Ana Sayfa Blog Sayfa 1034

Beden politikaları ışığında trans deneyimleri

Trans bireylerin bedenlerinin mahremiyeti sıkça ihlal edilmekte. Tartışmalarda  sağlığımızdan ve haklarımızdan önce vücutlarımızın özellikleri önceleniyor, haklarımız sanki insan onuruna sahip değilmişiz gibi ele alınıyor.

Örneğin annelik hakkımı konuşurken benim vücudumun özellikleri neden önemli? Kimin “anne” olup olmadığını yalnızca doğum üzerinden mi konuşuyoruz? Örneğin çocuklara bakım desteği için yalnızca annenin o çocuğu doğurmuş olması mı önemli? Evlat edinmiş bir annenin hakları onun beden özelliklerine bağlı değil oysa, ebeveyn olan bir birey olarak insanlık onuru gereksinimleri var. Ancak, benim ebeveynlik hakkım bedenimle sınırlanıyor, trans olmasam gayet ebeveyn olabilecekken bu kimliğimden dolayı hem hakkım muallakta kalıyor hem de bir anda bedenimin mahremiyeti kamunun tartışmasına açılıyor.

Çiğnenen bir çok hakkımıza mahremiyet de dahil. İç çamaşırlarımızın içinde ne olduğu hukuki olarak neden toplumu ve devleti ilgilendiriyor? Aynı genitallere sahip insanların ebeveynlik hakları böylesine çirkin bir şekilde tartışılıyor mu?

Burada bahsetmemiz gereken önemli hususlardan ilki, iktidarların öjenik uygulamalarla “istenmeyen” azınlıkların “çoğalmasını” engellemek üzerine çalışması. İkincisi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, devletlerin kişilerin beden mahremiyetine karışamayacağı kararı ki, bu kararı da translar üzerinden vermişti.

Çiğnenen yalnızca mahremiyetimiz değil

Her türlü iktidar odaklarınca yalnız mahremiyetimiz değil, bedenimize ait otonomimiz çiğneniyor,  irademiz inkar ediliyor, sağlığımız için gerekli olup olmadığından bağımsız olarak uyum süreci ameliyatları, medeni haklarımız için zorunlu tutuluyor. Ameliyatlara ihtiyacımız olup olmadığı, nihayetinde bizim kararımız olması gerekir ancak devletin yasalarla bunu zorunlu tutması, medeni hakların rehin alınması anlamına gelir.

Buradaki ameliyatların, biyolojik olarak üreme yetimizi elimizden aldığının altını çiziyorum. Bu, biyolojik trans anneler-babalar olmasını engelleme sonucunu doğuruyor. Bir kişi biyolojik ebeveyn olmak adına gereken bir ameliyatı sonra olmayı tercih edebilir ama bu kendisinin uyum sürecini geriye atacak ve medeni haklarına kavuşma sürecini halihazırda uzatacaktır. Bu seçenekte dahi karşımıza engeller çıkarılıyor.

Bilim tarihinin öjeni utancı

Uyum sürecine yasal olarak başlayabilmek için, ayrıca bekâr olma şartı da aranıyor.  Yani halihazırdaki politikalar aktif olarak bizim aile kurmamıza engel olmayı hedefliyor, medeni haklarımızı ve beden otonomimizi çiğniyor.  Herhangi bir feminist düşüncenin bunları onaylaması da şaibelidir, zira devletin böyle bir yetkiye sahip olmasının ataerkiden başka bir açıklaması yok. Bir kişinin biyolojik ebeveynlik olması hakkında karar veren bir sistem elbette kendisinde kürtajı yasaklayacak yetkiyi de bulacaktır. Bu tür politikalar karşısında bilinçli davranmamız gerekiyor.

Öjenik uygulamalar dediğimde,  yani “iyi” ve “makul” sayılan insanların çoğalması, diğerlerinin popülasyonunun azalması adına güdülen faşizan doğum planlama yöntemlerinden bahsediyorum. Bunlar özellikle 20’nci  yüzyıl boyunca Dünya’nın çeşitli yerlerinde azınlıkları hedef aldı. “Bilim” tarihi öjeni utancıyla kirlendi.

Sağlık hakkına ulaşımın engellenmesi, medeni haklara müdahale ve doğrudan kriminalleştirilmemiz, bunların da biyolojik nedenlere bağlanmasının bilimsel olarak bir karşılığı yok çünkü bilim, hangi insanların nasıl haklara sahip olması gerektiği konusunda bir bilgi üretmez. İnsan hakları evrenseldir.

Neden konu translar olduğu zaman evrensel insan hakları göz ardı edilebiliyor? Bizim kimliklerimiz neden bir tartışma alanı oluyor? Feminizm yıllardır kadın bedeninin bir tartışma alanı olmadığını, siyaset alanı olmadığını ve de rahat bırakılması gerektiğini söylüyor. Trans kadınların da bedeni bir siyaset ve tartışma alanı değildir.

Yok sayılma, göz ardı etme, saygısızlık sarmalı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 19 Ocak 2021 tarihinde Romanya’yı, trans bir erkeğin cinsiyet kimliğini ameliyat olmadan kabul etmemesi yüzünden tazminat ödemeye mahkum etti. Kararın gerekçesi çok basit: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” diyen 8’nci  maddesine göre, Romanya devletinin kişinin mahremine karışmıştır.

Transların özel ve aile hayatına dair bu mahremiyet hakkı, yalnız devlet tarafından değil aynı zamanda LGBTİ+ haklarını tartışan bir çok mecra tarafından çiğnenmekte. Acaba neden konu translar olduğu zaman rahatlıkla saygısızlık yapılabileceği düşünülüyor?

Translar korunmaya değer, arkasında durulmaya değer bir azınlık olarak dahi görülmüyor. Solcu kesimlerde bile “önce sınıf mücadelesi” denilerek kadın ve LGBTİ+ hareketlerine karşı direnç görüyoruz. Transların emek ve iş gücünden itilmesi, ayrımcılık sonucu yalnız kalması göz ardı edilebilir bir sorun olarak görülüyor. Bu noktada sefalete ve doğrudan ölüme itilen her transın intiharı politiktir, cinayettir.

KaosGL’nin son yayınladığı medya raporunda da görüldüğü üzere, LGBTİ+ konularında konuşuluyor olsa da o diyaloğun içerisinde biz yokuz. Özellikle translarla ilgili konular olmak üzere, LGBTİ+’ları ilgilendiren çoğu noktada görmezden geliniyoruz.

Eşit değiliz, eşitleneceksiniz.

 

[Yeşil Hasbihal-2] Prof. Çağatay Tavşanoğlu: Ekoloji bilmeden çevreci olunmaz

Bu röportaj, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Utku Pektaş ile ile birlikte gerçekleştirilen serinin parçasıdır. 

*

Biyoçeşitlilik ve iklim krizlerinin kesişerek birbirini beslediği, çevre tahribatının ise iyice arttığı bir dönemden geçerken, Türkiye’de çevre hareketi de kuvvetleniyor. Hareket bir yandan doğa tahribatını önlemede giderek önemli bir rol üstlenirken, bazen de ekoloji temelli hareket etmediği için olumsuz sonuçlar doğurabiliyor. Bunun güncel bir örneğini, yaz sonunda yaşanan mega yangınlar henüz devam ederken yapılan ağaçlandırma çağrıları sırasında gözlemledik. Buradan hareketle, ekoloji bilmeden çevreci olmanın ne derece mümkün olduğunu, bu anlayıştan yoksun olarak politika önerilerinde bulunmanın risklerini, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Utku Pektaş‘la birlikte aynı üniversitenin Ekoloji Ana Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ile konuştuk.

Utku Perktaş: Çevre duyarlılığı söz konusu olduğunda, ekoloji bunun neresinde yer alıyor?

Çağatay Tavşanoğlu: Bir biyoçeşitlilik krizi çağında yaşıyoruz. Buna bir de iklim krizi eklendi. Bu iki kriz, birbirini de besliyor.

Biyoçeşitlilik krizinin altında yatan neden, insanın doğaya karşı tutumu. Nüfus artışının da çok önemli bir etkisi var çünkü insanın doğaya etki kapasitesi nüfusla birlikte arttı, özellikle Sanayi Devrimi sonrasında. Bir yandan gelişiyoruz, öte yandan doğayı tahrip ediyoruz. Kendi haricimizdeki birçok türün olumsuz etkilenmesine veya ortadan kalkmasına neden oluyoruz.

Buradaki en önemli nokta, bizim bu biyoçeşitlilik krizinden hiç etkilenmeyeceğimizi varsaymamız. Aslında öyle değil. Bu kayıp, insanı doğrudan etkiliyor çünkü insan da doğanın bir parçası. Biz her ne kadar büyük kentlerde yaşıyor, farklı teknolojiler kullanıyor olsak da, dil becerileri en yüksek seviyede bir organizma olsak da uzaya ulaşabilmiş olsak da hala doğal ekosistemlere bağımlı, doğal ekosistemler olmasa tamamen sonu gelecek bir hayvan türüyüz. Bunun farkında olmak, kendimizi de mi yok etmeye gittiğimizi sorgulamak çok önemli.

Bu noktada çevrecilik, 1960lı yıllarda ortaya çıkmış bir hareket. Temel motivasyonu da insan olarak çevreye zarar veren faaliyetlerimizin önüne geçmek, bu konuda bilinç oluşturmak, bu zararı destekleyen tüm sistemlere karşı mücadele örgütlemek ekseninde gelişmişti. İlk olarak 1960’lı yıllarda Amerika’da pestisitlerin kullanımına karşı başladı ve bugün dünyanın her yerinde ciddi hareketlere yol açıyor. Dünyanın başka yerinde bulunan çevre mücadelelerini savunur hale geldik. İnanılmaz bir kar ve para hırsı, tüm dünyayı tüketiyor. Dolayısıyla çevrecilik, çok değer verilmesi gereken bir hareket.

