Kaos GL Derneği, Ankara Valiliği’nin 2017’de, OHAL döneminde, ilan ettiği süresiz LGBTİ+ etkinlik yasağına ilişkin yürütmeyi durdurma talebinin reddedilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin de başvuruyu reddetmesi üzerine yasağı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı.
Kaos GL‘den Yıldız Tar‘ın aktardığına göre; dernek adına AİHM’e başvuran Av. Kerem Dikmen, yasaklama kararı Bölge İdare Mahkemesi tarafından 2019’da kaldırılsa da hak ihlaline sebep olan uygulamanın yarattığı zarara ilişkin ayrıca değerlendirme gerektiğini vurguladı. Av. Dikmen, Bölge İdare Mahkemesi’nin ayrımcılık yönünden bir değerlendirme yapmadığını da ekledi.
Kaos GL, AİHM başvurusunda ayrıca 2017’deki yasağa karşı dava devam ederken, Valiliğin 2018’de aynı içerikle başka bir yasak kararı da aldığını, böylelikle idarenin Mahkeme kararı açıklanmadan kararı geçersiz kıldığını da hatırlattı.
Dernek, OHAL’in bile üç aylık sürelerle ilan edildiğini ancak yasak kararının süresiz olduğunu da belirterek; yasak ile hem LGBTİ+ toplumunun hem de LGBTİ+ derneklerinin mağdur edildiğini vurguladı.
Kaos GL, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) yer alan aşağılayıcı muamele yasağı, özel hayata saygı, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü, etkili başvuru hakkı ve ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine dikkat çekerek AİHM’e başvurdu. OHAL döneminde bile devletlerin ayrımcılık yasağına aykırı tedbirler alamayacağını belirtti.
Ankara’daki yasaklar
Ankara’da bulunan LGBTİ+’lar ve LGBTİ+ haklarını savunan dernekler için; biri OHAL döneminde (Birinci yasak) diğeri ise OHAL sonrası olarak adlandırılan dönemde (İkinci yasak) Ankara Valiliğince yürürlüğe sokulan iki ayrı süresiz yasaklama kararı vardı.
OHAL döneminde, Kasım 2017’de Ankara Valiliği’nin ilan ettiği süresiz LGBTİ+ etkinlik yasağına ilişkin Kaos GL Derneği verdiği hukuk mücadelesini kazandı.
Bölge İdare Mahkemesi Nisan 2019’da, OHAL’de ilan edilen yasağın süre bakımından sınırsız olduğunu ve yasaklanan eylemlerin niteliğine ilişkin bir sınırlama ve belirlilik olmadığını söyledi. Mahkeme, etkinliklere dönük bir tehdit varsa yasaklamak yerine kolluk tedbirleri alınması gerektiğini belirterek yasağın hukuka uygun olmadığına hükmetti. Yasak kararının kaldırılmasına karar verdi.
Öte yandan OHAL kaldırılmasına rağmen Ankara Valiliği Hukuk İşleri Şube Müdürlüğü’nün aynı gerekçelerle 3 Ekim 2018’de İl Emniyet Müdürlüğü’ne ilettiği yasak kararına ilişkin yargı süreci bugüne kadar devam etti. 23 Mart 2020’de açıklanan karar ile birlikte ikinci yasak da kaldırılmış oldu. Böylece Ankara’daki süresiz LGBTİ+ etkinlik yasakları son buldu.
Muğla‘nın Milas ilçesi İkizköy mevkiinde kömür sahasını genişletmek isteyen YK Enerji’ye karşı Akbelen Ormanı‘ndaki ağaçlar için 465 gündür nöbet tutan yaşam savunucuları, “Akbelen için adalet” taleplerini yükseltmek için Milas Meydanı’nda eylem yaptı.
Polis tarafından yürüyüşleri engellenmek istenen İkizköylüler, Milas Atapark‘ta Atatürk heykeli önünde açıklama yaptı ve getirdikleri zeytinleri kırarak “Kahvaltıda ne alırsınız? Zeytin mi kömür mü? pankartı açtı.
İkizköy’de Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’nin (YK Enerji) iki termik santrale kömür sağlamak için genişletilmek istenen kömür madeni sahasına açılan dava kapsamında Ağustos ayında yapılan üçüncü bilirkişi keşfi sonrası raporun çıkması bekleniyor.
Önceki bilirkişi raporunda, madencilik faaliyetlerinin orman ekosistemini tamamen yok edeceği kabul edilmiş, ancak bölgedeki tüm kömürün çıkarılabilmesi için Akbelen Ormanı’nın madenciliğe açılması gerektiği savunulmuştu.
Raporun açıklanmasından önce seslerini yeniden yükseltmek için Pazar günü saat 12:00’de Milas Kapalı Pazar Yeri’nde bir araya gelen yaşam savunucuları “Zeytin için adalet”, Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz” pankartlarıyla Atapark Meydanı’na yürüyüşe geçti. Milas Emniyet Müdürlüğü ekipleri, yürüyüşün suç olduğuu öne sürerek yaşam savunucularını engellemek istedi ve pankartların da kapatılmasını talep etti.
Köylülerin tepkisine karşı polis ekipleri, sloganların devam etmesi halinde gruba müdahale edileceğini söyledi ancak İkizköylüler engellemeye rağmen yürüyüşe devam ederek Atapark’ önünde basın açıklaması gerçekleştirdi.
Köylüler, basın açıklaması boyunca hasat ettikleri zeytinlerini kırarak ‘‘Zeytin mi kömür mü’’ sloganlarıyla bölgede daha fazla kömür çıkarılmasına tepki gösterdi.
Yitirdiğimiz 41 can gibi bizler de yıllardır kömürün gölgesi altında yaşıyoruz
İkizköy Çevre Komitesi adına basın açıklamasını okuyan Nejla Işık, bilirkişi raporunun bilerek uzun süredir çıkarılmadığını belirterek Akbelen’in korunmasına yönelik bir rapor beklediklerini dile getirdi.
Açıklamada, Bartın Amasra‘da Türkiye Taşkömürü Kurumu‘na ait ocakta 41 işçinin katledildiği patlamaya da değinildi:
‘‘Biz İkizköylüler, Akbelen Ormanı için bütün zor şartlara rağmen tam 465 gündür çadırlı nöbet tutuyor; havamız, suyumuz, toprağımız, ormanımız için yıllardır kömür madeni ve termik santrale karşı mücadele ediyoruz.
Bugün burada direnişimize ilk günkü inançla, azimle, umutla devam ettiğimizi göstermek; canımız pahasına koruduğumuz, dört elle sarıldığımız Akbelen Ormanı’nın sesi olabilmek, Akbelen İçin Adalet sesini duyurabilmek için toplandık. Fakat sözlerimize önce, yıllardır mücadele verdiğimiz kömür canavarının Bartın’da hayatını kararttığı 41 canımızı anarak başlamak istiyoruz. Başta maden işçilerimizin aileleri olmak üzere hepimizin başı sağ olsun.”
Ne yazık ki gerekli önlemleri almayan, işçilerimizin canını kar uğruna hiçe sayan bu kapitalist sistem; çoktandır kapatılması gereken termik santral ve kömür madenlerini ayakta tutuyor, işçilerin insanca çalışma koşullarına ulaşma hakkını ellerinden alarak onları karın tokluğu uğruna kendine mahkum ediyor. Sonra da üç kuruş daha fazla para kazanabilmek adına, işçileri kömürün yıkıcı etkilerinden korumak için kılını bile kıpırdatmıyor. Ne söylesek yetersiz kalıyor; öfkemiz acımız kadar büyük, bu katliamın tüm sorumlularının bir an önce yargılanmasını istiyoruz!
Yitirdiğimiz 41 can gibi bizler de yıllardır kömürün gölgesi altında yaşıyoruz. Yerimizden yurdumuzdan ediliyor, yaşam alanlarımızın katledildiğine şahit oluyor, geleceğimizi ve sağlığımızı sırf bir avuç insanın cebi dolsun diye kaybediyoruz.
Havamızı zehirleyen, su kaynaklarımızı yok eden, topraklarımızı alt üst eden, zeytinlerimizi acımasızca yerle bir eden bu açgözlü şirketin karşısında, hala yılmadan direniyoruz!
Kömür canavarı Akbelen Ormanı’nda pusuda bekliyor
Işık, şöyle devam etti:
“Bizlere yaşamı zehir eden kömür canavarı, Akbelen Ormanı’na dayanmış bir halde pusuda bekliyor. Geçen sene bir an önce açmak istedikleri kömür madeni için defalarca kez hukuksuzca yapmaya çalıştıkları kesimleri engelledik. Gizlice ormana girip kestikleri 35 ağacımızı da, Muğla’mızın ve ülkemizin her yeri yanarken yangınları ve beraberinde gelen kargaşayı fırsat bilip yardıma gelen insanları kandırarak kestirdikleri 105ağacımızı da unutmadık, unutmayacağız!
Türkiye 2030’a kadar kömürden çıkmalı, neden termik santralde ısrar ediyorsunuz?
Büyük yangınlarda kaybedilen hektarlarca ormanın ardından, geriye kalan ormanlara “tüm gücümüzle sarılmamız ve korumamız” gerektiğini söyleyen Nejla Işık, “Neden hala ömrünü doldurmuş termik santraller için inat ediyorsunuz?” sorusunu sordu:
Neden yaşamı yok eden, hepimizin sonunu getiren kirli enerji kaynakları için bu kadar ısrar ediyorsunuz?
