin ticaret gemilerinden sadece biraz daha hızlı seyredebiliyordu. Lord Byron, “Child Harold’un Hac Seyahati”nde Pontus sürgününe gönderilen Ovidius’tan bir gün içinde daha fazla mil gitmedi. On sekizinci yüzyıldaki Goethe’nin seyahatleri, bin yılın başındaki Havari Pavlus’tan daha konforlu değildi veya ondan daha hızlı bir yolculuk yapmadı.

Peki, sonra ne oldu? Sanayi devrimi dediğimiz çılgınlık bütün alışkanlık ve algılarımızı yerle bir etti. İnsanın zaman ve mekân karşısındaki tavrı daha önce görülmedik ölçüde değişime uğradı ve bu değişim bitip tükenmek bilmeyen bir hırsla insanlığı yutmaya devam ediyor.

Yolculuklarımız her geçen gün daha hızlı hale geliyor. Gezegenimizin sınırları bize artık yetmemeye başladı. Aya ve diğer gezegenlere yolculuğu epeydir hayal ediyoruz. Yeterince parası olanlar için Paris’te uyanıp akşam yemeğini Boğaz’da yemek sıradan bir olay. Bunu yaptığında kendini çok şanslı sayanlar nasıl da yanılıyorlar. Çünkü yalnızca Paris’te uyandıkları yatağı ve Boğaz’da yemek yedikleri restoranı biliyorlar. Bu ikisinin arasındaki dağları, nehirleri, gökyüzünü, uçan kuşları, toprağın kokusunu ve kentlerin dokusunu ıskaladıklarının ayırdına varamamanın ne büyük bir kayıp olduğunu göremiyorlar.

Zaman zaman kentte yaptığım Öykülerle Dendroloji Okulu gezilerine katılanlardan en çok duyduğum söz şu oluyor: “Daha önce sizin gösterdiklerinizi hiç fark etmemiştik.”

Evet, hiçbir şeyi fark etmiyoruz. Çünkü amacımız farkına varmak değil, amacımız bir an önce B noktasına varmak. Aradaki hiçbir şey umurumuzda değil.

Yola değil, bitiş noktasına odaklanmak

Eskiden, çok da eskiden değil, dizileri haftada birer bölüm izler, bir hafta boyunca izlediğimiz bölüm hakkında sohbet eder, o bölümün detaylarının tadını çıkarır, bir sonraki bölümün heyecanını yaşardık. Şimdi, bir gecede sekiz on bölümlük bir sezonu izliyoruz. Çünkü tek amacımız var; katilin kim olduğunu öğrenmek, yani B noktasına varmak. Yola ya da yolculuğa değil, sadece bitiş noktasına odaklanıyoruz.

Varoluşumuzu her nasıl açıklıyor olursak olalım bir tek yaşamımız var. Ve emin olun, her anının, her detayının mucizevi güzelliğini fark ederek geçirmemiz gereken bu yaşamı, gerçek olmayan ihtiyaçlara ulaşmak için sürekli gaza basıp hızımızı artırarak harcıyoruz. Bu hızın bize verdiği tek şey ise erken gelen bir ölüm. Ortalama yaşam süresi uzasa da, hızla harcanan kısa yaşamlara razı oluyoruz. Kısacık yaşamlara…

*

[1] Hikaye, Frédéric Gros’un Yürümenin Felsefesi adlı kitabından alıntıdır. Kolektif Kitap, 2020 (Türkçesi Albina Ulutaşlı).

[2] Zeplin Kitap, 2018 (Türkçesi Mine Bali).

Hannah Arendt ile pandemide sokakları ve iklim hareketini düşünmek- Ece Baykal Fide

Toplumun kamusal alandan çekilmek zorunda kaldığı veya bırakıldığı; evlerimizin (özel alan) işlerimizin (sosyal alan) ve politik eylemlik (kamusal) alanımızın birbirine geçtiği bir dönemde Hannah Arendt’in kamusal alan ve politik eylemlilik üzerine düşünceleri kritik bir önem taşıyor.

Pandemide sokakları ve toplumsal hareketleri, Arendt’in bazı kavramlarıyla düşünmek özellikle iklim ve ekoloji hareketleri için yol gösterici olabilir: Hakikat anlatıcılığı, dünyasallık ve Amor Mundi  (dünya sevgisi)…

Pandeminin bizi sürüklediği karantina koşullarında toplumsal hareketlerin eylem repertuarlarının nasıl değiştiğine, balkonlarda söylenen şarkılara dijital iklim grevlerine şahit olduk. Toplumsal hareketler kendi içlerinde de sokağa inmek, kamu sağlığını tehlikeye atmak ya da toplu eylem çağrısı yapmak ve haklarını savunmak arasında düşünüp farklı tutumlar benimsediler.