Bana kalırsa en önemli yanı, farkındalık yaratması. Çevre koruma konusunda büyük çabalarla küçük başarılar elde edilmesi, olayın sadece bir yönü. Öbür yönü de gelecekteki çevre koruma faaliyetleri konusunda insanların duyarlı olmasını sağlayacak bir altyapı hazırlaması.

Ekolojinin ise çevrecilik hareketinin tam göbeğinde yer alması gerekiyor. Çevrecilik birçok şey içerebilir, felsefe, biyoloji, toksikoloji, zooloji, botanik, gibi. Ama bunların hepsini bağdaştıran ana eksen, ekoloji olmalıdır. Çünkü ekoloji, doğadaki canlıların hem birbirleriyle, hem de içinde bulundukları ortamla ilişkilerini inceleyen bir bilim dalı. Böyle olunca, doğayı koruyacaksanız veya doğaya bir müdahalede bulunacaksanız, ekoloji temelli hareket etmediğiniz takdirde doğaya zarar verirsiniz. İyi niyetli de olsa, kötü niyetli de olsa, ortaya çıkan sonuç bu olur.

Bazen kötü bir şeye çok iyi niyetle cevap verilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ancak bu, durumu daha kötü hale getirebiliyor ve bunun temel sebebi de o hareketin altında ekoloji yatmaması oluyor. Ekolojiyi aslında bütün bu çevre hareketlerinin içerdiği bilim dallarını, felsefeyi bir arada tutan bir bağ gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla ekoloji olmadan çevreciliğin çok bir manasının olmadığını düşünüyorum.

U.P: Türkiye’de yoğun bir çevre tahribatı var. Bu, insan eliyle oluyor. Rant söz konusu, sulak alanlar kurutuluyor, ormansızlaşma sorunu var. Bu çerçevede çevreciliğin öneminden de söz edelim mi?

Bugün, oturduğunuz yere çok uzak bir kırsal alanda maden açılacağını duyuyorsunuz. Genelde bu noktada birçok yasal prosedür tamamlanmış, maden şirketi ağaç kesimine başlamış oluyor. Oradaki yerel halk bunun farkında oluyor ve bunu bir şekilde duyurabiliyorlar. Böylece küçük bir çevreci hareket de başlayabiliyor.

Türkiye son dönemde doğal alanların tahribatı konusunda çok olumsuz bir karneye sahip. Çevre korumayla ilgili uluslararası indekslerde alt sıralara doğru ilerliyoruz. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında olmakla övünen bir ülke ama dünya çevre indekslerinde son sıralardaki ülkelerden biriyiz. Tabii bunu büyüme adına yapıyoruz. Tüm dünyada olduğu gibi, ekonomik sistem büyüme üzerine kurulu. İklim değişikliğinden bahsederken bile tüm ülkeler, bu mücadelenin ekonomik büyümenin sürdürülebilir bir şekilde sağlanmasıyla birlikte yürütülmesi gerektiğini söylüyorlar. Kimse, ekonomik küçülmeden bahsetmiyor. Ama tabii bu başka bir konu.

Türkiye özelinde baktığımızda ciddi bir çevre tahribatı var. Özellikle son 10-12 yılda, çevreye zarar verebilecek çeşitli büyük projeleri engelleyebilecek yasalar, yavaş yavaş değiştirildi. Bu da birçok faaliyetin önünü açtı. En yoğun tahribatı yapan sektör olarak madencilikten bahsedebiliriz. Madenlerin bu kadar fazla girmesi mümkün olamazdı çünkü yasalar ve yönetmelikler belliydi. Devlet kurumları veya halktan biri dava açtığında hemen önü kapatılıyordu. Ama doğa üzerindeki yasal koruma kalkanı, giderek kaldırıldı. Bugün, Türkiye’nin en fazla orman alanının bulunduğu Antalya, Muğla gibi illerin yüzde 70’inin ‘maden ruhsatı verilebilir’ olduğunu görüyorsunuz. Doğrudan koruma alanlarının içinde bile, eğer önemli bir madeniniz varsa, artık bürokratik engelleri hızlıca aşarak maden projesi başlatabiliyorsunuz.

Devletin çevre üzerindeki koruma kalkanını kaldırmasıyla birlikte sivil toplum hareketi çok daha ön plana çıkmaya başladı. Eskiden bunu zaten devlet yapıyordu. Yasal engeller kalktığı için yapılması gereken şey çevreci hareketler örgütleyip bilinç uyandırmak, sosyal medyada tepki uyandırarak maden şirketlerini ve devlet birimlerini, geri adım atmaya teşvik etmek.

Sadece madenler de değil. Dönem dönem çok farklı trendler oluyor. 2000’li yıllarda, HES projelerinin sulak alanları, sucul ekosistemleri, akarsuları ve onların çevresindeki habitatları nasıl yok ettiğini gördük. Sonrasında devlet, küçücük derelere peş peşe HES yapmanın çok da karlı bir şey olmadığını fark etti. Ekonomik olarak bile sürdürülebilir olmayan şeyleri bu yıllarda birkaç kişinin fikriyle ve kalkınma hamlesi olduğu gerekçesiyle uyguladık. O zaman da ekologlar bu konuda uyarıda bulunuyordu. Dünyada da yapılıyor HES, yenilenebilir bir enerji ama bu kadar büyük habitat tahribatıyla yapılmaz. Balıklara göç edebilecekleri yerleri sunmanız lazım, suyun bırakılması lazım. Tabii bunlar çok büyük sıkıntı yarattı. Şimdi de önümüzde madenler var. 2010lu yılların en büyük sıkıntısı, madenler.

Son birkaç yıldır orman kesimleri de artmış durumda. Dövizdeki artışla beraber kereste ithalatı çok pahalı olmaya başladı. Bu nedenle devlet iç piyasaya yöneldi ve kendi ormanlarımızın yaşını küçültmeye başladı, ormanlar üzerinde ciddi bir kesim baskısı oluştu.

Çevrecilik, elimizde kalan yegane sağlam şeylerden biri oldu. Herhangi bir proje söz konusu olduğunda insanlar, ‘Bu nereyi tahrip ediyor? Bir bakalım,’ demeye başladılar. Bu bilinç, devleti de dikkatli davranmaya itiyor. Bütün yasal engeller kalksa da, o kadar sert davranamayabiliyorlar. Ama çok büyük projelerde devlet hiç kimseyi dinlemiyor.

U.P: Şehir içindeki parklar, yaban hayatı için bir vaha gibi oluyorlar.

Şehirde kullanacağımız çevrecilik terminolojisiyle doğal alanlardaki, birbirinden çok farklı olur. Yeşillendirmek şehirler için muhteşem bir şey. Isı adası etkisini azaltır, iklim değişikliğine direncini artırır, biyoçeşitliliği artırır. Ama aynı şeyleri doğada uygulamaya kalktığımızda bu, doğa tahribatına yol açıyor.

Geçtiğimiz günlerde Antalya’da Serik Belediyesi, kıyı kumul vejetasyonunun olduğu bir yerde, bir belediye yeşil alan oluşturup orayı sulamaya başlamış. Çok ciddi tepki gösterildi fakat nasıl geri adım atılacağı belli değil çünkü halı sahalar yapmışlar, insanlar deniz kenarında yeşil parkta otursunlar diye bir sistem kurmuşlar. Oysa orası bir kuyu kumul ekosistemi, kaplumbağaların yumurtlamak için gelebildiği bir alan. Bir belediyenin kimseye sormadan bunu yapması, şehri yönetir gibi doğayı yönetmeye kalkmaktan kaynaklanıyor.

U.P: Şehir ekosistemini değiştiren yerlere en güzel örneklerden biri de New York’taki Central Park. Her yıl onlarca kuş göç sırasında Central Park’ı veya Brooklyn’deki benzer parkları kullanıyor. Artık ‘urban ecology’ (şehir ekolojisi) denilen bir bilim dalı da oluşmaya başladı. Şehirdeki ekolojik sistemler doğadakinden çok farklı. Örneğin kuşlar seslerini yükseltmeye başlamışlar, gürültüden eşlerine kendilerini duyurabilmek için.

Orman yangınlarına gelecek olursak, yangınlar ağaçlandırma faaliyetlerini her defasında artırıyor. Bu faaliyetler, ekoloji bilgisi olmadan çevrecilik yapmanın bir fayda sağlayamayacağına bir örnek olabilir mi?

Kesinlikle. Bu, demin konuştuklarımıza çok belirgin bir örnek. Orman yangınları herkesin kafasında çok yıkıcı, tüm canlıları yok eden, dehşet verici bir felaket. İnsan olarak, bir orman yangının yakınında bulunduğumuzda, ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü idrak ediyoruz ve bize doğru geldiğinde kaçmaktan başka yapacak bir şey olmadığının da farkındayız. Manavgat yangınında olduğu gibi, kentlerimize kadar ulaşan yangınlar bizi dehşete düşürüyor ve yangınlarla ciddiyetle mücadele etmemizi gerektiriyor.