“Üstelik Türkiye’nin imzaladığı Paris İklim Anlaşması’na göre Türkiye’nin 2030’a kadar kömürden çıkış planı yapması gerekirken, geleceğimizi kömüre feda edecek bir karar kabul edilemez. İklim krizi etkilerinin giderek arttığı, bu gidişle yaşam için temel ihtiyaçlarımız olan su ve gıda krizinin kapıya dayanacağı günler yaklaşıyorken, göz göre göre geri dönüşü olmayan hataları geleceğimizle ödemek istemiyoruz!
Hem Akbelen’i bir kalkan gibi çevreleyip koruyan, hem de Akbelen’in içinde, kalbinde yaşayan 35 bin zeytin ağacımız varken, Akbelen Ormanı’nın kesilmesi mümkün değildir!
Vicdanların sesiyle yazılmış bilirkişi raporları Akbelen’in kurtuluşu olacak
“Yönetmelik değişikliği ile zeytinlikleri madene açmak isteyen şirket, yıllardır defalarca kez denenip başarısız olunduğu gibi; Zeytin Kanunu’nu yıkamaz, kanunu yönetmelikle alt edemez, tüm bunları kendi kişisel çıkarları için kullanamaz!
Biliyoruz ki vicdanlarının sesiyle yazılmış bilirkişi raporları Akbelen’in kurtuluşu olacak! Akbelen’i koruyacak bilirkişi raporunu umutla bekliyoruz.
Kamu yararı arıyorsanız; kamu biziz, buradayız, haykırıyoruz:
Ya ölmez ağaç zeytin, ya katil kömür! Akbelen Ormanını vermeyeceğiz! Akbelen İçin, Zeytin İçin, İklim için ADALET !’’
Ne olmuştu?
Muğla İkizköy’de yer alan ve termik santrale yakıt sağlayan linyit madeni sahasının genişletilmesi için Akbelen Ormanı’nın kesim izninin iptali için açılan davada mahkeme tarafından atanan bilirkişi heyeti 7 Eylül 2021’de bölgede keşif gerçekleştirmişti.
7 Eylül 2021: Akbelen’de ilk keşif
İlk keşif sırasında Murat Yüksel isimli hakimin davacı avukatlara ‘ruh hastası’ diyerek hakaret etmesi, hem bölgedeki hukukçular hem de aktivistler tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
Bölgede ilk yapılan keşifte hakimin avukatlara hakaret etmesi nedeniyle avukatlar Arif Ali Cangı, İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulunmuştu.
1 Mart 2022: Akbelen’de ikinci bilirkişi keşfi
İkinci inceleme öncesi Resmi Gazete‘de yayınlanan maden yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açılmıştı. Sosyal medyada yankı uyandıran değişiklik, #ZeytinİçinAdalet ve #AkbelenİçinAdalet etiketleriyle birçok paylaşım yapılmıştı.
Bilirkişi keşfi sonrası, İkizköylülerin avukatı Arif Ali Cangı şöyle demişti:
“Daha önceki keşifte hakarete uğramıştık, yok sayılmıştık. İtirazlarımız üzerine keşif tekrar edildi. Şu anki işletilen maden sahasının alanı ne hale getirdiğini gösterdik bilirkişilere.”
Bilirkişilerden dördü kömürün bölgeye geri dönülmez zararlar vereceği görüşünü verirken; ikisi ekolojik yıkım olacağını ancak enerji ihtiyacı nedeniyle madene açılması gerektiği yönünde görüş bildirmişti.
Rapora itiraz edilmesinin ardından 9 Ağustos 2022’de gerçekleşen üçüncü bilirkişi keşfinin raporu bekleniyor.
İstanbul Barosu 52’inci Genel Kurulu toplantısı, Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşti. Baronun yeni başkanı, Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’nun adayı Filiz Saraç oldu.
Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu adayı Filiz Saraç, 7096 oy ile 144 yıllık Baro’nun ilk kadın başkanı seçildi.
Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu Yükseliş Hareketi adayı Hasan Kılıç 6425 oy ile ikinci, Avukat Hakları Grubu’nun adayı Mustafa Gökhan Ahi 4760 oy ile üçüncü oldu.
Saraç, “Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına girerken, 144 yıllık baromuzun ilk kadın başkanı olmanın onuru yaşatan İstanbul Baromuza, tüm meslektaşlarıma teşekkür ediyorum. Atatürk ve Cumhuriyetin kazanımları sayesinde bugün bu onuru yaşıyorum. Huzurunda saygıyla eğiliyorum” açıklamasında bulundu.
144 yıllık İstanbul Barosunun ilk kadın başkanı @AvFilizSarac oldu!#İstanbulBarosu'nun 52'nci Genel Kurul toplantısında yeni başkanının seçileceği oylama sonuçlandı.
Öte yandan seçimlerin önceki gününde toplantı, İran’da başı açık olduğu bahanesiyle ahlak polislerince öldürülen Mahsa Amini için kadın avukatların protestolarına sahne oldu.
Toplantının açılış konuşmasında İstanbul Barosu’nun eski başkanı Mehmet Durakoğlu, Gezi tutuklusu Avukat Can Atalay’ınSilivri Cezaevi’nden yolladığı mektubu okudu. Atalay’ın mektubu şöyle oldu:
“Gezi Direnişi milyonlarca sıradan yurttaşın haklarının hiçe sayıldığı ama sürekli yükümlülüklerinden söz edildiği hukuksuz bir hukuk düzenine meşru bir itiraz; binbir farklılıktaki insanımızın muştuladığı çoğulcu demokrasi imkânı oldu. Gezi Direnişi sıradan yurttaşların aşağıdan yukarıya seslendirdikleri kardeşleşme iradesi ve barışma kararlılığı oldu. Gezi, bu memleketin eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet ve demokrasi yolunda sönmeyecek umudu oldu. Bu nedenle de Gezi sadece dünümüze değil ama aynı zamanda da geleceğimize dairdir. Muktedir olduğunu sananların Gezi Direnişi’ni karalama çabasının sebebi de budur. Bizleri kilit altına alarak yapılmaya çalışılanların ötesinde, korktukları da Gezi’nin ta kendisidir, Gezi’de vücut bulan dayanışma iradesi, tüm çoğulculuğu ile bir arada durma inadıdır; eşitlik, özgürlük ve demokrasidir. Onların korkusu bizim umudumuzdur, başarabileceğimizin nişanesidir.
Sözlerime “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” diyerek devam edeceğim. Çünkü bu slogana ve hatırlattıklarına önümüzdeki dönem çok ihtiyacımız olacak. Çünkü “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş”, ülkemize çöken alacakaranlığa karşı milyonların bir uyarı seslenişi, boyun eğmeyeceğinin ifadesiydi. Hiç şüphem yok, biz kazanacağız! Nefretin, kindarlığın değil Gezi’de yükselen umudun, dostluğun, kardeşliğin sesi baskın gelecek. Bu memlekette halktan ezilenden yana mücadele verenler kazanacak, adalet arayanlar kazanacak, hep birlikte mücadele edecek, hep birlikte kazanacağız.
“Avukatlık onurumuz” tehlikededir. Hangimiz istibdat rejiminin beka alanına giren bir davada temsil ettiğimiz insanlara yazılı kurallara dayanarak yorum yapıp muhtemel sonuçların neler olabileceğini söyleyebiliyoruz? Üstelik, hangi davanın beka alanına girdiğini dahi bilmiyoruz. Siyasi davalarda, ceza davalarında bu durum çok net görülebilmekte ise de artık ticari davalarda dahi beka alanının ya da beka diye yutturulmaya çalışılanın korunmaya çalışıldığını görüyoruz.
Bir maden katliamından sonra, daha 41 işçinin cesedi ortadayken “bu kaderin bir planı” diyen yürütmeden bağımsız olmadığını bildiğimiz yargıdan etkin bir araştırma ve soruşturma bekleyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır.
Gezi Davası'nda siyasi kararla tutuklanan yol arkadaşımız avukat Can Atalay'ın İstanbul Barosu Genel Kurulu'na gönderdiği konuşmayı Mehmet Durakoğlu okudu.
Atalay konuşmasında "Birlikte mücadele ederek birlikte kazanacağız. Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet" dedi. pic.twitter.com/GSK36wjNhh
Bunca yoksulluk varken, avukatlar özellikle genç avukatlar, emeği ile geçinmeye çalışan milyonlar gibi açlıkla terbiye edilmeye çalışılırken avukatlığın özünden kopmama çabası bu yüzdendir. Yol parasına dahi yetmeyen CMK ve adli yardım ücretlerine rağmen, soruşturma ve kovuşturmaya katılmaktaki; yoksullara ve kadınlar başta olmak üzere toplumsal eşitsizlikler cenderesindeki kesimlere hukuki yardım vermekteki ısrar bu yüzdendir.”
Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu Yükseliş Hareketi adına kürsüye çıkan Avukat Selin Nakıpoğlu, konuşmasında Bartın Amasra‘daki maden katliamında hayatını kaybeden 41 işçiden, ‘Sansür Yasası‘ndan’, adil yargılanma hakkından bahsetti.
Nakıpoğlu konuşmasını, “İranlı kadınların özgürlük ve laiklik simgesi olmuş Mahsa Amini için, dünyadaki kadınlarla dayanışmak için bunu yapmak zorundayım” sözleriyle bitirdi ve ahlak polislerince öldürülen Amini’nin ardından küreselleşen protestolara katılarak kürsüde saçını kesti.
Divan Kurulu’ndan bir dakikalık bir konuşma yapmak için daha önce verdiği dilekçesine yanıt alamayan İran asıllı Avukat Şerafe Erfan da, Nakıpoğlu’nun ardından kürsüde saçlarını kesti.