Pandemide hareketlilik

Bir yandan Trump yandaşları virüsün bir komplo olduğu söylemiyle sağlık kurallarına karşı çıkarak sokaklara indi. Diğer yandan George Floyd’un polis tarafından öldürüldüğü ABD’de Black Lives Matter protestoları gerçekleşti. Fransa’da yurttaşların dronlarla takip edilmesine imkan verecek; polis şiddetinin hem gazeteciler hem yurttaşlar tarafından belgelenmesini engelleyecek Küresel Güvenlik Yasası protestolarına sahne oldu pandemide sokaklar.

Türkiye’de ise kadınlar kadına yönelik şiddete hayır demek ve İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için; esnaf ekonomik krize karşı devlet kendisini savunmasız bıraktığı için; yurttaş madencilere ayrıcalık tanıyan torba yasaya karşı; Bağımsız Maden işçileri emeklerinin karşılıklarını alamadıkları için sokaklara döküldüler.

Şehirli hareketler ve yurttaşlar sokağa inip inmemenin doğruluğunu tartışırken, Türkiye’de Kirazlıyayla, Kazdağları, Artvin maden tehditleriyle karşı karşıya kaldı. Maden şirketlerinin pandemiyi fırsat bilerek doğayı talan etmeleri cezasız kalırken, doğa savunucularına Kazdağları örneğinde olduğu gibi 200 bin lira ceza kesildi, sağlık kurallarını ihlal ettikleri gerekçesiyle. Muğla İkizköy’deki köylüler su vanasının kontrolünü elinde tutan termik santral yüzünden pandemi döneminde susuz, termik santral ise cezasız kaldı.

‘Evde kalabilenler’ sağlıklarını koruyabilirken, mecburen işlerine gidenler hayatın devamlılığı için ‘gerekli’ besin ve malları üretmeye devam ettiler. Dünyamız Arendt’in gereksinimlerin ve biolojik emeğin alanı olarak gördüğü ev (özel alan) ve işimiz (sosyal alan) arasında sıkışırken politik eylemliğimizin gerçekleştiği kamusal alana uzak kaldık ya da erişimimiz kolluk güçleri tarafından engellendi.

Arendt’in düşüncesinde dünya kavramının yeryüzü ile kamusal alanı birlikte içerdiğini hatırlarsak, birini korumanın diğerini korumak anlamına geldiğini daha iyi anlarız. Yeryüzünü korumak için öncelikle onun savunusunu yapacağımız kamusal alanı korumalıyız.

Dünyanın çoğulluğunu korumak

Arendt’e göre kişilerin ve toplumun kitlenin bir parçası haline gelmesi paylaştıkları ‘dünyasallık’’ (worldliness) ve kamusal alanın ortadan kalkmasıyla gerçekleşir.  Ortak dünyasını kaybeden kitle toplumu ise totaliter düzene yol almaktaki başlıca unsurdur. Dünya kavramı, Arendt’in düşüncesinde hem yeryüzünü hem de verili insan ilişkileri ağını, kamusal alanı kapsar.

Margeret Canovan, Arendt üzerine çalışmasında onun “20. Yüzyıl düşünürleri arasında bir yandan insanın doğumluluk niteliğini ve devrimci başlangıçları yüceltirken, diğer yandan politik yaşam açısından değerli olanı muhafaza etmeye, ilişkileri ve kurumları korumaya özen göstermek konusunda benzersiz” olduğunu söyler.[1]

Başlangıç Arendt’in toplumsal hareket düşüncesinde önemli yere sahiptir ama başlangıç eyleminin içerdiği belirsizlik ve risk ancak insanlar çoğulluk ilkesine saygı gösterdiğine ve dünyayı koruduklarında ortadan kalkar.

Politika yapmak politikacılara özgü değil

Bu dünyada, kamusal alanda, kişiler kendi farklılıklarını ortaya koyarak kendilerine verilmiş olan ‘etnik’ ‘dini’ ‘cinsel’ kimliklerini aşarak bir araya geldikleri ‘politik eylemin’ etrafında kendi kimliklerini kurarlar. “İnsan değil insanlar yaşar bu gezegende. Çoğulluk Yeryüzü’nün yasasıdır” der Arendt.[2] Dolayısıyla politika yapmak uzman politikacılara özel değildir, herkes politika yapabilir.

Pandemi döneminde ‘dünyasızlaşmanın’ birkaç anlamı var. Birincisi yeryüzünü savunmak için ‘eylediğimiz’ alanlardan uzakta kalmak: Arendt, modern çağın başından beri daha önce ayrı olan özel-iş ve kamusal alan arasındaki ayrım belirsizleşmeye ve özel alanın gereksinimlerinin temel politika konusu haline geldiği söyler.