İklim krizinden dolayı bu seneki yangınların büyük kısmının iki hafta içerisinde ve sıcak hava dalgasının en kuvvetli olduğu dönemde yaşandığını biliyoruz. İklim krizinin yangınların büyümesini ve şiddetini tetiklediği de aşikar. Yangınlar, çok büyük bir tahribat yaratıyorlar. Toprağın üzerindeki bütün bitkiler yanıyor. Hayvanların birçoğu kurtuluyor, kaçabiliyor veya toprağın altına saklanabiliyorlar. Ama özellikle bitkilerin büyük bir kısmı yanıyor. Ama Akdeniz ekosistemleri söz konusu olduğunda, yangından sonra ekosistem kendini yenileyebiliyor. Yangından 15 gün sonra bile sürgün veren ağaçları, çalıları görebiliyorsunuz. Eğer izin verirsek, o alanlar gerçekten yeşilleniyor, biz bunu çalışmalarımızda da gösterdik. Yıllardır da bilinen bir şey.

Ama çevreci yaklaşım, ‘bu alanlar yok oldu, hemen yeşillendirmemiz lazım,’ diye düşünüyor. Kentlerde bir yeri yeşillendirmek için ağaç dikiyoruz, tohum atıyoruz. Bu, Orman Bakanlığı’nın yangın alanlarına uyguladığı yöntemlerden yalnızca biri. Çoğu zaman kendi haline bırakma, tohum ekleme, alana dozer sokmama gibi yöntemler de kullanıyorlar. Son zamanlarda Bakanlık’ın yaptığı ağaçlandırmanın miktarı da arttı. Bunun ekonomik sebepleri de var ama çevrecilerin ve halkın bu yöndeki baskısı da rol oynuyor. Bir orman şefi, hiç ağaçlandırmasına gerek olmadığı halde, oradaki insanların tepkisinden çekinerek veya siyasilerin araya girmesi sonucu ağaçlandırma yapabiliyor. Bazen sivil toplum örgütleri de bu konuda çok baskı yapıyorlar.

Yangın alanlarına dozerlerle girip teraslama yaptığımızda, orada ilkbahardaki yağışlardan sonra çiçeklenecek, çimlenecek olan birçok bitkiyi henüz ortadan çıkmadan yok ediyoruz. Üstelik oraya genetik olarak alanın dışından gelmiş olan – alanın içinden gelmiş olması ekolojik olarak çok önemli, doğal seçilim anlamında da oraya uyumlu genler var – fideler dikiliyor. Fidelerin büyüme başarısı da doğal olarak yetişenlere kıyasla çok daha düşük oluyor. Üstelik toprağı daha çok erozyona uğratıyoruz, topraktaki tohumları yok ediyoruz, kök sürgünü verebilecek birçok bitkiyi köklüyoruz. Ve sonuç olarak iklim değişikliğine dirençli, sonraki yangınlardan sonra da kendini yenileyebilecek bir bitki örtüsünden, oldukça kırılgan, biyoçeşitliliği düşük, istilalara açık, sonraki yangınlarda kendini yenileyemeyecek bir alana dönüştürüyoruz bu ormanları. Bir ekoloğun gözünde, bir ağaç tarlasından başka bir şey olmuyor. Böyle bir hareket, yangının getirdiği tahribatın çok çok ötesinde bir tahribat yaratıyor. O ekosistemi, tüm bileşenleriyle kaybediyoruz.

Bazen sivil toplum örgütleri halktan para toplamak için bu yola başvurabiliyor. Bazen devlet bile yardım talebinde bulunabiliyor. ‘Ekolojik badana’ dediğimiz, göz boyama taktiklerinin güzel bir parçası oluyor. 2021’de henüz yangınlar sürerken ağaçlandırma kampanyaları başladı, dehşet içinde kaldım. Biz ‘durun’ diyene kadar birçok yerde insanlar doğaya çıkıp ağaçlandırma yaptılar. Bu noktada ekoloji bilgisi eksikliği, temel faktör gibi görünüyor. Ekonomik gerekçelerin temel faktör olduğunu düşünmüyorum çünkü birçok grubun çok iyi niyetli olduğunu düşünüyorum ancak ekoloji bilgisinin olmaması, ciddi bir sorun yaratıyor.

Selin Uğurtaş: Düzgün planlama yapıldığında Türkiye’nin her bölgesinde orman yaratılabilir mi? Ve bu, arzu edilecek bir şey mi? Bunu da şundan soruyorum, biz bozkır gördüğümüzde, hiçliğe baktığımız hissine kapılıyoruz. Oysa Utku ile önceki sohbetlerimizde, bozkırın biyoçeşitlilik anlamında ne kadar zengin olduğundan söz etmişti. Bu bölgeleri ormana dönüştürmek istemek, doğru bir yaklaşım mı?

Öncelikle, neden bazı yerlerde ağaç diktiğinizde yetişmiyorlar, buna değinelim. Burada yine bilimi öne almak gerekiyor. Çoğu belediye, bir orman mühendisini dinleyip ‘burada hangi ağaç yetişir’ bilgisini almadan, hatta Avustralya’dan veya dünyanın başka yerlerinden getirilmiş ağaçları dikme çabasına girebiliyorlar. Kent ormanları çoğunlukla ağaçsız yerlere yapılıyor. Oysa oraların ağaçsız olmasının özünde belki ekolojik bir sebep var, belki toprak yeterli değil, ama bu düşünülmüyor. Ekoloji bakış açısıyla değil de mühendislik bakış açısıyla yaklaşıp şehirlerdeki gibi davrandığınızda, diktiğiniz fidanların çoğu ölüyor. Bütün o efor boşa gitmiş oluyor. Yanlış tür seçmiş oluyorsunuz, genetik olarak çok uzaktan getirmiş oluyorsunuz, aynı tür de olsa Elazığ’dakinin tohumlarını Van’a getirseniz tutmayabilir. Yükseklik kuşağı dahi fark edebilir. Bu ‘neden’ ve ‘nasıl’ soruları, aslında hep ekolojinin ilgi alanları. Böyle bir işlem, ciddi ekoloji bilgisi gerektiriyor.

Ormansızlaşma hem küresel bir sorun hem de Türkiye’nin bir sorunu. Uydudan baktığınızda, orman örtüsü artıyor gibi gözüküyor. Bakanlık da bunu övünerek açıklıyor. Ama bunun altında yatan sebeplerden biri devletin ağaçlandırma faaliyetleri, diğeriyse köyden kente göç olgusu. İnsanlar 40 yıl boyunca tarlalarını, meralarını, hayvanlarını bırakıp kentlere göçtüler. Dolayısıyla daha önce orman içinden açtıkları tarlalar, otlak alanlar, odunsu bitkiler tarafından yavaş yavaş işgal edildi. Bu doğal süreç, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Çin’de, Türkiye’de, tüm ılıman kuşakta işliyor. Birçok yerde ağaç kapalılığında ciddi bir artış oluyor. Bir yanda çevre tahribatlarıyla kayıp yaşarken, öte yanda böyle bir kazanım var. Doğa aslında yine kendini yenileme potansiyeline sahip, bunu anlamamız gerek.

Bir yeri tahrip ettikten sonra orayı kendi haline bıraktığınızda, üç yıl içinde değilse de 30 senede orası eski haline dönmeye başlayacak. Bu, bizim ömrümüz için çok uzun bir süre, o yüzden anlamakta zorlanıyoruz. Ama doğa için göz açıp kapayıncaya kadar geçecek bir zaman. Zamansal algımızdaki kıtlıktan da kaynaklanıyor bu süreç. Doğanın kendini yenileme potansiyelini çok küçümsüyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Tonga’da büyük bir volkan patlaması oldu biliyorsunuz. Büyük Okyanus’taki adalar, tropik ormanlarla kaplı. Onların birçoğu volkanik ada ve birkaç bin yıl içerisinde tamamen tropik ormanlarla kaplanabilmiş. Yeterince zaman verirseniz, dünya kendini yeniler. Bizim biraz da bu algıyı değiştirmemiz lazım. İnsanlar olarak hemen her şey olsun istiyoruz, bu mümkün değil. Akdeniz’de de aynı şekilde. Yangından sonra ağaç dikince sanki üç yıl içerisinde yeniden orman olacak. Hayır, kendi haline bıraktığınızda nasıl 30 yılda orman olacaksa, diktiğiniz fidan da 30 yılda orman olacak. Bunu algılayamamak bence gerçekten zaman algımızdaki kıtlıkla, ömrümüzün kısalığıyla ilgili. Ama artık 21. yüzyılda bunu aşmak zorundayız.

Söylediğiniz şeyin karşılığı, ‘ekolojik restorasyon’ terimi. Bir yerde rehabilitasyon faaliyeti yapılacaksa, bunun ekolojik temellere dayanarak yapılması gerekir. Eğer oradaki toprak yapısını, dikeceğiniz ağacı ya da otsu bitkiyi, ek destek sunmanız gereken faktörleri bilirseniz, o alanın tahripten önceki eski haline gelmesi için çeşitli desteklerde bulunabilirsiniz. O uygulamaların altında ekoloji yatsaydı, daha başarılı olacaklarını söyleyebilirim.

S.U: Belki bunu anlayıp talep etmeye başlamamızla bir şeyler değişebilir.

 Evet, insanların talebi çok önemli. Sivil toplum kuruluşları çok güçlü Türkiye’de. STKların yangın sonrasında Orman Bakanlığı’na ‘Buraları niye süpürüyorsunuz? Neden ağaçlandırıyorsunuz?’ demesi lazım. Ama bizde tam tersine ağaçlandırma baskısı yapılıyor ve bu, sorunu iyice körüklüyor.

