Ana Sayfa Blog Sayfa 933

699 sahanın maden ihalesine açılmasına ORÇEV’den tepki: Topraklar parsel parsel ihale ediliyor

Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) yönetim kurulu, 11’i Ordu‘da olmak üzere Türkiye genelinde 699 sahanın, maden arama amacıyla ihaleye çıkarılacağını duyurdu.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü‘nün (MAPEG)açtığı 227. grup ihale sahası ilanına göre, 63 ilden 699 saha, 14 Haziran 2022’de maden aranması için ihale edilecek.

24 Mayıs 2022 tarihinde Ordu’da ihaleye çıkarılacak dört maden sahası belirlenmişti. Yeni ilandaki Mesudiye, Kabadüz, Kabataş, Altınordu ilçelerinde buunan 11 saha ile, Ordu ilinde ihaleye çıkan ve çıkarılmak istenen alan sayısı 26’yı buldu.

Dernek, açıklamasında şunları söyledi:

“İktidar ülkenin dört bir tarafını maden şirketlerine ihale ediyor.  Bunun devam edeceği ortada. Artık sesimizi yükseltme zamanı. İhale yapılacak yerin kendi yaşadığımız alana gelmesini beklemek yanlış bir tutumdur. Ortak irade ve ortak ses çıkarmak zorundayız”

İlgili haber: Ordu’dan maden ihalelerine karşı çağrı: Şirketler kazansın diye gelecek yok edilemez

Mücadele topyekün olmalı

Yapılan açıklamada birliktelik vurgusu yapılarak, “İhaleler mantar gibi patlamaya başladı. Artık kendi ilçemizdeki, köyümüzdeki ihaleyi iptal ettirmek için uğraşmak zaman kaybetmek olur. Ayrıca başarılı olma olanağı yok. Bu nedenle ihalelerin tümünün iptal edilmesi için mücadele şart” denildi.

İlgili haber: TEMA: Ordu ilinin yüzde 74’ü madenlere ruhsatlı

Topyekun mücadeleyle bu 699 alanın hepsinin ihalesinin durdurulması gerektiği kaydedilen açıklamada, gelecek için de çağrı yapıldı:

Bu da yetmez, yapılanların yapılacak olanların tümünün iptali için seferberlik gerekiyor.

Kapitalizmin doğaya saldırısı iktidarın yol açıcılığıyla hızla devam ediyor. Buna izin veremeyiz.

Türkiye’nin dört bir yanında emekçiler 1 Mayıs’ı kutladı: Taksim’de gençler ve işçilere saldırı

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü‘nde milyonlar alanlardaydı. Pandemi yasaklarıyla geçen iki yılın ardından 1 Mayıs, Türkiye’nin onlarca ilinde coşkuyla kutlandı.

İstanbul’da 1 Mayıs kutlamaları için Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)Türk Mimar Mühendis Odaları Birliği (TMMOB)Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)Türk Diş Hekimleri Birliği (TDB) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB), ortak çağrısıyla Maltepe miting meydanına yürüyüşe geçildi.

Barolardan kadın örgütlerine, siyasi partilerden taraftar gruplarına onlarca sendika, kitle, meslek ve emekçi örgütü, sabah saatlerinde Kartal ve İdealtepe‘den iki koldan Maltepe miting alanına doğru kortej halinde alana gitti.

Avukatlar, sağlık emekçileri, emekliler, gençler, gazeteciler, inşaat işçileri, fabrika işçileri ve memurların ortak talebi, insanca çalışma koşulları ve adalet oldu. Alanda yerlerini alan ekolojik yıkım ve doğa sömürüsüne karşı direnenler de 1 Mayıs’ta “Doğa ve insanın sömürüsüne son” dedi.

“Kendini doğadan yana, eşitlikten yana, özgürlükten yana, emekten yana; insandan, kuştan, çiçekten, böcekten, kaplumbağadan, dağdan, dereden, ağaçtan yana gören, kısaca kendini Yeşil gören herkese merhaba!” mesajıyla kortejde yerini alan Yeşiller Partisi, “Evimiz yanıyor, bu yangını söndüreceğiz”, “Doğanın ve insanın sömürüsüne son” pankartlarıyla 1 Mayıs alanına yürüdü.

Resmen kuruluşu için neredeyse bir buçuk yıldır İçişleri Bakanlığı’ndan olur alamayan Yeşiller Partisi de alandaydı.

Rize İkizdere’de Eskencidere Vadisi‘nde Cengiz Holding‘in taş ocağı inşaatına direnen İkizdere Çevre Derneği de “İkizdere direniyor” pankartıyla Maltepe alanına yürüdü.

https://twitter.com/ikizdere_icder/status/1520712192617766912

Kortejde davul zurnalarla, halaylarla 1 Mayıs’ı kutlayan işçi ve emekçilerin ortak sesi artan hayat pahalılığına, zamlara, geçim sıkıntısına karşı yükseldi. Gezi Davası‘nda mahkum edilenler için adalet talebi de 1 Mayıs alanına taşındı.

Bandista grubunun şarkıları eşliğinde alana girişler başladı, ardından sahneye Ruhi Su Dostlar Korosu çıktı. Korodakiler şarkılarını söylerken ellerinde “Gezi Onurumuzdur” dövizleri tuttu.

İlk sözü alan DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, kitleyi “Bu meydan inadına hakları için çıkanların meydanı. Bu meydan zorbalar kalmaz diyenlerin meydanı. Bu meydanda insanca yaşam mücadelesi verenler var. Bu meydanda geleceği işsizlikle karartılmaya çalışılan gençler var. Meydanlarda buluşmayı özledik, Baharı özledik. Umudu hep birlikte örüyoruz” sözleriyle selamladı.

TTB Merkez Başkanı Şebnem Korur Fincancı da “Barışı kuracak olanlar biziz. Bu topraklarda sömürü kapitalizmi yaşayanlar, İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkanlara karşı Danıştay’ı dolduranlarız. Elbet suçlarınızla sizi yüzleştirecek olanlarız” diye seslendi.

Bakırköy ve Silivri’den selamlar

Gezi Parkı Davası’nda 18’er yıl hapis cezasına çarptırılan Mücella Yapıcı, Can Atalay ve Tayfun Kahraman’ın cezaevinden gönderdiği 1 Mayıs mesajları da sahneden okundu:

“1 Mayıs’ı, 1 Mayıs meydanında, Taksim’de kutlayacağımız günlerde hep birlikte olacağız. Zulme karşı direneceğiz. Birlikte mücadele edeceğiz, birlikte kazanacağız. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelemiz kazanacak. Hepinize Bakırköy ve Silivri cezaevlerinden selamlar. Yaşasın 1 Mayıs.”

Konuşmaların ardından Türkçe, Kürtçe, Arapça okunan 1 Mayıs Tertip Komitesi’nin ortak metninde ise şu ifadeler yer aldı:

“Gezi bu ülkenin yüz akıdır, direniş sembolüdür. Geleceğimize sahip çıkma iradesidir. Bu karanlık gidecek, Gezi kalacak. Gezi’yi dün savunduk, bugün savunuyoruz, yarın da savunacağız. AKP ve yargısı emekçilerin ve halklarımızın özgürlük mücadelesine engel olamayacak. Gezi her yerde, Gezi burada, Gezi bizleriz, Gezi milyonlardır.

Bu bozuk düzen, bizim düzenimiz değil. Bu sömürü düzeninin bize vereceği hiçbir şey yok. Tek adam rejiminin sona ermesi, demokrasi ihtiyacı ve köklü bir değişim talebi mutlu bir azınlık dışında tüm kesimlerin ortak talebidir. Emeğin, eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin, barışın, laikliğin hâkim olduğu, işsiz kalınmadığı, aç yatılmadığı bir dünya ve ülke istiyoruz. Birleşerek yaratacağız. Herkesin güvenceli ve insanca çalıştığı bir işinin olduğu, ekonomik krizlerin, salgınların faturasının emekçilere yıkılmadığı, mültecilik statüsünün tanındığı bir gelecek istiyoruz. Birleşerek gerçekleştireceğiz!”

Taksim işçinindir, yolu açın!

Kutlamaların yasak olduğu ve sabah erken saatlerden polis ablukasına alınan Taksim Meydanı‘nda yalnızca sendikaların anıt önüne çelenk bırakılmasına izin verildi.