Salgın ve hatta iklim krizi bizi bu ihtiyaçlar alanının nasıl yönetileceği üzerine o kadar düşündürüyor ki, onların idamesi dışında Arendtçi anlamda bir politik eylem ve örgütlenme hayal edemez oluyoruz.

Dünyasız kalmak

Dünyasızlaşmanın diğer anlamı ise doğrudan hem salgın sırasında hem de çok öncesinden beri yeryüzünü tüketerek ‘dünyasız kalmak’la ilgili. İnsan hayatını içinde yaşadığı biyoçeşitliliğe borçlu ve sadece bu biyoçeşitliliğin sahnesinde insanın da bir canlı olarak gerçekliği var.

Dünyanın içinde bulunduğu biyoçeşitliliği yok ederek insan kendisini Donna Haraway’in chthulucene olarak adlandırdığı [3]dünyanın kendini yenilemesini, yani bir nevi kompost sürecini hızlandırıyor. Yani biz iklim ve ekoloji krizlerinin etkilerini düşünerek Arendt’in sözünü “İnsan değil canlılar yaşar bu gezegende. Çoğulluk yeryüzünün yasasıdır” diye okuyabiliriz. Çünkü insan bu biyolojik çeşitlilik varsa var olabilir, yoksa toprağa karışıp yeni türlere dönüşecek kompostun bir parçası olur.

Dolayısıyla dünyayı savunmak, kamusal alanı savunmak sorumluluğunu da birlikte getiriyor. Çünkü kamusal alanın yarattığı özgürlük bize dünyanın karşı karşıya kaldığı tehditleri savunmamız için yegane politik eylemlilik alanını açıyor.

Arendt düşüncesi totalitarizmin en baskıcı dönemlerinde bile içinde direniş imkanları barındırır. Böyle dönemlerde özgürlüğümüzü ve onun yeşereceği tek alan olan kamusal alanı, dünyamızı korumak için öncelikle, hakikati anlatmalıyız. Çünkü sorunun/krizin gerçek nedenlerini anlatmak kadar değişimi yaratmanın somut örnekleri ve değişimin aktörlerinin hikayeleri de başkalarının harekete geçmesine vesile olacaktır.

 Hakikati anlatmak

Arendt modern çağ düşünürlerinin olgusal hakikatle (tarihi ya da toplumsal bir olayda hangi aktörlerin daha etkili olduğu gibi) rasyonel (bilimsel matematiğe dayalı) hakikatleri ayırdığını söyler[4] ve olgusal hakikatlerin siyasi iktidarların yalanlarına ya da saldırısına rasyonel hakikatten daha açık olduğunu savunur.

Bu, iklim değişikliği gibi rasyonel bir hakikati bıkmadan usanmadan açıklamaya çalışan bilim insanlarının çok aşina olduğu bir sorun aslında. İktidarlar rasyonel hakikatle de her zaman barışık değildir; fakat ABD ve Avustralya gibi inkarcı yaklaşımın yaygın olduğu ülkeler hariç, iklim değişikliğinin fiziki sonuçları birçok ülkede hem siyasi hem toplumsal düzeyde rasyonel hakikat olarak kabul görür.

Seller, kasırgalar, batmakta olan ada ülkelerini ya da atmosferdeki artan karbondioksit miktarı hakikatini reddetmek kolay değildir. Esas sorun failin kim olduğu hususundaki olgusal hakikattedir. İklim krizinin insan kaynaklı olduğu da artık genel geçer bir bilgi olmasına rağmen hangi insanın hangi faaliyetlerinden dolayı gerçekleştiği birçok insanın farklı yönüne tanıklık ettiği olgusal hakikatlerdir. İşte siyasi liderlerin en çok saldırdığı ve çevre ve iklim aktivistlerinin savunmasına en çok ihtiyaç duyulan hakikatlerden biri de budur.

Konda’nın ve İklim Haber’in Türkiye’de İklim Değişikliği ve Çevre Sorunları Algısı raporunda iklim değişikliğinin sebepleri sorulduğunda büyük çoğunluğun yüzde 65,7’nin yeşil alanların yok olmasından, sadece yüzde 41,6 ‘in petrol kullanımı ve yüzde 32,6’nın kömür ve kömürden elektrik üretiminden bahsetmesi işte bu olgusal hakikatle ilgilidir.

Arendt’e göre olgusal hakikatleri doğrulamak tek bir bilim insanın işi değildir, birçok insan tarafından tanıklık edilen ve tanıkların kurduğu bir hakikattir. Hakikat anlatıcısı/parrhessiastes- olmak aydınların, bilim insanlarının, gazetecilerin ve edebiyatçıların sorumluluğudur ama herkes olgusal hakikate tanık olabilir ve kamusal alanda bu konudaki düşüncelerini dile getirip nasıl harekete geçebileceği konusunda başka seyircilere yol gösterebilir.

