Ana Sayfa Blog Sayfa 1033

Manisa’nın kuş cenneti, Marmara Gölü göz göre göre yok oluyor

Manisa‘nın en önemli kuş cenneti niteliğindeki Marmara Gölü; gölü besleyen yeraltı ve yer üstü sularının aşırı kullanımı, Gördes Çayı ve Ahmetli Deresi‘nin sularının Gördes Barajı’nda toplanması yüzünden yok olma tehditiyle karşı karşıya.

Göl, Türkiye’deki 184 Önemli Kuş Alanı’ndan ve 305 Önemli Doğa Alanı’ndan biri. Geçtiğimiz seneye kadar kış aylarında yaklaşık 65 bin su kuşunun görüldüğü gölde nesli tehlike altına girmeye yakın olan tepeli pelikan türünün dünya nüfusunun %9’u besleniyordu. Marmara Gölü Sulak Alanı,  göl  ve Türkiye için endemik balık türleri için bir yaşam alanıydı. Ancak 2011 yılından 2021 yılına kadar geçen 10 yıllık süreçte, yanlış planlama ve uygulamalar sebebiyle özellikle yeraltı ve yerüstü sularının aşırı kullanımı gibi nedenlerle gölün, yüzey alanının %98’lik kısmı yok oldu.

Göl, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’ne göre 2017 yılında Ulusal Öneme Haiz Sulak Alan olarak tescillenmişti.

Kurutulan gölde balıkçılardan para talep ediliyor.

Göl çevresinde yaşayan halkın önemli bir geçim kaynağı balıkçılık. Ancak gölün kurumasıyla geçimini balıkçılıktan sağlayan bazı aileler göç etmek zorunda kaldı. Gölde faaliyet gösteren Gölmarmara ve Çevresi Su Ürünleri Kooperatifi, 2019 yılından bu yana göl kuruduğu için balıkçılık yapamıyor. Ancak Kooperatifin su kiralama sözleşmesi bulunduğu için işgaliye kirası, vergi, muhasebe gibi kalemlerden oluşan toplam 391.000 TL borç çıkarılıyor.

Kooperatifin Yönetim Kurulu Üyesi Rafet Keser, şunları anlattı: “Marmara Gölü’müz kurudu, doğa yok oluyor, balıklarımız tükendi. 2019 yılının Ağustos ayından beri balıkçılık yapamıyoruz. Tarım ve Orman Bakanlığı, Manisa İl Tarım Orman Müdürlüğü 2020 ve 2021 yıllarına ait gölün işgaliye parasını talep ediyor. Bizden olmayan gölün olmayan balığının parasını istiyor. Göl bir an önce eski haline kavuşmalı. Bunun için yetkililerden göle Gördes Barajı’ndan ve Ahmetli Deresi’nden su verilmesini ve borçlarımızın silinmesini talep ediyoruz. Geçinmek için köyümüzü terk etmek istemiyoruz” dedi.

Baraj ve dereden Marmara Gölü’ne su bırakılmalı

Gölün ana kaynağı Gördes Çayı’nın suyu, Gördes Barajı’nda tutuluyor. Marmara Gölü’nün yüzey sularıyla beslenmesi amacıyla üç kanal inşa edildi. Bunlar Kumçayı Derivasyon Kanalı, Adala Besleme Kanalı ve Marmara Gölü Besleme Kanalı. Ancak bu kanalların ve Gördes Çayı’nın suyu göle ulaşmıyor.

Gölün hızla yeniden oluşabilmesi için Gördes Barajı ve Ahmetli Deresi’nden göle su verilmesi gerektiğini söyleyen Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Tuba Kılıç Karcı da şu uyarılarda bulundu:

“Tüm Anadolu’da olduğu gibi Manisa’daki Marmara Gölü de yanlış su ve tarım politikalarıyla yok ediliyor. Devlet Su İşleri gölün su rejimine sürekli müdahale ediyor. Gölün tekrar eski haline gelmesi için ivedilikle hareket edilmesi gerekiyor. Manisa başta olmak üzere tüm yetkilileri göreve davet ediyoruz. Eğer su salınmaz ve acil önlemler alınmazsa İç Ege’nin önemli sulak alanlarından biri olan Marmara Gölü’ndeki biyoçeşitlilik ve ekosistem telafisi olmayan şekilde yok olacak. Burada yaşayan insanlar göç etmek zorunda kalacak ve bir kültür daha yok olacak.” dedi.

Bakan Pakdemirli: Yanan Ormanlar Turizm Bakanlığı’na tahsis edilmeyecek

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in, geçen yaz art arda çıkan orman yangınlarında kül olan alanların Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edilerek imara açılmasına ilişkin iddiaların yanıtlanması istemiyle verdiği soru önergesini cevapladı.

Turizm merkezlerinin tanımının yapıldığı 7334 sayılı Kanun’a göre ormanlık alanların turizm yatırımına açılamayacağını Pakdemirli, “Ormanlık alanlardaki tahsis talepleri 2634 sayılı Kanun’un 8’inci Maddesi gereğince değerlendirme yetkisi halen bakanlığımıza ait olup, bütün yetkinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na geçtiği gerçeği yansıtmamaktadır” dedi.

Bakan Pakdemirli, yanan ormanlık alanların Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edilerek imara açılmasının gerek Anayasa’da yer alan hükümler gerekse 6831 sayılı Orman Kanun’un ilgili maddeleri gereğince mümkün olmadığına da dikkat çekti.

‘Yanan alanlar imara açılmaz’

Güvercinlik Koyu’ndaki alana otel yapılacağı ile ilgili soruya da yanıt veren Bakan Pakdemirli, “Önergede bahsi geçen alan 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanun’u kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edilmiş, saha ilgili bakanlık tarafından yatırımcıya tahsis edildikten sonra o bölgede orman yangını çıkmıştır. Anayasamızın 169’uncu maddesinde;  ‘Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir’ hükmü bulunmakta olup, yanan alanların tekrar ağaçlandırılarak orman oluşturulacağı hüküm altına alınmıştır” ifadelerini kullandı.

Gürer’in sorusu üzerine amfibik uçak alımı ile ilgili çalışmaların Savunma Sanayi Başkanlığı ile birlikte yürütüldüğünü belirten Bakan, bu uçakların seri üretimde olan ve hemen teslim edilebilen araçlar olmadığını söyledi.

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer önergesinde, geçtiğimiz yıl yaşanan orman yangınlarından ders çıkarılması gerektiğini belirterek şunları söylemişti:

Pekin Kış Oyunları’nın karbon nötr ilk olimpiyat olması ne anlama geliyor?

Bugünlerde Pekin’de kış olimpiyatları sürüyor. 109 etkinlikte üç binin üzerinde sporcunun yarıştığı Pekin Kış Olimpiyatları’nı diğer spor organizasyonlarından ayıran önemli iddia var. Çin yönetimi oyunların, olimpiyat oyunları tarihinde ‘karbon nötr’ olan ilk organizasyon olduğunu iddia ediyor.

Pandemi ve Çin’in pandemiye karşı tavizsiz uyguladığı önlemler ülkenin bu hedefine ulaşması için büyük bir fırsat sağlıyor. Pandemi önlemleri sonucu olimpiyatlar seyircisiz yapılıyor. Bundan dolayı seyahat ve konaklama sektörleri tarafından oluşturulacak 500.000 tondan fazla CO2 ortadan kaldırılmış oldu. Görevliler ve çok az sayıdaki seyirci ise elektrikli araçlar kullanıyor ve 2008 yaz oyunlarından kalan tesislerde kalıyor. Olimpiyatlar Pekin ve kuzeybatıdaki Yanqing ve Zhangjiakou dağlarında gerçekleşiyor. Pekin, kış oyunları için 2008 yaz olimpiyatları spor etkinlikleri için yapılan yedi sportif köyü yeniden kullanarak mevcut oyunların karbon emisyonuna etkisini azalttı. Organizasyon komitesi ayrıca, yeni inşa edilen 13 tesisin tümünün Çin yeşil bina sertifikasyon sisteminden en yüksek puanı aldığını belirtiyor; diğer beşi ise oldukça sınırlı karbon ayak izine sahip olan geçici yapılar…

Pekin’in iddialı açıklamaları şüpheyle karşılanıyor

Oyunlarda 2,8 milyon metreküp su tüketilecek. Ancak organizasyon komitesi, oyunların Yanqing ve Zhangjiakou bölgelerinin su kaynaklarının % 10’undan çok daha azını kullanacağını ve kar oluşturmak için su pompalamanın etkisinin en fazla 3.000 ton CO üreteceğini iddia ediyor. Olimpiyatlar için bir diğer ilk, Pekin’de oyunlar için kullanılan 25 tesisin tamamında yenilenebilir elektrik kaynaklarının kullanılması…  Rüzgar ve güneş enerjisi santrallerinden elde edilen elektrik, yeni inşa edilmiş bir şebekeden bu tesislere yönlendiriliyor.

