Ana Sayfa Blog Sayfa 1760

STGM ve KAOS GL: STK’lere kayyım atama tasarısının amacı başka

Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Derneği (STGM) ve KAOS GL, “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi Derneklerde Neler Getiriyor?” başlıklı birer bilgi notu yayınladı.
 

AKP tarafından Meclis’e sunulan ve Cumhurbaşkanı ile İçişleri Bakanlığı’nın yetkilerini genişleten“Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Hakkında Kanun” teklifinin Meclis Adalet Komisyonu’nda görüşmeleri devam ediyor.  İçişleri Bakanı’na dernek, vakıf, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin faaliyetini durdurma ve kayyım atama yetkisi getiren 15’inci madde, geçen cumartesi günü (19 Aralık) AKP ve MHP oylarıyla kabul edildi. 

İç hukuk ve uluslararası hukukla uyumsuz

STGM’nin hazırladığı bilgi notunda şu ifadelere yer verildi: “Derneklere denetimi artıracak olan kanun teklifi, uluslararası hukuk ve başta Anayasa olmak üzere iç hukuktaki ilgili diğer düzenlemelerle uyumlu görünmemektedir. Teklifinin genel gerekçe kısmında ifade edilen amaçlardan başka amaçları kapsadığı görülmektedir” 

Türkiye’deki  sivil toplum kuruluşlarının dünyanın pek çok ülkesine kıyasla daha ağır bir denetim ve kontrol kurallarına tabi olduğu vurgulanan açıklamada, teklif edilen kanun ile 5253 Sayılı Dernekler Kanunu ve 2860 Sayılı Yardım Toplama Kanunu’nda teklifin gerekçesiyle bağlaşmayan ve temel hak ve hürriyetleri daha fazla kısıtlamayı doğuracak değişiklikler önerildiği belirtildi. Kanun teklifindeki değişikliklerin örgütlenme özgürlüğüyle ilgili temel evrensel ilkelerle uyuşmazlık içinde olduğu da vurgulandı.  

STGM Bilgi Notu’nun tamamı için tıklayın 

Her yıl zorunlu denetim

Kaos GL Hukuk Koordinatörü Avukat Kerem Dikmen’in hazırladığı bilgi notunda ise adı kitle imha silahlarıyla ilgili olsa da teklifte yer alan 43 maddeden yalnızca altısının buna ilişkin olduğuna dikkat çekildi:

“Yani kanunun adı ile düzenlediği alan arasında nicel bir ilişki kurmak zor. Buna rağmen teklif, dernekleri doğrudan ilgilendiren Dernekler Kanunu’nun yedi, dernek faaliyetlerini ilgilendiren Yardım Toplama Kanunu’nun ise dört maddesini değiştiriyor. Yani aslında teklifin genel gerekçe kısmında ifade ettiği amaçtan başka amaçları da kapsadığını söylemek zor olmaz.” 

Maddenin yardım toplayan derneklerin açısından önemli kısıtlamalar ve cezalar öngördüğüne vurgu yapan Dikmen, teklifle İçişleri Bakanlığınca yapılan denetimlerin bundan böyle rutin denetimlere evrildiğine de dikkat çekti:

“Bilindiği gibi artık dernekler bazen Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlükleri bazen de doğrudan İçişleri Bakanlığı denetçileri tarafından denetlenebiliyorlar. Ancak bu periyodik değil. Teklif yasalaşırsa artık derneklerin her sene denetlenmesi rutin olacak, denetlenmeme ise istisna. Nefret söyleminin yayılması ve teşvik edilmesi yönündeki devlet politikası gözetildiğinde bundan böyle LGBTİ+ derneklerin her yıl rutin olarak denetleneceğini söylemek mümkün. Üstelik İçişleri Bakanlığı ve dernek denetçileri dışındaki kamu görevlilerine de bu denetim yaptırılabilecek. Bu da polis, jandarma, bekçiler dâhil olmak üzere kamu görevlisi sıfatı taşıyan herkesin bu denetimi yapabilmesi anlamı taşıyacak.”

KAOS GL Bilgi Notu’nun tamamı için tıklayın

İklim Abla çocuklarla iklim değişikliğini konuşmak için bekliyor

Bütün Çocuklar Bizim Derneği, 5-8 yaş arasındaki çocukların iklim değişikliği hakkındaki farkındalığının artırılması amacıyla yeni bir projeye imza attı.