Her yer ağaç olmalı mı, sorunuza gelecek olursak: Tabii ki Türkiye’de her yer ağaç olmamalı. Türkiye’nin ağaçsız birçok habitatı var, bozkırlar gibi. Eğer doğal bozkırlarsa bunlar, bu alanlar kesinlikle ağaçlandırılmamalıdır. Şöyle düşünmek gerekir, orası daha önce ormandan açılmış bir alan ise biyoçeşitliliği düşüktür ve rehabilitasyon çalışmaları yapılabilir. Anadolu bozkırlarında çoğu zaman inanılmaz bir endemizm, bitki çeşitliliği görürsünüz. Burası, insan medeniyetinin beşiği olan bir coğrafya. Dolayısıyla da insanlar binlerce yıldır bu toprakları kullanıyorlar. Genel kanı da, bu toprakların insanlar tarafından açık hale getirildiği, önceden her yerin orman olduğudur. Ama paleoekolojik çalışmalar bunu söylemiyor. 20 bin yıla kadar İç Anadolu’nun büyük bölümünün çöl niteliğinde olduğunu buzul döneminde, yavaş yavaş otların ve sonra meşelerin girdiğini, bugünkü vejetasyona geldiğini biliyoruz. Birçok yerin geçmişte bile ağacının olmadığını biliyoruz. Birçok yerde de insan tahribatı olduğunu biliyoruz. Ama biz her yeri orman kabul edersek, ağaçsız gördüğümüz her yeri ağaçlandırmaya kalkarız, her zaman yaptığımız gibi.  Bu da ekolojik bir felaketle sonuçlanır.

Bu alanlar gerçekten insan tahribatı sonucu oluşmuş olsaydı, endemik çeşitliliği bu kadar yüksek olamazdı. Binlerce bitkinin yüzlercesi, buraya özgü. Evrimin nasıl işlediğini biliyorsanız, böyle bir çeşitliliğin sadece beş bin yılda, insan tahribatı sonucu oluşamayacağını da bilirsiniz.

Ağaçlandırma bazen gerekebilir, fidan dikmek faydalı da olabilir. Ama Türkiye’nin her yerinin eskiden ağaç olduğu ve her yeri ağaçlandırmamız gerektiği, koca bir yalan.

S.U: Çevreci olmak için ekoloji bilmenin gerekliliğine değiniyoruz ancak bunu nasıl yapacağını bilemeyen birçok insan var. Ve tabii herkesin bireysel olarak ekoloji öğrenmeye karar vermesi mümkün değil. Toplumda bu ekoloji bilincini oluşturmak için ne yapmak gerekiyor?

Devletin bir rol oynaması gerekir. Özellikle ortaöğretim müfredatlarında ekoloji, çevre koruma, iklim değişikliği konularında çok daha fazla ders anlatımına ihtiyaç var. Çocuklara ne verirseniz, onlar da karar verici olacakları yaşa geldiklerinde bunları talep ederler. Bizim mutlaka ekoloji odaklı bir eğitim anlayışına geçmemiz gerekiyor.

Bugün biyoçeşitlilik krizi ve iklim krizi altında yaşıyoruz. Gelecek nesiller, bunlarla bizden çok daha fazla yüzleşecek ve sonuçlarına maruz kalacaklar. Bizim onlara bu anlayışı şimdiden yerleştirmemiz gerekiyor.

Bu konuda çok daha hızlı ve esnek olmamız gerekirken maalesef devletin yapısı birçok konuda hantal. Bazen siyasete göre de şekillenebiliyor. Bağımsız olması gereken mekanizmaları tıkayan çok nokta var Türkiye’de – bunlardan kurtulmak gerekiyor.

Bu konuda çok iyi STK’ler var. Ekoloji bilgisini temel alarak çevreci çalışmalar yapan çok sayıda STK var. Ama bir o kadar da, hiç farkında olmadan, iyi niyetle, konvansiyonel çevreci yaklaşımlar sunanlar var. STK’ler bir araya gelebilir. Bilenler bilmeyenlere anlatabilir, uzmanlar çağırabilirler. Örgütlü oldukları için devlet üzerinde de etkiye sahipler. Eğitim sisteminde doğaya daha fazla yer verilmesi için çalışmalar yapılabilir.

Bireysel olarak herkesin her şeyi bilmesine gerek yok. Ama belki herkes de kafasına göre konuşmamalı. Bugün nasıl uzmanlık alanımız değilse Covid’le ilgili konuşmuyorsak, doğaya yapılacak müdahale de böyle. İşin uzmanlarına danışmak çok önemli. Türkiye’deki sorunlardan bir diğeri de, ekoloji uzmanlarındaki sınırlılık. Çok daha fazla ekolog yetiştirmemiz gerekiyor.

U.P: Biyoloji bölümlerinin kapatılması, temel bilimlere ne kadar değer verdiğimizi gösteriyor aslında. Devlet, temel bilimlere değer vermeli ve çok üst düzeyde tutmalı. Bizim dönemimizde bunlara çok kıymet verilmiyordu.

Temel bilimsiz bir dünya mümkün değil. Biyoloji özelinde de evrimsiz bir biyoloji mümkün değil. (Theodosius) Dobhzansky’nin bir sözü var, “Evrim ışığı olmaksızın biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur” der. İki önemli evrimsel ekolog var, Peter ve Rosemary Grant.  Galapagos Adaları’nda  yıllardır ispinozları çalışıyorlar. Onlar da Dobhzansky’nin bu güzel sözünü şöyle değiştiriyorlar, “Ekolojinin ışığı olmaksızın evrimde hiçbir şeyin anlamı yoktur.” Dolayısıyla ekoloji çok önemli bir bilim dalı. En başta söylediğimiz gibi, birçok bilim dalının kesiştiği nokta gibi karşılanabilir. Ortaöğretimden itibaren ekoloji nedir, canlılar nasıl var oluyorlar, nasıl etkileşimler içerisindeyiz, anlatabilsek, çok daha başka şekilde yol alabiliriz. Kuvvetler ayrılığı deniyor ya, eğitim de bir kuvvet gibi politikadan bağımsız, işin uzmanlarıyla şekillendirilmeli. Eğitim, çok önemli bir kitle imha silahı. İnsanlar çevreye zarar da verebilir, bambaşka bir dünya da kurabilir. Karşımızda, yoğrulmaya hazır genç bir kuşak var ve onlara ne yüklersek onu alacağız. Pedagoglardan ve bilim insanlarından nesnel öneriler almanın çok faydalı olacağını düşünüyorum.

 

Fermuar hastanesi, iklim değişikliği ve kent

[email protected]

Ekonomik kriz, belki bütün kentleri, ülkedeki bütün insanları etkiliyor olsa da enflasyon en çok özellikle en zor durumdaki grupları, işsizleri, emeğiyle-ücretleriyle geçinmek zorunda olanları, emeklileri, ev kadınlarını, kısaca zaten yoksul olanları etkiliyor.

Buna karşılık gelir dağılımındaki kutuplaşmadan yararlanan ve ekonomik durumun (ve rüşvetin, nepotizmin ve adam- şirket kayırmanın) gereği olarak, daha da zenginleşen gruplar da var. Onlar da sermayelerini artırdıkça (eğer Türkiye’de yatırım yapmanın güvenilir olduğunu düşünüyorlarsa) yeni yatırımlar yapıyor, iş kuruyor ve Türkiye’nin kalkınma beklentisi  (nerden bakıldığına bağlı olarak) %3 ile %7 arasında değişiyor. Yani Türkiye ekonomisi büyüyor. Eğer ekonomi ile ilgili kaygı, sadece büyüme ve bundan kar etmekte olan sınıfların zenginleşmesiyse ne ekonomik yapı ne kullanılan kaynakların ve enerjinin türü ve elde edilme biçimi ne gelir dağılımı ve ne de büyümenin toplam sonuçlarının hiçbir önemi yoksa bu iyi bir şeymiş, bir umut kaynağıymış gibi sunulabilir.

Oysa büyüme başlı başına bir sorun. Büyüme, ama nasıl bir büyüme? Büyüme durursa hatta küçülmeye başlarsak ne olacak? Sorunu ekolojik açıdan, iklim değişliği ile ilgili ögeler açısından değerlendirmesek, sadece ekonomik açıdan değerlendirsek bile her şey yolunda mı?

İklim değişikliği için şimdilik umut küçük topluluklarda

Mevcut (Türkiye’de geçerli) ekonomi kuramı ve mevcut sermaye sınıfı bilinciyle bile ilk yanıt, bunun sürdürülemez olduğu. Belki (E. Musk gibi Erdoğan hayranlarının) gelişen teknoloji ve uzayda yeni sömürgeler/ madenler aranmasıyla vb. sürdürüleceğini düşünenler olduğu söylenebilir. Ama artık dünyada oldukça güçlü bir büyüklüğe erişmiş ve farklı politik, ekonomik, sosyal grupların hiç biri dünyaya böyle bakmıyor.

Evet, iklim değişikliğinin (İD) etkileri dünyanın bütün ülkeleri, bütün ülkelerini yöneten politikacıları tarafından benimsenmiş bir politika ya da program değil henüz. Ayrıca biliyoruz ki ne Trump (yakında tekrar kazanacağı söyleniyor) ne Bolsanaro ne Putin ne de Xi Jinping ya da daha az önemli/ önemsiz birçok politikacı veya daha az gelişmiş ülke liderleri, henüz İD ile ilgili kavramları benimsemiyorlar. Ancak pazarlık konusu yapsalar ya da eskisi gibi sürdürebileceklerini sansalar da her yıl giderek daha çok kuraklık-sıcaklık, yangın, sel, toprak kayması ve hortumla ve bunların sonucunda toplu göçlerle karşılaşacaklar ve bunun maliyeti de daha az olmayacak.