Ne zaman tek kullanımlık plastikler ve onların alternatiflerinin bulunması, daha da önemlisi hayatımızdan çıkartılması konusu gündeme gelse, hemen muadilleriyle yapılmış karşılaştırmalardan elde edilen sonuçlar paylaşılır ve bu paylaşımlarda da tek kullanımlık plastiklerin nasıl daha başarılı oldukları filan anlatılır. Şu kadar karbon ayak izi, bu kadar hafiflik vs. vs…
Bunların hepsi işte, bir mühendislik yaklaşımı olan YDA’ya (yaşam döngüsü analizlerine) dayanıyor.
Mühendislik yaklaşımı olduğu için de bu yaklaşımda kaplumbağaya, kuşa, ekolojiye filan neredeyse hiç yer yok. Birtakım oranlar ve sıralamalar ile kıymeti kendinden menkul çıkarımlar yapılıyor.
Ancak ne plastiğin çöp haline gelmesi ne de bu şekilde suya bağımlı yaşayan canlıları, balinaları, kaplumbağaları ve kuşları etkilemesi hiç hesaba katılmıyor. Bu canlıların YDA’daki temel mesele olan CO2 ile kıyaslanamayacağını birilerinin göstermesi ve anlatması gerekiyor.
Bu da ancak YDA’dan daha adil ve ekolojiyi gözeten başka bir yaklaşımı ortaya koymakla mümkün.
YDA’lar genellikle tek kullanımlık plastiklerin üretim/nakliye koşullarına ve bunlarla ilişkili enerji, sera gazları, su kullanımı ve kimyasal kullanımına odaklanmaktadır. Bunun dışında kalan ilişkili süreçler hep ihmal edilmektedir. Dolayısıyla böyle yapınca da plastik “ideal” bir malzeme gibi görünebilmektedir.
Hatta burada da bakış açısı oldukça dardır. Çünkü mevcut YDA’lar üretim ve nakliye hatlarını da kapsamlı olarak ele almaz. Üretim ve nakliye hatlarıyla ilgili olarak hesaba katması gereken kirliliği neredeyse hiç hesaba katmadığı için tüm YDA’lar düşük ağırlığı ve fiyatı nedeniyle plastiği ideal bir malzeme olarak önermektedir.
YDA yaklaşımlarının neredeyse hiçbirinde plastik üretimi esnasında meydana gelen ham plastik pelet sızıntısı, kullanım sonrası çöp olduktan sonra, ilgili tek kullanımlıkların yarattığı kirliliğin ekonomik ve ekolojik maliyeti ve hatta sağlık etkisi dikkate alınmıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç da bu nedenle plastiğe ait yaşam döngüsünü temsil etmiyor.
Bunun yanında, karşılaştırma yapılan malzemelerin yeniden kullanılabilirliği ve içeriğindeki geri dönüştürülmüş maddenin oranlarını da YDA’larda neredeyse hiç göremiyoruz.
Yani örneğin cam şişe ile pet şişe arasında kıyas yapılırken o cam şişenin kaç defa tekrar kullanılabildiği ve o cam şişenin geri dönüşüme girmiş bir cam malzemeden mi üretildiği hiç dikkate alınmadığı için, sanki cam şişe plastikten daha kötüymüş gibi bir sonuç ortaya çıkabiliyor. Ayrıca cam şişenin mesela ağır olması nedeniyle PET plastikten daha fazla nakliye amaçlı fosil yakıta ihtiyaç duyduğu varsayılır ancak uzun mesafelerde şişe taşınımı denilen olgunun plastiğin cam şişenin yerine geçmesiyle birlikte ortaya çıktığı düşünülmez.
Yani zaten plastik şişe olmasaydı cam şişe için yerel üretim ve dağıtım ağları varlığını sürdürecek ve uzun mesafeler için nakliye ihtiyacı da plastikte olduğu gibi yüksek olmayacaktı. YDA’lar cam şişeyi kötülerken bu durumu hesaba katmıyorlar. Oysaki cam şişeyi pet şişe ile kıyaslarken uzun nakliye hatları varsayımıyla değil, yerel üretim ve dağıtım ağlarının da gelişeceği varsayımıyla hareket edilmelidir. O zaman da görülecektir ki cam şişe daha avantajlı bir malzeme olacaktır.
Bir diğer husus da YDA’larda tüm üretim süreçleri tam kontrollüymüş gibi bir varsayım söz konusudur. Oysaki plastiğin gerek sıfırdan üretimi gerekse de atıktan yeniden üretimi süreçleri tam bir keşmekeş ve kontrol edilemezlikler silsilesiyle doludur. Bunlar yokmuş gibi davranıp sanki tüm üretim basamaklarındaki girdi-çıktı-etki meseleleri hiçbir kayba ve kaçağa sahip değilmiş gibi yapılan analizler teorik olmaktan öte bir anlama ve geçerliliğe sahip değildir. Bu da akıllara “YDA’lar, plastiğin yeşil aklanmasının bir aparatı mı acaba?” sorusunu getirmektedir.
Bana kalırsa tam olarak öyledir. Plastiğin çevre ve sağlık üzerindeki kirli etkisine kör olan tüm yaklaşımlar plastiği parlatmak üzere kurgulanmış yaklaşımlardır. Her ne kadar YDA için ISO 14040 kodlu bir standart yönerge olsa da bu standart bile YDA’yı ne yazık ki eksik bir bakış açısı olmaktan kurtaramıyor.
YDA’larda çevresel etki gibi sözümona bir etki başlığı olsa da bir balina, örneğin plastik yutarak organlarının mekanik olarak tıkanmasından ölürse, bilimsel literatürde kaç kez rapor edilirse edilsin, ‘Etki Değerlendirmeleri’ yapmak için kullanılan envanterlerinin çoğunda yer almaz. Aynı şey, deniz kuşu veya kaplumbağaların plastiklere dolaşması ya da plastiği yiyecek sanıp yuttuğu için açlıktan ölmesi durumu için de geçerli.
. Ancak hakkını yemeyelim; YDA’larda plastik tarafından salınan toksik kimyasalların yarattığı etkiye dair bir kriter var. Ancak o da sadece buna dair özel bir çalışma yapılmışsa işe yarar. Yoksa, ‘buna dair bir veri yok ise değerlendirmeye de gerek’ yok mantalitesi söz konusu.
YDA’lar tek kullanımlık plastikleri bir kirletici olarak varsaymıyor. Öyle ki bunu dikkate aldığınızda bazı tek kullanımlık malzemelere dair yapılan etki sıralaması tam tersine dönebiliyor.
Şu çalışmada böyle bir durum analiz edilmiş ve piramitin tersine döndüğü ortaya konulmuş.
Benzer birçok başka yaklaşım mevcut. Hatta dolaşma faktörü, kader etkisi gibi -Türkçesi anlaşılmaz olsa da- plastiğe dair kirleticilik etkileri YDA’lara dâhil edildiğinde mevcut “plastik daha iyidir” manipülasyonu kaybolup yerine daha adil bir yaklaşım çıkıyor.
Dolayısıyla bir yerde yaşam döngüsü analizi sonuçlarına dair bir paylaşım görürseniz bakacağınız ilk şey kirliliğe ve toksisiteye dair yapılan etki değerlendirmelerinin varlığı ya da yokluğu olmalıdır. Aksi takdirde kafanız karışabilir ve kandırıldığınızı düşünebilirsiniz.
Sonuç olarak plastiğe dair, özellikle de tek kullanımlık plastiklere dairmevcut YDA’ların hepsinin kirleticilik ve toksisite açısından tekrar gözden geçirilmeleri gerekmektedir. Bunun yanında, alternatiflerinin kullanımda olması durumları için yapılan değerlendirmelerin de o durumlara ait nakliye ve dağıtım senaryolarının dikkate alınarak yapılması şart.
Aksi takdirde elma ile armudu karşılaştırmaktan öte bir şey yapılmamış olunur ki bu da kamuoyunu bilinçli olarak kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Üstelik bunlara dayanarak yapılan yönetmelikler de bu kandırma işinin kurumsallaşmasına neden olur ki o zaman da işin içinden çıkmak daha da zorlaşır.
Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Smurfs (Şirinler) iş birliğinde tüm dünyada ortaklaşa düzenlenen küresel farkındalık girişimi #EUBeachCleanup (Sahil Temizleme Kampanyası) için 20 Ekim ile 9 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek etkinliklerin ilk ayağındayız: Çanakkale.
20 Ekim sabahı 7.15’te İstanbul’dan başladığımız Çanakkale yolculuğumuz sırasında gözümüz taş ocaklarıyla oyulmuş ormanlara takılıyor.
Ve etkinliğin ilk ayağı olan Çanakkale’deyiz. Bu yılın Avrupa’da “gençlik yılı” ilan edilmesi nedeniyle odağına gençleri alan sahil temizleme etkinliği öncesinde kampanya süresince gerçekleştirilecek faaliyetler kapsamında Karina Deniz Kültür Merkezi’ni ziyaret ediyoruz.
Çocuklar, AB Türkiye Delegasyonu #EUBeachCleanup (Sahil Temizleme Kampanyası) kapsamında Karina Deniz Kültür Merkezi’nde deniz altı yaşamını inceliyor. Fotoğraf: Cansu Acar
‘Hemen şimdi!’
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut 20 Ekim 2022 Perşembe günü etkinliklere katılarak deniz kirliliği ile mücadelede harekete geçme çağrısında bulunuyor:
“Hemen şimdi harekete geçmeliyiz.”