İklim Abla‘ projesiyle birlikte bu yaş grubundaki çocukların iklim değişikliğinin nedenleri ve sonuçları hakkında  bilgilendirilmesi ve çocuklarda doğa sevgisi, diğer canlılarla bir arada yaşama farkındalığı oluşturmak hedefleniyor.

Dernek tarafından yapılan açıklamada  “İnsan faaliyetleriyle oluşan aşırı karbon salınımının sonucu olarak küresel ısınma ve etkileri dünyanın önde gelen problemlerinden birisi hatta belki de en önemlisi. Ülkemizde küresel ısınmanın etkilerinden olan iklim değişikliği konusunda yetişkinler için kampanyalar hazırlanıyor. Bu alanda çocuklar için çok az içerik bulunuyor” ifadelerine yer verildi.

Bu alandaki eksikliği kapatmak için harekete geçen dernek, İklim Abla projesinde, çocuklar ile iletişime geçebilmek için doğayı seven ve neşeli bir karakter oluşturdu.  Bu karakterin yer aldığı iletişim adımlarında görsel ve işitsel iletişim araçlarıyla çocuklar ile interaktif bir proje yürütülmesi amaçlanıyor.

İklim Abla’ya ulaşmak için projenin Youtube, Instagram ve Facebook adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

 

Diyarbakır Bağlar’daki mahalle kentsel dönüşüme giriyor: Yıkımlar savaşı andırıyor

Diyarbakır’ın merkez Bağlar ilçesine bağlı Kaynartepe Mahallesi’ndeki 53 bin metrekarelik alan, 25 Eylül 2020 tarihli ve 3027 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile “riskli alan” ilan edilerek kentsel dönüşüm kapsamına alındı.

Yıllardır yaşam sürdükleri sokakların yıkılmasını istemeyen mahalle sakinleri, kentsel dönüşüm yerine yerinden dönüşüm talebinde bulunuyor.

‘Yıkımlar savaşı andırıyor’

1991 yılında Kulp ilçesinde köylerinin yakılmasının ardından kente göç etmek zorunda kalan Saim Kaya, 28 yıldır Kaynartepe’de yaşıyor. Yeni bir sürgün yaşamak istemediği için yıkıma karşı duran Kaya, Mezopotamya Ajansı’na yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

Sur’u, Cizre’yi gördük. Kentsel dönüşüm değil, bu yıkım ve ranttır. Yıkımlar savaşı andırıyor ve gördüğümüz görüntüler ruh sağlımızı bozuyor. Kesinlikle istemiyoruz, çocukluğumuz, gençliğimiz burada geçti. Çocuklarımızın da burada büyümesini istiyoruz. Kentimizden ellerini çeksinler.

‘Başka yerde geçinemem’

Geçimini zor da olsa sağlayabildiğini ancak kentsel dönüşüm nedeniyle göç etmesi durumunda geçimini sağlayamayacağını dile getiren Gülşirin Tekir, “İş yok, dört çocuğum var, dördü de öğrenci. Burada 2 odalı evde oturuyoruz, iyi kötü geçimimizi sağlıyoruz. Biz de güzel bir yaşamı isteriz ama önceki örneklerden gördük, Sur’da yıkım yaptılar ve insanlar mağdur oldu. Şu halimizle perişan durumdayken, bir de Bağlar’dan çıkartırlarsa, daha da perişan oluruz. Bize iyilik değil, kötülük yaparlar” dedi.

Mimarlar Odası: Neden riskli alan?

Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi Eşbaşkanı Selma Aslan da bir askı sürecinin başlatılması ve daha sonra uygulamaya geçilmesi gerektiğine işaret etti. Aslan alternatif olarak şu yöntemi sundu:

Nusaybin’de önce proje uygulandı, daha sonra planlar çizildi, dolayısıyla bütüncül yaklaşım sergilenmediği için kentte farklı sorunlar ortaya çıktı. Öncellikle 1/1000 alan planlarını görmemiz gerekiyor. 6306 sayılı ‘risk altındaki alanların dönüştürülmesine’ dair yasada sıkıntılar var. Bağlar’a ilişkin jeolojik ve jeofizik raporlar var mı yok mu, nasıl bir sıkıntı var onu bilmiyoruz. Neden riskli alan olarak çalışma yapılıyor? Yapılması gereken şey orada yapı stoku envanteri çıkarılıp, kaç tane yapının yenilenmesi gerektiğiyle ilgili olmalı.