DİSK, Türk-İş ve Hak-İş, Cumhuriyet Anıtı‘na çelenk ve 1977 1 Mayısı’nda ölenleri anmak üzere karanfiller bıraktı. DİSK Genel Başkanı Çerkezoğlu, çelenk bırakma töreninin ardından “1 Mayıs meydanı, Taksim meydanıdır. Yıllarca 1 Mayıs’ın ve Taksim’in özgürleştirilmesi için uzun mücadeleler verdik” dedi.

1 Mayıs’ı Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyen işçiler ve gençler, polis saldırısıyla karşılaştı. İstanbul Valiliği, 164 kişinin göazltına alındığını açıkladı.

Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD- Sen), Umut- Sen ve Bağımsız Maden İş SendikasıBeşiktaş Çarşı‘da toplandı.

Taksim’e “Daha fazla direniş daha fazla zafer: Zincir böyle kırılacak!” diyerek yürüyüşe geçen korteje polis saldırdı. Umut-Sen, Bağımsız Emek Sen, DGD-SEN, PTT-SEN, Göçmen Sendikası Girişimi’nden üye ve yöneticiler gözaltına alındı.

Gençler darp edildi

“Barınamıyoruz, borçluyuz, burssuzuz: Bu düzeni yıkacağız!” sloganıyla, ellerinde Ali Faik İnter’in, Gülistan Doku’nun, Kemal Kurkut’un, Berkin Elvan‘ın fotoğraflarını taşıyarak Taksim’eyürümek isteyen Gençlik Komiteleri üyeleri, darp edilerek böyle gözaltına alındı:

Fotoğraf: Kemal Aslan

Fotoğraf: Kemal Aslan

Ankara’da 1 Mayıs Tandoğan Meydanı‘nda kutlandı. Batıkent’ten, Mamak’tan, Sincan’an, Ostim‘den ve pek çok ilçeden Tandoğan‘a gelen on bine yakın emekçi, meydanda buluştu.

ODTÜ’lü öğrenciler, hekimler, memurlar, barolar çok sayıda hak örgütü, adalet ve insanca bir çalışma düzeni için taleplerini seslendirdi, halaylar çekti.

Mamak Tuzluçayır Meydanı‘nda sendikalar ve siyasi partilerin yanında ,  Tuzluçayır Kadınları Dayanışma Derneği, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyeleri de toplanarak basın açıklaması yaptı.

Evrensel Gazetesi‘nin aktardığına göre, polis, ENERJİSA‘dan atılan enerji işçilere “Yoldan değil kaldırımdan yürüyün” diyerek müdahale etti. Mehmet Ali İçindere isimli işçi polis telsiziyle kafasından yaralandı. Yaralanan işçinin tedavisi, alanda bulunan sağlık emekçileri tarafından yapıldı.

İzmir‘de Gündoğdu Meydanı‘nda da 1 Mayıs halaylarla kutlandı. İşçi konfederasyonları ve sendikalar siyasi partiler ve kitle örgütleri, barolar üç ayrı noktada bir araya geldikten sonra Gündoğdu Meydanı‘na yürüdü.

İşçileri selamlayan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, konuşmasında, “Ey kendini hükümdar sananlar, Mumculardan korkun, Denizlerden korkun, Ali İsmail Korkmazlardan korkun, ağaçlardan korkun, Gezi’den korkun, 1 Mayıs’tan korkun” dedi.

Aliağa Emek ve Demokrasi Platformu‘nun düzenlediği kutlamalarda yüzlerce işçi, Demokrasi Meydanı’na yürüdü. Zeybek oynayan işçiler, “İşte 1 Mayıs alanlardayız” sloganları attı, basın açıklamasının ardından halay çekti.

Van‘da 15 Temmuz’dan bu yana altı yıldır devam eden etkinlik yasağı, 1 Mayıs gününde uygulanmadı. Altı yılın ardından sokaklarda bir araya gelen Vanlılar, Musa Anter Barış Parkı‘nda bayramı kutladı.

Diyarbakır, Hakkari, Batman ve Dersim‘de de işçiler alanları doldurdu. 1 Mayıs coşkuyla, türkülerle kutlandı; adalet ve barış talepleri haykırıldı.

Antalya‘da da saat 13.00 de Aydın Kanza Parkı’nda buluşan çok sayıda kişi, Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü.  Burada konuşmalar yapıldı, konserler verildi ve halaylarla 1 Mayıs İşçi Bayramı coşkuyla kutlandı.

Antalya fotoğrafları: Erol Malçok

1 Mayıs etkinliklerinde 7-8 Mayıs’ta yapılacak Ali Ulvi – Aysin Büyüknohutçu anmasına da çağrı yapıldı.

Karadeniz‘de Artvin, Hopa, Rize‘de; Trakya‘nın illerinde, Bursa, Eskişehir, Gazientep‘de; Muğla’da, Mersin’de ve Türkiye’nin daha pek çok kentinde işçiler ve emekçiler, 1 Mayıs için alanlardaydı.

Coğrafya ne zaman kader olur ?

Sürekli değişen sosyal ilişkiler ve inşalar ağının kendini tekrarlayarak gerçekleştirdiği mekan olan coğrafya, üzerinde yaşayan halkların varlığına sirayet eden olayların deterministik yaklaşımlarla  tartışılmasına da vesile olur. Dünya genelinde karar süreçlerine erişimi varoluşçu bir bakış açısıyla  insancıllık üzerinden ele alırsak, dünyadaki bütün canlılar için insanın kural koyucu otorite olması, ona yaşamın sınırlarını tayin eden çerçeveyi çizme yetkinliğini verir. Diğer taraftan sürekliliğin esas olduğu bir güç olarak devletin karşısındaki yurttaş bireyin yaşam hakkı ise, yasalara göre biçim alır. Dolayısıyla kanunlarla tanınmayan hakların getirilerine “fıtrat” diyenler de çıkabilir.

Çernobil nükleer felaketi 36 yılın ardından hala gündemi belirleyecek kadar ölümü ya da hastalıklarla yaşamayı dayatıyor. Radyoaktif mağduriyetin sonuçlarını son dönem çalışmalara ait bilimsel verileri baz alarak tartıştığımız bu yazı, ülkemizde tüm canlıların geleceğini birbirine mıhlayacak bir kaderdaşlığın oluşmaması için yıllardır verilen direnişe bir küçük katkı girişimi olarak düşünülebilir. Zira ülkemiz, siyasi iktidarın yasama ve yargı süreçlerini kontrol altına almak suretiyle itirazları yok saydığı ortamda, biri inşa, diğeri ÇED aşamasında bulunan iki nükleer santral projesi ile nükleer yakıt çubuklarının bu coğrafyadan içeri girmesinden itibaren sonraki nükleer felaketlerin güçlü adaylarından biri olacak.

‘Radyoaktif patlama, işgal gibi’

Radyoaktif mağduriyetleri kadere eşitleyen şey kuşkusuz radyoaktif  yayılımın  tüm canlılar için nesiller boyu sürecek hastalıkların müsebbibi olmasıdır ve bilindiği gibi felaketin meydana geldiği tarihte doğmamış olanlar dahi bu etkiden ari değildir. 2012 yılında Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanan Çernobil Halk Mahkemesi‘ni Türkçe’ye kazandırmış olan Umur Gürsoy, eserin önsözünde radyoaktif patlamayı işgalle özdeşleştiren bir ifade kullanır ve “işgal olduğunda annesinin karnında olanlar ve işgalden sonraki 0-6 yıl içinde doğanlar en çok etkilenenlerdi” diye tanımlar bu durumu.[1]

Nitekim Nükleer Savaşa ve Silahlara Karşı Uluslararası Hekimler (IPPNW)tarafından 2011 yılında yayımlanarak Alper Öktem‘in Türkçeye kazandırdığı rapora göre de Avrupa genelinde beş bin civarında bebek ölümü, 10 bin civarında doğum anomalisinden bahsedilmektedir. Kurulma nedenleri arasında nükleer enerjinin dünya genelinde yaygınlaştırılması bulunan  IAEA‘nın raporlarında 100-200 bin civarında düşük vakasıyla sınırlı tutulan veriler, IPPNW araştırmacılarına göre sadece Çernobil bölgesinde 12,000 – 83,000 çocuğun, dünya çapında 30 bin -207 bin çocuğun yapısal bozukluklarla doğduğuna ve düşük oranlarının IAEA tarafından küçük gösterildiğine işaret etmektedir.