Pekin 2022 Olimpiyat ve Paralimpik Kış Oyunları Organizasyon Komitesi’nin sürdürülebilirliğinden sorumlu Liu Xinping, ‘Gerçekten karbon nötr bir oyun olacağımıza çok eminiz’ diyor. Ancak bu iddiaya şüphe ile bakanlar da var. Oregon‘daki Pasifik Üniversitesi‘nde siyaset bilimci ve olimpiyatlar hakkında kitaplar yazan Jules Boykoff, Pekin’in elektriğinin büyük ölçüde kömürlü termik santrallerden geldiğini hatırlatıyor ve olimpiyat sahalarından bazılarının inşasının bu elektrik kullanılarak yapılmasının muhtemel olduğunu belirterek soruyor: “Şu anda kullanılan sürdürülebilir enerji uygulamasının arkasındaki kömür hayaletinin payı ne kadar?”

Kaliforniya’da bulunan San Diego Üniversitesi‘nde enerji sistemleri araştırmacısı olan Michael Davidson ise oyunların 1,3 milyon ton karbondioksite eşdeğer tahmini ayak izinin, Çin’in yıllık yaklaşık 11 milyar tonluk emisyonuyla karşılaştırıldığında okyanusta bir damla olduğunu ancak ‘karbon nötr’ oyunlar başarısının değerinin ‘daha geniş karbon nötr faaliyetlerin mümkün olduğunu göstermesi’ nedeniyle önemli olduğunu söylüyor. Davidson, yenilenebilir enerjiyi kaynaklarının Çin tarafından oyunlara yönlendirilmesinin ‘büyük ölçüde bir muhasebe çalışması’ olabileceğini belirterek oyunlar Çin’de yapılmasa bile bu yenilenebilir kaynakların geliştirilebileceğini ekliyor.

Çin’in oyunların kaçınılmaz sera gazı emisyonlarını dengelemek için diktiğini iddia ettiği 60 milyon adet beyaz huş ağacı, meşe ve gingko ağacı için de şüpheler var. Kanada‘daki Waterloo Üniversitesi’nde coğrafyacı olan Daniel Scott, ormanların yanabileceği veya kesilebileceği için ağaçlandırmanın güvenilmez bir denge olabileceği konusunda şüpheli olduğunu söylüyor. Yine de Pekin’de yapılmakta olan kış oyunları, İsviçre‘nin Lozan kentindeki Uluslararası Olimpiyat Komitesi‘nde (IOC) sürdürülebilir kalkınma direktörü olan Marie Sallois‘e göre, hazırlığın ilk aşamalarından itibaren geniş bir emisyon yelpazesini düşünen ve ‘karbon nötr’ olma hedefi koyan ilk oyunlar… Ayrıca, ilk kez bu olimpiyatlarda hava yolculuğu gibi dolaylı emisyon kaynaklarının dikkate alındığını da belirten Sallois, Pekin’in sürecin tüm aşamalarında sürdürülebilirliği yerleştirme yaklaşımının ‘gelecekteki oyunlar için teşvik edilebilecek bir şey’ olduğunu söylüyor.

Emisyon azaltımı okyanusta bir damla

Olimpiyat oyunları uzun bir dönemdir merkez kapitalist ülkelerin özellikle kendileri için pazar olarak gördükleri ülkelerde tüketimi artırmak kullandığı bir arenaya dönüştü. Bu gün gerek yaz, gerekse kış oyunlarının yapılacağı ülke ve kentlerin seçiminde çok uluslu büyük tekellerin etkisi olduğu bir sır değil. Bunun en önemli göstergesi birçok ülke ve kentin defalarca bu oyunlara ev sahipliği yapması… Çünkü bu ülkeler ya çok uluslu büyük tekellerin pazarı veya gelecekteki pazar adayı… ‘Karbon nötr’ oyunlar düzenleme iddiasının arkasında ise bu oyunların çevresel kaynakların sömürüsünü artırma ve tüketim toplumu yaklaşımının teşvikinin kamuoyundan saklanması çabaları yatıyor. Bunun en büyük göstergesi de Pekin Kış oyunları… Michael Davidson’un da belirttiği gibi Çin’in yıllık 11 milyar tonluk sera gazı emisyonu içinde 1.3 tonluk oyunlar emisyonunu nötrlemek denizde değil, okyanusta bir damla ve hiçbir önemi yok…

Aslında yıllık 11 milyar tonluk sera gazı emisyonu ile dünyanın en büyük sera emisyonuna sahip ülkesi Çin’in kısa aralıklarla iki olimpiyat düzenleme ve son kış oyunlarının ‘karbon nötr’ olduğunu iddia etmek yerine 2060 yılından önce tüm ülkenin ‘karbon nötr’ hale gelmesi için çabalaması dünya için daha yaşamsal ve doğru hedef olmaz mıydı? Üstelik Çin’in bugünkü performansıyla 2060 yılında bile ‘karbon nötr’ olmasından kuşku duyan çok sayıda uzman bulunuyor.

 

Sinpaş’ın projesinin bilirkişi raporundan ekokıyım çıktı

Sinpaş GYO’nun, Marmaris’te inşa ettiği “Kızılbük Resort Otel ve Devre mülk” projesini incelemek üzere hazırlanan bilirkişi raporu, bölgedeki kıyıya, ormana, endemik türlere ve bölgenin ekolojik bütünlüğüne zarar verdiğini ortaya koydu. Bilirkişi raporuna göre Muğla Valiliği tarafından verilen “ÇED gerekli değildir” kararı ise yasalara aykırı. Ek olarak proje için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu hazırlanması gerekiyor.

Marmaris’te Milli Park’taki  Kızılbük koyunda Sinpaş, 2 etaptan oluşan 205 odalı bir otel ve 1407 adet devre mülkü kapsayan proje için, 27 Temmuz’da başlayan ve 8 Ağustos’a kadar devam eden orman yangınları söndürüldükten beş gün sonra Muğla Valiliği tarafından “ÇED Gerekli Değildir” kararı verilmişti. 

Muğla’nın Marmaris İlçesi İçmeler Kızılbük mevkiinde yapımı devam eden resort otel ve devre mülk projesi tartışmalara yol açmış, Valilik tarafından verilen karar da tepki çekmişti. Marmaris Kent Konseyi üyeleri de projeye karşı Valilik tarafından alınan kararın iptal edilmesi için hukuk mücadelesini başlatmıştı.

Fotoğraf: Bahadır Özgür/Twitter

‘Heyecanlıyız, mutluyuz’

Konuya ilişkin olarak Marmaris Kent Konseyi tarafından yapılan açıklamada “Heyecanlıyız, mutluyuz” ifadelerine yer verildi. 53 sayfalık bilirkişi raporunun değerlendirildiği açıklamada “Yaşam alanlarımızın korunması yolunda çok önemli bir gelişme olan bu rapor ışığında, Muğla 3. İdare Mahkemesi’nin ‘yürütmeyi durdurma’ kararı vermesini umutla bekliyoruz. Böylece bilirkişi raporunca da tespit edilen ekokıyımı bir an önce durdurup geri döndürülemez zararın daha fazla büyümesini önlemiş olacağız” denildi.

Bilirkişi raporu: İnşaat kıyıyı ve Mili Parkı tahrip ediyor

Mahkeme tarafından atanan bilirkişi heyetince 30 Aralık 2021’de yapılan keşif sonrası rapor geçen hafta mahkemeye sunuldu. Raporda projenin hem bölgedeki ekolojik yaşamı tahrip ettiğini, hem de yasalara aykırı müdahalelerin olduğunu ortaya koydu. Raporda ÇED’in zorunlu olduğu vurgulanırken aynı zamanda raporda kararın iptal edilmesi gerektiği yönünde görüş beyan edildi. Oteller, tatil köyleri ve/veya turizm kompleksleri ve benzeri eşik değerinin aşılması nedeniyle alanın ÇED’e tabi projeler kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği belirtildi.

Toz ve gaz emisyonları

Proje sürecinde inşaat aşamasında oluşacak toz ve gaz emisyonları açısından Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği‘ne aykırı işlemlerin gerçekleştirildiği de ayrıca bildirildi. Ek olarak projede atık suların toplanacağı yapının boyutlarının ve sızdırmazlığının herhangi bir yönetmelik çerçevesinde belirtilmemiş olduğu ifade edildi. Kıyı bölgesinde bulunan iskele ve havuz yapılarının proje tanıtım dosyasına dahi alınmadığı bildirildi. Kıyıya yapılan yapıların 3621 sayılı Kıyı Kanunu kapsamında değerlendirilmesi için ÇED kararının verilmesinin gerekli olduğu bildirildi.

‘Proje alanının ekolojik değeri yüksek’

Projede kullanılan alanın doğal ve ekolojik değerinin yüksek olduğu belirtilirken bu alanlarda arazi kullanımı ve yapılaşmanın fen, sanat, sağlık ve çevre şartlarına uygun olması, afet etkinliklerinin azaltılması; doğal, tarihi, kültürel çevrenin ve ekosistemlerin korunması, yaşatılması ve geliştirilmesinin gerektiğine yer verildi. Bilirkişi raporunda projeyle doğa ve ekosistem üzerinde ciddi bir tahribat meydana geldiğinin altı çizilerek çevreyi kirletmeyecek önlemler alınmadığı belirtildi.

Fotoğraf: Bahadır Özgür/Twitter

‘Endemik ve faunaya ait habitatlar tahribat gördü’

Ek olarak bölgede endemik, kesin koruma altına alınan fauna türleri veya koruma altına alınmış fauna türlerinin olduğu belirtilirken buna rağmen proje alanında taahhüt edilenin aksine bitkilerin yok edildiği ve faunaya ait habitatların tahribat gördüğünün tespit edildiğine yer verildi. Arazinin topoğrafyasının değiştirildiğinin bildirildiği raporda, iş makinesi, inşaat malzemesi depolama gibi işlemlerin Milli Park alanına zarar verdiği de ayrıca tespit edildi.