‘Sorunlar katmerleşiyor’

Kentsel dönüşümde, olması gereken ile amacın farklı olduğuna değinen Aslan, Sur’u örnek göstererek, “Çokta iç açıcı durumların gelişmediğini ve asıl meselenin insanların yaşam koşullarını rahatlatmak olmadığını söyleyebiliriz. Çocukluğunuzun geçtiği alan, büyüdüğünüz mekan, daha sonra başka bir şeye dönüşüyor. Sevincinizin ve acınızın yaşandığını alanlardan koparılıyorsunuz. Bu projeler hafıza yıkımını da beraberinde getiriyor. Alanın oradaki kullanıcılardan boşaltılıp farklı kullanıcılara verilmesinin sağlıklı bir yöntem olmadığını düşünüyoruz. Çünkü aynı zamanda siz bunu yaparken, farklı farklı sosyolojik sorunların ortaya çıkmasına neden oluyorsunuz” şeklinde konuştu. Benzer projelerin yeni mağduriyetlere yol açtığını kaydeden Aslan, dönüşüm sonrası yaşanacaklara dair şunları söyledi:

Bölgenin özgün sakinleri başka gecekondular oluşturacak ve bu bölgelerde farklı sosyolojik ve ekonomik sorunları yaşanacak. Ve bu sorunlar katmerleşerek şehrin tamamına yansıyıp devam edecek. Örneğin trafik sorununu doğru çözemediğiniz takdirde, bu sorun Diyarbakır’ın bütününü etkileyecek.

 

100 milyar dolar hayali

2009 yılının aralık ayında Kopenhag’da düzenlenen iklim görüşmelerinde hepimizin umudu Kyoto Protokolü’nün devamı olacak bir iklim anlaşmasının imzalanmasıydı. Ne yazık ki bu anlaşmanın iki tarafındaki ülkeler fikir birliğine varamadıklarından bir anlaşmaya varılamadı.

Belki de anlaşmanın iki tarafı demek çok doğru değil. Anlaşmanın çok tarafı var ama iki önemli görüş ağır basıyor. Kabaca bunu herkes elini imkanlarıyla orantılı biçimde taşın altına koysun diyenler ve önce tarihsel sorumluluğu olan ülkeler elini taşın altına  koysun diyenler şeklinde özetleyebiliriz. Bu iki görüşü savunanlar anlaşamadığı için Kopenhag’dan bir anlaşma çıkmadı. Ama iki önemli karar çıktı. Bunların ilki atmosferin 2 dereceden fazla ısınmasının hepimiz açısından bir tehdit oluşturduğunun devletler tarafından kabul edilmesiydi. İkinci olarak da gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğine uyum ve azaltım yolunda fon yaratılması için bir maddi kaynak oluşturulmasının yolu açıldı.

Yeşil İklim Fonu’nun hedefi 2020’den itibaren fonda her sene 100 milyar dolar toplanmasıydı. Bu miktara bir anda ulaşmak mümkün olmadığı için de resmen kurulduğu 2010 yılından itibaren artan katkılarla 2020 yılında senelik 100 milyara ulaşılması bekleniyordu. Bu seneye kadar toplanan değil, ödeneceğine söz verilen miktar sadece 8.24 milyar dolar. Dikkat edelim, fonda toplanan değil, ödeneceğine resmen söz verilen miktar bu kadar! Mesela ABD, Başkan Obama döneminde 3 milyar dolar katkı yapmaya söz verdi (resmi olarak) ama bu miktarın sadece 1 milyar dolarlık kısmı fona devredildi ve Başkan Trump başa geçtikten sonra fona para vermemenin ötesinde bir de fonu ağır biçimde eleştirdi.

Önümüzdeki resim bu. Her sene içinde 100 milyar dolar biriktirilmesi gereken bir fon var ve bu fonda 10 senede sadece 8.24 milyar dolar birikmiş durumda.