Öte yandan düşük doz radyasyona maruz kalınması bile genetik olarak bu hastalıkların kader gibi yaşanmasına neden olabilir. Nitekim Ukrayna‘da 1987-1992 arasındaki verilere göre endokrin sistem hastalıklarında 25 kat, sinir sistemi hastalıklarında altı kat, dolaşım sistemi hastalıklarında 44 kat, sindirim organı hastalıklarında 60 kat, cilt ve ciltaltı hastalıklarında 50 kat , kas-iskelet sistemi ve fizyolojik disfonksiyonlarda 53 kat artış  olduğunu göstermekte ve felaketin canlılarda yarattığı tahribatın büyüklüğüne dair önemli fikir vermektedir. Maalesef benzer bir durum 2011 yılında meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinin ardından da görülmektedir. Daha önceki yazılarımızda normal şartlarda milyonda 1 çocukta görülen çocukluk çağı tiroit kanseri ve şüphesine tekabül eden vakalarda 500 kat  artış olduğuna işaret etmiştik. Bu konuda American thyroid.org tarafından 2016 yılında yayımlanan bilimsel makale Fukuşima coğrafyasında tiroit kanseri teşhisi konmuş olan 6-18 yaş arasındaki çocukların sayısının yüz bin çocukta 37 olduğunu göstermektedir ki ABD’deki oranın 0,54 çocuk olduğu belirtilmektedir. Altını çizmek gerekirse, çocukluk çağı tiroit kanseri normalde milyonda bir görülen hastalıktır ve bu kanser türündeki artışın tek nedeni bilimsel olarak endüstriyel radyoaktiviteye bağlanmaktadır.

Öte yandan Çernobil nükleer felaketinin tanığı olarak dünyaya adını duyuran Svetlana Alexievich Nobel Ödülü’nü aldığı Çernobil’den Sesler adlı eserinde, 485 köyün saatler içinde yaşanmaz hale geldiğinden ve bugün hala Beyaz Rusya’da 800.000’i çocuk olmak üzere iki milyon kişinin radyoaktif  bölgelerde yaşadığından bahsetmektedir. Bu toprakların ne kadar radyoaktif olduğuna dair bir fikir vermek için, 100 bin kişinin ancak nükleer test sahasında maruz kaldığı dozun 1.480 kat daha yüksek radyasyon düzeyinin hakim olduğu bölgelerde yaşadığı söylenebilir. Nitekim 1990 ve 2000 yılları arasında, bölgede yetişkinlerde rastlanan tiroid kanseri vakalarında yüzde 1.600 artış meydana gelmiştir. [3]

Korunanlar ve gözden çıkarılanlar…

IPPNW raporuna göre felaketten sonra Beyaz Rusya genelinde 12 bin kişide tiroid kanseri gelişirken Beyaz Rusya’nın Gomel kentinde 50 binden fazla çocukta yaşamları boyunca tiroid kanserinin gelişeceği tespit edilmiştir. Ayrıca  Çernobil nükleer felaketi nedeniyle ebeveynleri yüksek doz radyasyona maruz kalmış çocukların dünyaya sağlıklı gelme oranı 1996’da %81’den %30’a düşmüştür. Hatta raporun yazıldığı yıllarda Avrupa’da çocuklarda yükseldiği anlaşılan tip I diyabet hastalığı da yine Çernobil’le ilişkilendirilmektedir.

Peki  Beyaz Rusya’nın Gomel kentinde 132 kilometre mesafedeki Çernobil’den daha yüksek kanser oranlarına rastlanmasının nedeni nedir? Tarihçi bilim insanı Kate Brown 2019 yılında yayımlanan Çernobil Rehberi, Hayatta Kalmanın El Kitabı (Chernobyl Guide, A Manuel For Survival) adlı eserinde SSCB‘ye ait askeri güçlerin müdahalesinden bahseder. Buna göre, radyoaktif yağmur bulutlarının Moskova’ ya ulaşmadan önce yağdırılması için gümüş iyot yüklenen uçaklar devreye sokularak Belarus‘un Gomel kenti semalarına gönderilmiştir. Gomel’de yaklaşık yarım milyon insan dört saat sonra üzerlerine radyoaktif yağmurun yağdırılacağından habersiz ve merakla  arkalarında sarı dumanlar bırakarak hemen üstlerinde cirit atan SSCB’ye ait uçakları izliyordur. Böylece SSCB’de Hidrometeroloji uzmanlarının 1941 den beri yağmur yağdırma teknikleri üzerine yaptığı çalışmalar  Moskova’yı radyoaktif mağduriyetten koruyarak “ilk meyvesini” verir. [3]

Çernobil nükleer felaketinin başlaması kimlerin yaşamaya  kimlerin ölmeye bırakılacağının egemenin uhdesinde olduğunu bir kez daha bize göstermiştir. Hiroşima‘dan, Marshall Adaları’na oradan Fukuşima’ya uzanan geniş bir tarihsel izleği takip eden  mağduriyetler silsilesi Çıplak Hayatlar yazımızda da Arkhangelsk bölgesinde Rusya’nın deniz üstünde gerçekleştirdiği nükleer tatbikatlar nedeniyle radyoaktiviteye maruz kalan, böylece suç teşkil etmeden öldürülebilen fakat kurban edilemeyen şeklinde tanımladığımız Nenoksa halkı gibi Beyaz Rusya halkının da gözden çıkarıldığını göstermektedir. Çernobil’in etrafındaki 30 kilometre yarıçaplı alan içinde S.S.C.B askerleri tarafından Ukrayna topraklarında 90 bin kişi kurtarılırken tesisin üç kilometre ötesindeki Beyaz Rusya topraklarında yalnızca 20 bin kişinin tahliye edilmiş olması da bu kötülüğün bir parçasıdır. Öyleyse kader olan coğrafya mıdır gerçekten? Yoksa bir halka zulüm etme yetkisini kendinde gören egemene tabi olmak mı? Biz kime haktır sağlıklı yaşamak diye düşüne duralım, Türkiye‘de Akkuyu NGS‘nin sahibi olan Rusya devletinin başkanı Vladimir Putin, 2006 yılında  radyoaktif bulutları Beyaz Rusya coğrafyasının üzerine kovalayan hava kuvvetlerinden Cyclone-N Tugayı komutanı Alexander Grushin‘e Rusya topraklarını radyasyondan korumadaki rolüne istinaden bir madalya verir. [4]

İtirazlar kar etmediğinde ne yapmalı?

Yukarıda anlatılanlara ek olarak Çernobil’den kuş uçuşu 1000 kilometre mesafede olsa da radyoaktif bulutlarla yıkanmış olan bu topraklarda 2006 yılında TTB tarafından gerçekleştirilen Çernobil Kazası Sonrası Çernobil ve Kanser araştırmasının kanser vakalarındaki artışın araştırmaya muhtaç olduğunu işaret etmesine rağmen, 36 yıldır bu ülkede devlet eliyle bir tane bile resmi araştırmanın yürütülmediğinin altını çizelim. Bu gerçeği bilip yıllardır artan kanser vakalarına bağlı olarak ölülerini toprağa verenleri, hastalıklarla sürünenleri görerek direnenler, nükleer tesislerin faaliyete geçeceği  tarihe her geçen gün yaklaşılırken hukukun yok edildiği bu coğrafyada çaresizlik içinde.

İnsanların kaderini eline alması için Mersin ve Sinop‘taki nükleer santral projelerinin bu coğrafyada istenmediğine, Çernobil felaketinin 36. yıl anmasında da bildik yöntemlerle bir kez daha dikkat çekildi. Fakat basın açıklamaları uzun zamandır tarihe not düşmekten ibaret. Hukuk sisteminin etkisizliğinin, atılan taşın kurbağaya değmemesinden farksız olduğu bu sistemde, en son Sinop projesi için verilen ÇED onayının iptal edilmesi için açılan dava da kaybedildi. Ne hukukun ne kanunların esamesinin okunduğu bir dönemde Sinop NGS ÇED iptal davasının Akkuyu NGS sürecinde deneyimlenen siyasallaşan yargı sürecinden tek farkı haklı ve gerekçeli muhteşem savunmalı itirazların daha hızlı bir şekilde yok sayılmasıydı.