#EUBeachCleanUp kampanyası dijital okyanus tünelinde Nikalous Meyer-Landrut, Çanakkale Belediye Başkanvekili İbrahim Mutluay ve Serbest Dalış Rekortmeni, Milli Sporcu Birgül Erken’i bir araya getiriyor.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, Çanakkale Belediye Başkanvekili İbrahim Mutluay ve Serbest Dalış Rekortmeni, Milli Sporcu Birgül Erken Dijital Okyanus Tüneli’ni geziyor. Fotoğraf: Cansu Acar
Deniz ekosistemi tüneli: Bir adım, bir plastik
Tünelde sizi caretta carettalar, köpek balıkları, yengeçler ve diğer deniz canlıları karşılıyor; deniz ekosisteminin tasviri 23 metre boyunca dalışa gerek duymadan karşınızda duruyor.
Attığınız ilk adımda tertemiz bir deniz altı yaşamı görüyorsunuz ancak diğer adımlarınızla birlikte bir kirliliğe doğru yolculuğa çıkacaksınız. İnsan faaliyetleri nedeniyle kirlenen gezegenin adeta bir sembolü olan tünel, insanın ilk dokunuşuyla birlikte deniz kirliliğini saniyeler içerisinde simüle ediyor.
Tünelin kurulmasının amacı aslında farkındalık oluşturmak; vatandaşların mikro davranış değişikliklerine gitmeleri teşvik ediliyor.
Etkinlik süresince gözlemlerimizin sonucunda bunun farkındalık kısmının gerçekleştiğini de söyleyebiliriz. Çanakkale’de sahilin yanı başında yapılan bu deniz altı yaşamı simülasyonu vatandaşların oldukça dikkatini çekiyor. Dijital tüneli gezmiş bir vatandaşa, Halime Özcan’a, katı atık ve deniz kirliliğine dair düşüncelerini sorduğumuzda aldığımız yanıt ise tam olarak şöyle:
“Bu sadece denizle ilgili değil, çevre kirliliğiyle ilgili maalesef duyarlı değiliz. Her şeyin çözümü eğitim, okulda başlamak lazım.”
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, plastik şişe kapaklarından hayvanlar yapan çocuklarla deniz ekosistemine ve kirliliğe ilişkin konuşuyor. Fotoğraf: Cansu Acar
Kampanya ile Avrupa Yeşil Mutabakatı, okyanuslar, denizlerle ilgili tüm ekonomik faaliyetleri kapsayan mavi ekonominin gelişmesi, sürdürülebilir kıyı kaynaklarının korunmasına yönelik politikaların hayata geçirilmesi hedefleri destekleniyor.
Etkinlik alanında daha çok gençler ve çocuklar bulunuyor. Çocuklar Karina Deniz Kültür Merkezi’nde Dünya Sınıfı’nda minderlerde oturmuş öğretmenlerin sorularını yanıtlıyor, gezegenimizin kirliliği üzerine fikir yürütüyor.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, plastik şişe kapaklarından hayvanlar yapan çocukların deniz kirliliğine ilişkin konuşmalarını dinliyor. Fotoğraf: Cansu Acar
İçlerinden bazıları insanların gezegenin kirliliğini anlamadığını söylerken bazıları aslında insanların bu kirliliği anlayabildiğini söylüyor. Ayrıca sınıfta her bir ağızda şu nakaratlar var:
“Bu çöpleri hemen dönüştürmeli.”
‘Bir milyon tür yok olmakla karşı karşıya’
Çocukların ardından söz büyüklere geliyor. AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut tünelde atılan bir turun ardından, “Bugün itibarıyla denizlerde ve dünyada bir milyon kadar tür yok olmakla karşı karşıya. Biyoçeşitlilik çok önemli. Gezegenimizin yüzde 70’ini kaplayan denizler aynı zamanda gezegenin ihtiyacı olan oksijenin de yüzde 50’ini üretiyor. Ve söylendiği üzere; 2050’ye kadar bu durum böyle devam ederse suda balıktan çok plastik olacak. Hadi şimdi harekete geçelim” diye sesleniyor.
Karina Deniz Kültür Merkezi’nde Dünya Sınıfı Fotoğraf: Cansu Acar
‘Dünyanın son kullanıcıları bizler değiliz’
Çanakkale Belediye Başkanvekili İbrahim Mutluay ise iklim krizinin en çok etkileyeceği gruplardan olan ve bir seçme hakkı dahi verilmeden krizin içerisine doğan genç nesilleri işaret ediyor:
“Aslında kara… Karadaki atıklar, plastikler, evsel ve sanayi atıkları, okyanusları, denizlerimizi ve su kaynaklarımızı kirletiyor. Biyoçeşitlilik her geçen gün azalıyor. Dünyanın son kullanıcıları bizler değiliz.”
Ve şimdi söz, su altı kirliliğini yalnızca tünelde değil, gerçek dalışları sırasında da sürekli deneyimleyen bir isimde, Serbest Dalış Rekortmeni Milli Sporcu Birgül Erken’de. Erken, “Kendi gözlerimle şahit oluyorum ve çok acı verici. Bir şeyler var, değişiyor ve dönüşüyor. Biz bunun farkında değiliz. Denizlerimize bakmalıyız” çağrısında bulunuyor, gençler için harekete geçilmesi gerektiğini aktarıyor.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, Çanakkale Belediye Başkanvekili İbrahim Mutluay ve Serbest Dalış Rekortmeni, Milli Sporcu Birgül Erken Karina Deniz Kültür Merkezi’ni geziyor. Fotoğraf: Cansu Acar
23 metre uzunluğunda denizlerdeki kirlenmeye dikkat çekmek üzere kurulan Dijital Okyanus Tüneli’nin akabinde sanal gerçeklik gözlükleriyle gösterim yapılıyor. Dışarıda ise katı atık, deniz kirliliği ve fosil yakıtlara karşı grafitilerini konuşturan genç sanatçılar var.
Hava kirliliğinin şehri: Çanakkale
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğrencilerinden Ogün, denizin altında maske takmış bir balığı resmediyor. Fotoğraf: Cansu Acar
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğrencilerinden Ogün, denizin altında maske takmış bir balığı resmediyor. Hümeyra’nın ellerinden ise gezegenin ortasında bir kara leke gibi duran termik santraller dökülüyor.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğrencilerinden Hümeyra’nın ellerinden ise gezegenin ortasında bir kara leke gibi duran termik santraller dökülüyor. Fotoğraf: Cansu Acar
Tam da bu noktada Çan’daki atmosfer kendini hatırlatıyor. 18 Mart Çan Termik Santrali ve Çan 2 Termik Santralleri’nin ortasına aldığı köydeki sessizlik ve havanın kokusunu anımsıyoruz, bir yandan da Kazdağları ve doğa mücadelesini.
Fotoğraf: Cansu Acar
Nikolaus Meyer-Landrut’a, etkinliğin termik santrallerin bulunduğu, sanayileşmenin yoğun olduğu, bolca maden ruhsatları verilen ve ekokırıma karşı sürekli vatandaşların mücadele ettiği Çanakkale’de gerçekleştirilmesinin sebebini soruyoruz:
“Bugün etkinliği ilk Çanakkale’de başlatmamızın sebebi AB desteğiyle Türkiye’de kurulan iki katı atık yönetim tesislerinden bir tanesinin burada olması. Bu sabah ziyaret ettiğimiz ve yerel yönetimin katkısıyla hayata geçirdiğimiz bu tesisin genişlediğini, atıkları azaltımının ve geri dönüşümünün sağlanmaya çalışıldığını gördük. Bu da denizdeki kirliliğin azaltılmasında önemli bir yer tutuyor.
Burada sadece gezegenimizin acı çektiğine dair farkındalık yaratmaya yardımcı olabiliriz. Gezegenimiz küresel ısınmadan muzdarip, gezegenimiz iklim değişikliğinden muzdarip. Bu da büyük ölçüde CO2 emisyonlarından kaynaklanıyor. Küresel ısınmanın nedenlerini biliyoruz. Ve bu nedenle çözümü de biliyoruz. Çözüm, CO2 emisyonlarının azaltılması. Türkiye, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler gibi 2050 ve 2053 yılına kadar CO2 nötr olma sözü verdi. 2050 ve 2053 hemen yarın. Bu yüzden şimdi harekete geçmeliyiz”
Fotoğraf: Cansu Acar
İklim krizi, dezavantajlı gruplar ve adalet…
İklim krizindeki adaletsizliği, Türkiye’de bu adaletsizliğin daha da derinleştiğini ve dolayısıyla kadın, LGBTİ+ ve engelliler gibi dezavantajlı kesimlerin bu kriz karşısında üretilen politikalarda ne kadar kapsanabildiğine ilişkin Yeşil Gazete’ye konuşan Landrut, şunları söylüyor:
“İklim değişikliğinin sonuçları hepimizi etkiliyor. Dolayısıyla, elbette politikalarımızda ve Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakatı’yla yapmak istediği, her yönüyle kapsamlı bir politika ortaya koymak. Bu da tabii ki her türlü dezavantajlı gruplara yönelik bir politika anlamına geliyor. Bu da politikanın önemli bir parçası. Yeşil boyut Türkiye’deki sosyal toplumların tüm farklı temsilcileriyle birlikte, sosyal toplumla olan çalışmalarımızın önemli bir parçası. Ve bu da elbette kadınların, engellilerin, LGBTİ+’ların, toplumun her kesimini kapsıyor. Eğer sosyal olarak barışçıl bir şekilde başarılı olmak istiyorsak dönüşüme yapılan yatırımlarda krizden zarar görecek bu kesimlerin dinlenmesi gerekiyor.”