O zaman bunca ciddi devlet kişisi ya da toplumların oldukça geniş kesimi, neden İD’den daha çok kaygılanmıyor ve ne yapacağını düşünmüyor, bilmiyorum. Devletlerin, belediyelerin vb. neler yapabileceğini ve gösterişin/ aldatmacanın ötesindekileri neden yapmadıklarını bulmaya çalışmak dağ gibi bir iş. Ama yapılabilir elbet. Biz yine de insanlara/ toplumun kendisine, sivil topluma ya da örgütsüz de olsa küçük gruplara baktığımızda umut edilebilecek çok daha fazla olanak olduğunu düşünelim.

Gerçekte sorun, bugünkü ekonomik kriz ve derinleşen yoksulluğun görünümüyle ekonomik büyümeden vaz geçmek/ büyümemek/küçülmek karşısında toplumların deneyimlediği/ deneyimleyeceği yaşam biçiminin birbirine benzemesinden ya da benzeyeceği korkusundan kaynaklanıyor.

‘Küçülme’ zorunluluk değil, tercih olsa?

Daha az enerji harcarsak, bir yerden bir yere özel otomobilimizle ulaşmaktan sakınır hale gelirsek, kışın evimizin sıcaklığını azaltırsak, tüketimle ilgili tutumumuzu değiştirirsek, bıktığımız eşyaları/ giysileri atmazsak, daha az nesneyle yetinmek zorunda kalırsak, alış-verişlerimizi AVM’den, süpermarket zincirinden yapamazsak, tarım ilacı/ kimyasal gübre ve pestisit kullanmaz da kurtlu elma yemek zorunda kalırsak, su kullanımında dikkatli olmak zorunda kalırsak vb. sürekli olarak bir kriz toplumunda yaşamak zorunda kalmış gibi olmayacak mıyız?

Bu sorunun kısa bir yanıtı yok. Ama soruyu ciddiye alıp- uzun uzun tartışmaya gerek var. Belki dünyanın her yerindeki aydınlar, ekolojistler, yeşil partilerin ya da bazı ülkelerde sosyal demokrat veya Marksist partilerin üyeleri bu durumun bir sorun olmadığını, tam tersine, “olması gerekenin” bu olduğunu düşünüyor olabilir. Ama bu yeter mi? Toplumun büyük bir çoğunluğu, orta sınıflar, muhafazakarlar ve ilericiler, modernler veya politikayla/ kültürle pek ilgilenmeyenler vb. bile ekonomik büyüme olmadan, kaynakları bu hızla tüketmeden ve kirletmeden, diğer biyolojik türlerin varlığını önemseyerek, antroposentrik bir bencilliğe kapılmadan, daha barışçıl/ demokratik ve ekolojik olarak daha iyi bir yaşamın hem olası hem de yeğlenmesi gereken bir yaşam olduğunu düşünüyor olmasını sağlamadan İD’ye karşı bir kazanım sağlanabilir mi?

Bir zorunluluktan ya da çaresizlikten dolayı/ İD’nin risklerinden kurtulmak için değil, tercih edilmesi gerekenin bu olduğunu düşünerek giderek böyle bir benimseme, normalleşme söz konusu olabilir mi?

‘Kullan at’ dünyasını normalleştirmeyen kalabalıklar

Diken’den bir haber: “300 lira istenen montu nasıl 10 liraya yaptırdım?”

Haber şöyle sürüyor: “Fermuar hastanesinde bozulan her türlü eşyanız, ustanın mahareti ve aletleriyle yeniden can buluyor. Fermuar Hastanesi deyince aklınızda devasa bir yer canlanmasın. Üsküdar’da eski bir pasajda, taş çatlasın 10 metrekarelik bir tuhafiyeciden bahsediyoruz. Ben fermuarımı yaptırırken kapıda beş kişi kuyrukta bekliyordu.”

Belki biraz daha yürüsek bir sokakta bir koltuk tamircisine, bir perdeciye rastlayacağız, belki gömlek yakası ve kol ağzı onarımı yapan bir terziye, daha da şanslıysak, bir marangoza ya da demirciye, beyaz veya elektrikli eşya tamircisine de rastlayacağız.

Bütün bu dükkanlar, “kullan-at”, “eskirse onartacağına yenisini al” ya da “asıl hayat, yeni olanı daha çok tüketebilmektedir” türü düşüncelere teslim olmayan insanların arasında yaşadığımız için varlar. Metrobüsler, metrolar, otobüsler ve minibüsler, dolmuşlar ve taksi-dolmuşlar sadece parası yetmeyenler için değil, özel otomobilin kente/ hemşerilerine hatta kendisine nasıl bir ihanet olduğunu bilerek seyrek kullanan insanlar da olduğu için var. (Burada düş görüyor olabileceğimi kabul ediyorum.)

Bizler/ dünyanın bütün toplumları, dayatılan kentsel altyapılara, konut türlerine ve banliyölere, AVM’lere, reklamlara ve tüketim pompalamasına, millet bahçesine ve şehir hastanesine karşılık karbon ayak izini küçük tutan, böylesi zaten uygun bulduğu için yapan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Davranışlarıyla/ düşünceleriyle gösterişe, hangi nedenle olursa olsun yönelmemiş büyük kalabalıklarla birlikteyiz.

Neden doğal ve yaygın olarak “normal” kabul edilmiş olanın gelecekte İD risklerine karşı ve borçlu olduğumuz doğa için de daha anlamlı olduğunu herkese anlatamayalım?

Neden otomobil almaktan vaz geçmeyelim?

Neden bir şeyimiz bozulunca onarıp-yeniden kullanabilmek için elimizden geleni yapmayalım?

Neden fermuarımız bozulunca “Fermuar Hastanesine” gitmeyelim?

Gezegen ısındıkça volkanik patlamalarda artışa hazır olun!

Yazan: Annie Sneed

Yeşil Gazete için çeviren: Eren Yılmaz

*

Yeni bir çalışma, nispeten küçük ölçekli iklim değişikliklerinin bile volkanik aktiviteyi etkilediğini gösteriyor.

Bali’de yaşayan on binlerce insan, Agung Dağı’nın magması yükselip kül püskürtürken evlerini terk etmek zorunda kaldı. Balililerin çoğu, dağı kutsal kabul ettiği için ara sıra meydana gelen bu patlamalarını ahlaki uyarılar olarak kabul ederken, yerbilimciler bu faaliyetleri Dünya’nın hareketlerinin rutin bir parçası olarak görüyor. Ancak bilim insanları, bu patlamaların sıklığını etkileyen bir başka gücün de iklim değişikliği olduğunu tespit etmiş durumda. Yakın zamanda yürütülen bir çalışma, nispeten küçük boyuttaki iklim değişikliklerinin bile önemli bir etkiye sahip olabileceğini gösteriyor. Bu tespitler doğruysa, bugün yaşanan küresel ısınma gelecekte daha sık ve daha büyük volkanik patlamaların görülmesi anlamına gelebilir.

Oluşumundan bu yana Dünya, buzul çağı gibi birçok büyük ölçekli iklim değişikliği dönemlerinden geçti. Bilim insanları, buzullar eridikçe volkanik patlamaların da artma eğiliminde olduğuna dikkat çekiyor. Geology dergisinde yakın zamanda yayınlanan bir çalışmada araştırmacılar, sayıları hızla artan bu farklılıkların herhangi bir etkisi olup olmadığını anlamak için buzullardaki daha küçük ölçekli değişiklikleri inceledi.

Bunun için özellikle yaklaşık 5.500-4.500 yıl önce İzlanda’da meydana gelen patlamaları inceleme alanı olarak seçildi. Bu dönemde Dünya’nın iklimi soğumuş ve buzullar genişlemiş, ancak tam anlamıyla bir buzul çağı gerçekleşmemişti. İlgili makalenin yazarı Graeme Swindles, araştırmacıların volkanik aktivite için bir zaman çizelgesini yeniden oluşturmak adına İzlanda’daki patlama kayıtlarını ve aynı zamanda bu patlamalar sırasında Avrupa‘ya yayılarak turba bataklıkları ve göllerde mikroskobik katmanlara yerleşmiş kül miktarı kayıtlarını da incelediklerini belirtiyor. Swindles ve meslektaşları, çalışma sonunda bu katmanları belirli İzlanda volkanları ile eşleştirip ardından patlamalardaki artış ve azalışların da ayrıntılı bir zaman çizelgesini geliştirmiş oldu.

Bilim insanları volkanik kayıtları buzul örtüsüyle karşılaştırdıklarında, iklim soğuyup buz tabakaları genişledikçe patlamaların sayısının ciddi ölçüde azaldığını tespit etti. Leeds Üniversitesi’nde Dünya sistem dinamiği doçenti olarak görev yapan Swindles, “Avrupa’da volkanik kül görmediğimiz ve İzlanda’da çok az gördüğümüz Holosen döneminin ortasındaki kayıtlarda büyük bir değişiklik var” diyor: “Bu durum, İzlanda’daki buzul ilerlemesini destekleyen soğuk iklim koşullarının olduğu bir zamana denk geliyor gibi görünüyor.” Swindles ayrıca ekibinin buzulların ilerleyip volkanik aktivitenin azaldığı zamanlar arasında yaklaşık 600 yıllık bir gecikme gözlemlediğini de ekliyor. Bunu da “buz kütlelerinin genişlemesinin uzun zaman almasına” bağlıyor.

