Ana Sayfa Blog Sayfa 1315

Yangının ardından ilk sürgünler: Doğa kendini yeniliyor

Türkiye tarihinin en büyük orman yangınlarının yaşandığı Antalya ve Muğla‘da orman kendini yenilemeye başladı.

28 Temmuz’da başlayıp haftalarca devam eden yangında sadece Antalya ve Muğla’da 124 bin hektar, Türkiye genelinde ise 178 bin hektar alan yok olmuştu.

Filizlenmeye başladı

Manavgat’taki yangın alanında olduğu gibi Muğla’da da yanmış alanlarda doğanın kendini yenilediğinin ilk işareti olarak hayıt çiçekleri ve sandallar filizlenmeye başladı.

İki hafta civarında süren Muğla’daki yanan alanlarda ilk filizler Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nden yaban hayatı uzmanı Dr. Yasin İlemin tarafından görüntülendi.

Kızılçam tohumları da bulunuyor

Yangının yaban hayatına etkileriyle ilgili saha çalışmaları gerçekleştiren İlemin, “Yangınların üstünden neredeyse 3 hafta geçti. Hayıt ve sandal başta olmak üzere maki türleri tekrar toprak altından sürgün veriyor ve yeşeriyor” dedi.

Etrafa doğal olarak yayılmış kızılçam tohumları da olduğunu söyleyen İlemin, “İlk yağmurları bekliyorlar sabırsızlıkla. Orman Genel Müdürlüğü çoğu yeri doğal haliyle bırakacak, gerekirse en az müdahaleyle ağaçlandıracak” ifadelerini kullandı.

‘Ağaçkakan sesleri geliyor’

İlemin, yanan alanlarda hala yaşam olduğuna dair kanıtlar olduğunu da belirtti. “Kızılbaşlı örümcek kuşu yanmış ormanın ortasında bir ahlata konmuş. Yanmış ormanın içinden ağaçkakan sesleri geliyor” diyen İlemin, şunları söyledi:

“Bu sesler yangına rağmen kızılçamın kalın kabukları altında hala böcekler olduğuna önemli bir kanıt. Kızılçam yansa bile yangına karşı geliştirdiği kalın kabuklarının altında böcekleri korumuş ve alana kuşları davet ediyor.”

‘Doğayı ıslah etmeyi bırakalım’

Toprak altında kendini korumuş karıncaların yeni delikleri açtığı ve çoktan kış hazırlıklarına başladığını da anlatan Dr. İlemin, şu ifadeleri kullandı:

“Çalışmalarımız ilgili kamu kurum ve STK’lar ile koordineli olarak devam ediyor. İzleme çalışmaları hayata geçireceğiz. . Yeter ki biz artık doğayı ıslah etmeyi bırakalım. Devam edersek o bizi mutlaka ıslah eder.”

‘Yangın sonrası fidan dikmek uygun değil’

Türkiye’nin özellikle güney kıyılarını etkisi altını alan yangınlar devam ederken birçok siyasi parti, kurum ve kişi fidan bağışı çağrıları yapmaya başlamıştı.

Bunun üzerine Yeşil Gazete’ye bir açıklama yapan Hacettepe Üniversitesi’nden Yangın Ekologu Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu, özellikle Akdeniz ormanlarına yangından sonra fidan dikmenin uygun olmadığını dile getirmişti.

“Akdeniz ormanları milyonlarca yıldır yanıyor” ifadelerine yer veren Prof. Dr. Tavşanoğlu, bu sebeple Akdeniz’de yer alan çam ormanları ve makilerin yangın sonrasında kendisini hızlı bir şekilde yenilemek için uyum sağladığını söylemişti.

A Milli Kadın Voleybol Takımı, Avrupa Şampiyonası’ndaki üçüncü maçını da kazandı

A Milli Kadın Voleybol Takımı, 2021 Avrupa Şampiyonası D Grubu‘ndaki 3. maçında İsveç‘i 3-0 yendi.

Kadın Voleybol Takımı, ilk maçı olan Romanya‘yı 3-1 yenmiş, ikinci maçında da Ukrayna’yı 3-0 mağlup etmişti.

Kadın Voleybol Takımı, gruptaki 4. maçında bugün TSİ 20.30’da Finlandiya ile karşılaşacak.