‘Alandaki biyoçeşitlilikte değişimler gözlendi’

Öte yandan projenin nedeniyle ekolojik olarak biyoçeşitlilikte önemli değişimlerin gözlendiği bildirildi. İnsan eliyle yapılan kıyısal düzenlemeler ve tahribat eklendiğinde değişimin arttığı da yinelendi.

Raporda Milli Parklar Kanunu’nda açıkça ifade edildiği üzere bu alanlarda tabii ve ekolojik denge ve tabii ekosistem değeri bozulamaz ve her türlü müdahaleler ile çevre sorunları yaratacak işlemler yapılayacağına yer verildi. Projede Marmaris Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Revizyon Plan Raporu’na göre yapıların konumunun tayini, bitki örtüsüne ve doğal yapıya en az zarar verecek şekilde yapılması zorunlu olduğu yönündeki hüküme uyulmadığı, parsel içinde ve dışında yapılması zorunlu yol, kanalizasyon, su isale hattı gibi altyapı tesislerin Milli Park içinde yapılacağı halde, bunlarla ilgili Marmaris Milli Park Genel Müdürlüğü’nden görüş alınmadığına yer verildi.

 

Manavgat’ta mermer ocağına direniş sürüyor: Beşkonak sahipsiz değildir!

Haber: Erol MALÇOK

*

Antalya, Manavgat Beşkonak bölgesindeki Kırkkavak Köyü yakınlarında açılmak istenen mermer ocağına karşı bölge halkının tepkileri sürüyor.

Geçen yıl Manavgat’ta çıkan büyük yangından kurtarılan Beşkonak’taki kızılçam ormanlarında Taş Kütüphanesi adlı Çinli ve yerli ortaklı bir firmanın açmak istediği ocak için geçen hafta bölgeye iş makineleri girmiş ve ağaçları kesmeye başlamıştı. 11 köy halkının direnişi üzerine gözaltılar yapılmış, ancak çalışmalar da durdurulmuştu.

ÇED Raporu’na gerek görülmeyen ocak için açılacak alana sadece iş makinelerinin girebilmesi için en az 300 kızılçam ağacı kesileceği belirtiliyor.  Ocağa karşı hukuk mücadelesi de başlatıldı.

Hafta sonu Antalya Beşkonaklılar Birlik ve Beraberlik Derneği ile Antalya Gazeteciler Cemiyeti birlikte bir basın açıklaması yaparak, bölgede kalan tek yeşil alanda bir mermer ocağı açılmasına izin vermeyeceklerini belirtti. Açıklamada, Beşkonak’ın Antalya’da mermer ocağı olmayan tek bölge olduğuna da dikkat çekildi.

Daha önce ilçeye bağlı Karadağ Mahallesi’nde de bir mermer ocağı açılmak istenmiş, ancak köylülerin büyük tepkisi üzerine bundan vazgeçilmişti.

Açıklamada, Beşkonak’ın sahip olduğu doğal, tarihi ve kültürel değerler hatırlatıldı:

“Beşkonak halkı, Antalya’da ikamet eden vatandaşlarımız ve dünyanın dört bir tarafından gelen insanların haklı gerekçelerine istinaden Beşkonak Köprülü Kanyonu’nu tanımlamak gerekiyor. Ülkemizin dört önemli coğrafik bölgesinden bir tanesi de Beşkonak’tır. Birçok endemik canlı türünü barındıran ormanları, doğa harikası kanyonları, günü birlik amaçlı kullanılacak peyzaj değeri yüksek rekreasyon alanlarına sahip yine bilimsel çalışmalara ışık tutan Selge Antik Kenti, Oluk Köprü ve Büğrüm Köprü, Kral Yolu, su kemerleri, harabeler, Tazı Kanyonu Antalya’nın en nitelikli doğal yerlerinden birisidir.

Köprülü Kanyon Milli Parkı, barındırdığı doğal, tarihi ve kültürel zenginlikler sayesinde ziyaretçilerine çok sayıda etkinlik seçeneği sunmaktadır. Başta, Türkiye’nin en önemli rafting rotalarından biri olan Köprüçay üzerinde rafting, kano ve kanyoning (kanyon geçişi) sporları olmak üzere; yüzme, doğa yürüyüşü, kaya tırmanışı, oryantiring, bisiklet, olta balıkçılığı vb. sportif etkinlikler ile botanik-yaban hayatı gözlemciliği, jeolojik yapı gözlemciliği, kampçılık, fotoğrafçılık, piknik, cip safari, yayla gezileri gibi çok çeşitli etkinliklere katılma olanağı bulunmaktadır.”

Beşkonak Köprülü Kanyon Bölgesi’ni yıllık ortalama dört milyon yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği belirtilen açıklamada “Yine tarih konulu filmlere ev sahipliği yapabilecek bir coğrafik konuma ve botanik yaban hayatına sahibiz. Ülkemizde geçen yıl bir Hollywood filmi çekimi için Antalya ilimizde belirlenen birkaç lokasyondan biri olarak doğal ve tarihi yaşamı simgeleyen Beşkonak Köprülü Kanyon bölgemizin seçilmesi  şehrimiz için gurur kaynağıdır. Muhteşem bir renk uyumu ile hava, toprak ve su dengesinin optimum düzeyde olduğu Beşkonak,  film ve dizi turizminin de destinasyonu haline gelmiştir” denildi.

En büyük altıncı doğal park

Beşkonak, kapladığı alan itibarıyla Türkiye’de bulunan  46 adet Milli Park sahası içerisinde en büyük altıncı Milli Park. 400 hektarlık doğal servi ormanlarına sahip bölgede, kekik, adaçayı, keçiboynuzu, kiraz, barbunya, üzüm, ceviz gibi ihracat ürünleri yetişiyor; rafting turizmi, ekoturizm, alternatif turizmin yanısıra küçük baş ve büyükbaş hayvancılık, arıcılık, orman ürünleri işçiliği yapılıyor. 500 e yakın endemik türe ev sahipliği yapan alanda dağ keçisi, Anadolu’nun tek endemik kuş türü Anadolu Sıvacısı, nesli tükenmekte olan Kızıl Akbaba, sadece bu yörede yaşayan Kara Semenderi gibi türler yaşıyor.

Tüm bu nedenler ve dünyadaki mücbir sebepler de göz önüne alındığında, karstik su özelliğine sahip Beşkonak Köprülü Kanyonu’ndaki 11 köyü etkileyecek mermer ocağını izin verilmemesi istenen açıklamada şöyle sonlandırıldı:

“Yukarıdaki haklı gerekçelerimiz neticesinde derneğimiz, Antalya Barosu, AGC ve hemşehrilerimiz ile sahadaki mücadelemizi hukuk alanında da başlatarak yürütmenin durdurulması istemli davamızı açmış bulunmaktayız. Beşkonak Kırkkavak Köyü’nde izni verilen mermer ocağının iptal edilmesini ve haklı gerekçelerimize kulak verilerek ivedi bir şekilde telafisi mümkün olmayan sonuçlar yaşanmaması adına, bölgenin nasıl bir tehlike altında bulunduğunu tüm kamuoyu ile paylaşıyor, yetkililerimizi göreve davet ediyoruz.

Beşkonak sahipsiz değildir!”

2021’de 339 kadın erkekler tarafından öldürüldü

2021’de en az 339 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Basına yansıyan bilgilere göre; 96 kadına tecavüz edildi. Erkekler 2021’de en az 793 kadına şiddet uygulanırken 772 kadın seks işçiliğine zorlandı.

bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlerden oluşturduğu Erkek Şiddeti 2021 verilerine göre; erkekler 2021’de en az 793 kadına şiddet uyguladı, en az 34 çocuğu öldürdü, en az 208 çocuğu istismar etti, en az 424 kadını taciz etti, 772 kadını da seks işçiliğine zorladı.

bianet’ten Evrim Kepenek’in haberine göre; 2021’de aralarında transların da olduğu en az 213 kadının ölümü basına “şüpheli” olarak yansıdı. Erkekler, 2021’de, en az yedi kadını öldürmeye teşebbüs etti, 38 kadını öldürmekle veya şiddet uygulamakla tehdit etti. 2021’de aralarında transların da olduğu en az sekiz kadının ölümü basına “intihar”, “intihara sürüklenme” ve “şüpheli intihar” olarak yansıdı.

20 kadın koruma, uzaklaştırma kararı ve talebine rağmen öldürüldü

Basına yansıyan bilgilere göre erkekler, en az 20 kadını, “koruma”, “uzaklaştırma” kararı ve “talebine” rağmen öldürdü. 2021’de en az 10 kadın kendisine şiddet uygulayan ve cinsel saldırıda bulunan erkeklerden korunmak için meşru müdafaa hakkını kullandı.

Kaynak: bianet

Erkekler, cinayet sırasında kadınların yanında olan en az 20 erkeği öldürdü. Öldürülen kadınlardan 15’i ise göçmendi. Erkekler, 198 kadını ev içinde, 105 kadını, ofis, hastane, ormanlık alan, trafik, otopark gibi ev dışı alanlarda öldürdü. Erkeklerin, 36 kadını nerede öldürdüğü basına yansımadı.