Fonun içi boş, ama bulmak zor değil

Gelelim ülkemize, beş senedir Paris Anlaşması‘nı meclisten geçirmemek için direniyoruz. Bunun sebebi de eğer anlaşmayı resmen uygulamaya sokacak olursak her sene birikecek olan 100 milyar dolardan faydalanamayabilecek olmamız. Faydalanamayacağımız da daha tam kesin değil ama orayı bu noktada tartışmaya gerek yok. Faydalanamayacağımızı varsaymamız yeterli olur. Ancak hatalı olduğumuz birinci nokta, fonda para yok.

İkinci nokta biraz daha karışık ve politik. Çok büyük ihtimalle bu fonda hiçbir zaman yeterli para olmayacak. Bunun da basit bir nedeni var. Gelişmiş ülkeler bu tür fonlara destek olmak istemiyorlar çünkü böyle açık uçlu fonlara konulan paralar geçmişte çok yanlış amaçlarla kullanılarak hedefine ulaşmamış. Bu yönden gelişmiş ülkeler aynı oranda kredi veya hibeyi doğrudan anlaşmalarla ülkelere sağlamayı daha uygun buluyorlar. Böylece sağlanan paranın doğru harcandığının kontrol edilmesi de kolaylaşıyor. Ülkemiz iklim değişikliğinin azaltılması ve uyum için bu şekilde dünyadan en fazla fon alan ülkelerin başında geliyor. Yani biz uyum ve azaltım için doğru projeler yaptığımız müddetçe bunlara fon bulmamız zor değil.

Üçüncü nokta daha da politik. Devletler bu kredi ve hibeleri verdikleri ülkelerle daha sıkı ilişkilere giriyorlar. Kısaca mantık, bu ülkeye bunca parayı yatırıyorsam benim bu işten kazancım olmalı şeklinde özetlenebilir. Bu mantığın da ne kısa ne de uzun vadede değişeceğini beklemeliyiz. Özellikle Çin bu şekilde fon sağlayan ülkeler arasında yükselmeye devam ediyor. Bunun arkasındaki neden de zaman içerisinde kendi etki alanını güçlendirebilmek.

Dimyat’a pirince giderken… 

Dördüncü hatalı olduğumuz nokta özellikle Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizde ortaya çıkmaya başlayacak. Avrupa Birliği iklim değişikliği için vereceği fonların sadece Paris Anlaşması’na uyan ülkelere verileceği söylemini artırmaya başladı. Yani biz anlaşmayı meclisten geçirmeyecek olursak şu anda rahatlıkla ulaşmakta olduğumuz fonlara bile ulaşamaz hale geleceğiz.

Beşinci noktamız biraz ufak ama dikkatli olmakta fayda var. 1992 BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni kabul ederek biz sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin altına düşüreceğimizi resmen kabul etmiş olduk. Paris Anlaşması için verdiğimiz Niyet Beyanı ise 2030 yılına kadar sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin altı kat üzerine çıkartacağımızı (ve eğer Yeşil İklim Fonu’ndan destek alırsak %21’e kadar azaltabileceğimizi) söylüyor. Paris Anlaşması’nı imzalayacak olursak aslında tüm dünyaya sera gazı salımlarımızı 1990 seviyesinin altına düşürmek yerine altı kat artırma isteğimizi kabul ettirmiş olacağız. Ama biz anlaşmayı kabul etmediğimiz müddetçe daha önce kabul etmiş olduğumuz Çerçeve Sözleşmesi yürürlüğünü koruyor.

Bu 100 milyar dolarlık Yeşil İklim Fonuna nasıl ulaşabiliriz? Bunun için iki şeyin aynı anda gerçekleşmesi gerekiyor. Öncelikle fonda para olması lazım, ki neden olmayacağını yukarıda açıklamaya çalıştım. İkincisi de BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine taraf olan istisnasız tüm ülkelerin bizim gelişmiş ülke olmadığımızı ve bu fondan para alabileceğimizi kabul etmesi gerekiyor. Siz aramızın her zaman limoni olduğu bazı komşu ülkelerin yanı sıra bu kısıtlı fondan kaynak almak isteyen çok az gelişmiş ülkelerin buna hemen “evet” diyeceklerini düşünüyor musunuz?