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, Çanakkale Belediye Başkanvekili İbrahim Mutluay Fotoğraf: Cansu Acar
‘Çevre korunması hususu çok daha önemli bir kriter haline geldi’
Çanakkale’ye akşam düşüyor. Gazetecilerle bir araya gelen AB Büyükelçisi Nikalous Meyer-Landrut İklim Şurası’na atıfta bulunuyor. 21-25 Şubat’ta Konya’da gerçekleştirilen İklim Şurası’nın iklim uzmanları ve aktivistleri tarafından yoğun bir şekilde eleştirildiğini hatırlattığımız Landrut’a AB Delegasyonu’nun Türkiye’ye iklim kriziyle ilgili verdiği tavsiyelerin ne kadar yerini bulduğunu soruyoruz. Nikolaus Meyer-Landrut’un bu soruya verdiği yanıt şöyle:
“Özellikle Yeşil Mutabakat’tan ve Mutabakat’ın hayata geçirilmesinden sorumlu olan Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısının buradaki ziyaretleri esnasında çevreyle ve STK’larla ilgili kaygılarını dinledik. Yıllık olarak bu konuda ülke raporlarımızı yayınlıyoruz. Rapor, AB’ye katılım müzakerelerini tamamlayacak olan fasıllardan oluşuyor. Bizler bu fasıllarda çevre, iklim gibi her konuya bakarak şunu değerlendirmeye çalışıyoruz; teknik anlamda hedeflenen Türkiye ve AB mevzuatının ne kadar yakınlaştığı ve teknik anlamda ne kadar uyumlu olduğu… Bizler finansal ve diğer her türlü işbirliği konusunda, öncelikli olarak çevrenin korunup korunmadığına bakıyoruz.
Çevre korunması hususu çok daha önemli bir kriter haline geldi. Kamu veya hükümet birimlerinden bizlere sunulan her projeye, ilk önce çevre konusunda dönüşüm ve ilgili unsurları içeriyor mu diye bakıyor ve bu kriter doğrultusunda finansmanı sağlıyor veya sağlamıyoruz.”
Dijital Okyanus Tüneli Fotoğraf: Cansu Acar
AB Türkiye Delegasyonu’nun 12 Ekim’de yayımladığı raporda yer alan maddelerde şu ifadelere yer verilmişti:
Yeşil Gündem ve sürdürülebilir bağlantısallık grubunda Türkiye, ulaştırma politikasında orta düzeyde hazırlıklıdır. Raporlama döneminde, esas olarak demiryolu taşımacılığının kullanımını önemli ölçüde artırmaya yönelik bir planın kabul edilmesiyle ilgili sınırlı ilerleme kaydetmiştir. Türkiye, enerji alanında orta düzeyde hazırlıklıdır ve genel olarak sınırlı ilerleme kaydetmiştir.
Yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılması, doğal gaz sektöründeki reformlar ve nükleer güvenlikle ilgili mevzuat uyumu konularında ilerleme devam etmiştir. Türkiye, trans-Avrupa ağları konusunda oldukça ileri düzeydedir ve trans-Anadolu boru hattının sorunsuz işletimi sayesinde başta enerji ağları olmak üzere belirli düzeyde ilerleme kaydetmiştir. Bulgaristan sınırını İstanbul’a bağlayan Halkalı-Kapıkule demiryolu hattının yapımına devam edilmiştir.
Türkiye, çevre ve iklim değişikliği alanında belirli düzeyde hazırlıklıdır, ancak raporlama dönemi boyunca genel olarak ilerleme kaydetmemiştir.
Türkiye, iklim değişikliğine uyum ve etkilerinin hafifletilmesi açısından kritik çevre ve iklim sorunlarıyla karşı karşıyadır. Daha iddialı ve daha iyi koordine edilmiş çevre ve iklim politikaları oluşturulmalı ve uygulanmalıdır.
Türkiye’nin halen iklim değişikliğine ilişkin Paris Anlaşması‘na katkısını artırması ve uygulaması ve iklim eylemi müktesebatına uyumunu tamamlaması gerekmektedir.
Türkiye, AB’ye önemli miktarda gıda ürünleri ihraç eden bir ülke konumundadır ve raporlama döneminde gıda güvenliği, veterinerlik ve bitki sağlığı politikası alanında sınırlı ilerleme kaydetmiştir. Bu alanda AB müktesebatının eksiksiz uygulanması için halen ciddi çalışmalar yürütülmesi gerektirmektedir.
İnsan hakları ve temel haklar alanlarındaki kötüleşme devam etmiştir.
Olağanüstü hâl sırasında getirilen tedbirlerin birçoğu hâlâ yürürlüktedir.
Yasal çerçeve, insan haklarına ve temel haklara riayet edilmesine ilişkin genel güvenceleri içermektedir, ancak mevzuatın ve uygulamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ile uyumlu hâle getirilmesi gerekmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Türkiye’nin insan haklarına, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne riayet edip etmediğini izlemeye devam etmiştir. Türkiye’nin özellikle Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davalarında AİHM kararlarını uygulamayı reddetmekte ısrar etmesi, yargının uluslararası standartlara ve Avrupa standartlarına bağlılığı ve Türkiye’nin hukukun üstünlüğünü ve temel haklara saygı gösterilmesini güçlendirme taahhüdü hakkında ciddi endişeye sebep olmaktadır.
Avrupa Konseyi tarafından Kavala davası kararının uygulanmaması nedeniyle Şubat 2022’de Türkiye aleyhine başlatılan ihlal prosedürü, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olarak taahhüt ettiği insan hakları ve temel özgürlükler standartlarından uzaklaştığının bir başka göstergesi olmuştur.
Temmuz ayında Mahkeme, Türkiye’nin Kavala davasına ilişkin 2019 tarihli AİHM kararını uygulamadığına hükmetmiştir.
2021’de kabul edilen insan hakları eylem planı uygulanmaya devam etmiştir, ancak bu plan kritik konuları ele almamaktadır ve genel insan hakları durumunda bir iyileşmeye yol açmamıştır.
İfade özgürlüğü alanında son yıllarda gözlenen ciddi gerileme devam etmiştir.
Millî güvenlik ve terörle mücadeleye ilişkin ceza kanunları uygulanması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslararası standartları ihlal etmeye ve AİHM içtihadından uzaklaşmaya devam etmiştir.
Devlet kurumları tarafından uygulanan kısıtlayıcı tedbirler ve adli ve idari yollarla artan baskı, ifade özgürlüğünün kullanılmasını baltalamaya devam etmiştir.
Gazeteciler, insan hakları savunucuları, avukatlar, yazarlar, muhalif politikacılar, öğrenciler, sanatçılar ve sosyal medya kullanıcılarına karşı açılan ceza davaları ve mahkumiyetler devam etmiştir.
Toplanma ve örgütlenme özgürlüğü konusunda daha fazla gerileme meydana gelmiştir.
Barışçıl gösterilerde mükerrer yasaklar, orantısız güç kullanımı ve müdahaleler ve terörle bağlantılı faaliyetler veya gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet suçlamasıyla göstericilere yönelik soruşturmalar, davalar ve idari para cezaları söz konusu olmuştur.
En dezavantajlı grupların ve azınlık mensuplarının haklarının daha iyi korunması gerekmektedir.
Roman vatandaşlar, kayıtlı işlerden büyük ölçüde dışlanmıştır ve bu vatandaşların yaşam koşulları ciddi şekilde kötüleşmiştir.
Azınlıklara (özellikle lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel, interseks ve queer (LGBTIQ) bireylere yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, ayrımcılık ve nefret söylemi hâlâ ciddi bir endişe konusudur.
Türkiye, göç ve iltica politikası alanında bazı ilerlemeler kaydetmiştir.
AB-Türkiye Mutabakatı, AB ile Türkiye arasındaki iş birliğinin ana çerçevesi olmaya devam etmiş ve AB’nin göç konusunda Türkiye ile temasları yoğunlaşmıştır. İran ile kara sınırının gözetimi ve korunmasına yönelik kapasitenin daha da güçlendirilmesi konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. AB-Türkiye Mutabakatı kapsamında düzensiz göçmenlerin Yunan adalarından iadeleri, Mart 2020’den bu yana olduğu gibi askıya alınmaya devam etmiştir. 2021’de, 2020’ye kıyasla çoğu rotada geçiş yapan düzensiz göçmenlerin sayısı artmıştır.
Bu artış kısmen, COVID-19 pandemisini kontrol altına almak için 2020 yılında bölge ülkeleri tarafından alınan tedbirlerin kaldırılmasından kaynaklanıyor olabilmektedir. Her ne kadar Yunanistan’a düzensiz geçişlerin sayısı COVID öncesi rakamlara kıyasla azalmış olsa da İtalya’ya ve Kıbrıs’ın hükûmet kontrolü altındaki bölgelerine düzensiz geçişler son yıl içerisinde önemli ölçüde artmış ve yeni kaçakçılık yolları tesis edilmiştir.
Türkiye, Ekim 2017’de yürürlüğe girmiş olan AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nın üçüncü ülke vatandaşlarına ilişkin hükümlerini hâlâ uygulamamaktadır. Genel olarak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki yasa dışı sınır geçişlerinin sayısı, AB-Türkiye Mutabakatı’nın kabul edildiği tarihten öncesine kıyasla, kayda değer şekilde düşük kalmıştır.