Setler: 31-29, 25-21, 25-11

Süre: 84 dakika (34, 28, 22)

Maç Takvimi

Sırbistan, Romanya, Hırvatistan ve Bulgaristan‘ın ortaklaşa düzenlediği 32. Kadınlar Avrupa Voleybol Şampiyonası’nda Türkiye’nin D Grubu’ndaki maç programı şöyle:

23 Ağustos: 20.30 Türkiye-Finlandiya

24 Ağustos: 17.30 Hollanda-Türkiye

Takım kadrosu

Giovanni Guidetti‘nin baş antrenörlüğünü yaptığı A Milli Kadın Voleybol Takımı’nın kadrosunda yer alan oyuncular şöyle:

Pasör: Cansu Özbay, Buse Ünal.

Pasör çaprazı: Meryem Boz, Ebrar Karakurt.

Smaçör: Meliha İsmailoğlu, Hande Baladın, İlkin Aydın, Tuğba Şenoğlu.

Orta oyuncu: Eda Erdem Dündar, Zehra Güneş, Yasemin Güveli, Beliz Başkır.

Libero: Simge Aköz, Ayça Aykaç.

TİSK anketi: Dört kişiden üçü aşı olmayanların kamusal alana alınmamasını istiyor

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) toplumun aşı ve aşılanmaya bakışını ölçmek için ‘Covid-19 Sürecinde Aşılanmaya Bakış Anketi’ yaptırdı.

Ankete göre, Türkiye’de de her dört kişiden üçü aşı karnesi uygulamasının hayata geçirilmesini istiyor.  Her 10 katılımcıdan sekizi aşı olmayı reddederek başkalarına hastalığı bulaştıran kişilerin kusurlu olduğunu düşünüyor.

Yaklaşık 2 bin kişiye soruldu

Habertürk’ten Ahmet Kıvanç’ın haberine göre ülke çapında 11-17 Ağustos’ta yaklaşık 2 bin kişi ile düzenlenen anket, telefon ve dijital panel üzerinden gerçekleştirildi.

Ankete katılanların büyük bölümünü hizmet ve imalat sektörlerindeki saha çalışanları oluşturdu. Ankete katılanlar arasında ofis çalışanları ve uzaktan çalışmaya devam edenler de yer aldı.

Çoğunluk yan etki kaygıları nedeniyle aşı olmuyor

Ankete göre, aşı olmayı reddeden her 10 kişiden yaklaşık yedisi, güvenlik ve yan etkilere ilişkin kaygılarla aşı olmayı kabul etmediğini belirtti. Her 10 kişiden biri ise çevresindeki söylemlerden etkilenerek aşı olmadığını dile getirdi.

Ankete katılan her dört kişiden üçü aşı karnesi uygulamasının Türkiye’de de hayata geçirilmesini istedi. Her 10 kişiden 8’i aşılı veya Covid-19 negatif olduğunu belgeleyemeyenlerin kamuya açık alanlara alınmaması görüşünde.

Kanuni kusur sayılmalı

Her 10 katılımcıdan sekizi aşı olmayı reddederek başkalarına hastalığı bulaştıran kişilerin kusurlu olduğunu düşünüyor. Ankete katılanların yaklaşık yarısı ise bu kusurun vicdani bir kusurdan öte kanuni anlamda da bir kusur sayılması gerektiğini savunuyor.

Her 10 kişiden yaklaşık yedisi toplum sağlığı için aşı olmayı kabul etmeyen çalışanlara yönelik yaptırımların uygulanması gerektiği fikrinde.

Ankete katılanların yarısından fazlası aşılanmamış kişileri ikna etmek için en etkili yöntemin resmi yaptırımların ve kısıtların başlatılması olacağı düşüncesinde. Bu konuda en fazla verilen ikinci cevap ise resmi makamlarca bilimsel içerikli açıklama ve yayınların artırılması şeklinde.

Kazdağları Ekolojik Platformu, Cengiz Holding’in maden projesine karşı dava açıyor

Kazdağları Ekolojik Platformu, Cengiz Holding’in Halilağa Bakır (altın) Madeni Projesi’ne karşı dava açacaklarını duyurdu.

Platform, 24 Ağustos Salı günü saat 14.00’de Çanakkale Adliyesi önünde olacaklarını ve herkesi beklediklerini ifade etti.

Tüm itirazlara rağmen, Çanakkale Bayramiç-Çan ilçelerine bağlı onlarca köyü etkileyecek olan proje için “ÇED OLUMLU” kararı verilmişti. ÇED izni alanı toplam 603 bin 53 hektar ve üç poligondan oluşuyor.