Oysa  daha önce Şirketsiz ÇED’e referans reaktör  yazımızda açıkladığımız gibi hangi şirketin hangi reaktörü kuracağının bile belli olmamasıyla doğuştan arızalı bu proje için hazırlanarak onaylanan ÇED raporu bilirkişilerin incelemesine göre, acil durum tahliye şartlarının uygunsuzluğundan tesisin kurulacağı sahanın heyelan riski teşkil etmesine, hakim rüzgarların  radyasyon yayılımı halinde kent nüfusunun yaşadığı bölge üzerine tesir edeceği gibi nedenlerle projenin fizibilitesinin dahi uygun olmadığını göstermektedir. Kaldı ki projeyi yapan taraf olan davalılar dahi haksızlıklarını ÇED’i yeterince iyi hazırlamadıkları yönündeki beyanlarla örtüp yeniden ÇED hazırlama önerisiyle projenin iptal edilmesinin önüne geçmeye çalışmıştır.

Hal böyleyken şimdi başa dönüp soruyu tekrar soralım, gerçekten coğrafya mıdır kader olan? Yoksa kaderini eline alma cesareti göstermeyip yazgısını kendisi yazamayan halklar mı?

*

[1] Umur Gürsoy, (2012). Çernobil Halk Mahkemesi. Çevre, sağlık ve İnsan Hakları Etkileri Duruşmaları, Yeni İnsan Yayınevi
[2] Aleksiyeviç, Svetlana. Çernobil’den sesler: Bir nükleer felaketin sözlü tarihi.” (2006).
[3] Kate Brown, Manual for survival: A Chernobyl guide to the future. Penguin UK, 2019. s 38-40
[4]  Tabii Grushin dahil bu görevi yerine getiren askerlerin de akut radyasyona maruz kalmış olarak kanser ve türevi çeşitli hastalıkların mağduru olduğunu belirtelim.

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

Mücella Yapıcı

[email protected]

Mücella ile 40 yılı aşkın bir arkadaşlığımız var. 1970’li yılların sonlarına doğru Mimarlar Odası’nda çeşitli görevlerde çalışırken sık sık karşılaşıyorduk. Gerçi Mücella İstanbul, ben Ankara Şubelerinde idik, ama Oda’nın genel toplantılarında/ çeşitli etkinliklerde bir araya geliyorduk.

Mimarlar Odası’na kayıt olduğumuzda bizden önceki kuşak, 1960’lı yıllardan beri Oda’nın gönderdiği her posta malzemesine bir de kendi damgasını vuruyordu: “Mimarlar Odası Toplum Hizmetinde”. Daha Oda üyesi değilken, bir öğrenciyken bile ilgimi çekmişti. Mimarlar Odası, mimarların hizmetinde değil, “yarı-kamu kuruluşu” sayıldığı halde devletin de hizmetinde değil. Ama toplumun hizmetinde…

Oda, sanıyorum 1960 yıllardan beri hep toplumun hizmetinde ve bu hizmetin yerine getirilebilmesi için gönüllü olarak canla-başla çalıştı. Mücella Yapıcı gibi üyelerinin çokluğuyla, bilgilerinin ve eylemlerinin nitelikleriyle bugüne kadar da öyle olmaya devam etti.

İstanbul’un ‘kamusal’ yararı

Mücella Yapıcı’nın Mimarlar Odası’nda ya da TMMOB ile ilgili herhangi bir çalışmada gönüllü olarak yaptıklarının amacı, kendi alanında kamusal bir yarar üretebilmekti. Bugüne kadar bir mimar olarak kendi yaşamını sürdürmenin ve bir kadın olarak günümüz Türkiye toplumunda verilmesi gereken mücadelelerde yer almanın yanı sıra, her zaman kendi mesleğinin ve meslek örgütünün ilgi alanındaki kamusal yararı çoğaltabilmek için uğraştı. Kırk yılı aşkın bir zamandır da bunu yapıyor.

Ancak yukarıda da söylediğim gibi meslek odası her şeye rağmen “yarı-kamusal” bir örgüt. Kendine göre kodları ve ilkeleri, programları, sınırları ve politik etkileri olabilecek açıklamaları/ tartışmaları yaparken kendine özgü alanı olan bir kuruluş.

Oysa içinde yaşadığımız kentler, çok büyük çeşitlilikler barındırıyor ve çok devingen. Türkiye’nin kentlerinin içinde olduğu durum pek çok açıdan büyük bir mücadele ve bazı alanlarda çok güçlü savunmalar gerektiriyor. Buradaki mücadelenin çoğu kez çok daha esnek ve atak, hızlı ve toplumun her kesiminden gelen insanların, kadınların ve erkeklerin birlikte yaptıkları tartışmalarda biçimlenmiş kararlara göre söz ve eylem üretmesi gerekiyor.

Mücella İstanbul’da yaşıyor ve İstanbul öyle bir kent ki Türkiye’nin bütün kentlerinin sorunlarının belki ilk örneklerinin, en zorlu biçimde gelişmiş hallerinin yanı sıra ülkenin de en zor sorunlarının birçoğunu her gün yaşamakta olan ve bunlara çözüm bulmak, bulamadıklarıyla uğraşmak/ mücadele etmek ve direnmek durumunda olan bir alan. İstanbullu için kentin sorunlarını görmeden, bunlarla ilgili düşünce üretmeden ve çoğu kez bu sorunu yaratanlara karşı direnmeden yaşamak neredeyse olanaksız. İstanbul, hep böyle bir kent oldu.

Bu nedenle de İstanbul toplumu ya da kentin kamusu kendi çevresinde, sokağında, semtinde ya da kentin yaşadığı bölümünde olup-bitenlere karşı hiçbir zaman dinmeyen bir enerjiyle mücadele eden insanlarla dolu. Bu insanların hepsini, hemen hemen her çeşidini bir mucize kadar parlak bir mükemmellikte kolektif olarak yarattıkları Gezi olaylarında gördük. İstanbul’un bu tür bir kamusu olduğunu biliyoruz; onları gördük. Böyle İstanbullular olduğu için, İstanbul’u direnişleriyle diri tuttukları için, İstanbul her zaman sivil toplumu güçlü bir kent oldu.

Kenti ve kentin kamusuna adanan bir ömür

Mücella Yapıcı, bütün ömür boyu Mimarlar Odası’nda bir mimar olarak, kamu yararını her dönemde ve her biçimiyle üretmek için çalışmakla yetinmedi. Çok daha geniş bir kamusal alanın çeşitli nedenlere dayalı ve çeşitli biçimlerdeki sorunlarını anlatmaya çalışan ve kendi yaşam çevrelerini savunmaya çalışan insanların yarattığı kamusal alanda da bir hemşeri olarak çalıştı-durdu. Taksim Dayanışması bunlardan sadece biriydi.

Bütün bir ömür boyu aklını/ bilgisini, çalışmasını ve çabalarını bireysel bir çıkar ya da yarar elde etmek için kullanmadı. Memik Yapıcı ile birlikte, kendileri için yeterli olan bir yaşamın kurulmasının ötesine geçmeyecek sade bir yaşamla yetindi. Ama bu yaşamın bütün zenginliğini, parlak ve zor bulunur değerlilikteki etik değerlerini, kamusal alandaki mücadelesinde üretti. Böylece Mücella, kamusal alandaki mücadelesinin doruğunda bir insanın, bir kadının, bir hemşerinin kendi çevresi, kendi kenti ve kendi kamusu için neler yaparak zenginleşebileceğini ve üretilen bu değerin nasıl inanılmaz derecede parlak ve göz kamaştırıcı olduğunu gösterdi/gösteriyor.

Gördük ki, Mücella’nın bu mücadelesinin karşısında devlet var. Öyle bir devlet ki birçok kurumu içten içe çürümüş, paslanmış ve işlemez hale gelmiş. Neoliberalizmin saldırısı altındaki bütün kentlerde olduğu gibi çıkarcıların ve kişisel çıkarlarını her şeyden üstün, kentteki kar ve servet arayışları her şeyin önünde tutan devlet görevlileri ve sermaye kesimine teslim olmuş.