Arendt’in kamusal alanı bu anlamda diğer kamusal alan modellerinden farklı olarak, uzlaşıyla tek bir eylemlilik ortaya çıkmasını değil çoğulluğunu içindeki bütün hareketlerin birbirlerini aktör-seyirciler olarak dönüştürmesine vurgu yapıyor. Seyirciyi aktöre dönüştüren şey ise cesaret ve Amor Mundi’dir (dünya sevgisi).

Amor Mundi

Bunun için kişi kendini dünyaya sunma cesaretine sahip olmalıdır; kamusal alanın acımasız eleştirilerine…Bu dünyanın acımasızlıklarından kaçıp geçmişe ya da geleceğe sığınan, özgürlüğü kişinin içinde yaşayacağını savunan bazı Batılı düşünürlerin aksine Arendt bütün acımasızlıklarına rağmen dünyayı bugün savunmamız gerektiğini vurgular. Amor mundi kavramıyla somutlaştırdığı gibi.

Arendt’in özgürlük kavramı, bireysel özgürlüğe vurgu yapan negatif ve toplumsal sınıfların kollektif olarak edindiği haklara vurgu yapan pozitif özgürlük anlayışından ayrılır. Çünkü her ikisinden de farklı olarak ‘egemenlik’ yarışından çekilir. Bireyin ya da bir sınıfın toplumun geri kalanı üzerinde kurabileceği egemenliğin yanı sıra doğa üzerinde kurduğu egemenliği de sorgulayarak.

Amor Mundi açısından belirleyici olan cesarettir ama Arendt’in kastettiği cesaret tehlike karşısında sergilenen her türlü cüretkarlığı içermez. Onun için “Cesaret insanları dünyanın özgürlüğü uğruna, yaşamla ilgili endişelerinden kurtarır. Siyasette yaşam değil dünya söz konusu olduğundan, siyasi yaşamda cesaret vazgeçilmezdir”. (Geçmişle Gelecek Arasında, s.212)

Pandeminin, toplumun büyük çoğunluğunu haksızlıklar ve doğa talanları karşısında seyirciye dönüştürdüğü bu dönemde Arendt’in düşüncesi özellikle de cesarete ve dünya sevgisine yaptığı vurgunun seyircilerin tekrar aktöre dönüşmeleri için bir çağrı olarak okunabilir: Dünyaya karşı sorumluluklarını hatırla ve dünya aşkına harekete geç!

***

[1] Aktaran Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis, İstanbul, 2012, s.131
[2] Hannah Arendt, Thinking, Harcourt Brace Jovanovich 1971, s.19
[3] Donna Haraway, Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene, Duke Universtiy Press, 2016
[4] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.276

 

En kirlisiyle en temizi kirletmek

Tarihsel olarak felsefedeki ilk soru şuydu: “Şeylerin sürekli değişen görünümlerinin altında yatan değişmeyen bir şey var mı? Ve bu bir şey mi yoksa birçok şey mi?”

Bu soru, Sofistlerin ve Sokrates‘in günlerinden çok önce, MÖ 7’inci yüzyılda gelişen Yunanlardan, İyonyalı Miletlerin ilk filozoflarından olan Miletli Thales tarafından sorulan bir soruydu. Tarihsel süreç içerisinde, bu soruya cevap verme yöntemleri aynı olsa da farklı içerikte cevaplar veren birçok filozof ortaya çıktı. Tarih boyunca yüzlerce farklı cevabın verildiği bu soru ise öneminden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi. Bu ve bu sorunun türevleri hala birileri tarafından sorulmaya ve başka birileri tarafından da cevaplanmaya devam ediliyor. Bu da sorunun ve sorunun araştırdığı cevabın konusu olan problemin varlığının hala güncelliğini korumaya devam ettiğinin göstergesi.  Çünkü soruyu soran da, cevap arayan da insan!

Soru her ne kadar şeylerin görünümlerini sorgulasa da asıl araştırılan, bu şeylerin kaynağı olan insan, insanın anlam arayışı ve varoluş sancısı. Hepimiz hemen her gün bu ve buna benzer soruları daha gündelik olaylar için sorup duruyoruz. Okuduğumuz, yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, inandığımız, sevdiğimiz ve değer verdiğimiz her şey için bu soruyu bir şekilde soruyoruz. Ben de son zamanlarda karşılaştığım bazı anlamsız durumlarla ilgili, Miletli Thales’in sorduğu soru kadar etki yaratmayacak olsa da bazı soruları sorup duruyorum. Bunları sizinle de paylaşmanın faydalı olduğu kanısındayım. Bundan önce de yeşil yıkama yani greenwashing (yeşil yıkama) nedir, nasıl yapılır onlara bakmakta fayda var. Bunun için şuradaki yazı belki faydalı olabilir.