Failler koca, sevgili, aile üyesi, akraba…

Kadınların yarısından fazlasını, kocası, nişanlısı gibi en yakınındaki erkekler öldürdü. 2021’de 209 kadını kocası, nişanlısı, eski kocası ve sevgilisi öldürdü. 31 kadını baba, oğul, torun, damat, gibi aile üyeleri öldürdü. Beş kadını damadı öldürdü. Üç kadını evine giren dokuz hırsız erkek, dokuz kadını dokuz arkadaşı, 23 kadını akrabası, iki kadını kocasının ortağı, bir kadını alışveriş yaptığı esnaf, 11 kadını komşusu 11 erkek öldürdü. Kadınları öldürenler arasında dört polis, iki korucu vardı. Erkekler, kadınların yarısını ateşli silahla öldürdü.

Kaynak: bianet

Kadınları öldürme ‘bahaneleri’

Erkekler, 58 kadını “ayrılmak istediği”, “evlenme teklifini kabul etmediği” için, 20 kadını “kıskançlık”, 26 kadını “istediği ile evlendirmedi, kızını vermedi, müziğin sesini kısmadığı, gürültü yapmak istemesine engel olmak istediği” için öldürdü.

Kaynak: bianet

Altı kadını gasp etmek için öldüren erkekler, dört kadını “namus” için öldürdüğünü iddia etti. Erkekler, beş kadını “ırkçı”, “nefret” saikiyle öldürürken, erkeklerin 220 kadını öldürme “bahanesi” basına yansımadı.

Erkekler 96 kadına tecavüz etti

bianet’in verilerine göre erkekler 2021’de 96 kadına tecavüz etti. Erkeklerin tecavüz ettiği altı kadın zihinsel engelleydi. En az üç cinsel saldırı vakası kadınların hamile olduğunun anlaşılması ile açığa çıktı. Erkeklerin tecavüz ettiği üç kadın Özbekistan, biri Afganistan, biri Rusya, biri Azerbaycan yurttaşıydı. Beş kadına baba, dede gibi aile üyeleri, bir kadına staj yaptığı avukat, beş kadına yöneticisi erkek, altı kadına arkadaşı, bir kadına çalışanı, üç kadına şoför, dokuz kadına kocası, iki kadına akrabası erkekler, bir kadına terapist, bir kadına din görevlisi, bir kadına gardiyan erkekler, bir kadına damadı bir kadına da zabıta erkekler tecavüz etti. En az yedi vakada birden fazla fail vardı.

424 kadın taciz edildi

Erkekler, 2021’de en az 424 kadını taciz etti. En az sekiz taciz sistematik olarak gerçekleşti. Erkeklerin taciz ettiği kadınlar arasında göçmen kadınlar da vardı. Kadınları taciz eden 91 failin yakınlık derecesi basına yansımadı. Üç kadını siyasetçi erkekler, dört kadını komşusu, altı kadını yerel yöneticiler, 16 kadını patronu-yöneticisi erkek, dokuz kadını arkadaşı, beş kadını bar, park işletmecisi, dört kadını şoför, iki kadını yolcu, bir kadını kocası, altı kadını büyükelçilik çalışanı bir erkek taciz etti.

793 kadına şiddet uygulandı

Erkekler 2021’de en az 793 kadına şiddet uyguladı. Erkekler, 65 kadını “ağır olarak” yaraladı. Erkeklerin şiddet uyguladığı kadınlardan en az beşi transtı. Erkekler 31 kadına “uzaklaştırma” ve “koruma” kararlarını ihlal ederek şiddet uyguladı. En az 12 şiddet vakasında erkeklerin şiddeti sistematikti.

772 kadın seks işçiliğine zorlandı

Erkekler, 2021’de en az 772 kadını seks işçiliğine zorladı. Seks işçiliğine zorlanan kadınlar arasında 18 yaşının altındaki çocuklar da vardı. Seks işçiliğine zorlanan 359 kadın Türkiyeli, 413 kadın Türkiyeli değildi.

2021’de 34 çocuk öldürüldü

Verilere göre; erkekler 2021’de şiddet uyguladıkları kadınlara zarar vermek veya öç alma “bahanesiyle” en az 34 çocuğu öldürdü. Erkekler, 2021’de aralarında oğlan çocukların da olduğu 208 çocuğu istismar etti.

İklim krizine karşı mücadelede Türkiye nerede?

Prof. Dr. Nesrin Algan, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Topluluğu tarafından düzenlenen, moderatörlüğünü öğrenci Eylem Diker‘in yaptığı Serbest Kürsü Konuşmaları’nda “İklim Krizi Bağlamında Türkiye’nin Çevre Politikaları”nı konuştu.

İklimin bütün dünyada ve Türkiye’de önemli bir konu olduğunu ve iklim projelerine ciddi kaynak aktarımı olduğunu belirten Prof. Dr. Nesrin Algan, “Fakat yıllardır uygulamaya, eyleme yönelik çalışmalarda çok gerideyiz” dedi.

‘Kağıt üzerindeki çevre politikaları’

Sürdürülebilir kalkınma, gelecek kuşakların hakları, entegrasyon, ortak farklılaştırılmış sorumluluklar, çevresel etki değerlendirmesi, ihtiyatlılık, katılım, şeffaflık, bilgiye erişim, ekosistem yaklaşımı, doğa temelli çözümler, sıfır atık gibi çağdaş çevre politikalarındaki ilkelerin Türkiye’de en azından kağıt üzerinde görülebildiğine değinen Nesrin Algan, şu ifadeleri kullandı:

“Sorun bu ilkelerle çelişen başka politikaların olup olmadığı. Türkiye’nin çevre politikalarının başında kalkınma planları gelir. Çok sayıda strateji eylem planı gibi politika belgesi var. Tabiki Cumhurbaşkanlığı stratejilerine ve yatırım programına ve bütçeye bakmak gerekir. Çünkü kağıt üzerinde, kalkınma planında ya da herhangi bir strateji belgesinde öngörülen bir hedefin bütçede eğer mali boyutu oluşturulmamışsa hayata geçme şansı yok demektir. Yatırım bütçesinde, yatırım planlarında karşılık bulamıyorsa sadece kağıt üzerinde kalacak bir politikadır ve o yüzden anlamlı değildir.”

‘Türkiye’nin ebedi sorunu’

Türkiye’de doğa, tür, biyoçeşitliliği ve ekosistemi korumanın Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının yanı sıra Tarım ve Orman Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığının da sorumluluğunda, deniz veya göl alanıysa Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının da sorumluluğunda olduğuna dikkat çeken Nesrin Algan, “Bu Türkiye’nin kurumsal yapıdaki ebedi sorunu. Görev ve yetkiler birbirine karışmış durumda. Hangi alandan Büyükşehir Belediyesi, hangi alandan Bakanlık, hangisinden ilçe belediyesi sorumlu? Karışıyor” dedi.

‘Türkiye’de uygulamada sorunlar var’

“Halk, sivil toplum, gönüllüler, bireyler tek tek bu politikaların oluşturulması ve uygulanmasına katılabiliyor mu?” sorusunu yönelten Algan, şu ifadeleri kullandı:

“Türkiye’de ilkelere göre kağıt üstünde büyük bir eksik yok ama uygulamada farklı sorunlar var. Kuşkusuz hukuki araçlar çok önemli. Türkiye’de anayasal, uluslararası anlaşmalar, kanunlar, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, yönetmelikler gibi çok sayıda hukuki aracımız var. Fakat ben daha çok uluslararası çevre hukuku politikaları çalışan birisi olarak söylemeliyim ki; hukuk araçları içerisinde en çok ihmal edilen uluslararası anlaşmalar. Halbuki anayasanın 90. maddesi çok açık: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmalar kanun hükmündedir. Hatta kanunların anayasaya aykırılığını iddia edip bunları iptal ettirme yolu açıkken uluslararası anlaşmada böyle bir imkan olmadığı için hukuk hiyerarşisi anayasadan hemen sonra uluslararası anlaşmaların kanunların da üstünde olduğunu söyleyen görüşler de vardır. Ben de bunlara katılırım.”

‘Çevreyi korumaya yönelik mevzuatta erozyon’

2006’ya kadar Türkiye’nin OECD üyeleri arasında çevre mevzuatı ve çevreye ilişkin hukuki düzenlemeleri çok gelişkin olması sebebiyle ilk beşte olduğunu hatırlatan Nesrin Algan, “2006’dan sonra çevreyi korumaya yönelik mevzuatta bir erozyona uğradığımızı, bir sürü gevşetici karar alındığını görüyoruz. Daha da vahimi Türkiye’de Çevre Kanunu ya da çevreyi koruyan diğer kanunlar, koruma altına alınan bir konu. Örneğin Maden ya da Petrol Kanunu enerji piyasalarına ilişkin bir başka kanunla ihlal ediliyor. Böyle çelişkiler var. Yani çevre koruma mevzuatı güçlü olsa bile başka kanunlarla bu mevzuat ihlal edilebilir” dedi.

Çevre koruma mevzuatını ihlal edilecek uygulamaların yapılmaması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Nesrin Algan, “Türkiye’nin çevre politikaları zafiyetinin başında da hukuk araçlarının birbiriyle çelişmesi, çevreye zarar verici hukuki düzenlemelerin mevzuatta yer almaya devam ediyor olması geliyor” şeklinde konuştu.