#EUBeachCleanup2022’nin çağrısı
Karina Deniz Kültür Merkezi Fotoğraf: Cansu Acar
Temiz, plastiksiz okyanuslar için küresel çapta düzenlenen farkındalık kampanyasının Türkiye ayağında deniz ekosisteminde biyoçeşitliliğin korunmasına dikkat çekildi. Deniz kirliliğiyle mücadele için harekete geçme çağrısı yapıldı.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu ve Avrupa Birliği Bilgi Merkezleri aracılığıyla Çanakkale, İstanbul, Van, Samsun, Trabzon ve Şanlıurfa’da denizlerdeki kirliliğe dikkat çekmek amacıyla sahil temizleme ve dalış aktivitelerinin hayata geçirilmesi planlanıyor.
Kampanya kapsamında gençlerin sahillere inmesi, temiz okyanuslar ve deniz ekosisteminde biyoçeşitliliğin korunmasına yönelik farkındalık oluşturması hedefleniyor.
Bu kapsamda Şanlıurfa’da 20-24 Ekim tarihlerinde 10 gün boyunca Halfeti Gölü temizlenecek, 10 günün sonunda göl çevresinde ağaç dikimi yapılacak. Van’da, “Avrupa Birliği Sahil Temizliği: Van Gölü’nü Kurtarmak” etkinliği gerçekleştirilecek. İstanbul’da 1 Kasım tarihinde Şile sahilinde de gençler olacak ve Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri ile plaj kirliliğine ve deniz çöpüne dikkat çekecekler. Trabzon’da ise 9 Kasım 2022 tarihinde Arsın Plajı’nda “Avrupa Birliği Sahil Temizliği: Trabzonlu Çocuklar Deniz Çöpüne Karşı Birleşti” etkinliği düzenlenecek.
#EUBeachCleanup2022 kapsamında bu yıl Mozambik, Cezayir, Tunus, Amerika Birleşik Devletleri, Ürdün, İtalya, Karadağ, Güney Afrika-Wellington gibi bir dizi ülkede yoğun olarak gençlerin katılımı ile sahil, plaj temizleme aktiviteleri gerçekleştiriliyor.
Bir iş görüşmesinde giyilecek kıyafet ile bir düğüne giderken giyilecek kıyafet aynı değil. Siyah elbisenin altına kahverengi ayakkabı giymek yakın zamana kadar büyük moda suçu sayılıyordu. Herkesin dolabında mutlaka bulunması gereken temel parçalar vardır, beyaz tişört, siyah mini bir parça… Moda olmadığı zamanlarda kocaman bir vatkayla gezmek çok utanç verici olurdu, yani dolaptaki annemden kalma vatkalı ceket trend sırası gelene kadar dolapta kalmaya devam edecek. Tüm bu “gereklilikleri” karşılamak için çok fazla şey satın almamız gerekiyor!
Üstelik bu “gerekliliklerin” hepsinin etik, adil, sürdürülebilir ürünlerden almak başlı başına sürdürülemez bir eylem olur. Peki gerek var mı?
Tüm toplumsal normları hemen yıkmak mümkün olmayabilir ama bazı normalleştirilmiş şeyleri sorgulayarak başlayabiliriz.
Hobi gibi alışveriş yapmak normal mi?
Çekirdek ailelerin hafta sonlarını alışveriş merkezlerinde geçirmeleri, sürekli bitmeyen ihtiyaçlara sahip olmak, kadınların mutsuz olduğunda ellerinde dolu dolu poşetlerle alışveriş yapmaları, internetten alışverişin “kolaylığı” hayatın normal akışıymış gibi normalleştirilen oldukça abuk imgeler. Bir eşyanın, giysinin ihtiyaç bağlamından çıkıp tüketim kültürü tarafından “duygusal ihtiyaçlara” bağlanması hiç de normal değil.
Elinde alışveriş poşetleriyle mutsuz gününü renklendiren kadın imajını düşünün; fit vücuda sahip kadın topuklu ayakkabı giyiyor ve poşetler de kartondan değil mi? Gözümüzün önüne gelen alışveriş merkezinde mutlu mutlu gezinen çekirdek aile biri kız biri erkek çocuğa sahip 4 kişiden oluşuyor değil mi? İçine doğduğumuz tüketim kültüründe giysi, eşya değil bize imaj satılıyor. Bunun sonucunda mutsuz olan bir kadının neden sevdiklerine sarılmak yerine rahatsız topuklularla saatlerce ayakta kalarak alışverişe çıkması gerektiğini sorgulamıyoruz, bu senaryoyu satın alıyoruz. Tüketim kültürünün bize sattığı rol ve kimliklerden kendimize hangisini satın aldıysak, onun kapsadığı tüm kıyafetleri ve eşyaları da satın alıyoruz. Yoga ve pilates için farklı taytlar, dolabımızda hep eksik parçalar, bu sezonda olmazsa olmazlar, herkeste gördüğün o ayakkabılar…
Foya& Modanın Antikapitalist Kitabı’nda Tansy E. Hopkins, “Moda Medyası” olarak bahsettiği birbirini doğrulayan ve normalleştiren bir sistemi anlatır. Moda markalarının sponsorluğunda moda dergileri tüketimi ve o yılın, haftanın modasını tanıtıyor, dizilerde oyuncular ve davetlerde ünlüler giyiyor, influencerlar, instabloggerlar, vloggerlar bedava ürün ve para karşılığında bu ürünleri tanıtıyorlar, mağazalarda hepsi birbirine benzeyen bu ürünleri görüyoruz, yavaş yavaş etrafımızdaki insanlarda da görüyoruz ve bu senaryoda bize düşen tek şey gidip o kıyafeti almak oluyor.
Dayanıksız tek kullanımlık giysiler
Hızlı moda ürünü giysiler gerçekten de birkaç kullanımdan sonra bozuluyor, deliniyor, yamuluyor, soluyor, sökülüyor ve bir kenara atılıyor. Ama hiç sorun değil, biz zaten birkaç kere giymek için almıştık. Mağazada gördük, satın aldık ve dopamin salgıladık, giydik ve bir tur daha dopamin salgıladık ve bitti. Ürün tüketim kültürünün verdiği görevleri yerine getirdi ve şimdi atık olarak kirleteceği toprağa ve suya doğru son yolculuğuna çıkmaya hazır.
Satın almak kolay, hakkını vermek zor
Hızlı modanın hızına yetişebilmemiz için ürünler belli bir ömürle hazırlanıyor. Yani kıyafetlerin eskisi gibi yıllarca dayanmamasının bir sebebi, yeniden alışveriş yapabilmemiz için dayanıksız hazırlanmış olmaları. Annelerinizin 20 yıl kullandığı çamaşır makinesi dururken sizinkinin ömrünün 7 yıl olmasının sebebi sizin beceriksiz olmanız değil, günümüzde orta segment beyaz eşyanın ortalama 7 yıl ömürden daha dayanıklı olmaması için tasarlanmış olmasıdır.
Hızlı moda ürünü kumaşlar da giysiler de hızlı üretilip hızlı tükenmesi hedeflenen, bunu da mümkün olduğunca ucuza yapıp çok kâr getirmesi için dünyaya zarar vererek yapılan ürünler. Kimi zaman iyi hissetmek için kimi zaman farklı olmak için bize satılan duygu ve imaj hangisiyse ona ulaşmak için bedelini dünyanın ve diğer insanların ödediği ürünleri tüketiyoruz.
Medyanın ve tüketim toplumunun allayıp pullayıp normalleştirdiği farklı olma çabasında her hafta yeni ürünler satın alırken aslında her hafta birbirine benzeyen birer kopyaya dönüşüyoruz. Hızlı modanın hızına yetişmeye çalışırken birbirinin aynı giysilerin aynı yerleri sökülen, aynı renkleri solan, farklı ve özgün olmakla ilgisi olmayan fabrikasyon insanlar.
Bisiklete başlamayı düşünen herkesin ilk aklına gelen sorudur: “Hangi bisikleti almalıyım?” Bu soruya verilebilecek doğru cevap ve bunun sonucunda kullanım amacınıza uygun bisikleti edinmeniz bisikletten aldığınız keyfi olumlu yönde etkiler. Kullanım amacımıza uymayan bir bisikleti edinmek hem bisiklet keyfimizi sekteye uğratır hem sağlık sorunlarına yol açabilir hem de paramızı boşa harcamamıza sebep olabilir. Bu sebeple sizler için bir bisiklet seçim rehberi hazırladım. Hepimize uygun bir bisiklet her zaman bulunur, yeter ki bir ön hazırlığımız olsun.
Yol-yarış bisikleti
Ülkemizde genelde yarış bisikleti olarak adlandırılan yol bisikleti asfalt zeminde hızlı, akıcı bir sürüş gerçekleştirmek için tasarlanmış. İnce lastikleri sürtünme direncini düşüreceğinden asfaltta hızla yol almanızı sağlar hafif ve rijit malzeme tüm gücümüzün bisikletin ilerlemesine harcanmasına sebep olur. Kadro geometrisi sebebiyle aerodinamik bir sürüş pozisyonu rüzgâr direncini azaltır. Kısaca kendileri için “hız canavarları” tabirini kullanabiliriz.
Ancak ince lastiği, kasisli-çukurlu yollarda sürücünün tehlikelerle karşılaşmasına yol açabilir. Daha çok düz yollarda hızlı gitmeye göre tasarlandıkları için şehir içi kalabalık ortamlarda manevra becerisini kısıtlar; yine aerodinamik oturuş pozisyonu günlük kıyafetlerle bisiklet sürmeyi zorlaştırır. Ayrıca bu türlerin birçoğu bagaj ya da çamurluk takılmasına müsait değildir. Hafifliğe dayalı bu bisikletler için her bir gram hafiflik oldukça önemlidir. En hafif malzemeler de bisikletin maliyetini de fazlaca artırır.