Kirletenin temizliği

Soru-1: Dünyayı en çok kirletenlerle birlikte çöp toplayıp reklam yapmak adil mi?

Plastik kirliliğiyle mücadele eden ve benim de üyesi olduğum Break Free From Plastic geçtiğimiz ay her yıl yaptığı bir çalışmanın 2020 yılı sonuçlarını yayınladı. Araştırma, dünya çapındaki gönüllülerin yardımıyla 2020 yılında gerçekleştirilen temizlik etkinliklerinin sonucunda toplanan plastiklerin hangi markalara ait olduğunu ortaya koyuyor. Altı kıtadan 49 ülkeye ait verilere göre Coca-Cola, 2020 yılında da diğer yıllarda olduğu gibi dünyayı en çok kirleten marka olmuş. Ardında da diğer tüketim malları devleri olan Nestlé, Colgate-Palmolive, Unilever ve Pepsico geliyor.

Şimdi asıl soruyu soralım, dünyayı en çok kirleten bu şirketler gelip size dese ki hadi sahil temizleme çalışması yapın ve parasal destek de benden! Ne dersiniz? Hayır mı? Eğer ki öyleyse maalesef ki Türkiye’deki, birçok vakıf, dernek ve belediye sizinle aynı fikirde değil. Çünkü dünyanın da yakından tanıdığı ve doğa korumacılığı bir sektör olarak değerlendiren büyüklü küçüklü vakıflar, örneğin Coca Cola’dan, Unilever’dan aldıkları desteklerle, sahil çöplerini toplayıp atık değerlendirmesi ya da deniz temizliği yaptıklarını iddia edebiliyorlar. Üstelik herhangi bir markadan da bahsetmeden!

Oysa topladıkları çöplerin sahibi zaten arkalarında. Dönüp bakmak yerine, şirketlerin almaları gereken sorumlulukları örtmek üzere kullanılmayı tercih edebiliyorlar. Nitekim en büyük çöpleyici şirketlerin “vatandaş sorumluluğu” garabeti, yani “çöpünü çöpe at” ya da “gösterildiği şekilde ayır” yaklaşımını sürekli gündemde tutmaları da fonladıkları yeşil yıkama aktivitelerinin bir parçası olarak görülebilir. Hatırlayın geçtiğimiz aylarda yayınlanan Plastik Wars belgeseline konuşan eski Plastik Endüstrisi Birliği Başkanı Larry Thomas, “Kamuoyu geri dönüşümün işe yaradığını düşünürse, o zaman çevreyi çok da dert etmeyecektir” demiş ve tüm bu çöp toplama, geri dönüştürme ve çöpü ayırma pohpohlamasının altında yatan gerekçeyi açıkça itiraf etmişti.

Deterjanın su maliyeti

Soru-2: Bir hamburger için 2400 litre su gerekir! Peki, bir litre bulaşık deterjanı için kaç litre su gerekir?

Şu sıralar her yerde dolaşıma giren bir belgesel söz konusu. Kamu spotu niteliğindeki bu belgesel ile kaç litre su tüketmemiz gerektiğinden tutun da nasıl su tasarrufu yapmamız gerektiği ve hatta dişimizi nasıl fırçalamamız gerektiğine kadar birçok şey gayet güzel bir şekilde anlatılıyor. Susuz kalacağımız ve iklim kriziyle beraber suyun daha da azalacağının işlendiğini de ekleyelim. Birçok ünlü insanın yer aldığı bu belgesel de aslında tipik bir yeşil yıkama örneği. Evet verdiği bilgiler doğru ve çok da önemli noktalara parmak basıyor. Ete dayalı beslenme, bilinçsiz evsel su kullanımı vs. hepsi çok önemli.

Zaten belgeselin asıl sorunu söylediği değil söylemediği. Mesela belgesele sponsor olan temizlik markasının ürettiği deterjanların bir litresinin ne kadar suyu kirlettiğinden hiç bahsetmemiş. Ya da deterjanları için kullandıkları plastik ambalajların akıbetinin su kirliliğine katkısının ne olduğundan da hiç bahsetmemiş. Çünkü aslı amaç da zaten bunların sorulmamasını sağlamak. O halde soralım: Hamburgerin su maliyetini hesaplayanlar deterjanın da su maliyetini hesaplarlar mı?

Belediyelerin rolü

Soru-3: Belediyeler ana çöpleyici şirketlerin reklamını yapmadan da çözüm üretemezler mi?