‘Günümüzdeki olaylar iklim krizinin etkilerinin sadece fragmanı’

İklim krizinin günümüzdeki etkilerine ‘sadece fragman’ demenin mümkün olduğunu ifade eden Algan, 70’in üzerinde katılımın gerçekleştiği Kürsü Konuşmaları’nda şu ifadeleri kullandı:

“Sanayi devrimini başlangıç olarak alırsak aslında her şey kömürle başladı diyebiliriz. En büyük sorun enerjiden kaynaklanıyor. Sera gazları, karbondioksit  ve diğer gazlar bunların da temel nedeni fosil yakıtlar, kömür, petrol, doğalgaz ve nükleerde de bir miktar var. Ama en büyük sorun kömürden kaynaklanıyor. Arkasından sanayi, tarım ve atıklar geliyor. Ulaştırma, kentleşme gibi atık ve endüstriyel işlemlerin yoğun olduğu alanlar da küresel iklim krizinin hem sebebi hem de mağduru oluyor.”

İklim adaletsizliği, su kıtlığı, gıda güvensizliği…

İklim krizinin neden olduğu aşırı hava olaylarına da değinen Algan, “İklim krizi gezegenin her yerde aynı derecede ısınacağı anlamına gelmiyor. Suyu kötü kullandığımız, kötü yönettiğimiz ve kirlettiğimiz için bir su baskısı, stresi ve kıtlığı çekiyoruz. Ama iklim krizi nedeniyle bu kıtlık daha da artıyor. Bu gıda güvensizliğine, insan ve diğer canlıların can kaybetmesine, halk sağlığı sorunlarına, kentsel yoksulluğa, tarihi çevresel varlıkların kaybına neden oluyor. Heykellerle binalar da etkileniyor. İş ve istihdam kayıpları oluyor. Bir iklim adaletsizliği yaşıyoruz. Bu da mevcut ekonomik sosyal adaletsizliği artırıyor” dedi.

‘İklim krizi ciddi bir toplumsal cinsiyet adaletsizliğine yol açıyor’

İklim krizinden mevcut sorumluların gelişmiş ülkeler olduğuna değinen Algan, iklim krizinde büyük sorumluluğu olmayan gelişmemiş ülkelerin bu krizden en çok etkilenen ülkeler olduğunu belirtiyor:

“Daha da çok etkilenecekler. Kıyıdaki, deniz seviyesinde yükseklikte yaşayan ülkelerin toprak kaybı ve göç krizi sorunu zaten var. Bu ada devletlerinde toptan yok oluşuna neden oluyor. Dünyada en çok kadınlar, çocuklar ve kız çocukları etkileniyor. Örneğin evine su getirmek için günde ortalama yarım saatlik bir mesafeye yürümek zorunda kalan Orta Afrika’dan bir kız çocuğu, iklim kriziyle birlikte artan su kıtlığı nedeniyle gün geçtikçe daha uzak bir mesafeye giderek su arayıp getirmek zorunda kalıyor. Ve çoğunluğu da su taşırken tecavüze uğruyor ve öldürülüyor. Bu çok ciddi bir toplumsal cinsiyet adaletsizliğine yol açıyor.”

‘İklim krizinden daha çok henüz doğmamış olanlar etkilenecek’

İklim krizi nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalacak kişilerin de yüzde 80’inin kadın olduğunu belirten Algan, “Henüz doğmamış olanlar iklim krizinden daha çok etkilenecek. Gelecek kuşak hakları diyoruz bunlara. Ama gelecek kuşaklar şu anda karar verme yetkisine sahip olamayan, oy verme hakkı bile olmayan 18 yaş altı mevcut kuşaklar değil sadece, henüz ana rahmine düşmemiş olanların da hakları gasp ediliyor. Bu arada insan dışında kalan canlılarla, cansızlar; heykeller, kültürel değerler, arkeolojik miras gibi çevresel varlıkların haklarından söz eden bile yok” ifadelerini kullandı.

‘İklim kriziyle mücadeleden çok iklim krizine uyum politikaları öne çıkıyor’

Paris Anlaşması’nın insan haklarına, kırılgan ülkelere, iklim adaletine, toplumsal cinsiyete değinen ilk hukuki düzenleme olması açısından çok önemli olduğunun altını çizen Algan, Türkiye’nin AB’nin iklim kriziyle ilgili fonlarından en çok yararlanan ülke olduğunu belirterek şöyle konuştu:

“Kalkınma planlarına bakmak lazım. Yürürlükte olan 11. kalkınma planı, diğer planlardan farklı olarak sadece emisyon azaltımı değil, iklim krizine uyumu da hedeflemiş durumda. Zaten dünyada artık iklim kriziyle mücadeleden çok iklim krizine uyum politikaları öne çıkıyor. Türkiye 2053’te Net Sıfır Karbon Emisyon hedefine ulaşması için en geç 2030 itibarıyla kömürden tamamıyla çıkması gerek. Ama buna ilişkin henüz bir planlama, politika belgesi göremedik.”

‘Sıfır Artık sözde kalan bir hedef’

Türkiye’nin Sıfır Atık Projesi’ne de değinen Nesrin Algan, söz konusu projenin geri dönüşüm için çok önemli olduğunu ifade ederek “Türkiye 2006’da Çevre Kanunu değiştirerek o tarihe kadar yasak olan atık ithalatını serbest bıraktı. Eğer yurtdışından çöp ithal ediyorsanız Sıfır Atık hedefine ulaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. Önce ülke içindeki kendi atıklarınızı sıfıra indireceksiniz. Türkiye başta Büyük Britanya olmak üzere Avrupa ülkelerinden en fazla çöp ithal eden ülke. İthalat politikasıyla da bu Sıfır Atık tamamen sözde kalan bir hedef. Üstelik de ithal ettiği atıklar tehlikeli. Çevre Kanunu’na göre çöp tehlikeli ise ithal edilemez. Plastik ithal ediyoruz ve bu tehlikeli bir atık” dedi.

“İklim eylem planı, iklim niyet beyanı, iklim uyum eylem planı yapıyorsanız termik santrallerden vazgeçmeniz gerekir. Dünyanın yaptığı bu” ifadelerini kullanan Algan, 21-25 Şubat’ta Konya’da yapılacak İklim Şurası’na da atıfta bulunarak “Türkiye yeşil kalkınma için termik santrallerdeki atık ısıyla konutları ısıtmayı hedefliyor. Bu da doğal olarak Türkiye’nin iklim siyasetinde ciddi bir gelişme olmadığını düşündürüyor. Demek ki termik santrallerden vazgeçilmeyecek” dedi.

‘İklim krizi ve çevresel tehditler yüzünden her türlü canlıyı kaybetmeye devam ediyoruz’

Son olarak Algan, “İklim krizi ve diğer çevresel tehditler yüzünden sulak alanlarımızı, su kaynaklarımızı, denizlerimizi, ormanlarımızı, biyolojik çeşitliliğimizi, akla gelebilecek her türlü canlı türünü kaybetmeye devam ediyoruz. Türkiye gibi üç taraf denizlerle çevrili ve kendine ait denizi olan ülkede iklim krizinin kıyı alanlarına etkisi konusunda herhangi bir somut hedef görülmemesi ve bu konunun üniversitelerde bile ciddiye alınıp bilimsel araştırmalara konu olmaması da ayrı bir vehamet elbette” ifadelerini kullandı.

Nükleer enerji iklim krizine çare mi, engel mi?

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Özlem Teke ve Yeşiller Partisi’nden nukleersiz.org Koordinatörü, Gazeteci ve Aktivist Pınar Demircan ile Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin, Gazeteci Pelin Cengiz‘in moderatörlüğünde Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun doğal gaz ve nükleeri ‘düşük karbonlu’ olarak sınıflandırması üzerine değerlendirmeler bulundu.

Yeşiller Partisi’nin resmi Youtube hesabı üzerinden gerçekleştirilen yayında Sabancı Üniversitesi IPM İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin, küresel iklim mücadelesi bağlamında AB’nin almış olduğu kararı değerlendirerek “Karar hala reddedilebilir. Komisyon kararı, henüz parlamentodan geçmedi. Ancak parlamentodan geçmeme ihtimalinin pek yüksel olmadığı da konuşuluyor” dedi.

‘Kararda Fransa baskısı var’

Şahin, AB’de en nükleer ağırlıklı olan ülkenin Fransa olduğunu belirterek ülkenin karardaki etkisine işaret etti:

“Kararda bir Fransa baskısı olduğu kesin. AB ülkeleri arasında sadece 11’inde nükleer santral var. Bunlardan bir tanesi de Almanya. Almanya da bu sene sonuna kadar kalan üç nükleer reaktörünü de kapatacak ve sıfırlayacak, dolayısıyla nükleerden çıkmış olacak. Öte yandan AB’nin bu kararı nükleer taraftarlarını çok heyecanlandırdı. Ancak kararın ayrıntılarına bakıldığında nükleere çok da kapı açan bir karar olduğunu göstermiyor. Aslında bu kararın açıkça Fransa’nın elindeki mevcut nükleer santralleri koruma çabasına bir yasal dayanak kazandırma çabası olduğu çok belli.”