Katlanır bisiklet
Şehir içi ulaşım için doğru tercihlerden birisidir. Kadro geometrisi (yani şekli) günlük kıyafet, hatta takım elbiseyle bile kolaylıkla sürüş yapmayı olanaklı kılar. Genellikle 20” teker çapıyla üretilen bisikletler ağırlık merkezinin arka dişliye (ruble) yakın olması sebebiyle kolay hızlanır, aynı zamanda maşaya dikine uzanan gidon yapısı ile şehir içinde kolay manevra yapmayı sağlar. Katlanır bisikletin en büyük avantajı elbette katlanarak küçücük hale geliyor olmasıdır. Böylelikle toplu taşıma araçlarına rahatlıkla sokulabilir. Ayrıca bisiklet park yeri olmayan yerlerde gidilen mekânların içerisine kolaylıkla girebilir. Şahsen gittiğim bir lokantada bisikletimi katlayıp masanın altına bile sığdırdığım oluyor.
Tabi bu bisikletler de tam anlamıyla kusursuz olmuyor. Katlanabilir aksamlar ve kadro, bisikletin boyutuna göre ağır olabiliyor. Daha çok düz ve hafif yokuşlu şehirler için tasarlanmış bu bisikletlerin vites donanımları dik yokuşlarda bisikletçiyi yorabiliyor. Eğer çok dik yokuşlar günlük güzergahınız içerisinde olacaksa buna uygun bir ruble/aynakol (bu da pedalın bağlı olduğu dişli) seçeneğini bisiklet satıcınızla görüşmeli yokuşlara uygun bir vites dişli değişimini yaptırmalısınız.
Cyclocross bisiklet
Ülkemizde son yıllarda yaygınlaşmaya başlayan bir tür cyclocross. “Bisikletli koşu” diye çevrilebilir ama çevrilmese daha mı iyi olur acaba? Bu bisiklet türü, yol bisikletçilerinin kışın da yarışma arzusundan ortaya çıkmış. Uzaktan yol bisikletine benzese de sağlamlaştırılmış kadro, çamurlu ve engebeli yolda sorun çıkarmayacak tırtıklı ve daha kalın lastikler, sürerek tırmanmaya elverişli olmayan yolda bisikleti sırtlayan sürücünün bisikletin kablolarına temas etmemesi için kadro demirinin altı yerine üzerine monte edilmiş kablolar, çamurdan etkilenmemesi için telli ya da disk fren sistemi bu türü yol bisikletinden ayıran temel özelliklerdir.
Cyclocross bisikletler yukarıda yazdığım özelliklerinden dolayı yol bisikletine göre sürüş konforu ve güvenlik için şehir içi kullanımda tercih sebebi olabilirler. Ayrıca kadro geometrisi ile yol bisikleti kadar olmasa da hafifliği ve donanımı sebebiyle oldukça da hızlıdırlar. Yine bu tip bisikletleri üreten firmaların çoğu bisikletlerine bagaj ve çamurluk takılmasına uygun olarak üretim yapmaktadırlar.
Şehir-tur bisikleti
Bisikletli ulaşım için tercih edilecek en iyi türdür demek abartılı olmaz. Zaten adı üzerinde şehir bisikleti. Rahat oturuşa izin veren geometrisi, istenildiğinde bagaj taşımaya elverişli olması, güçlü kadrosu, her türlü yolda yükümüzle ilerlemeye izin verecek vites yapısı bu türün tercih sebebidir.
Özellikle tur bisikletleri, sürücüsünün yanında onlarca kilo ağırlığı taşıyabilir. Kadrosu üç adet suluk taşımaya izin verebilir. Kimi markalar hem disk hem de v fren takılacak şekilde tasarlanmıştır. Çelik kadro yapısı çok uzak şehirlerde dahi kırılmalarda tamiri olanaklı kılar. Çoğu iyi tur bisikletlerinde patlamaya karşı korumalı zırhlı lastikler kullanılır. Bu bisikletler diğer türlere göre ağır araçlardır ancak tur bisikletçisi için ağırlık değil işlevsellik daha önemlidir. Şehir/tur bisikletleri güvenli, rahat bir ulaşım için çok doğru bir tercihtir.
Dağ bisikleti
Ülkemizde maalesef tüketicilere en çok sunulan bisiklet türüdür. Dağ bisikletleri engebeli yollarda gitmek için harika araçlar olsa da asfalt üzerinde sürücüyü zorlamaktadır. Tırtıklı lastikleri asfalt için yoğun dönme direnci oluşturur, engebeli arazi için faydalı olan amortisörleri pedal çevirirken esneme yaparak güç kaybına sebep olur. Ayrıca yine engebeli arazi için güçlendirilmiş kadro yapısı ortalama bir yol için sürücüye fazladan ağırlık getirir. Adı üstünde dağ için yapılmış, temel kullanım amacı bozuk zeminde sürüş olan bu bisiklet türünün mağazalarda en çok sunulan ürün olması bisiklet türleri hakkında çok bilgisi olmayan kullanıcılar için büyük şansızlıktır.
Yukarıda beş farklı tür bisikleti temel kullanım amaçları doğrultusunda olumlu ve olumsuz yönleriyle anlatmaya çalıştım. Elbette tercih yaparken kullanış amacından alıcının maddi durumuna kadar birçok kıstas mevcut. En doğru tercih için bisikleti nerede, hangi amaçla kullanacağımız temel belirleyici olacaktır. Bisiklet alımından önce varsa bisikletçi arkadaşların bisikletlerini denemek de tercih için belirleyici olabilir. Bu sebeple iyi düşünmeli, farklı bisikletler denenmeli, acele edilmemeli.
Tandem bisikletler
Nadir görülseler de görüldüğü yerde insanı mutlu ederler. İki (ya da daha fazla) kişinin aynı anda binmesi için tasarlanmışlardır; ancak burada iki kişi de aynı anda pedal çevirir, ağırlığı eşit paylaşırlar. Bisikletli çiftler için çok idealdir. Ülkemizde çok yaygın olmamakla birlikte yurtdışında tandem bisikletleriyle uzun yollara çıkan, tatiller yapan tandem bisikletli çiftleri görmek çok yaygındır.
Bu yazının 1 Ekim tarihinde yayımlanan birinci bölümü, takip edebildiğim kadarıyla epey olumlu tepki aldı. Bir miktar da olumsuz tepki, elbette. Olumlu tepkiler için teşekkür ederim. Olumsuz tepkilere de teşekkür ederim, saygı sınırları içinde kalmış olanlara.
Ancak, itiraf etmeliyim ki bu bir nezaket teşekkürü. Fikrimi açıkça söylemezsem hem kendime hem de okuyucularıma saygısızlık yapmış olurum; olumsuz tepkiler hep aynı, bilindik ve ezberlenmiş şeyleri tekrar etmekten bir adım ileri gidemiyor. Bir fikrin bilindik ve ezberlenmiş olması yanlış olduğu anlamına gelmez. Ancak, maalesef sözünü ettiğim olumsuz tepkilerin sahipleri yazılarımın tamamını okumadan, belki yalnızca sosyal medya başlıklarına yansıdığı kadarını okuyup, benim ne dediğimi, nasıl bir hayal kurduğumu[1] anlamadan, duymaktan bıkkınlık geçirdiğimiz ezberlerini tekrarlıyorlar. Ben hayalini kurduğum, ancak gerçekleşmesi olanaklı bir durumdan söz ediyorum fakat onlar hep mevcut durumun olumsuz yanları üzerinden yürüyorlar. Oysa benim mevcut durum olduğu gibi kalsın dediğim veya o anlama gelen tek bir cümlem yok. Söyledikleri her şeyin yanıtı ile çözüm önerim bu yazının ilk bölümünde ve ilk bölümde atıf yaptığım 1 Ocak 2022 tarihli yazımda var aslında. Son bir kez, belki tepki göstermeden önce bu kez okurlar diye burada bazı temel noktaları tekrarlayacağım. Anlaşmak, aynı noktaya gelmek zorunda da değiliz. Herkes istediğini düşünmek, istediğini savunmakta serbest. Herkes yoluna bildiği gibi devam eder sonuçta. Yeter ki demediklerimi demişim, savunmadıklarımı savunmuşum gibi yorumlar yapılmasın.
Bir de şu konuya açıklık getirmem lazım, başlamadan. Bazı dostlarım sokak hayvanları konusuna gereğinden fazla zaman ayırdığımı düşünüyor. Yazık, anlayamamışlar. Bu konu sokak hayvanları konusu değil sadece, onun üzerinden kurulan doğaya saygılı bir özgürlük hayali aslında. Özgür bir dünya, özgür doğa, özgür hayvanlar, özgür canlılar ve özgür bir insanlık hayali bu. Anlamayanlara sitem edemem. Belki de ben anlatamıyorum. Demek ki anlatma becerim bu kadar. Bundan sonra yapabileceğim şey anlayanlarla hayalimin peşinden koşmak olacak.
Diyojen’den yola çıkıp Diyojen’e varmak
Öncülüğünü Anthisthenes yapsa da bilinirliği daha çok Diogenes (Diyojen)’e dayanan kinizmin temelinde erdem, erdemin temelinde de mutlak bağımsızlık, her türlü bağlılıktan uzaklaşma yatmaktadır.[2] Kinizm teriminin köpek ya da köpeksi anlamına gelen ‘kyon’ sözcüğünden türetildiğine ilişkin bilgiler de dikkate alındığında, sokak köpekleri ve diğer sokak hayvanları üzerinden özgürlük hayali kurmak çok da tuhaf olmasa gerekir.