En başta da bahsettiğimiz dünyanın önde gelen çöpleyicilerinden olan bir şirketin bir markası, Türkiye’nin en büyük belediyelerinden birinin yaptığı birçok çalışmanın sponsoru ya da reklam markası haline gelmiş. İlk önceleri tarihi alanların temizlenmesi etkinliklerinde gördüğümüz bu marka şu sıralar da denizi temizlemeye yarayan bir aletin bir iskeleye kurulmasına sponsor olmuş. Markanın kendisi aletin yaptığı işten daha çok dikkat çekiyor. Aletin mantığı basınçlı bir pompa yardımıyla yaratılan akış ile yüzey suyunu bir hazneye alıp, su içindeki çöpleri bir mazgal yardımıyla tutup suyu da basınç ile denize geri püskürtme şeklinde işliyor. Basit bir mühendislik işi. Fikir oldukça iyi. Peki belediyeler bunu herhangi bir sponsorluk almadan da yapabilecekken (küçük taşra belediyesi olsa, yanlış da olsa belki paraları yok denir ve anlaşılabilir), dünyanın en büyük beşinci çöpleyicisi olan bir şirketin bangır bangır bağırdığı ve gözümüzün içine sokulduğu bir reklamı neden yapar? Üstelik şu soru neden sorulmaz! Bu markanın ürettiği kimyasallar ve plastik çöpler de bu aletle temizlenebiliyor mu?

Her üç soru da, muhtemel cevapları da aynı şeye, yani başta Miletli Thales’in sorduğu soruya işaret ediyor: Vakaların değişen görünümlerinin altında yatan değişmeyen şeylerin pek de hayrımıza olmadığına. Açık ve net bir şekilde de anlaşılıyor ki asıl sorumluluklarından kaçmak için iyi olanı, temiz olanı ve dokunulmaz olanı kirletmeyi bile göze alabilen bir yüzsüzlükle karşı karşıyayız.

[Çevre ve sağlıkta risk iletişimi -1] Covid-19 riskini halka ve karar vericilere neden anlatamıyoruz?

İlgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz. (Sakallı Celal)

Bu yedi bölümlük yazı dizisi, salgın sürecinde çok zor koşullarda çalışmakta olan sağlık emekçilerine adanmıştır; lütfen sesimizi çoğaltınız.

Yazılarımızın hedef kitlesi, Covid-19 (Corona) dünya salgını (pandemisi) özelinde bütün yönetim, karar alma ve iletişim aşamalarında sorumluluk olan/duyan kamu ve özel kurum, kuruluş örgüt yöneticileri, kamuoyu kanaat önderleri, bilim insanları, geleneksel medya yazar, editör ve habercileri; edebiyatçı ve senaristler vb. ve sosyal medya kullanıcılarıdır.

*

Küresel ve ulusal ortak nedenler

Risk, ‘tehlike olasılığı’ demektir. Risk iletişimi, çevre ve sağlıkta yapılan risk analizi çalışmalarının üç aşamasından risk değerlendirmesi ve risk yönetimi sonrasındaki sonuncusudur.

Risk değerlendirmesi, kısaca “Riski nerede, nasıl, niçin, ne zaman, neden, kimler için alırsam ne olur?” sorusuna yanıt arar. Tüm dünyada, risk değerlendirmesi yaygın olmakla birlikte risk yönetimi ve risk hakkında bilgilendirme ve iletişim kurma becerilerine sahip risk iletişimcileri henüz çok yaygın değildir. İyi değerlendirilemeyen risk, yönetilemez ve iletilemez. Risk iletişiminin en unutulan ayağı önce riske karar verecek ve yöneteceklerin riski algılamasının sağlanmasıdır. Riski algılamayan yönetimlerin riski değerlendirmesi ve yönetmesi mümkün değildir. Eğitim seviyesi düşük ve demokratik alışkanlıkları henüz oturmamış bizim gibi toplumlarda demokrasi, niteliksiz insanların yönetime gelmesine yol açabilir. Dolayısıyla, üçüncü yazımızda Ülkemizin Risk İletişimi ve Risk Algılaması Altyapısı” başlığında anlatacağımız toplum yapısının ürünü olan yöneticilerimizin de Covid-19 salgınının nelere kâdir (gücü yeter) olduğunu algılamaları zor olabilir.