Sular kuruyacak

Kazdağları Ekolojik Platformu, projenin gerçekleşmesi durumunda bölgedeki köylerin suyunun kuruyacağını, tarım alanlarının yok olacağını ifade etti:

Projenin gerçekleşmesi durumunda bölgedeki köylerin suyunu kurutacak, henüz başlangıç aşamasında ÇED alanı içinde kalan 540 hektar ormanı, 43 hektar tarım alanını yok olacak.
Köylülerin tarlaları kamulaştırma tehdidi ile tebligat gönderilerek ellerinden alınmaya çalışılıyor.

Ülkemizin her yerinde, Artvin Cerattepe’de, İkizdere’de havamızı, suyumuzu, toprağımızı yok eden Cengiz Holding’i Kazdağları’nda durduracağız!”

Proje, halka bakır madeni projesi olarak gösterilse de aynı ruhsat alanı için 2012’de Halilağa Altın Madeni Projesi ismiyle ÇED süreci yürütülmüş ve ÇED olumlu kararı alınmıştı. Fakat, bölge halkının tepkileri nedeniyle proje hayata geçirilememişti.

Greenpeace, yanan alanların uydu görüntüsünü paylaştı

Greenpeace Akdeniz, Türkiye’de temmuz ayı sonunda pek çok ilde eş zamanlı şekilde yaşanan ve iki hafta süren orman yangınlarının pek çok bölgede yol açtığı tahribatı ortaya koyan uydu görselleri paylaştı.

Yapılan açıklamada, “İklim krizine karşı toplumsal kırılganlığı önlemek, çocuklarımızı yarınlara hazırlamak için adil dönüşümlere, iklim adaleti siyasetine ihtiyacımız var. Yapabileceğimiz, yapmamız gereken çok şey var, ama çok vaktimiz yok. Bunun coğrafi, kişisel, türsel, ülkesel ve siyasal sınırları aşan, kolektif bir hayatta kalış mücadelesi olduğunu idrak etmemiz ve üzerimize düşeni yapmamız gerekiyor” ifadelerine yer verildi.

Akgül: 178 bin hektar yandı

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Onur Akgül, bu yaz yaşanan yangınların Avrupa Orman Yangınları Bilgi Sistemi‘nin (EFFIS) verilerine göre, 28 Temmuz- 12 Ağustos tarihleri arasında, sadece Muğla ve Antalya’da 124 bin hektar ormanlık alanı yok ettiğini belirtti.

Bütün Türkiye’deki orman yangınlarında yok olan alanın ise 178 bin hektar civarında olduğunu söyleyen Akgül, bunun da 1 milyar 780 milyon metrekareye tekabül ettiğini, popüler ölçüyle de bunun yaklaşık 250 bin futbol sahası olduğunu vurguladı.

Bu rakamın yine EFFIS’in verilerine göre aynı dönem ve aynı bölgede 2008- 2020 arasında ortalama yanan alanın 8 katından da daha büyük olduğunu aktardı.

Sıcak dalgaları ve düşen nem oranı

Uzmanların uzun süredir Türkiye’deki ormanların karşı karşıya olduğu tehlikeye dikkat çektiğini de vurgulayan Akgül, ortalama sıcaklıklardaki artışların, havadaki nem oranının gitgide düşmesinin, sıklığı ve şiddeti artan sıcak dalgalarının, orman yangınları için “mükemmel koşulları” oluşturduğunu ifade etti.

Akgül, DHA’ya yaptığı açıklamada “2021 yangınlarının bize gösterdiği üzere, en ufak bir tetikleyici, en ufak bir kıvılcım, önü alınamaz bir faciaya yol açabiliyor” ifadelerini kullandı.

‘Fosil yakıt bağımlılığı kalkmalı’

Onur Akgül, iklim krizinin sadece küresel sıcaklık artışı ve sera etkisi nedeniyle değil ama yaşanan ve yaşanacak olan facialar nedeniyle de ülke sınırlarını önemsiz hale getirip, kader birliği yaratan bir hakikat olduğunu da vurguladı.

Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı TBMM’de onaylayarak bu mücadeledeki ciddiyetini gösterme ve tüm nüfusu iklim seferberliğine çağırma şansı olduğunu da söyleyen Akgül, bunun için elektrik üretiminde yüzde 60’lardan daha yüksek orandaki fosil yakıt bağımlılığının ortadan kaldırılması, kömürlü termik santrallerin kapatılarak yenilenebilir enerji yatırımlarını hızlandırılması gerektiğini kaydediyor.

‘Uyum ve etki azaltma politikaları gerekli’

Greenpeace temsilcisi Akgül’e göre insanoğlu ormanları, tarım alanlarını ve su varlıklarını korumakla yükümlü. Fosil yakıta dayalı yaşam biçimi de zaten geçmiş çağların ilmi. Akgül’e göre yapılması gereken, geleceğin iklim ve çevre dostu dünyasını kurmaya derhal girişmek.