Bu nedenle artık 100 milyar dolarlık Yeşil İklim Fonu hayalini bir kenara bırakarak düzgünce işimize bakmaya başlamamız gerekiyor. Biz düzgün projeler ürettikçe bu projeleri fonlayan kaynaklar bulmamız zor değil. Ancak Paris Anlaşması’nı meclisten geçirmemekte direnmemiz bu fonların gelmesini de zorlaştıracak artık. Özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı beklediğimiz 100 milyar dolarlık pastaya uzanmamızı imkansız hale getirirken alabildiğimiz fonların da kesilmesine neden olacak. Bunun için bir deyimimiz var bilirsiniz, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.

İmamoğlu: Suyu tasarruflu kullanın, hizmetlerimiz sona ermeyecek

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, kuraklığın İstanbul’a etkilerine ilişkin yapılan toplantı öncesi gazetecilerin sorularını yanıtladı. Türkiye’de iki yıldır kuraklık çekildiğini ifade eden İmamoğlu, İstanbullulardan su tasarrufu yapmasını istedi.

İmamoğlu şunları söyledi: “Şehirlerimiz, bu anlamda ciddi bir su sorunuyla karşı karşıya. İstanbul da bunlardan birisi. Seçimden önce, ‘2040 yılına kadar İstanbul’un su sorununu çözdük’ diye yapılan açıklamalar, ne yazık ki gerçeği ifade etmiyor. Hem acil konuların çözümü nasıl olacak; onlarla ilgili bir eylem planı çalışacağız bugün -tabi bu, bugün sonuçlanmayabilir- hem de kısa, orta ve uzun vadede hangi çözümlerle çalışmalıyız. Bazı projeler geliştirmeliyiz, onların bir kısım ön kararlarını vereceğiz. İnşallah bu sorunu da çözeceğiz.”

Melen Barajı bitmedi

İmamoğlu, “Barajların su toplama sorunu var yağmur yağmadığı için. İstanbul’un ne kadarlık suyu var? Bir de tavsiyeleriniz olacak mı?” sorusu üzerine de şöyle konuştu:

“Barajların su toplama sorunu yok, kuraklık sorunu var. Tabii yakın zamanda, ‘İstanbulluların su sorunu vardır’ demiyoruz. Arkadaşlarımızla hem süreci konuşacağız hem de İstanbullulara kısa ve orta vadeli bilgiler aktaracağız. Ama şunu da söyleyelim: İstanbulluların elbette dikkat etmeleri lazım. Yani suyu, en tasarruflu biçimde kullanmaları lazım. Şu anda yoğun bir şekilde aileler evlerinde. Bu bağlamda dikkat etmelerini özenle istiraham ediyoruz. Bütün İstanbul halkının, şehrin su sorunu, 2019 Şubat’ında sahada söylendiği gibi, 2040 yılına kadar çözülmemiştir. Başta Melen Barajı bitmemiştir. Kanal İstanbul gibi vahşi problemler beklemektedir. Bu problemleri aşmak için de en üst seviyede kararlı bir tanıtım ve propaganda faaliyetlerine devam edeceğiz.”

İçişleri Bakanlığı’nın Kanal İstanbul ile ilgili açıklamaları nedeniyle başlattığı ancak takipsizlik verilen soruşturmayla ilgili soru üzerine İmamoğlu, “Zaten saçma sapan bir soruşturmaydı; mesnetsiz, anlamsız. Umarım düzgün işlerle uğraşırlar bundan sonra” dedi.

‘Süt dağıtımı sona ermeyecek’

İmamoğlu, Sayıştay’ın Halk Süt’ün doğrudan alım yoluyla ihalesiz bir şekilde dağıtılmasının mevzuata aykırı bulması hatırlatılarak “Bu uygulamalar sona mı erecek?” diye sorulması üzerine ise şu yanıtı verdi:

“Kesinlikle sona ermeyecek. Biz, şu anda İstanbul halkının sorunlarına çözüm bulmakla mesul yöneticileriz. Çünkü, Anayasa’da böyle tariflenir. Sosyal devlet anlayışı açısından da Anayasa’nın temel maddeleri var. Bu bağlamda biz, kesinlikle bu konulardan vazgeçmeyeceğiz. Uygulamalara devam edeceğiz. Ülkemizde yoksulluk sorunu var. Biz, şu anda bir anneye, çocuğuyla beraber bu şehirde ücretsiz dolaşma fırsatı tanıyorsak, bu bir yoksulluğun karşılığıdır. İstanbul’da, 0-4 yaş arası milyonu aşan çocuk var. Anneleri ve çocuklar, ne yazık ki aynı oranda bu yoksulluğun en üst seviyede olduğu mahallelerde yaşıyorlar. Biz, mecburuz onlara bu imkanı sunmaya.  Neymiş; sütün ihale biçimi. Biz, 4734 nolu maddeye göre hareket ediyoruz ve şehrimizdeki süt üreticisinden süt alıyoruz. Nereden? Çatalca’dan, Silivri’den süt alıyoruz. Doğrudur, şöyle bir tanımlama var: ‘UHT endüstriyeldir’ tanımlaması var içerisinde, doğru. Biz, 961 mahallenin çocuğuna süt dağıtımını yapıyoruz. UHT işlemi olmadan sütün dayanma şansı yoktur. Dolayısıyla bu sorunu da bu şekliyle çözüyoruz. Temelinde sütü, bu şehrin üreticisinden almak vardır. Dolayısıyla bu işleme de devam edeceğiz. Kanuni bir sıkıntı olduğunu asla düşünmüyoruz. Üniversite gençliğine eğitim desteğiyle ilgili ‘Burs veremez’ deniyor. Bu zaten tartışılacak bir konu değil. Biz, yine bu kentin geçim sıkıntısı olan ailelerin, üniversite eğitimi alan gençlerine de destek veriyoruz, vermeye de devam edeceğiz.”

Raman Dağı’ndan sis denizine bakmak [Fotoğraf öyküsü]

Foto Haber: Metin Yoksu

Diyarbakır, Batman, Siirt, Şırnak ve Mardin sınırları içinde yer alan Dicle Vadisi’nin başlangıç kısmı olarak da kabul edilen bölgesi, Raman Dağı’nın da başlangıç yeri olan Batman sınırları içinde bulunan Oymataş (Bedia) köyüdür.

Aynı zamanda sıra dağ olan ve kimi kaynaklara göre yaklaşık iki yüzyıldır bölgede yaşayan Rami Aşireti’nden adını alan Raman Dağı’nın sınırları antik kent Hasankeyf’e kadar uzanıyor.

Batı Raman ve Doğu Raman diye ikiye ayrılan sıra dağların dik yamaçlarının yanı sıra üzerinde düz araziler de bulunuyor. Tarih boyunca çeşitli medeniyetlerinde sınır hattı olan sıra dağlar Meymuniye ve Serekanî köylerinin yer aldığı boğaz kısmında ikiye ayrılıyor.

Dağın her iki kısmında 1940’lı yıllardan bu yana ise petrol çıkarılıyor. Her ne kadar dağ petrol ile anılsa da doğal güzelliği ve Dicle Vadisi’ni görüş biçimi ile de seyrine eşsiz manzara keyfi sunuyor.

Özellikle yılın bu dönemlerinde ise Meymuniye (Demirbilek) köyünden Batı Raman’a çıkıp sis bulutu izlenebilir.

Zorlu bir patika yolculuğun ardından dağa çıkılabilirken, araçlar ile de Batı Raman Dağı’nın çoğu noktasına gidebilirsiniz. Tabi yanınızda bir rehber olmazsa kendinizi yasaklı alanda bulabilirsiniz. Çünkü dağın birçok noktasında çıkartılan petrol nedeni ile birçok alana giriş yasak.

Dağın en güzel noktalarından biri de 1288 metre rakımın olduğu alan. Buradan hem Dicle Vadisi’nin kıvrımlarının yanı sıra Hasankeyf’i dahi görmeniz mümkün.

Özellikle yılın bu dönemlerinde görülen sis denizi, görenlerin hayran kalmasına neden olurken maalesef sis denizinin bulunduğu alanda nehrin sesini ve vadide esen hafif rüzgarı hissedemiyor. Ilısu Barajı nedeni ile göle dönüşen alanda Dicle ise nehir statüsünü bu yıl kaybetti.

Doğa Derneği tarafından “Önemli Doğa Alanları” arasında yer alan Dicle Vadisi, baraj nedeni ile yok edilirken içinde barındırdığı canlı türlerinin yaşam alanları da tehlikeye girdi. Batı Raman Dağı’nı en bakir alanı arasında bulunan bu bölge ise canlıların bugünlerde sığınağı olmuş durumda.