Çoğu insan gibi salgın sürecinde 65 yaş üzerinde olup özelde ve kamuda çalışmaya devam eden çok sayıda hekim ve sağlık çalışanı ya emekliye ayrılmış ya da idari izinlerle esnek çalışma saatleriyle çalışmaya başlamıştır. Hastalığa yakalanan ve Covid-19 tedavisi ve bakımı konusunda eğitimli bir sağlık personelinin kaç gün işinden gücünden kalacağının; bunun,  sağlıkçıların kendisi ve aileleri ile ilgili kaygıları başta olmak üzere, sunacağı sağlık hizmetine nasıl bir bilinemezlikle yansıyacağının (nitelik ve nicelik olarak) ve bunların ulusal sonuçlarının bir siyasetçi tarafından hesaplanması ve algılaması zordur. Bugün ve gelecekte, Covid-19 hastasıyla sürekli temaslı olup karantinaya giren, hastalığı geçiren (ve hastalığı bir daha geçirme ve kalıcı kronik hastalık oluşturarak geçirme olasılığı olan) sağlıkçıların, sağlık ordumuzun sayısına ve hizmet gücüne yansıyan kayıplarının hesaplanıp ulusal ve yerel boyutta yönetilmesi bugüne kadar bu yüzden yapılamamıştır.

Bağlı olarak geçmişte 15 günlük bir sokağa çıkma yasağının ekonomik vb. sonuçlarını göze alamamanın bütünsel karşılaştırmasını yapamayan (sağlıkta ve diğer sektörlerdeki çalışma yaşındaki yaş gruplarında ölüm ve hastalık nedenli işgücü, üretim ve vergi kayıplarının maliyeti vb.) karar organı, sağlık örgütünün çökmemesi için alınması gereken 28 günlük (iki kuluçka süresi) tam sokağa çıkma yasağının kayıp ve kazançlarını hesaplayıp yaşama geçirebilecek midir?

Bir örnek üzerinde açıklarsak; Sağlık Bakanı’nın son (2020 Aralık) açıklamalarına göre sağlık personeli sayımız 1 milyon 61 bin 635’tir. Bunun 165 bin 363’ü doktor, 204 bin 969’u hemşiredir. Bu sayı, salgın başında (Nisan 2020) açıklanan sayılarla aynıdır. Bakanlığın 9.12.2020 tarihli açıklamasına göre 120 bin sağlıkçı koronaya yakalanmış; TTB’nin 12.12 2010 tarihli açıklamasına göre ise 237 sağlık çalışanı hastalıktan yaşamını kaybetmiştir. Bu verilerin, salgının başından beri olan birikimli/kümülatif toplam ve  ‘de jure’ (var olan gerçek) sayılar olduğunu varsayıyoruz.

Bu durumda salgının başından beri sağlık personelimizin %11,3’ü hastalığa yakalanmış ve en az karantina gün süresi olan 14 gün hesabıyla, 1 milyon 680 bin gün (240 bin hafta, 56 bin ay, 4,6 yıl) sağlık hizmeti tam zamanlı işgünü kaybedilmiştir. Bunun Türkiye bütçesine getirdiği yükü hesaplamak zor bir konu olup başka bir yazımızın konusu olacaktır. Ayrıca hizmet dışı kalan her sağlık personeli, ekip arkadaşlarının yükünü ağırlaştıracağı ve bunun da özellikle tedavideki hastalara triyaj uygulaması olarak (hastaların ağırlıklarına göre sınıflandırılıp hastanede/evde tedavi olacaklarına karar verilmesi)  yansıyacağı unutulmamalıdır.

Risk iletişimi ve algısı

Ayrıca sağlık hizmetlerinin salgına odaklanması, acil olmayan ameliyat ve tedavilerin durdurulması ve aksamasına yol açar. Salgınların bundan başka en olumsuz (domino) etkisi, özellikle yaşlı ve kronik hastalığı olan bireylerin salgına yakalanma korkusu yüzünden zamanı gelen kontrol ve bakımlarını aksatmalarına bağlı, durumları ağırlaşan hastaların sayısında ve erken ölümlerinde artıştır. Bu nedenle sağlıkçıların yükünün azaltılması gerekir. Bu da yöneticilere ve topluma risk iletişiminin doğru yapılmasına ve bilim insanlarınca önerilen önlemlerin acilen hayata geçirilmesine bağlıdır.

‘Risk iletişimi’ çalışmaları önemli, ama bir o kadar da zor çalışmalardır. Risk algılaması, risk iletişiminin oluşturduğu bir sonuçtur. Covid-19 küresel salgını özelinde risk iletişimini ve risk algılamasını tüm dünyada zorlaştıran ortak neden, Covid-19 virüsünün, bilimin ve toplumun tanımadığı ve özel tedavisi bilinmeyen sonuçlara yol açan hastalık(lar) yapmasıdır.  Diğer zorlaştırıcı neden, risk iletişiminin ülkelerin demokratik yapısından, bireylerin eğitim düzeylerine ve ahlak değerlerine kadar pek çok değişkene bağımlı olmasıdır.