Akgül, “Şehirleri ve diğer yerleşim yerlerini, uyum ve etki azaltma politikaları temelinde yeniden tasarlamaya ihtiyacımız var. İklim krizine karşı toplumsal kırılganlığı önlemek, çocuklarımızı yarınlara hazırlamak için adil dönüşümlere, iklim adaleti siyasetine ihtiyacımız var” dedi.

Ankara Barosu, av izinlerine karşı dava açtı

Tarım ve orman Bakanlığı Merkez Av Komisyonu, 2021-2022 av dönemine ilişkin kararını yayımlandı.

Ankara Barosu da bazı hayvan türleri için verilen avlanma izninin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açtı.

Bazı türlerin nesli tehlike altında

Dava dilekçesinde, avına izin verilen yaban türlerinin neslinin tehlike altında olduğuna dikkat çekilerek şunlar belirtildi:

Komisyon tarafından avına izin verilen türler arasında Anadolu yaban koyunu, ceylan, çengel boynuzlu dağ keçisi, karaca, melez yaban keçisi, kızıl geyik, yaban keçisi, yaban domuzu gibi memeli türlerin yanı sıra, Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) tarafından hazırlanan kırmızı listede nesli tehdit altında olan üveyik ve elmabaş patka kuş türleri de yer almaktadır. IUCN’nin ‘hassas’ kategorisinde bulunan türlerden üveyik nüfusu, son 40 senede yüzde 78, elmabaş patka nüfusu ise son 20 yılda yüzde 50 azalmış durumdadır.”

Yangın bölgeleri de avlanmaya izin verilen yerler arasında

Muğla’da yaklaşık iki hafta boyunca etkili olan orman yangınlarının yaşandığı bölgelerde verilen av iznine de dikkat çekilen dilekçeye şöyle devam edildi:

Merkez Av Komisyonu Kararı incelendiğinde, son 10 günde ormanlarımızı mahveden büyük yangınlardan ciddi bir biçimde etkilenmiş olan Muğla ili ve çevresi ile ağır yangın geçirmiş diğer illerin de avlanmasına izin verilen yerler arasında olduğu görülmüştür. Dava konusu kararda; bıldırcın, üveyik, keklik türleri vb. kuşların avlanması belli bir süreyle kısıtlanmıştır. Yabani tavşan, ada tavşanı, tilki yaban domuzu ve çakal gibi memelilerin avı da belli dönemlerde kısıtlanmıştır. Ancak, yangından ağır etkilenmiş olan bölgelerde tahdidi olarak sayılan bu türler dışındaki eko sistemin parçası olan türlerin avı yasaklanmamıştır.”

‘Yaşam hakkı her canlı için uygulanmalı’

Dilekçede yaşam hakkının her canlı için uygulanabilmesinin önemine de vurgu yapıldı:

Anayasanın temel haklarından olan yaşam hakkının her canlı için uygulanabilmesi, özellikle kamu gücü kullanılarak yapılan idari işlemlerin neticede insanlığa, doğaya, çevreye ve en önemlisi can sahibi olan her varlığın yaşam hakkının ihlaline yönelik işlemin yasal kılıf bulunarak ihaleye çıkarılması, ekonomik kaygı ve turizm kisvesi ile yapılan hukuka aykırı bu işlem için yasal yollara müracaat etme görevi en başta vatandaşlık ve en önemlisi insanlık görevidir.”

Boğaziçili öğretim üyelerinden yeni rektör Naci İnci’ye tepki: Atamayı kabul etmiyoruz

Boğaziçi Üniversitesi’nde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından rektör alarak atanan ve altı ay sonra görevden alınan Melih Bulu‘nun yerine rektör olarak Prof. Dr. Mehmet Naci İnci atandı.

Melih Bulu’nun yardımcısı olarak görev yapan Naci İnci, Bulu’nun protestolar sonucunda görevden alınmasıyla rektör vekilliğine atanmıştı.

İnci’nin rektör olarak atanmasına tepki gösteren öğretim üyeleri “Üniversitemizin iradesi hiçe sayılarak yapılan bu atamadan bir an önce geri dönülmesini talep ediyoruz” çağrısı yaptı.