Bugüne kadar vadi boyunca yaşayan canlı türleri hakkında net bir araştırma ise yapılmadı. Dağın bu kısımlarında küme halinde ve tek tek bulunan meşe ağaçlarının meyveleri dalından düşüp canlılara yiyecek olurken ağaç dalları ise birçok canlı türüne burada yuva oluyor.

Sis denizinin ortasında kalan ağaçların seyri ise görenleri kendisine hayran bırakıyor.

HDP’li Leyla Güven’e 22 yıl üç ay hapis cezası

HDP‘den milletvekilliği düşürülen, Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı Leyla Güven’in “örgüt üyesi olmak” ve “örgüt propagandası yapmak” gerekçesiyle yargılandığı davanın 10’uncu duruşması Diyarbakır 9’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
 
Görülen duruşmaya Leyla Güven katılmazken avukatları Cemile Turhallı Balsak, Serdar Çelebi ve Şivan Cemil Özer hazır bulundu. 
 
Duruşmada avukatların ek süre talebini reddeden mahkeme heyeti Leyla Güven’e 22 yıl 3 ay hapis cezası vererek, tutuklama kararı çıkarttı. 
 

TTB: Sağlık Bakanlığı’nın meslek hastalığı genelgesi yeterli değil

Sağlık Bakanlığı, koronavirüs tedavisi görürken hayatını kaybeden sağlık çalışanlarının meslek hastalığı veya vazife malulü hükümlerinden yararlanmaları için bir genelge yayımladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ise genelgenin kamuoyu tarafından sağlık çalışanları için koronavirüsün meslek hastalığı olarak kabul edildiğine dair bir algı yarattığını; ancak bunun doğru olmadığını söyledi.

TTB: Sadece belge prosedürü

TTB konuyla ilgili yaptığı açıklamada şunları ifade etti:

Bakanlığın meslek hastalığı ile ilgili olarak illere yazdığı yazı, kamuoyunda ‘COVID-19’un meslek hastalığı olarak kabul edildiği’ algısına yol açmıştır; ancak bu yazı COVID-19 nedeniyle mağduriyet yaşayan sağlık çalışanlarının belgelerinin SGK’ye gönderilmesi prosedürünü anlatan bir yönlendirme yazısından başka bir şey ifade etmemektedir.”

TTB’nin talepleri şu şekilde:

  • Koronavirüsün meslek hastalığı olarak tanınması ve bunun tüm sağlık çalışanlarını kapsaması,
  • Sağlık Bakanlığı’nın Halk Sağlığı Yönetim Sistemi (HSYS) kayıtları illiyet bağı kabul edilmesi,
  • Bu kayıtların doğrudan Sosyal Güvenlik Kurumu‘na (SGK) gönderilmesi ve 4A,B,C ve taşeron gibi tüm çalışanların eşit SGK kapsamının olması.

Bakanlık tarafından 81 ile gönderilen genelgeye göre, koronavirüse yakalanan sağlık çalışanları vazife malulü sayılacak. Tanı konulan ve vefat eden sağlıkçı yakınlarına aylık maaş bağlanacak. Vefat eden sağlıkçıların aileleri ek ödeme ve istihdam gibi haklardan da yararlanabilecek.

Bu durumdan üniversite ve özel kurumlar dahil tüm sağlık kurumlarındaki çalışanlar yararlanabilecek.

Levent Kurnaz’dan CNN Türk’e canlı yayında kömürlü termik santral reklamı eleştirisi

Türkiye’de artan kuraklık sorunu üzerine CNN Türk‘te Mercek Altında isimli canlı yayın programına katılan Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz, medya kanalını eleştirdi.

Sunucu Tunç Arslanalp‘in “Bundan sonra ne yapmalıyız? Çok mu geç kaldık?” sorusu üzerine konuşan Kurnaz, “Öncelikle bu olayın arkasında bizim epey uzun süredir petrol, kömür ve doğal gaz yakmamız var. Biz bilim insanları olarak çok uzun süredir ‘bunu yapmayın, kömürden vazgeçmemiz lazım’ diye ısrarlı bir şekilde davranıyoruz ama ne politikacılar tınlıyor bunu ne sizin gibi medya kanalları dinliyor” dedi.