Riskler, toplum tarafından ne kadar fazla doğru algılanırsa, alınan koruyucu önlemlerin etkinliğinin o kadar yüksek olduğu gösterilmiştir. Risklerin iletilmesi, tüm dünyada, risk değerlendirmesi ve yönetiminin karar aşamalarında iktidarların belirleyici olduğu devlet kurumları tarafından yapılır. Üniversiteler başta olmak üzere, dernek ve vakıflar gibi kamu görevleri olan diğer hükümet dışı sivil toplum örgütleri ve sendikalar da üyeleri için halk yararına risk iletişimi yaparlar.

Risk belirsizliğinin yönetimi

Devlet kurumları tarafından yapılan risk değerlendirmesi çoğu kez, ancak, kanıtların gücünü, maruziyet sıklığını ve risklerin büyüklüğünü değerlendirir. Sağlık etkilerinin değerlendirilmesi, sadece ölçülebilir (gözlenebilir) olanların bir kısmıyla sınırlıdır ve değerlendirmelerin duyarlılığı, hasarın/zararın sınırlandırılmasına (örneğin nükleer santral kazalarına bağlı ölümlerin bir haftadan sonrasında kaza nedenli kabul edilmemesi, bulaşıcı hastalık vaka, hasta, tanı koyma çizelgeleri ve hastalık bildirimlerindeki farklılıklar) ve daraltılmış sağlık modeline odaklanır.

Covid-19 salgınında çok iyi gördüğümüz gibi yaygın risk değerlendirmesi uygulamalarının çıkış noktası (bütünsel) politika seçeneği değil, risk faktörüdür. Bu yüzden risk etkenleri (sektörler, yaş grupları vb.) birbirinden bağımsız ele alınır. Değerlendirme yalnızca ölçülebilir, yerleşik sağlık etkilerinin bazılarını kapsar. Sadece hasarın/hastanın varlığına duyarlıdır (hasar/hasta yoksa veya bilinmiyorsa etki yoktur) ve dar (bütünsel ve multidisipliner olmayan) bir sağlık modeli kullanılır. Devlet kurumları ve bilimsel kurullar arasında eşgüdüm ve yetki dağılımı kesin hatlarıyla belirlenmemiştir.

Gözlenen ve saptanabilen zararla sınırlandırılmış risk değerlendirmesi belirsizliği arttırır. Değerlendirmeler yalnızca “bilinen belirsizlik”leri (örneğin, risk tahminlerinin ne kadar doğru olduğunun bilinememesini ve doğruluk eksikliğini) ele alınma eğilimindedir, ama daha büyük belirsizlik kaynakları var olabilir. Bu anlamda aslında dört çeşit belirsizlik söz konusudur:

  • 1- Kesinlik Belirsizliği (bilinen sonuçlar ve bilinen olasılıklar),
  • 2- Senaryo Belirsizliği (bilinen sonuçlar ve bilinmeyen olasılıklar),
  • 3- Bilgisizlik Belirsizliği (Bilinen, farkında olunan ‘neyi bilmediğimiz’in bilinmesi)(bilinmeyen sonuçlar ve bilinmeyen olasılıklar),
  • 4- Tam Bilgisizlik Belirsizliği (soru sorulamayan durumlar ve neyin bilinmeyen olduğunun bilinmemesi).

Bütün bu belirsizliklere rağmen riskler hakkında insanlara “endişe vermek” de “aşırı güvence” vermek de risk iletişiminin en yaygın tuzaklarından ve risk algılatması hatalarından biridir. Bu konudaki en çarpıcı örnek,  9 Nisan 2009’da yaşanan ve 300’den fazla ölüme neden olan İtalya Aquila depreminden sonraki gelişmelerdir. Depremden önceki son birkaç ay içinde binlerce küçük şok meydana gelmiş olmasına rağmen, deprem riskini küçümseyen açıklamalar yapan altı deprem uzmanı (sismolog) ve bir devlet yetkilisi, depremi öngörmede başarısız oldukları için değil, topluma haksız yere güvence verdikleri için yargılanmışlar ve mahkum edilmişlerdir.

Devam edecek…

Dr., Halk Sağlığı Uzmanı

*

[1]Kaynağı belirtilmeyen cümlelerde, yazarın risk analizi hakkındaki bilimsel yayınları ile tıp, çevre mühendisliği derslerinden ve geniş ölçüde “Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER), Çev. Ed: Eskiocak M. Sağlık ve Çevre: Risk İletişimi” (Orijinal Kaynak: Health and environment: communicating the risks, WHO Regional Office for Europe;2013) isimli yayından yararlanılmıştır. Çeviri hataları, Umur Gürsoy tarafından orijinal metne göre düzeltilmiştir.