‘Karardaki en önemli şart nükleer santrallerin üçüncü jenerasyon ve üçüncü olmasının istenmesi’

AB’nin kararının ayrıntılarında nükleer reaktörlerle ilgili pek çok şart olduğuna da değinen Ümit Şahin, “Bu şartların en önemlisi, yeni yapılabilecek nükleer santrallerin ancak üçüncü jenerasyon ve üstü olabilmesi. Zaten üçüncü jenerasyon üstü reaktörleri yapımı bitmeyen reaktörler ve çok güvenilirler. Finlandiya’daki üçüncü jenerasyon reaktörü 2005’te başlatılmasına rağmen yapımı tamamlanmadı ve açılmadı. Çok ciddi bir devlet sübvansiyonu gerektiriyor. Hiçbir şirket tek başına bunu yapamaz, bu kadar pahalı bir yatırımın yapılması mümkün değil. Dolayısıyla AB şartlarında yeni reaktör yapmak çok kolay değil. Dolayısıyla bu kararın arkasında aslında mevcutları koruma gayesi yatıyor” dedi.

‘Nükleere ‘düşük karbonlu’ denmesi bir söylem mücadelesi’

Şahin, mevcuttaki nükleer reaktörlerin korunmak istenmesinin sebebini ise şöyle açıklıyor:

“Bunun arkasında yatan şey iklim değişikliği için zorunlu hale gelen ve Paris Anlaşması’nın da bir sonucu olan hızlı enerji dönüşümü geçişini yavaşlatmak. Yenilenebilir enerjiye geçişi yavaşlatmaya çalışıyorlar. Kararın nükleer endüstrinin bir hayatta kalma çabasının bir sonucu olduğunu söylemek herhalde oldukça açıklayıcı olacaktır. Nükleer endüstri kendini bu şekilde ayakta tutmaya çalışıyor. Çünkü eğer bugünkü hızla giderse mevcut yenileme ve yapım hızıyla 410 civarındaki nükleer santral sayısı, 2050’de 100’e düşecek. Çünkü yaşlananlar kapanıyor. Nükleer için hiçbir AB kararında ‘yeşil’, ‘sürdürülebilir’ olarak geçmiyor. Düşük karbonlu olduğu söyleniyor. Nükleere ‘düşük karbonlu’ denmesi bir söylem mücadelesi. Ancak düşük karbonlu olduğunu söylem bazında da reddetmek gerekiyor.”

‘Nükleer endüstri lobisi var’

Gazeteci ve Aktivist Pınar Demircan ise AB komisyonunun kararlarından Türkiye’nin de etkileneceğini belirterek “Avrupa Komisyonu’nun bu kararı salt Avrupa ülkelerini bağlamayacak, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri gibi eksik demokrasili hatta demokrasi yoksunu ülkelerin zaten şeffaf yürütmedikleri nükleer enerji yatırım ve işletim süreçlerinde daha rahat hareket etmesini destekleyecek” dedi. Demircan şu ifadeleri kullandı:

“Fransa’nın bu işin başını çektiği ortada. Bunun da nedeni yüzde 70’lere varan elektrik ihtiyacını karşılaması. Sadece nükleer santrallerden de ibaret değil durum. Bağlantılar var. Endüstriyi bir bütün olarak düşünmek lazım. Nükleer endüstri lobisi var. Uranyum madeninin yerin altından çıkarılmasından atık sürecine kadar nükleer endüstri bir bütün ve bunlar tamamen iklim değişikliği sürecinde yapılması gereken iyileştirmeleri baltalayacak iş paylaşımları. Ayrıca 2050’ye kadar nükleer santrallere 500 milyar avro yatırılması gerekecek. AB’nin kararına göre nükleer santraller için de yılda 20 milyar avro ayrılması gerekiyor. Üstelik 2030’a kadar sadece mevcutlar için bunlar geçerli. 2030 sonrası yeni nesillerin yatırımına da bu paralar ayrılıyor olacak.”

‘Güneş ve rüzgar enerjisinin maliyeti düşerken neden maliyeti artan nükleere yatırım yapılıyor?’

“Bugün güneş enerjisinin maliyeti yüzde 89 civarında, rüzgarın maliyeti yüzde 79 oranında düşerken; nükleer enerji üretim maliyeti yüzde 26 artmışken neden maliyetli bir sürece yatırım yapılır?” diye soran Demircan, bunun yanıtının sektörün varlığını sürdürme ve beslenme ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Pınar Demircan, “Kimse iklim odaklı değerlendirmiyor. İklim değişikliğini önceleyen bir pozisyonda değil bu devletler. Sivil toplumun daha gerçekçi yaklaşımını bu şirketlerin etkisizleştirilmesi için kullanılması lazım” dedi.

‘Lobilerin etkisi’

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Özlem Teke ise kararla birlikte AB Komisyonu’nun 2018’de başlattığı çalışmada farklı bir noktaya gelmiş göründüğüne dikkat çekerek “Burada lobilerin etkisi olduğunu görebiliyoruz. Fransa’nın da elektriğinin yüzde 70’ini nükleerden sağladığı için ülke olarak gerçekten baskı unsuru olması önemli. Bunu karşısında da doğalgazla ilgili Almanya’nın bir önceki hükümetten devraldığı siyasi bir yön var. Almanya, doğalgazı geçiş enerjisi olarak kullanmak istediğini belirtmişti” ifadelerini kullandı.

‘Nükleer karbon salıyor’

Nükleerin küresel ölçekteki bütün raporlamalarda gittikçe maliyetleri artan bir enerji sistemi olduğunun altını çizen Özlem Teke, “Bunun karşısında yenilenebilir enerjinin sürekli yenilenebilir teknolojilerle ucuzladığını görüyoruz. Bunun karşısında da nükleerin maliyeti artıyor. Bir başka konu da hammadde sorunu. Nükleerin Net Sıfır bir süreç olduğu karbon açısından söylense de aslında madencilik aşamalarından itibaren karbon saldığını da biliyoruz. Bunlar görmezden gelindiğinde bile alsında nükleer çok büyük riskler barındırıyor. Maliyetlerin çok yüksek olması, yapım aşamasından itibaren çok uzun sürmesi, reaktörlerdeki erime riski gibi birçok problem var. Bunların hepsini bir potada değerlendirdiğimizde aslında nükleerin bir geleceği olmadığın görüyoruz” şeklinde konuştu.

‘Türkiye’nin enerji politikalarında ilk ve en acil atması gereken adım: Kömürden çıkış’

Finansmanın da enerji sorununda çok önemli bir yere sahip olduğuna değinen Teke, Türkiye’nin enerji politikalarını şöyle değerlendirdi:

“Türkiye’nin nükleer enerjiyle ilgili yatırımlarını aslında zaten projeksiyon üzerinden değil ama dış siyasetiyle ilgili olan bazı basiretsizliklerinden dolayı bu süreci devam ettirdiğini düşünüyorum. Türkiye’nin enerji politikalarında ilk ve en acil atması gereken adımın kömürden çıkış olduğu çok net bir şekilde biliniyor. Ama bugün içinde bulunduğumuz enerji krizini de yaşarken fark ettiğimiz şu ki; aslında ortada gerçekten çok büyük bir yanlış politikalar var. Doğalgaza çok bağımlı hale gelmişiz. Yerli milli enerji söylemi üzerinden giderken aslında kömürde bile yerli değil, ithal kömüre bağımlı hale gelmişiz. Doğalgazla ilgili süreçlerimizi hem yönetememişiz, hem gerçekten burada da bağımlılık düzeyimiz çok yüksek. Oysaki yenilenebilir enerji, devletten sübvansiyon alan sektöre teşvik ve destekler kesildiği anda, kendi enerji dinamiklerine bakıldığında bile gerçekten hızlı bir büyüme gerçekleştirilebiliyor.”

‘Nükleer bir demokrasi problemi’

Türkiye’nin hem 2030, hem Net Sıfır hedeflerine ulaşabilmesi için en acil yapması gereken şeyin kömürden çıkış olduğunu ifade eden Özlem Teke, “Bununla ilgili gerçekçi adımlar atılmadığını ve hiç planlar yapılmadığını görebiliyoruz. Bu çok önemli. Türkiye’de nükleerdeki süreçlerden hiç haberdar olamıyoruz. İnşaat aşamasında bile çökmeler gibi tehlikeli süreçler meydana geliyor. Ki nükleer çok riskli bir sistem. Türkiye gibi bir ülkede bu süreçlerin yürütülmesi önümüzde büyük riskler barındırıyor. Nükleerin aslında daha çok bir demokrasi problemi olduğunu görüyoruz. Türkiye bu konuda ciddi adımlar atması gereken bir ülke. Ama bugünkü noktada hükümetin tavırlarından da görüyoruz ki; bu ciddiyet yok. Enerji politikaları ile ilgili gerekli adımlar atılmıyor. Nükleer ile ilgili bir geçmişimiz yok” dedi.

‘Nükleer yeşil siyasetin kırmızı çizgisi’

Ümit Şahin, nükleerin yeşil siyasetin kırmızı çizgisi olduğunu belirterek iklim değişikliğine neden çare olamayacağını şu ifadelerle anlattı:

“Nükleer enerji, rüzgar ve güneş enerjisinden dört kat daha pahalı. Nükleer enerji iklim değişikliğine çare olmadığı gibi iklim değişikliği için gerekli dönüşümün önünü tıkar. Parayı nereye yatıracaksınız; nükleer enerjiye mi, yenilenebilir enerjiye mi? Nükleer lobi kendini kurtarmaya çalışıyor diye enerji dönüşümünün ve iklim krizinin önüne çok büyük engel dikiyorlar.”