Yüzde 90’dan fazlası İnci’yi istemiyor

Konuya ilişkin yazılı bir açıklama yapan öğretim üyeleri, rektör atama sürecinde öğretim üyelerinin bir güven oylaması yaptığını hatırlattı. Açıklamada, rektörlük için 17 öğretim üyesine destek verildiği belirtilirken, “Melih Bulu’nun yardımcısı olan iki öğretim üyesi güvenoyu alamadı. Bu oylamada akademisyenlerimizin yüzde 90’ından fazlası Naci İnci’nin rektör olarak atanmasını kabul etmediğini ifade etti” denildi.

2 Ocak tarihinde Melih Bulu’nun atanmasının ardından başlatılan mücadelenin sadece üniversite dışından bir kişinin atanmasına yönelik olmadığı belirtilen açıklamada “Kabul etmediğimiz temel hususlar; rektör atama sürecinin üniversitenin ilgili kurullarının hiçbiri muhatap alınmadan, kurumun iradesi hiçe sayılarak ve şeffaf olmayan bir şekilde yapılmasıydı” denildi.

Can Candan ve Feyzi Erçin’in işine son verdi

Açıklamada benzer koşulların Naci İnci için de geçerli olduğu belirtilerek bu atamayı kabul etmeme gerekçeleri şu şekilde sıralandı:

  1. Naci İnci’nin rektör adaylığı Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından yapılan güven oylamasında yüzde 90’dan fazla karşı oy aldı.
  2. Naci İnci vekâleten rektörlük yaptığı süre boyunca Can Candan ve Feyzi Erçin hocalarımız ile CİTOK Koordinatörü Cemre Baytok’un işine hukuksuz ve keyfî bir şekilde son verdi.
  3. Aynı dönemde Naci İnci, karar alma süreçlerinde kurum içi usul, kural ve hukuki düzenlemeleri yok saydı; bölüm, fakülte, Üniversite Yönetim Kurulu ve Senato gibi kurulların iradelerini çiğnedi. Bu hukuksuz işlemler dolayısıyla yüze yakın hocamız çeşitli davalar açtı, “görevi kötüye kullanma” suçunu da içeren suç duyurularında bulundu.
  4. Naci İnci öğrencilerimizi haksız ve hukuksuz disiplin soruşturmalarıyla baskı altına aldı.

Rektör seçim kıstaslarının açıklanmasının talep edildiği açıklamada “Türkiye’nin en önemli yüksek öğretim kurumlarından biri, bir kamu araştırma üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasının hangi ölçütlere göre yapıldığı, okulumuzca güvenoyu alan, Boğaziçi Üniversitesi’nin 17 yetkin ve liyakat sahibi rektör adayının neden mülakata dahi çağrılmadığı, Naci İnci’nin neden tercih edildiği kamuoyuna açıklanmalıdır” denildi.

Açıklamada “Üniversitemizin iradesi hiçe sayılarak yapılan bu atamadan bir an önce geri dönülmesini talep ediyoruz” ifadeleri kullanıldı.

Rektörlük önünde eylem çağrısı

Öğrencilerin oluşturduğu Boğaziçi Dayanışması hesabından yapılan çağrıda ise karara karşı 23 Ağustos Pazartesi günü saat 13.00’da Güney Kampüs’te yer alan rektörlük binası önünde eylem çağrısı yapıldı.

Çağrıda “Boğaziçi Dayanışması olarak tüm bileşenlere çağrımızdır. Kayyum Melih Bulu yerine 12. Cumhurbaşkanı tarafından atanan yeni piyon Naci İnci’ye karşı tüm bileşenlerin ortak mücadelesini örmek için saat 13.00’da Rektörlük önüne bekliyoruz!” ifadeleri kullanıldı.

Piyale Madra çiziyor

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “Yeşil Gündem”ini yorumluyor. 

Plastik üretimi, iklim krizi, seller ve plastik kirliliği

Size desem ki kullandığımız her plastik, orman yangınlarına yapılmış bir katkıdır!

Size desem ki üretilen her tek kullanımlık ya da diğer plastik, ormanlara çakılmış bir kibrittir!

Size desem ki ithal edilen her kg. plastik çöp, sellerde kaybedilen canların da sorumluluğu altına girmektir!

Muhtemelen abartıyorsun diyenleriniz olacaktır.