Buzullardaki değişim patlamaları tetikliyor

Dickinson College‘da jeoloji doçenti olarak görev yapan Ben Edwards, bu yeni çalışmanın “volkanik aktivite üzerinde etkisi olup olmadığını tespit etmek için belki de en küçük ölçekteki iklim değişikliklerine baktığına” dikkat çekiyor: “Bu değişimi buzullar arası bir dönemde görmek, iklim değişikliği ile volkanlar arasında daha önce düşünülenden çok daha belirgin bir ilişki olduğunun göstergesi.” Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi‘nde görevli yanardağ bilimci Julie Schindlbeck ise çalışmanın “buz hacmindeki en küçük değişikliklerin bile volkanik faaliyetleri etkileyebileceğini” gösterdiğini ifade ediyor.

Bilim insanları buzulların volkanik patlamaların azalmasına nasıl sebep olduğunu tam olarak anlamasa da, buradaki ilişkini oldukça basit gerçekleşiyor olabileceğine inanıyorlar. Buzullar genişledikçe, tüm bu tabakalar Dünya yüzeyinde büyük bir baskı oluşturur. Swindles’a göre oluşan bu baskı, “Magma akışı ve yeryüzündeki magmanın yüzeye aktığı boşlukları ve ayrıca kabuğun gerçekte ne kadar magma tutabileceğini etkileyebilir.” Buzullar geri çekildiğinde, basınç azalarak volkanik aktivitelerde artış görülür. Swindles, Scientific American’a yazdığı bir e-postada, bu değişimden “buzullar çekildikten sonra yüzey basıncı düşer ve magmalar yüzeye daha kolay yayılır ve böylece püskürür” şeklinde bahsetmiştir.

Swindles ve ekibi, Dünya tekrar ısınıp buzullar erirken olan bitenlere baktıklarında tam olarak da bunu, yani daha fazla volkanik patlama gerçekleştiğini tespit etti. Yine bir zaman aralığı bulunduğu fark edilmiş, ancak bu sefer gecikmenin buzulların erimesi ve patlamaların artışı arasında olduğu tespit edilmişti. Ancak bu kez gecikme daha kısaydı. Swindles, sıcaklığın düşmesiyle artan buzullara kıyasla “sıcaklık yükseldiğinde buzu eritmek nispeten daha az zaman aldığına dikkat çekiyor. “Bir başka deyişle; bir [ısınma ve ardından gelen] volkanik patlama dönemine baktığımızda gecikme çok daha kısa olabilir.” Ayrıca, volkanik patlamaların daha soğuk ve buzulların fazla olduğu dönemlerde meydana geldiğinde büyüklüklerinin azaldığını da ekliyor: “Görünen o ki dünya ısındıkça, patlamalar da aynı oranda büyüyor.

Isınma arttıkça patlamalar da çoğalacak

Edwards, İzlanda’nın eşsiz jeolojisinin diğer kara parçalarıyla karşılaştırıldığında bölgenin volkanik olarak çok aktif ve belki de yine diğer bölgelere kıyasla buzlanmaya karşı daha savunmasız olduğunu belirtiyor:  “Muhtemelen [büyüyüp tekrar eriyen buzullara] karşı oldukça hassas bir bölge.”

Bu türden bir doğa olayının günümüzdeki iklim değişikliğinin etkisiyle gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz bilinmiyor. Ancak Swindles, ekibinin incelediği buzul  tabakalarındaki değişikliklerinin, insan kaynaklı ısınma nedeniyle Dünya’nın muhtemelen yaşayacağı duruma benzer büyüklükte olduğuna dikkat çekiyor. ABD, Pasifik Kuzeybatısı, Güney Amerika’nın güneyi ve hatta Antarktika‘yı içine alan bir bölgeyi kastederek “Sanırım buzullar ile volkanların etkileşime girdiği coğrafyalarda çok daha fazla volkanik aktivite görüleceğini tahmin edebiliriz” diye konuşuyor. Bu durumun, havayolları ve işletmeler için olduğu kadar insan ve çevre sağlığı için de ciddi endişe kaynağı olduğunu ekliyor. “Volkanik kül ve emisyonlar, ağır hasara ve ölümcül sonuçlara sebep olabilir.”

Makalenin İngilizce orijinali

Tutuklu gazeteci Sedef Kabaş’a 11 yıla kadar hapis cezası talep edildi

‘Eleştiri sınırlarını aştığı…’

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Yargıtay kararlarına da yer verilen iddianamede şunlar yazıldı:

“İthafının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik olduğu ve yazılı basına göre çok daha hızlı ve güçlü bir etkiye sahip olan görsel yayın aracılığıyla söylemlerini etkili biçimde umuma yaydığı, beyanlarının eleştiri sınırlarını aştığı, Cumhurbaşkanının şeref ve saygınlığını alenen saldırı mahiyetinde olduğu, açıklamasında kamu yararının olmadığı” kaydedildi.

İddianamede, Kabaş’ın hakarete varmadan eleştirel düşüncesini açıklama imkanı olduğuna dikkat çekildi; “…buna rağmen hakaret içerikli söz ve beyanların Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı damgalama amacı taşıyan, nefrete kışkırtma ihtimali olan ve hoş görülebilir bir seviyenin üstünde eleştiri sınırını aşan nitelikte olduğu, bu haliyle de basın ve ifade özgürlüğünden yararlanılamayacağı…”na vurgu yapıldı.

Erdoğan’a hakaretten yedi, bakanlar için dörder yıl ceza

Sedef Kabaş’ın Cumhurbaşkanı’na yönelik sözlerini birden fazla kez sarf etmesi gerekçesiyle zincirleme olarak “Cumhurbaşkanına hakaret ” suçundan 1 yıl 5 aydan 7 yıla kadar hapis cezası talep edildi.

Ayrıca 14 Ocak’taki programda da Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’na ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yönelik sözlerinin de “kamusal tartışmaya katkı sağlamayan, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, saygınlığını küçük düşürmeye yönelik, hoş görülebilir seviyenin üstünde eleştiri sınırlarını aşan nitelikte olduğu” belirtilerek, “Kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret” suçundan iki kez olmak üzere toplam 2 yıl 4 aydan 4 yıl 8 aya kadar hapis istemiyle iddianame düzenlendi.

İstanbul Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilen ve Kabaş hakkında toplam 11 yıl 8 ay hapis cezası istenen iddianame kabul edilirse Sedef Kabaş önümüzdeki günlerde hakim karşısına çıkacak.

Beş bin metrekareden büyük inşaatlara yenilenebilir enerji şartı

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan yönetmelik değişikliğiyle normal binalara göre enerji verimliliği daha fazla olan ve kullandığı enerjinin belirli bir kısmını yenilenebilir enerji kaynaklarından temin eden “Neredeyse Sıfır Enerjili Binalar” konseptine geçiş, aşamalı olarak zorunlu hale getiriliyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, hafta sonu Antalya’da düzenlenen “Yeşil Kalkınma Yolunda Türkiye” temalı istişare toplantısının sonuç bildirgesinde “İklim dostu yeşil binaların yapımına öncelik verilmesi ve bu kapsamda teşviklerin artırılması”na ilişkin madde doğrultusunda yapılacakları duyurdu. Bu kapsamda yapılacak en önemli düzenlemelerden birini, Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği‘nde gerçekleştirilecek değişiklik oluşturuyor.

AA’dan Yıldız Nevin Gündoğmuş’un aktardığına göre; Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü, önümüzdeki günlerde yayımlanması planlanan yönetmelik değişikliği ile “Neredeyse Sıfır Enerjili Binalar” konseptine geçişin aşamalı olarak yapılacağını bildirdi.

‘İnşaat alanı beş bin metrekareden büyük binaların enerji performans sınıfı en az ‘B’ olacak’

Buna göre 1 Ocak 2023’ten itibaren, bir parseldeki toplam inşaat alanı beş bin metrekareden büyük olan tüm binalar enerji performans sınıfı en az ‘B’ olacak şekilde inşa edilecek. Ayrıca bu binaların, kullandığı enerjinin en az yüzde 5’ini güneş enerjisi paneli, rüzgar enerjisi, ısı pompası gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılaması zorunlu olacak.

Pencerelerin ısı yalıtım değerleri iyileştirilecek

Bu yapıların halen “C” olan asgari enerji performansının “B”ye çıkarılması ile ısı yalıtımında kullanılan yalıtım malzemesi kalınlıklarında da en az 2 santimetre artış olması gerekecek. Bu kapsamda asgari ısı yalıtım malzemesi kalınlıkları İstanbul‘da beş santimetreden yedi ila sekiz santimetreye, Ankara‘da ise altı santimetreden sekiz ila dokuz santimetreye çıkacak. Ayrıca pencerelerin ısı yalıtım değerleri iyileştirilecek. Bu sayede binaların, ısıl konfor şartları bozulmadan ortalama yüzde 25 daha az enerji tüketmeleri sağlanacak.

Yenilenebilir enerji kullanmayan binaya ruhsat yok

Yapılan düzenleme gereği, 1 Ocak 2023’ten itibaren projeleri buna göre hazırlanmayan binalara ruhsat düzenlenemeyecek.

Yapıların 2023’ten sonra bu şartlara uygun inşa edilmesiyle Türkiye’nin enerji ithalatı faturasında yıllık beş milyar TL düşüş sağlanması, 2025’ten itibaren ise yıllık düşüşün 7,5 milyar liraya ulaşması hedefleniyor.