‘Nükleer enerji iklim krizi için bir çözüm değil’

Nükleer enerjinin iklim krizi için bir çözüm olamayacağını ifade eden Pınar Demircan, “Nükleer dünyanın en ucuz yatırımı olsaydı bile bizim ondan kaçınmamız gerekirdi. Operasyon sürecinde karbon salmıyor ama radyasyon salıyor. Radyoaktif sorunlar iklim değişikliği uyum süreciyle birlikte daha da öne çıkacak” dedi.

“Türkiye bu yolda ilerlerse iklim kriziyle ilgili mücadelemizde çok büyük sorunlar oluşacak”

Hem dünyada hem de Türkiye’de Yeşiller’in vurguladığı en önemli noktanın enerji demokrasisi olduğunu belirten Özlem Teke ise iklim krizinin yeşil siyasetteki yerine şu ifadelerle değindi:

“İklim krizi çok önemli bir politika alanımız. Şu anda dünyada yenilenebilir enerjinin demokratikleştirilmesi, kooperatifler ve yerel ekonominin güçlendirilmesi yoluyla, adil geçiş politikalarıyla uygulandığı zaman hem iklim krizine çok önemli katkılar sunabilen, hem toplumların ekonomik olarak gelişmesini sağlayan enerji sistemleri. Ama nükleer gerçekten çok büyük riskler barındırıyor. Türkiye gibi siyasi iklimi hiçbir şekilde demokratik olmayan, şeffalığın olmadığı bir ülkenin de nükleer gibi tehlikeli ve birtakım militarist sorunlara da neden olabilecek bir enerji sistemine kayması, iklim kriziyle ilgili hedefleri baltalayacak. Türkiye eğer bu yolda bu şekilde ilerlemeye devam ederse gerçekten de iklim kriziyle ilgili mücadelemizde çok büyük sorunlar oluşacak. Bunun altından kalkabilecek finansmanı nükleer gibi tehlikeli ve merkezi bir enerji sistemine yönlendirmemiz gerçekten toplum açısından çok maddi ve farklı noktalarda büyük bedellere neden olacak.”

Çukurova ve Sri Lanka: Aynı kaderi paylaşan iki kurban

Geçen hafta da bahsetmiştik. Plastiğin tüm yaşam döngüsünü kontrol altına almaya ve sınırlandırmaya yönelik çağrıların sesi daha fazla yükseliyor. Bu öyle bir anda ortaya çıkan bir şey değil elbette. Geçmişi var. Hem de zehirli, suçlu ve karanlık bir geçmiş. Üstelik o kadar da geçmiş değil. Yakın, hemen dün gibi. Gelin aynı kaderi paylaşan iki ayrı bölge üzerinden plastiğin tüm yaşam döngüsüne dair yapılan çağrıların haklılığı ve gerekliliği üzerine konuşalım biraz.

İlk bölge oldukça gürültü kopartan, Türkiye’nin plastik çöp ithalatına en fazla konu olan oldukça talihsiz ve sahipsiz bir bölge: Çukurova! Bu konuda Greenpeace tarafından geçen hafta bir rapor yayınlandı. Raporda Adana’da ithal plastik çöplerin yasadışı olarak döküldüğü yerlerden toprak, su ve sediment örnekleri toplandığı ve plastik ve yakılmasıyla ilgili kimyasallar açısından analizler yapıldığı anlatılıyor. Yapılan analizlerin sonuçları ve ortaya çıkan sonuçlar ise korkunç. Halk sağlığı ve çevre sağlığı açısından gerçekten korkunç. Her ne kadar bu işin müsebbibi olanlar, aklamaya çalışanlar ve sümen altı edenler ölü taklidi yapsa da ortada ciddi bir problem olduğu gerçeği değişmiyor. Raporu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. İlgilenenler raporu şuradan okuyabilirler. Benim dikkati çekeceğim nokta ise tespit edilen kimyasalların yarattığı riskler. Peki hangi tür kimyasallar bunlar? Detaylarına yine raporda ulaşmak mümkün ama bir liste yapacak olursak

1- Poliklorlu Bifeniller (PCB)
2- Dioksin ve Furanlar
3- Ağır Metaller
4- Poliaromatik Hidrokarbonlar (PAH)

Bu zehirlerin daha bir de alt grupları var. Onların detayına da girmeye gerek yok ancak hepsinin ortak noktası, insan için de diğer canlılar için de son derece zararlı olmaları. Zararları da şöyle duyunca elimizi ağzımıza götürüp çaresizce düşüncelere daldığımız türden hastalıklar: Lösemi, otizm, yarık damaklılık, düşük doğum, erken doğum, zeka geriliği, hormon bozukluğu, obezite, kısırlık ve daha niceleri. Üstelik bunların kalıtsal etkileri de mevcut. Yani yedi sülalenize yetecek kadar hastalık ve sıkıntı.

Fotoğraf: Greenpeace

Peki, bu kadar riskli olan kimyasalların çevreye yayılımı, havaya karışması ve çevredeki yerleşim yerlerine dağılmasının hesabını veren var mı? Yok. Bu zehirlerin yoğun olarak bulunduğu alanların bazıları şikâyete konu olmuş olsa da göstermelik para cezalarından başka bir şey yok. Bu zehirlerin kaynağı olan çöpler gelmeye bunun müsebbibi olanlar da çalışmaya devam ediyor. Daha vahim durumlar da var. Bu alanlardan bazılarındaki çöpler şikâyete konu olunca kamyonlar ve iş makinaları yardımıyla Adana’nın resmi çöp depolama sahasına taşınmış. Herhangi bir önlem alınmış mı? Belli değil. Benim gördüklerimde bir önlem söz konusu değildi. Kaldırma emrini verenlerin konudan bihaber oldukları açık ve net. Yoksa asgari çevre bilgisine sahip bir öğrenci bile çöp yanmasıyla ortaya zehirli kimyasallar çıkacağını bilir ve onlara müdahale etmeye de hiçbir ekipmanı olmayan temizlik işçisi filan gönderilmez. Ancak bu işin ne yazık ki rutini bu.

Çukurova plastik tüccarlarının insafına bırakıldı

Öyle ki geçtiğimiz aylarda bir saha ziyareti esnasında Adana/Sarıçam ilçe sınırları içerisinde yer alan bir noktada yangın çıktığını görmüş ve söndürülmesi için itfaiyeye haber vermiştik. Büyükşehir itfaiyesi uzak olduğu için ilçe belediyesinin su tankeri ve iki çalışan gelmiş ve herhangi bir önlem almadan doğrudan ateşin içine girerek yangını söndürmüşlerdi. Çöpü döken de, hiçbir önlem almadan müdahale eden de aynı kurumdu. Yangın esnasında koyu sarı renkli dumanlar çıkıyordu. Arada da klasik katran karası siyah dumanlar. Zehir aynı zehirdi. Yani geri dönüştüreceğiz diye getirip sağa sola çöp döküp yakanların çıkarttığı gaz ile aynı zehirlilikte. İşte bu durum bize Çukurova’nın yani memleketin en bereketli topraklarının nasıl da kaderine terk edildiğinin, plastiğin ve onun tüccarlarının insafına bırakıldığının göstergesi. Tıpkı Çukurovalı çiftçi İzzettin’in de dediği gibi! Çukurova bize vitamin üretirken, bu iflah olmazlar ise üç kuruş uğruna sürekli zehir ekiyorlar.

Diğer bir örnek ise Sri Lanka’dan. Oradaki örnek biraz daha vahim. Çünkü burada çöp ve çöpün yarattığıyla uğraşıyor insanlar. Ancak orada daha çöp haline bile gelmemiş olan ham plastikler zehir saçıyor. Takip edenler muhtemelen biliyordur. X-Press Pearl isimli bir kimyasal yük gemisi, Sri Lanka kıyılarında yanmış ve batmıştı. Gemi ilk limanından ayrılırken içeriğinde 25 ton nitrik asit (gübre ve patlayıcı üretiminde kullanılabilecek), diğer kimyasallar, kozmetikler ve düşük yoğunluklu polietilen (LDPE) peletleri içeren 1.486 konteyner yüklüydü. Felaket sonrası tüm bu kimyasallar Sri Lanka kıyılarına vurdu. Bu felaket Sri Lanka’yı vuran en kötü deniz felaketi olarak kabul ediliyor Ortaya çıkan durumdan dolayı Sri Lanka’nın hassas kıyı çevresi, yerel toplulukları ve ekonomisi önemli oranda etkilendi.

Sri Lanka felaketi, tüm okyanus ve denizleri tehdit ediyor

Felaket etkisini, olayın üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen sürdürüyor. Sahiller gemiden dökülen zehirli kimyasallar ve plastik pelet kirleticilerle adeta yıkanmış vaziyette. Bu durumla beraber ortaya çıkan çevresel hasar tam olarak belli değil. Çünkü geminin limandan çıkarken yük diye beyan ettiklerinin yanında yanlış beyan etiği tehlikeli kimyasallar da mevcut olduğu tahmin ediliyor. Haliyle bu durum da olayı daha da karmaşıklaştırıyor.