Ancak işin içyüzü benim değil, aslında hepimizin ancak eşit olmayan düzeylerde birlikte abarttığına işaret ediyor. Çöp ithalatçısı, tek kullanımlık plastik üreticisi, perakende satıcısı, karar alıcısı, tüketicisi, sanayicisi kısacası tüm bileşenler bu abartının farklı düzeylerde sorumlusu. O yüzden silkinmenin vakti geldi de geçiyor. Ancak bu silkinme üretimini yaptığı plastiğin, inşa ettiği betonların, sattığı fosil yakıtın iklim krizine olan devasa katkısında bir azaltıma gitmeden, 3-5 fidan bağışı yaparak ya da selzedelere yemek, battaniye ya da benzeri yardımlar dağıtarak kendini aklamakla değil, şapkayı önüne koyup sorumluluk üstlenmekle ancak mümkün olur. Çünkü ortaya çıkan felaketler birbiriyle bağlantılı onlarca başka felaketin de yaratıcısı konumunda. Dolayısıyla sebep olunan felaketin nedeninin ortadan kaldırılması uzun erimli birçok sorunun da ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır.

Felaketin görünmeyen kısımları

Son zamanlarda yaşanan sel felaketleri herkesi derinden etkiledi ve birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Şehirleşme, dere yatağı tahribatı, HES tahribatı, ormansızlaşma ve daha birçok konu bu tartışmalar içerisinde yanlış ya da doğru birçok kişi tarafından gündeme getirildi. Sellerden dolayı hayatını kaybeden tüm canlılar, yıkılan evler ve tarumar olan yerleşimler hala TV’lerde post-apokaliptik film sahnelerini aratmayan bir formda görülmeye devam ediyor. Bu şekilde gidersek daha kötüleriyle de karşılaşacağımız artık kesin.

Tüm bunlar felaketin görünen kısımları. İnsanoğlu hep görünen kısımla ilgilenmeye meyillidir. Nitekim iklim krizinin insanlar tarafından hala tam olarak kabullenilemiyor oluşu da çok kısa zaman süresinde gözlemlenemiyor oluşundan kaynaklanıyordu. Ancak sağ olsun endüstriyel üretim sayesinde artık çok kısa süreler içerisinde onu da gözlemleyebiliyoruz. Yine de hala görülmeyen bazı ikincil problemler var ki onların yarattığı tahribat da doğal olarak göz ardı ediliyor. O da mikroplastik kirliliği. Ne alakası var demeyin! En başta da söylediğimiz gibi tüm çevresel problemler insan kaynaklı olduğu için hepsinin mutlaka birbirleriyle ilişkisi mevcut. Önemli olan analitik düşünerek bu bağlantıları kanıtlarıyla ortaya konulması. 2018 yılında yayınladığımız ve son sellerle beraber tekrar gündeme gelen bir çalışmamız bu ilişkiyi açık ve net bir şekilde ortaya koymuş ve ortaya çıkan felaketlerin nasıl da başka felaketlerin de tetikleyicisi olabileceğini göstermiştik.  2016 Aralık ve 2017 Ocak ayları içerisinde Doğu Akdeniz’de meydana gelen aşırı yağışlar çok büyük bir sel felaketine neden olmuş, ciddi anlamda maddi ve manevi zarar meydana getirmişti. Bu zararın yanında ciddi miktarda çöp denize taşınmıştı ve bu çöpler içerisinde de hatırı sayılır miktarda plastik vardı. İşte bu plastiklerin  önemli bir kısmı mikroplastik formunda olup Mersin Körfezi’nin kendi dinamiği içerisinde hapsolmuş ve kaygı uyandıracak düzeyde bir kirliliğe neden olmuştu. Selden önce ve selden sonra aynı lokasyonlarda gerçekleştirdiğimiz iki farklı örnekleme çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı, çünkü daha önce pek fazla ortaya konulmamış bir durum meydana gelmişti. Aynı istasyonlardaki mikroplastik miktarı yaklaşık 14.2 kat artmış ve adeta körfez mikroplastik çorbasına dönüşmüştü.

Selle beraber sadece mikroplastik miktarında değil plastiğin kimyasal çeşitliliğinde de önemli düzeyde bir değişim meydana gelmişti. Çoğunlukla dayanıklı tüketim malları, otomotiv ve inşaat sektöründe kullanılan plastik türleri de deniz ortamında ciddi bir artış göstermişti. Benzer şekilde kıyısal bölgede sürdürülen tarımsal faaliyetlere ait plastikler de olduğu gibi denizel ortama taşınmış ve özellikle sera örtü poşetleri ve tek kullanımlık damlama borularına ait partiküller adeta denizi işgal etmişti. Bu etkinin sürekliliğini takip eden yaz mevsiminde kıyısal alandan yüksek düzeyde mikroplastiğin kıyıya vurduğu bildirimleri ile de anlamak mümkün olmuştu. Birçok kişi o dönem elinde kavanoz ile kıyıdan aldıkları numuneleri tarafıma göndermişti.