Yayımlanacak yönetmelik değişikliği ile uygulamanın 1 Ocak 2025’ten itibaren iki bin metrekare üzeri tüm binalara yaygınlaştırılması ve kullanılan enerjinin en az yüzde 10’unun yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlaması zorunluluğu da getirilmesi planlanıyor.

Türkiye Barolar Birliği elektrik zamlarının iptal edilmesi için dava açtı

Elektrik zamlarına karşı vatandaşlar isyanı sürerken bugün Türkiye Barolar Birliği (TBB) Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) kararlarının yürütmesinin durdurulması ve iptali amacıyla Danıştay’a dava açtı.

Anayasa’ya, mevzuata, evrensel tüketici haklarına, kamu yararına ve sosyal devlet anlayışına tamamen aykırı, fahiş elektrik zamları getiren EPDK’ye dava açan TBB tarafından yapılan açıklamada “Elektrik, ticari bir mal değil kamusal ve toplumsal bir hizmettir ve bu sebeple de yaşam ve tüketici hakkı olarak kamu yararına uygun şekilde tüketiciye sunulmalıdır” ifadeleri kullanıldı.

Elektrik Piyasası Kanunu’nun birinci maddesi ile ‘Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un birinci maddesine göre; elektriğin tüketicilere ve topluma yeterli, kaliteli, sürekli, çevreye uyumlu şekilde ve düşük maliyetli verilmesi gerektiğini savunan Türkiye Barolar Birliği, bunun ayrıca sosyal hukuk devletinin de bir gereği olduğunun altını çizdi.

Ek olarak bugün 76 baro kademeli elektrik tarifesinin Anayasa’nın 2., 10. ve 167. maddelerine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesine aykırı olduğunu söyledi. Barolar tarafından yapılan açıklamada söz konusu düzenlemenin hakkaniyet ve adalet ilkeleriyle bağdaşmadığının altı çizildi.

Yasaklı ırktaki köpeklere müebbet hapis

Tarım ve Orman Bakanlığı, ‘Hayvanları Koruma Kanunu‘nda yaptığı değişiklik sonrası aldığı kararla Amerikan Pitbull, Japanese Tosa Argentino, Fila Brasilerio, American Staffordshire, Terrier ve American Bully Terrier, Dogo gibi ırkları ‘tehlike arz eden hayvanlar‘ listesine aldı.

Bakanlığın kararının ardından bu hayvanları besleyen sahipleri tarafından kısırlaştırılıp, aşılarının tamamlanmasıyla mikroçip takılması kararı verildi. Yapılan duyurunun ardından 14 Ocak’ta kesinleşen yasayla yasaklı ırk köpeklerin bakılmasına izin verildi.

DHA’nın haberine göre; bu şartları yerine getirmeyen ve yasaklı ırk köpekleri beslemeye devam eden hayvan sahiplerine ise 11 bin lira ceza uygulanacağı açıklandı. Açıklamanın ardından köpeklerine aşı ve mikroçip uygulaması yaptırmayan yasaklı ırk köpek besleyenler, ceza da yememek için çok sayıda Pitbull ve diğer yasaklı ırk köpeğini sokağa terk etti.

Sokağa terk edilen köpeklerin toplanmasıyla Edirne Belediyesi Sokak Hayvanları Rehabilitasyon ve Geçici Barınma Evi‘nde özel bölümlere konulan yasaklı ırk köpek sayısı 32’ye yükseldi.

Merkezden sorumlu Edirne Belediye Başkan Yardımcısı Ertuğrul Tanrıkulu, yasaklı ırk olarak anılan köpeklerin, hayatlarının sonuna kadar barınaklarda kalacak olmasının üzdüğünü dile getirerek, “İnanın, biz her gün çok üzülüyoruz. Aslında hiçbir suçları yok, onlar da bir can. Bu canlarımızı biz ne yazık ki müebbet bir hapse mahkum etmiş durumdayız. Buna kesinlikle bir çözüm üretilmeli. Bana kalırsa yıllardır yapılan çalışmalar neticesinde bu hayvanlarımız sahiplendirilebilir, kısırlaştırılıp ağızlıkla birlikte yaşayabilirler. Koyduğumuz küçücük bir alanda hayatının sonuna kadar yaşamasını sağlamaya çalışıyoruz ki bu o canlara büyük bir eziyet” dedi.

‘Bakanlık çözüm bulmalı’

Tanrıkulu, “O nedenle bence yetkililer, bakanlık görevlilerimiz buna bir çözüm bulmalılar, gerekirse bu belediye barınaklarında olan yasaklı ırkların kişilerce sahiplenilmesi, hatta istekli derneklere verilmesi ve onların bakımının dışarıda da sağlanması gündeme getirilmeli diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı.

‘Genelgeden sonra sokağa terk edilen yasak ırk sayısı arttı’

Sokağa terk edilen yasak ırklı köpeklerin sayılarının hızla arttığı ve yasa değişikliğiyle isteyene sahiplendirilme yapılması gerektiğini vurgulayan Tanrıkulu, “Bu genelgenin son tarihine kadar sayı arttı. 26 tane canımız vardı şu anda 32 tane canımız mevcut. Burada sivil toplum örgütleri, duyarlı insanlar, belediyelerimiz bunların kısırlaştırmalarına ve çiplendirilmelerine yardımcı oldular.

Sadece Edirne’deki barınakta 32 yasaklı ırk köpek var

Edirne, küçük bir yer ve belediyemizin barınağında da 32 tane canımız mevcut yasaklı ırk diye tabir edilen. Bu konuda bir planımız vardı, barınağımızın yan tarafında bir yerimizi aynı barınağımızın büyüklüğünde yapmıştık.

‘Bazı belediyelerde barınak yok, olanlarda da yeterli şartlar yok’

Orası da genişletildi ve bu canlar için bir yaşam alanı yaratmaya çalıştık fakat takdir edersiniz ki birçok belediyede barınak yok, var olan barınaklarda da bu yasaklı ırkları hayatının sonuna kadar koruyacak ve kontrol altına alacak alanlar yok.

Bu anlamda da belediyeler ciddi riskler almakta ve sıkıntılar yaşamakta. Bizim ve bilim insanlarının önerisi, bu yasaklı ırkların belli kurallar çerçevesinde isteyenlere sahiplendirilmesi veya derneklerin koruma alanlarına bırakılması” diye konuştu.

‘Yasada yapılan değişiklik hayvanların ölüm fermanı’

Edirne Bir El Bir Nefes Derneği Başkanı Yağmur Islattı Aydın, yasada yapılan değişikliğin hayvanların ‘ölüm fermanı‘ olduğunu söyleyerek, şunları kaydetti:

“Yasaklı ırk dedikleri ki bizler için hepsi candır, bu yasa ölüm fermanıdır. Biz devletimizden bu fermanı geri çekmelerini rica ediyoruz çünkü bu hayvanların hiçbir suçu yok, onlar bu şekilde doğmayı istemediler, kötü sahiplerin elinde, kötü şartlarda yetiştirilmeyi istemediler, bu hayatı kendileri seçmediler.”

‘Zamanında üreticiler tarafından alındılar, satıldılar ve buna göz yumuldu’

Yağmur Islattı Aydın, “Onların hepsi can. Bir hayvanın, köpeğin yasaklısı, yasaklısı olmayanı, iyisi, kötüsü yoktur. Biz bunu her zaman söylüyoruz, kötü hayvan yoktur, kötü sahip vardır. Bu hayvanlar, zamanında üretici insanlar tarafından alındılar, satıldılar ve buna göz yumuldu. Üretildiler, kulakları kesildi, kuyrukları kesildi, karanlık odalarda çiğ etlerle beslendiler, dövüştürüldüler, doğurtulup sokağa atıldılar yavruları alındıktan sonra. Zaten kötü şartlarda yaşıyorlardı” ifadelerini kullandı.

‘Bu hayvanlara bakanlar ya üretenler ya da dövüştürenler’

Aydın, “Böyle bir yasa çıktı tamam ama bu yasanın ne önü ne arkası araştırılmadan, ‘bu tarihe kadar toplanacak, barınaklara bırakılacak’ dediler ve bu hayvanların ölüm fermanını kendi elleriyle imzaladılar. Zaten bu hayvanlara bakan insanların çoğu üreticilerdi ya da dövüştürenlerdi. Bu hayvanlar için yuvarlak hesap söylüyorum bin TL gibi kısırlaştırma ücretini vermek istemeyen insanlar, ceza ödememek için kendi elleriyle hapishane dediğimiz barınaklara bıraktılar” dedi.

‘Bu hayvanları elimizle ölüme yolluyoruz’

Yağmur Islattı Aydın, “Bugün Türkiye şartlarında ne kadar iyi bakmaya çalışırlarsa çalışsınlar, bir barınak o hayvana aile ortamını sağlayamayacak, düzgün bakım şartını sağlayabilecek bir barınağımız yok bizim ülkemizde” şeklinde konuştu.

Dernek Başkanı Aydın, Türkiye’de yaklaşık bin 300 belediye bulunduğunu ve bunlarına bin kadarında da barınak bulunmadığını kaydedip, “Peki bu hayvanlar nereye gidecek? Bu hayvanları biz şu an kendi elimizle ölüme yolluyoruz” dedi.

Aydın, “Bu yasanın değiştirilmesi, revize edilmesi gerekiyor en azından. Ülkemizde her şehirde derneklerimiz var hayvanlar için çalışan, en azından bu hayvanların yediemin olarak bu derneklere teslim edilmesi gerekiyor. Sahiplerinin suçunu bu hayvanlara yüklemeyelim, yani bir hayvanın ortalama ömrü 15 yıldır, hiçbir hayvanı 1 metrekare alanda 15 yıl yaşamayı hak etmiyor” ifadelerini kullandı.