Ayrıca mesele sadece Sri Lanka ile de sınırlı kalmayacak. Özellikle plastik peletler tüm deniz ve okyanuslar için bir tehdit artık. Bunun düzeyini anlayabilmek için bir grup kurum ve kuruluş da harekete geçmiş vaziyette. Bunlardan biri de IPEN. IPEN ve Sri Lanka otoriteleri ortak olarak bir çalışma gerçekleştirerek ortaya çıkan pelet kirliliğinin ne düzeyde bir sorun olduğunu ortaya koydukları bir rapor yayımladı. Sahillerden toplanan numuneler üzerinde yapılan ilk incelemelere göre sonuçlar, gemideki yükün karmaşıklığına uyan bir kirletici profili sergiliyor. Bu durum da ortaya çıkan felaketin sadece fiziksel kirleticilerden değil, kimyasallardan da oluştuğunu doğrular nitelikte. Araştırma kapsamında görüşülen balıkçılar kaza sonrası ağlarının kullanılamaz hale geldiği, balık miktarının azaldığını ve kendilerinde de birtakım alerjik belirtiler olduğunu belirtiyorlar. Araştırmada ayrıca plastik eklenti kimyasalları ve diğer öldürücü zehirlerin (ki birçoğu Greenpeace’in Çukurova için belirttiği kimyasallarla benzer) varlığından da bahsediliyor. Durum tahmin edilenden de daha vahim bir halde.

Sonuç olarak plastik ve diğer kimyasalların hayatımızı sözde kolaylaştırmak üzere çıktıkları yolculukta vardıkları en nihai nokta burası. Yani kontrol edilemeyen bir ticari faaliyet ve akabinde ortaya çıkan zehirler. İşte bunlar da Sri Lanka ve Çukurova’yı aynı kaderin mahkûmu yapıyor.

*

NOT: Geçtiğimiz yıl benim dâhil olduğum ve çok sayıda STK ile birlikte gemi taşımacılığı yapan nakliye firmalarına açık çağrı yaptığımız bir mektup yayınlamıştık. Amacımız bu firmaların çöp ticaretinden çekilmelerini sağlamaktı. Çağrı ilk meyvesini verdi. Dünyanın 3.  en büyük deniz kargo taşımacılığı yapan firması olan CMA CGM Grup, artık plastik çöpler de dâhil çöp ticareti için kargo kabul etmeyeceğini açıkladı. Darısı diğerlerine.

 

[Bir şarkının hikayesi] Hasta Siempre Comandante/ Carlos Manuel Puebla

Ünlü Marksist- Leninist devrimci Ernesto Che Guevara, Arjantin’de sol eğilimli üst sınıf bir ailenin beş çocuğunun en büyüğü olarak 1928 yılında doğdu. 1953 yılında Buenos Aires Üniversites’inde tıp öğrenimini bitirip diplomasını alan Guevara’nın, klinik eğitimini tamamlayıp tamamlamadığı bilinmemektedir.

Öğrencilik yıllarında Latin Amerika’da uzun yolculuklara çıkan Guevara, kitlelerin yoksulluğunu gözlemleyerek radikalleşmiş, Marksizm’i benimsemiş ve ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin sadece devrim ile çözülebileceği sonucuna varmıştı. Meksika’da Raul ve Fidel Castro ile tanışan Che Guevara , onlarla Küba’ya giderek Amerika’nın desteklediği Batista rejimini devirmeyi hedefleyen 26 Temmuz hareketine katıldı. Kısa sürede isyancılar arasında ön plana çıkarak ikinci komutanlığa terfi eden genç devrimci, 1959 yılında rejimin devrilmesi ile sonuçlanan, 2 yıllık gerilla hareketlerinde çok önemli bir rol oynamıştı.

Küba devriminden sonra hükümette de görev alan Guevara, sanayi bakanı olarak toprak reformu yapmıştı. Gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler de yazan Guevara, 1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması ve 1962’deki Füze krizi gibi konularda Fidel Castro’nun yanında, olayların merkezinde görevler almıştı.

Küba’li gitarist Carlos Manuel Puebla, orta halli bir ailenin çocuğu olarak gençlik yıllarında marangozluk yapmış ve şeker kamışı işçisi olarak çalıştı.  Gitar çalmayı kendi kendine öğrenen Puebla, 1930’lu yıllarda besteler yapmaya başlamış, 1959 devriminde de politik olarak Fidel Castro’nun yanında yer almıştı.  60’lı yıllarda konserler veren Puebla, müziği ve politik duruşu ile Küba’nın bir nevi elçisi gibiydi.

Sonsuza dek, Kumandan…

1965 yılında Fidel Castro halka, Che Guevara’nın kendisine bir mektup yazdığını ve mektubunda hükümetten ve vatandaşlıktan ayrılacağını, Güney Amerika’ya dönüp devrimcilerle beraber emperyalizme karşı mücadelesini sürdüreceğini, Küba devrimlerine olan tam desteğinin sürdüğünü ifade ettiğini açıkladı.

Öteden beri Che’nin hayranı olan Puebla, televizyonda duyduğu bu açıklamanın ardından aynı gece stüdyosuna kapanarak, Che Guevara’ya olan sevgisini ve tutkulu hayranlığını ifade ettiği ünlü şarkısını yazdı: “Hasta Siempre, Comandante”  (Sonsuza kadar Kumandan ).

 

Puebla, şarkıda Küba halkının Che’yi ölüme set çeken cesaretinin ışığı için sevdiğini, içi dışı bir samimi  kişiliği, devrime olan aşkı ile onların sevgilisi olduğunu ve onun açtığı yolda ilerleyeceklerini anlatıyordu. Che’yi devrimci ruhu ile yeni özgürlük mücadelelerine uğurluyor ve Fidel’in ve Küba halkının ona vedası ile şarkı bitiyordu: “Sonsuza kadar Kumandan”.

Gerçekten Che Guevara, Küba’ya sonsuza kadar veda etmişti.  Küba’dan ayrılmasının ardındaki gerçeğin, Afrika- Asya Ekonomik seminerinde, Marksizmi terk ettiği iddiası ile Sovyetler Birliği politikalarına karşı yaptığı konuşması ve bu konuda Fidel Castro ile fikir ayrılığına düşmesi olduğu düşünülüyordu.

Küba’yı terk ettikten sonra önce Kongo-Kinshasa’da başarısız bir devrim hareketine destek veren Guevara, Küba’ya dönemediği için, altı ay boyunca Dar es Salaam’daki Küba elçiliğinde saklandı. Daha sonra Prag’da bir Küba güvenli evinde yaşarken sürgündeki eski Arjantin lideri Juan Péron ile görüştü. Bolivya’dan başlayarak tüm Güney Amerika’da devrim sürecini başlatma fikrini ona açtı ama Péron bu planın bir  intihar olduğu konusunda kendisini uyardı. Onun bir ütopya peşinde olduğunu düşünüyordu.

Ancak Guevara, ideallerinden vazgeçmeye hiç niyetli değildi ve Bolivya’ya giderek Ulusal Bolivya Kurtuluş Ordusu adını verdiği 50 kişilik bir gerilla gücü oluşturdu. Küba’dan ve Bolivya Komünist Partisi’nden yardım alamayan Che Guevara, halktan da beklediği desteği alamayınca  bir seneye kalmadan yakalandı.  Mahkemeye çıkarılması halinde olası kamuoyu desteğinden çekinen Bolivya Başkanının emri ile, 9 Ekim 1967’de yakalandıktan iki gün sonra yargılanmadan infaz edildi.

1966 yılında  Küba’da düzenlenen Anti Emperyalizm konulu Tricontinental Konferansı’na yolladığı mektubun sonunda, Guevara belki de bu sözleri ile bir nevi veda ediyordu:

Ölüm bize sürpriz yaptığında, hoş gelsin, yeter ki onu algılayabilecek  bir kulak savaş çığlığımızı duyabilsin ve bir başka el  silahlarımıza, kullanmak için ulaşabilsin.” 

Che Guevara’nın trajik ölümünden sonra, Manuel Puebla’nın şarkısı “Hasta Siempre Comandante” ikonik oldu ve içlerinde Joan Baez, Jan Garbarek, Buena Vista Social Club gibi ünlü yorumcuların da bulunduğu 200’den fazla kişi veya grup tarafından yorumlandı.

Bunların arasında en başarılı olanlarından Fransız şarkıcı Nathalie Cardone‘un 1997 yılındaki yorumu, Fransa ve Belçika’da listelerde üst sıralara kadar tırmanmayı başarmıştı.

 

Türk bağlama sanatçısı Ahmet Koç da  “Bir Latin ezgisi sazla ancak bu kadar güzel yorumlanabilir ” dedirtircesine, enstrümantal yorumu ile ölümsüz Commandante’ ye bir selam yollamıştı.

 

Time dergisi Che Guevara’yı 20’nci yüzyıla en çok etki yapan 100 kişi arasında göstermiştir. Che’nin 1960 yılında Alberto Korda tarafından çekilen fotoğrafı “Dünyanın en meşhur fotoğrafı “olarak gösterilir.”

Kaynakça

  • Garcia R., Revelaciones del creador de “Hasta Sempre Comandante”, Cubadebate, 07.10.2017
  • “Hasta Siempre Comandante”, Carlos Puebla (1965), 12.04.2018, deependssong,wordpress.com
  • Carlos Manuel Puebla, Che Guevara, Hasta Siempre Comandante
  • Wikipedia, Tricontinental Conference, 1966