Ancak kamusal yararları, kentin kamusunu ve ona ait yararları üretmek için nerdeyse bir ömür boyunca gönüllü olarak gerek meslek yaşamında, gerek özel yaşamında çabalamış olan, emek vermiş olan direnişçiler için bu kâğıttan spekülatörler ve bürokratlar önemli değildir. Kötülük yaparak, toplumlarına/ kentlerine ve her şeyden çok bunlara karşı direnenlere düşmanlık besleyen bu figürler, sadece bir şiddet kaynağıdır. O kadar…

En büyülü direniş

Neoliberal devlet ve örgütleri, gerekli düzeni sürdürmek için şiddet kullanılması gereken her durumda bunu acımasızca kullanır. Önce kuralları/ kodları devlet erkine dayanarak sermaye ve işbirlikçisi bürokrasi için değiştirir. Mevcut kurallardan işine gelmeyenleri uygulamaz/ keyfi uygular ve elinden gelirse yok eder; yeni kurallarla kentin ve kamunun yağmasını yasallaştırır. Bütün bunlar yetmeyeceği için, medyayı kontrolü altına alır, kamuoyunu kendi yararına etkilemeye çalışır ve bunun ideolojik ortamını büyük bir beceriyle kurar. 1930’larda Nazi Almanya’sında doruğuna ulaşan bu yıkıma karşı toplumlar direnemezse sonuç, bütün insanlık için korkunçtur.

Kamusal yararlar için gönüllü olarak ve kendi çıkarlarını göz ardı ederek bu korkunç gidişe karşı direnenler, bunu Geziciler gibi büyük bir doğallık/ neşe ve özveriyle yapanlar, sivil toplumun direnen kesimleri, Mücella yapıcı gibi insanlar ise şiddeti durdurmak için kendilerini siper eder. Bunu kamunun yararının korunabilmesi için yaparlar. Yaparlar, çünkü kamusal yararları koruyabilmek ve yaşadığı kentte özgür olabilmek hatta birey olabilmek, ancak bu kolektif kamusal uğraşın bir parçası olarak, ateş üfleyen bu kağıttan canavara karşı direnerek gerçekleşir.

Mücella bunu biliyordu ve öyle yaptı. Osman bunu biliyordu ve öyle yaptı. Mine bunu biliyordu ve öyle yaptı. Çiğdem bunu biliyordu ve öyle yaptı. Ali Hakan bunu biliyordu ve öyle yaptı. Can bunu biliyordu ve öyle yaptı. Tayfun bunu biliyordu ve öyle yaptı. Yiğit Ali bunu biliyordu ve öyle yaptı.

Ve dünyanın bütün kentlerinin bütün halkları bunu biliyor…

[Bir şarkının hikayesi] Adiyo Kerida/ Yasmin Levy

Netflix’in Kulüp dizisinin üçüncü bölümünde, yağmurun altında mutlulukla ıslanırken bir anda sevgilisi tarafından terk edilen Raşel’in hayal kırıklığı, arka planda çalan bir şarkı ile çok daha derin bir şekilde izleyiciye aktarılıyordu.

Sessizlikten doğup yükselen bir vibrato ile devam eden ilk mısra “Adiyo, Adiyo Kerida” çok az bilinen bir lisanda söylense de, dinleyenin acıyı ve hayal kırıklığını iliklerine kadar hissetmesini sağlıyor, sanatçının flamenko süslemeleriyle zenginleştirdiği yorumu, kanun ve neyin de katılımı ile gittikçe bilindik bir melodi haline dönüşüyordu.

İsrailli şarkıcı Yasmin Levy’nin, UNESCO tarafından yok olma tehlikesinde olan lisanlar arasında gösterdiği Ladino dilinde, kendine özgü yanık sesi ile icra ettiği bu şarkının, kulağımıza bilindik bir müzik gibi gelmesi sadece  şarkıda Türk müziğine ait enstümanların kullanılmasından kaynaklanmıyordu. “Adiyo Kerida” yüzyıllar içerisinde Endülüs, Balkan ve Türk müziğinden öğelerle harmanlanan Ladino baladların en güzel örneklerinden biri idi.

Sefarad’ların karma kültürünün dildeki izi: Ladino

Ladino müziğinin tarihsel gelişimi hakkında kısa bir özet yapmak gerekirse, Ortaçağ‘a ve İber Yarımadası’na uzanmamız gerekiyor. Asırlar boyunca İber yarımadası, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki savaşlara sahne olmuştu. Yarımadada Endülüs Emevileri ve Hıristiyanlarla ortak bir yaşam sürdüren ve bu iki kültürün etkileri altında kalan, İspanya ve Portekiz Yahudilerine “Sefarad Yahudileri” adı veriliyor. Sefarad kelimesinin İbranicede “İspanya” manasına geldiğini ekleyelim. Aralarında konuştukları lisan olan Ladino ise, Ortaçağ Kastilya İspanyolcası, İbranice, Aramice ve Arapçanın bir karışımı olarak tanımlanabilir.

Aragon kralı Ferdinand’ın, Kastilya Kraliçesi Isabel ile 1469’da evlenmesi ile İspanya’da birlik kurulmuş ve  1492’de İspanya Monarşisi, Granada Emriliği’ne karşı savaşı kazanarak tüm yarımadada hakimiyeti ele geçirmişti. İspanyol engizisyonunu da kuran Ferdinand, Hıristiyanlığa dönmeyi kabul etmeyen Yahudileri, tüm mal varlıklarını geride bırakarak İspanya’yı terk etmeye zorlayan Elhamra Kararnamesi’ni çıkardı.

Dönemin Osmanlı padişahı II.Bayezid, Sefarad Yahudilerine kucak açarak onları Osmanlı topraklarına kabul etti. Sefarad Yahudileri başta İstanbul, Edirne ve Selanik olmak üzere, İzmir, Manisa, Bursa, Gelibolu ve Amasya’ya yerleştiler. Anadolu topraklarındaki Yahudi varlığı MÖ.4. yüzyıla uzansa da, Sefarad Yahudilerinin Osmanlı topraklarına ayak basması 1492’den sonra olmuştur.

Balkan ve Türk ‘baharatı’

Sefarad Yahudileri göç ettikleri yeni topraklarda dillerini ve müziklerini yaşatmaya devam ettiler. Osmanlı topraklarında konuşulan Ladino, zaman içerisinde Türkçe, Rumca ve Fransızca kelimelerin kullanılması ile değişim gösterdi ve Kastilya İspanyolcasından oldukça farklılaştı. Sefarad baladları, bugün artık yok olan İspanyol ortaçağ balad yapısının benzer unsurlarını taşımaya devam ediyordu. Bir kıtada ağırlıklı 8 heceli satırların bulunması ve her çift satırın sonundaki kafiye uyumu, baladların en belirgin yapısal ortak özelliği idi. Ladino’nun değişimine paralel olarak Sefarad baladları da zamanla çok kültürlülükten nasibini alıyor, batı müziği makamlarının yanında Balkan ve Türk müziğinden de unsurlarla farklılaşıyordu.

Hayatını Sefarad Yahudilerinin müziklerini derlemeye ve korumaya adayan Isaac Levy, 1919 yılında Manisa’da doğmuş ve henüz 3 yaşında iken ailesi ile o tarihte İngiliz Mandası altında olan Filistin’e göçmüştü. Kudüs Dans ve Müzik Akademisi’nde okuyan Levy, 1948 yılında İsrail Devleti‘nin kurulmasından sonra, İsrail Ulusal Radyosu’nun Ladino departmanının başkanı olarak atandı.

1975 yılında doğan kızı Yasmin Levy, 6 yaşında piyano çalmayı öğrenip 20 yaşında şarkı söylemeye başladı. Babası gibi Ladino müziğine odaklanan Yasmin Levy’nin albümlerinde  Latin ve Sefarad müziğinden, Endülüs flamenkosuna, Türk müziğinden, Arap ezgilerine kadar birçok farklı müziğin unsurlarına rastlanıyordu.

Levy’nin üçüncü albümü “Mano Suave”de, Sefarad diasporasının  farklı müzik türlerinden örnekler vardı ve “Adiyo Kerida” da bu albümde bulunuyordu.

 

Ladino müzik yapısının özelliklerini koruyan şarkının sözlerini İsaac Levy yazmıştı ve karşılıksız bir aşkı ve acı bir vedayı anlatıyordu.

 Elveda,
Elveda sevgilim,
Hayatı istemiyorum
Sen onu bana zehrettin.    

Annen seni doğurduğunda
Seni dünyaya getirdiğinde
Sana bir kalp vermemiş
Başka birini sevebilmen için.

Şaşırtıcı bir şekilde şarkının özellikle nakarat bölümü, Giuseppe Verdi’nin 1853’te yazdığı “La traviata” adlı operasındaki  “Addio del Passato” adlı aryası ile büyük bir benzerlik gösteriyordu. Arya’nın operasever bir Bulgar tarafından Ladino müziğe adapte edildiği ve o zamandan beri Ladino şarkılar arasında en beğenilen şarkılardan biri olduğu söyleniyor.