‘Kalkıp termik santral reklamı yapıyorsunuz’

Kanala yönelik eleştirilerini sürdüren Kurnaz, “Kalkıyorsunuz termik santrallerin reklamını yapmaya kalkıyorsunuz programlarınızda. Siz böyle davrandınız, politikacılar böyle davrandı ondan sonra ‘bu sorunun çözümünü nerede bulacağız’ diyorsunuz. Senelerdir söylüyoruz kömür yok, doğal gaz yok, petrol yok. oldukça daha kötü olacak. Bunun sorumluluğunu almak zorundayız. Hep birlikte elimizi taşın altına sokmamız gerekiyor” ifadelerini kullandı.  

Arslanalp eleştiriler üzerinde “Baya kötü hissettirdiniz beni açık söyleyeyim” dediğinde ise Kurnaz “Hissetmelisiniz yani o kadar söyledik size ‘Kömür santral reklamı yapmayın CNN Türk’te’ diye, dinlemediniz” tepkisini gösterdi.

ABD’deki cezaevlerinde en az 1700 mahkum Covid-19 nedeniyle yaşamını yitirdi

Associated Press ve Marshall Projesi ortaklığında yapılan incelemede, ülkedeki eyalet ve federal cezaevlerinde bulunan mahkumlardan 275 bininin yeni tip koronavirüs (Covid-19) testinin pozitif çıktığı kaydedildi. İncelemelere göre bugüne kadar en az 1700 mahkum virüs nedeniyle yaşamını yitirdi.

Bu oranın ülkedeki toplam mahkum nüfusunun beşte birine tekabül ettiği vurgulanan incelemede, bazı eyaletlerdeki hapishanelerde ise vaka sayısının mahkumların toplamının yarısını geçtiği ifade edildi.

Ortalamadan çok daha yüksek

Hapishanelerin genellikle mevcut kapasitesinin üstünde doluluk oranına sahip olduğu ve havalandırmasının yeterli olmadığına işaret edilen incelemede, ülke genelinde mahkumlar arasındaki Covid-19 ölüm oranının genel nüfusa orandan yüzde 45 daha fazla olduğuna dikkat çekildi.

AA’nın aktardığına göre mahkeme kararıyla ülke genelinde onlarca cezaevini denetleyen New York Rikers Adası Hapishanesi Başhekimi Homer Venters, gerçek sayının incelemede yer alan resmi rakamın çok üstünde olduğunu belirtti.

Venters, “Hala mahkumların hasta olduğu bir çok cezaevi var, oralarda hastalara test yapılmadığı gibi yeterli tedavi de uygulanmıyor” ifadelerini paylaştı.

Yale Tıp Fakültesi Profesörü Emily Wang de cezaevlerindeki salgın oranına müdahale edilmesi gerektiğini belirterek, “Enfeksiyonlar ve ölümler olağanüstü yüksek. Bunlar devletin koğuşları ve bununla mücadele etmeliyiz.” çağrısında bulundu.

‘Mahkumlara Covid-19 aşısı önceliği verilsin’

Ülkedeki 50 eyaletten sadece 24’nün cezaevlerindeki Covid-19 durumu verilerini paylaştığı belirtilen incelemede, buna göre genel olarak mahkum nüfusundaki vaka ve ölüm sayısının bulundukları eyaletin nüfusuna oranla daha yüksek olduğunun tespit edildiği bildirildi.

İncelemede, ülkedeki ceza adalet sisteminde ırksal eşitsizliğe de dikkat çekilerek, beyazlara göre siyahi Amerikalıların mahkum edilme oranının 5 kat daha fazla olduğu, siyahi mahkumların aile üyesi veya yakınlarının da diğer ırklara göre Covid-19’dan dolayı ölme veya hastaneye yatırılma oranının daha yüksek olduğunun altı çizildi.

Mahkum haklarını savunan Cezaevi Politika Girişimi sivil toplum örgütü, ülke genelinde dağıtımına başlanan Covid-19 aşısı uygulamasında sağlık çalışanları ve bakımevlerinde kalan yaşlılar gibi cezaevlerindeki mahkumların da öncelik sırasına alınması çağrısında bulundu.