‘Sıfır enerji binalar’ hedefi için yol haritası İstanbul’da çizilecek

‘Değişim Burada Başlıyor!’ sloganı ile 23-26 Mart 2022 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan Uluslararası Sıfır Enerji Binalar Zirvesi-ZeroBuild Summit’22, dört gün boyunca 16 oturumda 100’e yakın yerli ve yabancı konuşmacıyı ağırlayacak.

Paris Anlaşması’nın Türkiye’nin karbonsuzlaştırma yol haritasına etkilerinin ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefinde yapıların rolünün ele alındığı geniş katılımlı bir platform oluşturacak Zirve’de, ‘Sıfır Enerji Binalar’ın nasıl geliştirileceği, dönüşümün nasıl sağlanacağı konuşulacak.

‘Sıfır Enerji Binalar’a dönüşümün ülke gündeminde yer bulması amacıyla iki yıl boyunca dijitalde düzenlenen ZeroBuild Türkiye, bu yıl ilk kez fiziksel ortamda yapılıyor.

44. Yapı Fuarı TurkeyBuild İstanbul ev sahipliğinde TÜYAP Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek Zirve’de, Türkiye’nin sahip olduğu mimarlık, mühendislik, malzeme-inşaat bilgisi, üretim ve sanayi kabiliyetleri ile Sıfır Enerji Binalar’a nasıl ulaşılacağı de tüm yönleriyle masaya yatırılacak.

Yol haritası çizilecek

Küresel iklim krizi şartlarının ‘dönüşümü’ hızla gerçekleştirmeyi zorunlu kıldığına dikkat çeken ZeroBuild Summit’22 Direktörü Dr. Gamze Karanfil, sürdürülebilir yapılar ile bu dönüşümün gücünü yakalamanın mümkün olduğunu vurguladı:

“Zirvede, yerli-yabancı uzman konuşmacıların katılımıyla tüm paydaşlara bir yol haritası sunmayı ve Sıfır Enerji Binalar’a ulaşmanın aslında hiç de zor olmadığını tüm kamuoyuna göstermeyi amaçlıyoruz. Bu yıl öncelikli hedefimiz, ülkemizin 2053 Net Sıfır Emisyon hedefi doğrultusunda çizilecek yeni yol haritasının ve yapı sektöründeki değişim stratejilerinin belirlenmesine öncülük etmek. Bu doğrultuda kamu, özel sektör ve akademi arasında etkileşimi sağlayarak bilgi alışverişini arttırmayı ve ‘Sıfır Enerji Binalar’ kavramını sahiplenme mantığından çıkıp herkesin bu sorumluluğu paylaşacağı bir platform sağlamayı hedefliyoruz”

16 oturumda 100’e yakın konuşmacı 

Dört gün boyunca 16 oturumda 100’e yakın yerli ve yabancı konuşmacıyı bir araya getirecek olan ZeroBuild Summit’22’nin programı hakkında bilgi veren Karanfil; Paris Anlaşması’ndan Yeşil Mutabakat’ın yapı sektörüne etkilerine, Sıfır Karbon Binalar projesinden Net Sıfır Karbon Binalar taahhüdüne, yenilenebilir enerji teknolojilerinden dijitalleşmeye, finansmandan Yeşil Bina sertifikasyon sistemlerine, enerji etkin tasarım ve sürdürülebilir mimariden yapılarda karbon emisyonlarının azaltımında malzeme yönetimine uzanan, bu alanlardaki örnek çalışmalara dayanan son derece zengin bir program hazırladıklarını ifade etti.

Yeni ürün ve teknolojiler sergilenecek

Karanfil ayrıca, Zirve ile eş zamanlı olarak düzenlenecek ZeroBuild Summit’22 Uluslararası Sergi Alanı’nda sıfır enerji binalara ait yeni ürün ve teknolojileri ile pek çok sektör lideri markanın buluşacağını hatırlattı:

“ZeroBuild Network Zone için ayrılan özel alanda kurulacak stantlarda ziyaretçiler, yapılarını daha verimli işletmek ve çevreye olan etkilerini minimuma indirebilmek için sunulan çözümleri inceleme fırsatı bulacaklar. Ayrıca, proje pazarı niteliğinde hazırlanacak olan ‘ZeroBuild Summit-Uluslararası Poster Alanı’nda da projelerini paylaşmak isteyenler yerlerini alacak, fuar katılımcılarına, ziyaretçilere kendilerini tanıtma fırsatı bulacaklar.”

EŞİK’ten muhalefet liderlerine: Tarihi sorumluluk taşıyorsunuz

Eşitlik için Kadın Platformu (EŞİK) güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş ilkeleri üzerinde mutabakat çalışması yürüten altı muhalefet partisinin liderlerine seslendi.

EŞİK, yarın bir araya gelerek çalışmalarının nihai sonucunu kamuoyuna açıklayacaklarını duyuran Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)
Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’na “Cumhuriyetin ikinci yüz yılını inşa etmek misyonu, zamanın üzerinize bıraktığı en önemli tarihi sorumluluk” şeklinde çağrıda bulundu.

Söz konusu sorumluluğun gereği olarak, yeni yüz yılın inşası öncelikle bugün, hemen şimdi Cumhuriyet değerlerinin en önemlisini, laiklik ilkesini korumakla başlayacağının ifade edildiği açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“İktidarın hazırlamış olduğu ve her an Meclis’e sevk edebileceği yasa teklifi, Aile Hukukuna ilişkin boşanma usulleri gibi çeşitli konuları laik hukuk düzeninin dışına çıkaracak öneriler içeriyor. Muhalefet liderlerinin, hep birlikte veya ayrı ayrı, laik hukuk düzeni için risk yaratan Medeni Yasa değişikliğine hayır demesi gerekiyor.”

‘Hemen bugün yerine getirilmesi gerek’

Ayrıca muhalefetin iktidarı, Anayasayı ve yasaları etkin uygulamaya, “sözde mağdurları korumak” adına Medeni Kanun’un aile hukukunda eşitliği esas alan önemli maddelerini değiştirme niyetinden vazgeçmeye çağırmasını beklediklerini belirten EŞİK,  açıklamada “Bu, seçim sonrasına ertelenemeyecek, hemen bugün yerine getirilmesi gereken tarihi bir sorumluluk. Zira sizlerin de gayet iyi bildiğiniz gibi yıkım ne kadar büyük olursa yeniden inşa o kadar zorlaşır” sözlerine yer verdi.

“Eşitlik talebi ve kadın hakları teferruat değil, mutabakatın temeli olmalıdır” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada kadınların şiddetsiz ve güvenli bir yaşam sürme ve eşit yurttaşlık hakkının, iktidar tarafından görmezden gelindiğine değinildi.

‘Kadınlar ve hakları teferruat değil’

Açıklamada “Laik medeni hukuk parça parça tahrip edilerek, ülkenin geleceği kadın karşıtı politikalara teslim edilirken kuşkusuz muhalefete düşen buna karşı durmak ve eşitlikçi politikalar üretmektir. Güçlendirilmiş parlamenter sistemle demokrasinin yeniden ve eskisinden daha güçlü tesisi için üzerinde mutabakat sağlanacak olan metin, parti temsilcilerinin ifadesiyle devlet mimarisini oluşturmak amacını taşıyor. Bu durumda uzlaşacağınız metin toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini temele yerleştirmiş olmalıdır” ifadeleri kullanıldı.

Eşit yurttaşlık‘, ‘eşit temsil‘ ve ‘5 Acil Talebi‘n mutabakat metninde yer alması gerektiğinin altı çizilirken ancak bu taleplerin mutabakat metninde yer almasıyla devlet mimarisinin, demokratikleşme potansiyeline sahip olabileceği belirtildi. EŞİK muhalefete şöyle seslendi:

“Kadınlar ve hakları teferruat değil, konunun özüdür. Tüm muhalefeti bu gerçeği görmeye ve buna uygun davranmaya çağırıyoruz.”

‘Taleplerimiz net, mücadelemiz haklı’

EŞİK kadın erkek eşitliği için sözde kalmayan, birbirini destekleyen bütüncül sosyal ve ekonomik politikalar uygulamanın zorunlu ve acil olduğunun altını çizdi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Yirmi yılda eşitlik ve laiklik adına kaybettiğimiz çok şey var. Kadınlar bu kayıpların etkileri ile her gün gündelik hayatlarında karşılaşıyorlar hatta yükseltilen eril dil nedeniyle canlarından oluyorlar. Bu nedenle, EŞİK olarak açıkladığımız 5 acil talebimizin ve eşit temsilin yer almadığı hiçbir mutabakat metni kadınlara güven vermeyecektir:

1. Eşit yurttaşlık hakkımızı aşındırmaktan vazgeçin,

2. Kazanılmış haklarımızı tehdit eden her türlü söylem ve fiili uygulamalara son verin,

3. Evde, işte, sokakta, tüm toplumsal yaşamda şiddetsiz bir yaşam sürme hakkımız için acil eylem planı uygulayın,

4. Eğitimi eşitlikçi, ayrımcılıktan uzak, bilimsel, parasız hale getirin,

5. Eşit istihdam, kreş ve işyerinde şiddeti önleme mekanizmaları için etkin politikalar uygulayın.

Eşitlik için bir yüzyıl daha beklemeyeceğiz!