Dere yatağı ne yerleşim yeri ne de çöplük olmalı

İşte üç yıl önce yayınladığımız bu fenomen, şu sıralar ciddi bir sel felaketi yaşanan Batı Karadeniz için de gündeme geldi. Zaten plastik kirliliği ile boğuşan Karadeniz, eksik ve yetersiz atık yönetimi ve daha önceleri deniz kenarına dökülüp sonrasında sahil yolu ile asfalt altına gömülen şehir çöplüklerinin kendisini boğmasının yanında sel ile taşınan plastik çöplerle yüz yüze. Son yıllarda Karadeniz’de gerçekleştirilen çalışmalar, bize Karadeniz’in ciddi anlamda plastik kirliliği sorununa sahip olduğunu göstermişti. Üstüne bir de önüne kattığı her şeyi sürükleyen seller de eklenince ortaya daha vahim bir durum çıkmış olabilir.

Bunun için mutlaka önlem alınmalı ve sonraki sellerde böyle bir problemin oluşması da engellenmelidir. Özellikle gelişigüzel çöp toplama alışkanlığına sahip olan belediyeler çöpe sahip çıkarak kaynağında ayrıştırmayı ve düzenli çöp toplama faaliyetini akla ve bilime uygun olarak gerçekleştirmelidir. Gelişigüzel şehirlere dağıtılmış leş kokan çöp tenekeleri için sağlam ve kapalı alternatifler düşünülmeli ve gerek sel gerekse de şiddetli yağışlarda meydana gelen yüzey akışından etkilenmeyecek lokasyonlara bu çöp konteynerleri yerleştirilmelidir. Bunun yanında adeta birer çöplüğe dönmüş olan tüm nehir yatakları temizlenmeli buraların çöplük olarak kullanılmasının önüne geçecek yatırım, uygulama ve çalışmalara başlanmalıdır. Türkiye’nin hala birçok belediyesi çöp aktarma ve toplama alt yapısından mahrum. Özellikle kırsal bölgelerde bu durum daha vahim bir halde. Bu durumu ortadan kaldıracak ulusal çapta ve göstermelik olmayan önlemler bir an önce hayata geçirilmelidir.

Dere kenarları ya da yatakları ne yerleşim yeridir ne de çöplüktür. Bu durumu ortadan kaldırmak için etkili çözümler gerçekleştirilmezse denizlerimiz zaten altında ezildikleri plastik çöp tarafından adeta boğulacaklar. Çünkü şu anda bile denizlerimizdeki çöplerin %80’e yakını tek kullanımlık plastik çöplerden oluşuyor. Bunların bir şekilde uzun vadede deniz dibine hapsoldukları ve adeta oraları çölleştirdikleri unutulmamalıdır. Biliyoruz ki temiz deniz yoksa sağlıklı bir hayat da olamaz.

Pandemiden yangınlara kamunun yokluğunda dayanışma ağları

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin dört bir yanında çıkan yangınların arkasından gelen sel felaketleri ,hepimizin çok zor günler geçirmesine sebep oldu. Yangına ve sele maruz kalanlar en büyük acıları yaşarken, çoğumuz da bir şey yapamamanın çaresizliğini, burukluğunu ve hüznünü yaşadık. Ancak toplumun büyük kesiminde oluşan dayanışma arzusu ve çabası da yüreklerimize su serpti.

Kamunun yokluğunda gönüllü kamusallığının önemi

Hepimiz açıkça şahit olduk ki yıllardır yıpranan ve işlevini kaybeden kamu kurumları, özellikle son yıllarda tükenişin eşiğine getirildi. Hangisini tutsanız elinizde kalıyor. Bunun en son ve yakıcı örneklerini, Tarım Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı kurumlar üzerinden yaşadık. Bu kurumların afet öncesi, afet ve afet sonrasına dair elle tutulur bir hazırlık ve organizasyonlarının olmadığı apaçık ortaya çıktı. Yangın söndürmedeki başarısızlık ve liyakatsiz yönetim, organizasyondaki dağınıklık, dere yataklarındaki yapılaşma ve buralara kurulan tomruk depoları, plansız kentleşme, iklim koşulları ve bölgelerin yapısı göz önüne alınmadan her yere ve özellikle de Karadeniz sahil şeridine yapılan otoyollar, felaketlerin boyutunu çok arttırdı.