İmkansız aşkın hüzünlü vedası

Kulüp dizisi, 1950’li yıllarda Beyoğlu civarında yaşayan Sefarad Yahudilerine odaklanarak bir aşk hikayesi etrafında, tarihsel olaylara farklı bir bakış açısı sunmuştu ve “Adiyo Kerida”, filmin temasına çok uygun bir veda şarkısı idi.

Şarkı, I.Dünya Savaşı’ndan, II.Dünya Savaşı’na kadar geçen uzun bir dönemde, Bosna’da yaşayan Sefarad bir ailenin yaşamını konu alan Miris Kise Na balkanu (Balkanlarda Yağmurun Kokusu ) adlı dizide de kullanıldı ve Marija Vickovic tarafından seslendirildi.

Yasmin Levy’nin orijinal yorumu, Bulgaristan’da II.Dünya Savaşı’nda geçen Bulgarian Raphsodie filminin de müziklerinden biri idi.

 

Yasmin Levy, Kulüp dizisi yayınlanmadan önce Türkiye’de konserler vermiş ve “Adiyo Kerida”yı sahnede Kubat ile beraber seslendirmişti.

*

UNESCO‘ya göre başta Akdeniz‘e kıyısı olan ülkelerde ve Osmanlı İmparatorluğu‘nun eski topraklarında olmak üzere, dünya genelinde Ladino dilini konuşan yaklaşık 100.000 kişi yaşıyor. Diğer ülkelerde de olduğu gibi Türkiye’de de bu kadim lisanı yaptıkları müzikle yaşatmaya çalışan sanatçılar bulunuyor.

Dünyada, Ladino dilinde çıkarılan tek gazete olan El Amaneser (Şafak), 1984 yılından beri yayınlarına Türkçe devam eden  Şalom  gazetesinin eki olarak ayda bir yayınlanıyor.

Kaynakça

  • Paliere J., Ladino Music and Cultural Identity, 18.01.2021
  • andantemoderato.com, Yasmin Levy sings Adio Kerida
  • unesco.org, Unesco Conference highlights the place of Judeo-Spanish at the heart of cultural diversity and intercultural dialogue
  • Günaydın E., Osmanlı’ya göç eden Sefaradların torunları, dilleri Ladino’yu koruma mücadelesi veriyor. Euronews,04.01.2020
  • Vikipedi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudilerin tarihi
  • Clasical Music Daily, Yitzhak Isaac Levy.

Piyale Madra çiziyor-30

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] ‘Küçük üzgünler’den ebeveynlerine: Bana bak!

“Hiçbir yetişkin küçükleri korkutmamalı, şiddete başvurmamalı. Biz bu kitabı, evlerinde korkuyla yaşayan çocuklara yardımı olur umuduyla yazıp çizdik. Büyüklere de küçüklere karşı sorumluluklarını hatırlatmak için.”

Sanatçı Stina Wirsén’in İsveç Suç Mağdurları Destekleme Kurumu ve Bonnier Carlsen Yayınevi ile işbirliği içinde ürettiği Küçük, “Bak!” sözleriyle başlıyor. Biz de Küçük’e bakıp etrafımızdaki küçük üzgünlerin farkına varalım!

Küçük, ebeveynleri gittikçe büyüyen bitmez kavgalar ederken evde kendini güvende hissetmeyen bir çocuk hakkında. Wirsén, karakterlerine özel isim vermeyip yetişkinlerin birini Biri, ötekini Diğeri, çocuğu ise Küçük olarak adlandırmış. Çünkü önemli olan yetişkinlerin kim oldukları değil çocuklarına nasıl davrandıkları. Çocuklar ise sadece küçükler ve evde kavga olmasın istiyorlar.

Çocuğun hakları, yetişkinin yükümlülükleri

Wirsén, huzursuz bir aile ortamını resmederken karakterlerinin ana hatlarını olabildiğine yalın tutup onların ifadelere yoğunlaşmış. Ve görsel anlamda daha soyut olanı; havadaki huzursuzluğu, yetişkinleri çerçeveleyen gerilimi, kıvılcımlar, kaotik çizgiler ve damlalarla somutlaştırmış. Sanatçı, sonunda Küçük’ün evdeki vaziyeti ve hislerini anlattığı komşusunu çiçekler, anaokulu öğretmenini ise sıcak, sarı çizgilerle çevrelemiş.

Özellikle dört ila yedi yaş arası çocuklara yönelik olan Küçük, çocukları hem kendi hakları hem de yetişkinlerin yükümlülükleri hakkında bilgilendirirken, evde kendilerini iyi hissetmedikleri takdirde durumu başka bir yetişkinle paylaşmaya da teşvik ediyor.

Ali Arda’nın çevirdiği, Ginko Kitap tarafından yayımlanan ve 2017 yılında Huckepack Ödülü‘ne layık görülen Küçük, anaokullarında, rehberlik servislerinde bulundurulup çocuklarla birlikte okunduğu takdirde belki de şimdiye dek kendini yalnız hissedip sessiz kalmış birçok çocuğun başka bir yetişkine açılmasını sağlayabilir.

Yazar: Stina Wirsén

1968’de Stockholm’de doğan İsveçli yazar ve illüstratör, 1997 yılından beri İsveç’in en büyük günlük gazetesi Dagens Nyheter’in baş illüstratörlük görevini yürütüyor. Yazıp resimlediği çocuk kitaplarıyla Wirsén, bugün İsveç’in önde gelen illüstratörleri arasında sayılıyor.

 

Bilim insanlarından uyarı: Plastik kirliliğinin sonlandırılması için, üretiminin sınırlandırılması şart

Bildiğiniz gibi, BM Çevre Meclisi, 2024 yılına kadar küresel ve yasal olarak bağlayıcılığı olan bir plastik anlaşmasıyla plastik kirliliğiyle mücadeleye yönelik bir kararı kabul etti. Kenya‘nın Nairobi kentinde yapıldığı için bu kararı Nairobi Sözleşmesi olarak konu edip bu köşede de yazmıştım.

Bu bağlamda dünya genelinde alanının önde gelen bilim insanlarıyla birlikte bir çağrı kaleme aldık ve kaleme aldığımız çağrımız da Science Dergisi’nde yayımlandı.

Çağrıyı Almanya Alfred Wegener Enstitüsü‘nden Melanie Bergmann, İsveç Göteborg Üniversitesi‘nden Bethanie Carney Almroth, ABD Oregon State Üniversitesi’nden Susanne Brander, Danimarka Aarhus Üniversitesi’nden Tridibesh Dey, İngiltere Anglia Ruskin Üniversitesi’nden Dannielle S. Green, Almanya Helmholtz İklim Girişimi’nden Anja Krieger, Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden Martin Wagner, Kanada Dalhousie Üniversitesi’nden Tony R. Walker ve Çukurova Üniversitesi‘nden ben birlikte kaleme aldık.

Yazdığımız yazıda plastik kirliliği sorunuyla mücadeleyi plastik üretiminin sınırlandırılması bağlamında tartıştık. Konu hakkında hazırladığımız bilgilendirme metnini paylaşıyorum.

Bilim insanlarından çağrı 

Yeni plastiklerin üretiminin sınırlandırılması; bunların çevreye salımını azaltmaya yardımcı olacak ve plastiklerin değerini artırmaktan iklim değişikliğiyle mücadeleye yardımcı olmaya kadar başka faydalar da getirecek.

Uluslararası bir uzman grubu, plastik kirliliği sorununu çözmek için yeni plastik üretiminin sınırlandırılması gerektiğini söylüyor. Yazarlar, üretimin sınırlandırılması haricindeki diğer tüm önlemlerin plastik üretim ve doğaya kirletici olarak karışma hızına ayak uydurmak için yeterli olmayacağını savunuyor. Bu bağlamda kaleme aldıkları makale, bilim alanının en saygın dergisi olarak kabul edilen Science dergisinde yayınlandı.