Bütün bunlar hem felaketi yaşayan hem de tanık olan bireylerde başımızın çaresine kendimiz bakmalıyız hissi oluşturdu. Tarım Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin “yerleşim yerlerini korumak için ormanların yanmasına müsaade etmek zorunda kalındı” sözü ise bir bütün olarak flora ve faunayı düşünen insanlarda, büyük bir kaygıya yol açarak kendisinin bir an önce bu sorumluluğu alması gerektiği düşüncesini oluşturdu. Önceden deneyimli olup hiç beklemeksizin harekete geçen köylüler ve gönüllülerin hareketliliğine, bu kaygıları hisseden insanlar da dâhil oldu. Bu, müthiş bir gönüllü potansiyeli demekti. Ancak kamu kurumları, kendi içinde zaten iyi organize olamayıp çoğunlukla tecrübesiz, sözleşmeli çalışanlarla hareket ettiği için, gönüllü potansiyelinden güvenli bir şekilde faydalanmak yerine onları sahada istememeyi tercih etti. Oysa bizzat katılarak gördük ki ihtiyaç çoğu yerde vardı. Bu potansiyel, güvenli alanlarda, özellikle yangında hat açmak için aktif bir şekilde değerlendirilebilirdi. Yerellerdeki ekiplerin bazıları böyle yaptı zaten. Ya da kimi köylüler ve gönüllüler bulundukları habitatı terk etmeyip çalışmalara katıldılar. Bazı köylüler kendi evlerini ve yakın ormanları kendileri kurtardı. Manavgat Ahmetler Köyü, örgütlülüğüyle buna müthiş bir örnek oldu.

Örgütlü dayanışmayı yükseltmeliyiz

Son yaşanan yangın ve sel olaylarında gördük ki birçok insan, yardım etme çabasıyla yanıp tutuşurken, bunun yol ve yöntemlerini bilmediği için evinde hüzün ve gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Sahada etkin olan gönüllülerin çoğunun, önceden bir örgütlülüğünün olduğu ortaya çıktı. Ve bu örgütlülük, hem ekiplerin hem de köylülerin onlarla birlikte hareket ederken daha rahat olmalarını sağladı. Örneğin İbradı yangınına desteğe tırmıklarımız, yanmaz eldivenlerimiz ve küreklerimizle Antalya Gıda Topluluğu üyeleri olarak gittiğimizde, bizi yönlendirme işini Ormana Köyü’nden Hikmet abi üstlendi. Daha sonra köye ziyarete gidip sohbet ettiğimizde şunu söyledi: “Sizinle çalışmak çok güzeldi. Siz söz dinliyorsunuz. Tecrübeye kulak veriyorsunuz. Birlikte hareket ediyorsunuz.” Bu durum bizi çok mutlu etti. Ve Ormana köylüsüyle organik bağ kurmamızın da önü açılmış oldu.

Bu söylediğim çok önemli. Çünkü eğer bir gönüllü dayanışma ağı kurup kamusal alandaki boşluğu doldurmaya adaysak, öncelikle bölgenin yaşayan insanlarıyla kalıcı bağlar kurmalıyız. Ve bu bağları mümkün olan geniş coğrafyaya yaymalıyız. Bunun ikinci adımı ise yangın, sel ve deprem eğitimleri almak olmalı. Üçüncü adımda da gerekli ekipmanları edinip, acil durumlarda her an alınabilir bir yerde tutmak hedeflenmeli. Bütün bunları gerçekleştirirken yerellerdeki belediyelerle görüşüp bir koordinasyon kurmalıyız. Bu koordinasyon, belediyelerin imkânlarını, gönüllülerin tanıması ve acil durumlarda birlikte kullanması açısından çok önemli. Belediyelerin de ihtiyaç duyması halinde, gönüllüleri çağırabilmesi açısından aynı zamanda…

Bu çabalara, afet sonrası köylere gidip sosyal, ekonomik ve psikolojik dayanışmayı da ekleyebilirsek sağlıklı ve gelecek vaat eden bir dayanışma ağının bütün ayakları kurulmuş olacaktır. Pandemi sürecinde kurduğumız dayanışma ağları da bize esin verecektir. Pandeminin özellikle ilk başlarında birçok topluluk, çok güzel dayanışma örnekleri sergiledi. Toplumda azalan sosyalleşmeyi, pandeminin iyice arttırdığını hesaba katarsak topluluklarla, STK’lerle, dayanışma ağlarıyla buluşmak için daha çok hareket etmeliyiz. Bu buluşmanın – eğer aşırı mükemmelliyetçi değilsek –  birçok kentte olanakları da var. Daha önceki bir yazımda söylediğim gibi: Haydi “aç pencereni!”