Birleşmiş Milletler’in plastik kirliliğini sona erdirmek için küresel bir anlaşmayı kabul etme konusundaki tarihi kararından iki ay sonra, anlaşmayla ilgili hükümetlerarası müzakereler 30 Mayıs’ta başlayacak. Bunlar, havanın, toprağın, nehirlerin ve okyanusların plastik çöpler ve mikroplastiklerle kirlenmesine son vermek için ne tür önlemlere ihtiyaç duyulacağı konusunda yoğun tartışmaları teşvik edecek. Science dergisine yazılan mektupta, vurgulanan nokta, yeni plastiklerin üretiminin sınırlandırılarak ve uzun vadede aşamalı olarak durdurarak ancak sorunun engellenebileceğine değiniliyor. Almanya Alfred-Wegener-Enstitüsü’nden Melanie Bergmann, “Daha iyi geri dönüşüm yapsak da ve atıkları elimizden geldiğince yönetmeye çalışsak da, yine de yılda 17 milyon tondan fazla plastiği doğaya bırakmaya devam edeceğiz” diyor ve “Plastik üretimi büyümeye devam ederse, tıpkı Sisifos’unki gibi bir görevle karşı karşıya kalacağız” diye ekliyor.

Geri dönüşüm ve atık yönetimi kesin çözüm değil

Science’da 2020’de yayınlanan bir araştırma, bazı plastiklerin başka malzemelerle değiştirilmesi ve iyileştirilmiş geri dönüşüm ve atık yönetimi de dahil olmak üzere bugün mevcut olan tüm çözümler uygulanırsa, plastik emisyonların önümüzdeki 20 yıl içinde yalnızca yüzde 79 oranında azaltılabileceğini gösteriyor. İsveç, Göteborg Üniversitesi’nden Bethanie Carney Almroth, “Katlanarak artan üretim, gerçekten sorunun temel nedenidir ve şimdiye kadar ürettiğimiz plastik miktarları gezegen sınırlarını çoktan aştı” değerlendirmesini yapıyor: “Bunun üstesinden gelmezsek, diğer tüm önlemler plastiğin çevreye salınımını önemli ölçüde azaltma hedefine ulaşamayacak”

Kanada, Almanya, Hindistan, Norveç, İsveç, Türkiye, İngiltere ve ABD’den uzmanlar, taze hammaddelerden yeni plastik üretiminin aşamalı olarak sonlandırılmasının plastik kirliliğini sona erdirmek için sistemik bir çözümün parçası olması gerektiğini savunuyor. Bu yaklaşım, bugün mevcut olan en iyi bilimsel uygulamalar tarafından ve geçen yıl Science dergisinde siyasi ve yönetici uzmanların önerdiği doğrultuyla da desteklenmektedir. Vergiler gibi, sorunun tüketim ve talep tarafını ele alan önlemlerin yanı sıra, kapsamlı bir yaklaşım, üretilen ve piyasaya sürülen gerçek plastik miktarı anlamına gelen üretim ayağını da kapsamalıdır. Bilim insanları, yeni plastik üretiminin kademeli olarak kesilmesinin birçok toplumsal, çevresel ve ekonomik fayda sağlayacağını söylüyor.

Türkiye, Çukurova Üniversitesi’nden Sedat Gündoğdu, “Büyük miktarda plastik üretimi aynı zamanda Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e plastik çöp transferini de besliyor. Bir üretim kısıtlaması, zorunlu olmayan uygulamalardan kurtulmayı kolaylaştıracak ve plastik atık ihracatını da azaltacaktır” diyor

Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden ekotoksikolog Martin Wagner de “Plastiklerden pek çok fayda elde ettiğimizi, ancak üretimi azaltmadan plastiğin değerini arttırmanın mümkün olmadığını, plastik kirliliğini azaltmak için diğer önlemlerle birlikte üretimin de sınırlandırılması, iklim değişikliğiyle mücadeleye de yardımcı olacak ve döngüsel ve sürdürülebilir bir ekonomiye geçişimizi teşvik edecek” diye ekliyor.

 

Aşırı balıkçılık faaliyetlerinin son kurbanı: Denizkestaneleri

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2022 itibariyle koruma altında olan denizkestanesinin ticari olarak avlanmasına izin vermesi doğa savunucuları tarafından tepkiyle karşılandı.

Kazdağları Ekoloji Platformu üreme sezonundaki denizkestanelerinin avcılığının acilen yasaklanması gerektiğini vurgulayarak karara tepki gösterdi.

Duvar’dan Seçkin Sağlam’ın haberine göre; Bakanlığa bağlı müdürlüklere ve kooperatiflere Mart’ta av izin yazısı gönderilmesinin ardından Nisan itibariyle denizkestanesi avcılığı başladı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Su Ekosistemlerini Koruma Derneği Başkanı Prof. Dr. Herdem Aslan da kontrolsüz avcılığa dikkat çekip tükenme tehdidi altında bulunan denizkestanesi popülasyonunun Saros Körfezi’nde tehlikeye girdiğini söylemişti.

Kazdağları Ekoloji Platformu tarafından yapılan açıklamada ise “Denizkestanesi avcılığının özellikle Kuzey Ege Denizi’nde kontrolsüz bir şekilde artış göstermekte olduğu saptanmıştır. Ülkemizin 1984’te taraf olduğu Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi (BERN)’nin Ek III’üne göre koruma altında” denildi.

‘Sadece Saroz Körfezi’nden bir günde 50 ton avlanıyor’

Denizkestanelerinin üreme döneminde verilen avcılık izninin koruma altındaki bu türün sonunu getireceği yönünde uyarıların yapıldığı açıklamada, “Sadece Saroz Körfezi’nden bir günde 50 ton kadar denizkestanesinin halk tarafından kilosu 20 liraya varan ücretler karşılığında avlandığı bildirilmektedir” ifadeleri kullanıldı. 

Deniz tabanında yaşayan bitkilerle beslenen denizkestanelerinin pek çok balık için de önemli bir besin kaynağı olduğu biliniyor. 

‘Denizel ortamlar aşırı balıkçılık faaliyetleriyle sömürülüyor’

Deniz ekosistemi için çok önemli bir kilit tür olan denizkestanelerinin, özellikle Uzak Doğu ve Avrupa ülkelerinde lezzetli bulunan havyarları nedeniyle çok talep edilen değerli bir besin kaynağı olarak kullanıldığının da hatırlatıldığı Platform metninde, “Bu talepler aşırı balıkçılık faaliyetleri sonucunda sömürülen doğal denizel ortamlardan karşılanmaktadır. İtalya, İspanya gibi pek çok Akdeniz ülkesindeki aşırı avcılık, türün stoklarında ciddi çöküşlerin görülmesine yol açmış ve sonrasında söz konusu ülkeler denizkestanesi avcılığına çeşitli kotalar ve yasaklar getirmiştir” ifadeleri aktarıldı. 

‘Ekosistemlerinde zaten başka bir türe karşı yaşam mücadelesi veriyor’

Denizkestanesinin koruma altındaki bu türünün, hali hazırda küresel iklim değişikliği nedeniyle Akdeniz’in güney kıyılarında yaşam alanlarını kaybetmiş ve zehirli olan istilacı yabancı bir denizkestanesi türü ile yaşam yarışı içerisinde olduğunun vurgulandığı açıklamada şunlar aktarıldı:

“Ülkemizdeki denizkestanelerinin tüm bu mevcut yaşam mücadelesine bir de aşırı balıkçılık baskısının eklenmesi stokların tükenmesine yol açacak.”

Son olarak denizkestanelerinin üreme döneminde avcılığını serbest bırakan bakanlık kararının kınandığı açıklamada, “Ülkemiz denizlerindeki denizkestanesi stoklarını sıfırlayacak olan avcılık faaliyetlerinin acilen yasaklanmasını istiyoruz, konunun ısrarlı takipçisi olacağımızı tüm kamuoyuna duyururuz” denildi.

CİMER’e başvuruldu

Platform ayrıca ekolojik yıkıma işaret ederek avcılık faaliyetlerinin yasaklanması için Bakanlığa başvurdu. CİMER üzerinden gerçekleştirilen başvurularla avcılığın yasaklanması talepleri bildirildi. 

Suriye’de Esad rejiminin katliamı: Bir milis görüntüleri sızdırdı, iki araştırmacı faili yakaladı

Uyarı: Bu içerik, rahatsız edici bilgi ve görüntüler içerebilir.

The Guardian‘ın Orta Doğu muhabiri Martin Chulov’un bir Suriyeli milisin, Esad‘ın üst düzey rejim komutanlarından birinin bilgisayarında 41 kişinin katledilip toplu bir mezara gömüldü katliam videosuna kayıtsız kalamayıp önce Türkiye‘ye sonra Fransa‘ya geçerek gazetecilere ulaştırdığı görüntülerin hikayesini yazdı.

16 Nisan 2013 tarihli görüntülerde, Suriye istihbarat görevlisi olduğu öne sürülen Amjad Youssuf’un, gözleri bağlı ve kelepçeli şekilde koşmaları söylenen sivilleri infaz ettiği, bir çukura attığı ve daha sonra yaktığı görülüyor.

Bu, Suriye rejiminin en kötü şöhretli infazcılarından ülkenin askeri istihbarat servisinin 227. şubesi tarafından işlenen bir savaş suçunun ve aynı zamanda  Amsterdam’daki iki araştırmacının, Suriye’deki en kötü şöhretli güvenlik görevlilerinden birini çevrimiçi bir kişilik aracılığıyla kandırarak Esad savaşının sırlarını açığa vurması için nasıl baştan çıkardığı ve durumu faillerin aleyhine çevirmek için nasıl çaba gösterdiğinin hikayesi.

Onların bu çabaları, daha önce rejim tarafından Suriye savaşında yaygın olarak işlendiğine inanılan, ancak her zaman reddedilen ya da isyancı gruplar ve cihatçılara atfedilen suçlara ışık tuttu.

Kaynak, yakalanma ve muhtemelen öldürülme tehlikesine rağmen videoyu önce Fransa’daki bir muhalif eylemciye, ardından Amsterdam Üniversitesi Holokost ve Soykırım Merkezi‘nden araştırmacılar Annsar Shahhoud ve Prof. Uğur Ümit Üngör‘e sızdırdı.

Video, Beşar Esad’ın savaş suçlarından yargılanması için uğraşan dünyanın dört bir yanından yüzlerce insan için çok büyük bir  kanıt teşkil ediyor.

İnternette yarattıkları kimlikle katili buldular

Shohhoud ve Üngör, videoda cinayeti işleyen milisi bulmak için de çok kapsamlı bir çalışma yürüttü.

Shahhoud, Suriye casuslarının ve subaylarının Facebook’u kullandığını ve sosyal medya ayarlarını özel yapmama eğiliminde olduklarını tespit etti. Bunun üzerine ikili internette rejimin davalarını tamamen benimsemiş hayran genç bir Alevi kadın kimliği yarattılar: Anna Sh.

Shahhoud, “Anna Sh” takma adını alarak güzel bir fotoğrafını koydu ve profili Esad ve çevresi için çekici hale getirdi. Tanıştığı kişilere tezi için Suriye rejimini araştırdıını söyleyen Anna Sh, yani Shahhoud, iki yıl boyunca gece gündüz olası şüphelilerle iletişim kurdu, rejime dair pek çok şey öğrendi ve sonunda rejim güçleri tarafından  benimsendi.

 

“Biriyle konuşmaya ihtiyaçları vardı, deneyimlerini paylaşmaları gerekiyordu” diyen Üngör süreci şöyle anlattı:

“Onlarla bazı hikayeler paylaştık. Sadece suçlarına odaklanmadan tüm hikayeleri dinledik. Bu insanlardan bazıları Anna’ya bağlandı, bazıları gecenin bir yarısı aramaya başladı.”

Mart 2021’de, girişim sonuç verdi, Anna Sh kendisine güvenen rejimin en sadık 500’den fazla yetkilisi tarafından takip ediliyordu. Sonunda fotoğraflardan, Tadamon‘daki katili buldu ve Suriye askeri istihbarat servisinin 227. şubesinde binbaşı olduğuna dair teyit aldı: Amjad Youssef.

Anna Sh, aylarca Youssef ile flört ederek yakınlık kurdu ve Tadomon’a dair bilgi almaya çalıştı.

Bu şubat ayında Uğur ve Annsar, videoları ve binlerce saatlik görüşmeden oluşan notlarını Hollanda, Almanya ve Fransa’daki savcılara teslim etti.

Videoyu ulaştıran kaynak Suriye dışında güvende. Esad rejiminin en iç çemberi olan çevresinden kaçarken kendini sürgün hayatına mahkum etti. Shahhoud, “Kararından memnun. Bazen insanlar sadece doğru olanı yapmak isterler. Bundan bir şey öğrendiysem, o da insanların içinde iyilik olduğudur” dedi.

İkili, New Lines‘ta araştırmalarına dair şunları yazdı:

Görüntüler, ülkenin 11 yıllık savaşı sırasında sivillerin sistematik olarak toplu infazına dayanan bir rejimin iç işleyişine ışık tutuyor. Tadamon katliamı videoları, faillerle yaptığımız röportajlar ve hayatta kalanların tanıklığı, gelişmiş, ölümcül bir temizlik operasyonunun gerçekleştiğini gösteriyor.
Araştırmamızı derinleştirdikçe, bu katliamın rejimin güney banliyölerinde uyguladığı çok daha geniş bir yıkım ve imha politikasının bir anlık görüntüsü olduğunu anladık. Bu bölgedeki bu soykırım mikrokozmosunun boyutu, bu videoya kaydedilmiş katliamın çok ötesine geçti ve en az dört şiddet biçimini içeriyor: Sistematik toplu katliamlar, hapis, cinsel şiddet ve ekonomik sömürü.

Açık kaynak istihbaratına ve Suriye’nin seçkin askeri istihbarat biriminde subay olarak hizmet etmeye devam eden bazı katillerle yapılan çok sayıda görüşmeye dayanan iki yıllık soruşturma, katliamın 16 Nisan 2013’te Şam’ın Tadamon’un ilçesinde olduğunu gösterdi.
2019 yılında yazarlara sızdırılan ve katliamın farklı aşamalarındaki 27 çekimi içeren görüntüler, Suriye askeri personelinin 2013 yılında yedi kadın ve 12 çocuk da dahil olmak üzere 288 sivili katlettiği tüyler ürpertici katliamı benzeri görülmemiş ayrıntılarla gösteriyor.
Gaddarlıkları nedeniyle şok edici olan videolar, Suriye’de ve başka yerlerde kitlesel şiddet ve soykırım araştırmacıları olarak kendi kariyerlerimiz boyunca incelediğimiz binlerce saatlik görüntüler arasında duygusuzluklarıyla öne çıkıyor: Tadamon videoları ile ilgili özellikle şok edici olan şey, katliamı gerçekleştiren istihbarat görevlilerinin görev başında ve üniformalı olmaları; Devlet Başkanı Beşar Esad’ın kendisine rapor veriyorlar, ancak bu görüntülerde yüzlerini göstermeyi seçiyorlar. Videonun bazı noktalarında, rahatlamış ve gülümseyerek kameraya doğrudan bakıyorlar hatta eylemlerini kaydederken HD video kalitesini kullanıyorlar.
Görüntülerde Youssef,  ve silah arkadaşı Najib sabırlı ve kesin şekilde ‘görevi’ 25 dakika içinde tamamlamaya uğraşıyor. Rahat, gülümsüyorlar, sigara içiyor ve hatta doğrudan objektife konuşuyorlar.
Rutin bir şekilde, bir fail gözleri bağlı ve elleri kelepçeli bir sivili beyaz bir minibüsten çıkarıyor ve onu önceden kazılmış büyük çukura doğru yürütüyor. Bir diğeri onu tüfekle infaz ediyor.

Katiller, kurbanlara “kalk”, “dışarı çık”, “yürü”, “koş” dışında çok az şey söylüyor. Failler, katliamın yapıldığı yere aşinalar, güpegündüz öldürüyorlar, bu da bölgenin sıkı bir şekilde kontrolleri altında olduğunu gösteriyor. Ne işi bitirmek için aceleleri var ne de herhangi bir tehditten endişe duyuyorlar. Kurbanların bir kısmını, onları başka bir bölgeye naklettiklerinii ve yolun bu kısmının keskin nişancıların saldırısına uğradığını söyleyerek kandırıyorlar.
İlk vuruşta ölmeyenlere küfür yağdırıyor, ayağıyla tekmeleyerek çukura itiyor, taciz edip dalga geçiyorlar. Kurbanların çoğu modern, gündelik kıyafetler giyiyor: Kot pantolon ve gömlekler, eşofmanlar; birkaçı evlerinden veya güvenlik kontrol noktalarından alındıklarını düşündüren iç mekan pijamaları giyiyor. Hiçbiri ağır işkence görmüş veya rejimin çalışma kamplarında tuttuğu bir deri bir kemik kalmış tutuklulara benzemiyor. Direnmiyorlar, itiraz etmiyor ve faillerin emirlerini yerine getiriyorlar.