Bu girişten sonra gelelim bazı temel itiraz noktalarının yanıtlarına:
Hayvanların yeri sokaklar değildir, onlar evlerde olmalı deniliyor. Hayır, hayvanların yeri evler değil, sokaklardır. Evlerinde hayvan olanları suçlamıyorum. Yıllarca, yaşadığım evlerde tavşan, çeşitli kuşlar, çeşitli balıklar, köpek ve kedi oldu. Şimdi yaşadığım evde de bir kedi, oğlumla birlikte bana ev arkadaşlığı yapıyor. Annesi ölmüş el kadar bir sokak kedisiydi ve sokakta yaşaması olanaklı değildi. Biraz büyüdükten sonra onu bahçemize indirdim ve oradaki özgür kedilerle kaynaşmasını umdum. Başarılı olamadım. Bana ve eve tümüyle bağlıydı artık. Tutsaktı yani. Evet, evde bakılan hayvanlar, tıpkı hayvanat bahçelerindeki hayvanlar gibi tutsaktır. İster çok seviliyor olsunlar isterse gösteriş budalalarının süs eşyası haline gelsinler; ister can yoldaşı muamelesi görsünler isterse şımarık çocukların oyuncağına dönsünler; ister bahçeli büyük evlerde kısmen özgür olsunlar isterse küçük kafeslerde bakılsınlar; ister ailenin parçası olarak sevgi ve saygı görsünler isterse TikTok soytarısına çevrilsinler, durum değişmez, hayvanlar evlerde tutsaktır. Tutsaktırlar, çünkü bütünüyle bize bağlıdırlar artık. Biz (o evdeki bir ya da birkaç kişi) olmazsak yaşamaları olanaklı olmaz. Tutsaktırlar, çünkü ne zaman ne yapıp ne yapamayacaklarına sadece biz karar verebiliriz. Biz istemedikçe en sevdikleri şeyleri yapmaktan mahrumdurlar. Bu kadar basit! Bu tutsaklığı, zihnindeki zincirleri kıramamış, ezberlenmiş düşüncelerin tutsağı olan insanlar ve kendileri de tutsak hayatlar yaşayanlar elbette göremez. O nedenle, o güzelim hayvanları evlerde tutsak etmeyi ve zamanla o tutsaklığın bağımlısı haline getirmeyi marifet sanırlar. Sabah önüne bir kap mama ve su koyup akşama kadar dört duvar arasında hapsettikleri canların, akşam onlar eve geldiğinde çok seviniyorlar diye mutlu olduğunu sanırlar. Boğazlarına geçirdikleri tasmaları çekiştire çekiştire dolaştırmaya çıkararak kendilerini kandırırlar. O güzelim canlar, o güzelim kalplerinde hep sevgi olduğu için sürekli mutluymuş gibi bir ifade takındığından, yaptıklarının iyi bir şey olduğunu düşünürler. Yeri gelir bağırır, yeri gelir cezalandırır, yeri gelir ödül maması verir, yat-kalk-otur-bekle komutlarını öğreterek aslında kendi efendiliklerini perçinleyip onları biraz daha köle yaparken bile aslında ne yapıyor olduklarını bir an bile düşünme zahmetine girmezler. Yine de onları suçladığım sanılmasın. Ben de yaptım aynı şeyleri. Fakat şimdi anlıyorum ki, parkta çayımı içip kitabımı okurken beni dost bilip yanıma gelen, uzanıp yatan, biraz sürtünen, biraz sırtını yaslayan, ona verecek bir şeyim varsa ve canı istiyorsa yiyip canı istemiyorsa yemeyen, bir süre sonra da sakince kalkıp bir başka dosta giden bir sokak kedisi ya da köpeğinden daha özgür ve daha mutlu ne olabilir dünyada! Onlara bu özgürlüğü ve mutluluğu verebilmek varken evlerimizde tutsaklaştırmak, köleleştirmek niye?
Peki, hayvanlar sokaklarda gerçekten mutlu mu?[3] Sokaklarda sersefil olmuyorlar mı? Bu soruların basit yanıtları yok. Öncelikle hangi hayvanlardan söz ettiğimiz önemli. Ayıdan, çakaldan, vaşaktan, aslan ya da kaplandan söz ediyorsak, elbette onların yeri sokak değil. Ama binlerce yıldır insanın tercihleri sonucu insanlarla birlikte yaşayan, insanlarla birlikte yaşamaya uyum sağlayan kedi ve köpek gibi hayvanların yeri sokak. Daha öteye geçelim, uçma yetileri olsa bile insanın olduğu ortamlara kendiliklerinden uyum sağlayan, insanlardan bir şekilde yararlanan karga, güvercin, serçe, martı gibi hayvanların yeri de sokak. Sefil olma meselesi ise insanın tutumuyla ilişkili. Hayvanlar sokaklarda sefil olabileceği gibi son derce sağlıklı ve huzurlu da olabilir. İnsanlar hayvanları birer oyuncak, süs eşyası ya da meta olarak görürse, onların ticareti yapılırsa, hayvanlar doğum günü hediyesine dönüştürülürse, onlara bıkıldığında ya da sorun yaşandığında atılacak eşya gözüyle bakılırsa ve bütün bunlar olurken siyasi ve ticari çıkar hesaplaşmalarının odağı haline gelmiş kurumlar yasal yükümlülüklerini yerine getirmezse elbette hayvanlar sokaklarda sefil olur. Sayıları kontrolsüzce artar, sağlıkları bozulur, yiyecek tek bir lokma bulabilmek için çöp karıştırmaktan helak olurlar. Bunun çözümü, onları sefil olmasınlar diye evlerde tutsak etmek değil elbette. Çözüm yukarıda saydığım nedenlerde yatıyor. Ve nedenler ortadan kalkmadan sorunlar da ortadan kalkmıyor. Hayvan ticareti ile ilgili sıkı önlemler alınırsa, sahiplenilen[4] hayvanların sokağa ya da doğaya bırakılması cezai yaptırımlarla engellenirse, yasalarla tanımlanmış görevler ilgili kurumlar tarafından eksiksiz olarak yerine getirilirse hayvanlar neden sokaklarda sefil olsunlar? Mevcut durumdaki pek çok yanlışın bir sonucu olarak sokak hayvanlarının sefaletini gerekçe gösterip sokakta hayvan olmaz, hayvanlar evde olmalı demenin ben akılcı bir yanını göremiyorum. Çözümü akılcı yollarla olanaklı olan sorunları çözümsüzmüş gibi göstermek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek anlamına gelir ve bunun akılcı olduğunu bana kimse anlatamaz. Akılcı olan ölümü de sıtmayı da yenecek yolları aramaktır.
Sokak köpekleri saldırgan mı? Bir güvenlik sorunu mu oluşturuyorlar? Bir köpeğin saldırısı sonucu zarar görenlerin acılarını tüm kalbimle paylaşıyorum. Ama bu, köpekler ve saldırganlık konusundaki gerçeklere gözlerimizi kapatıp onları topluca canavarlaştırmak sonucunu doğurmamalı. Hayatım boyunca sokak köpekleriyle iç içeyim. Yalnızca bir kez bir köpek bana saldırdı ve ısırdı. O da arkadaşlarımızın sahipli köpeğiydi. Çünkü arkadaşım beni korkutmak için çocukça bir haylazlıkla, beni göstererek köpeğine “tut, tut” demişti. Köpek de gelip beni tutmuştu. Bir önceki yazımda hiç sokak köpeği olmayan ABD’deki sahipli köpeklerin insanlara yönelik saldırı ve ısırma istatistiklerini ve bunların nedenlerini paylaşmıştım. Hemen hepsi insanların köpeklere yönelik yanlış davranışlarının sonucu. Bir köpeğe karşı sergilenen yanlış bir tutum ya da daha da kötüsü, bir köpeği yanlış yetiştirme ve yukarıda saydığım nedenlerle köpeklerin sokaklarda kaderine terk edilmiş olması köpek saldırılarının temel nedenleri. Bütün bu gerçeklere rağmen, bir sokak köpeği bir insana hiçbir neden olmaksızın saldırmaz mı? Bunu söyleyemem. Bu nedenle, ben ve benim gibi düşünen hiç kimse saldırgan davranış sergileyen köpeklerin sokaklardan alınıp izole edilmesine itiraz etmiyor. İtirazımız sokaklardaki bütün köpeklerin birer canavar gibi gösterilmesine, suçlu-masum demeden bütün köpeklerin düşmanlaştırılmasına. Oysa onların çok büyük çoğunluğu, yeryüzünde nadir rastlanılacak düzeyde sevgi dolu, duygulu, zararsız, masum ve en önemlisi de dostlar.
Bir de sokak kedi ve köpeklerinin diğer hayvanlara zarar vermeleri konusu var. Özellikle kediler ve kuşlar arasındaki ilişki çokça dile getiriliyor. Benim kendi yaşadığım bölgede (Kadıköy-Fenerbahçe Mahallesi) kediler insanlar tarafından sevilir ve kollanır. Bu bölgede kediler sağlıklıdır, iyi beslenirler. Bir bilimsel bulgu olduğunu söyleyemesem de, kişisel gözlemlerim bu güven ortamının kedilerin kuşlara karşı saldırganlığını azalttığı yönünde. Fakat dediğim gibi, nihayetinde kişisel bir gözlem olan bu durumu unutup hangi koşullarda olursa olsun kedi ve köpeklerin içgüdüsel olarak başka bazı hayvanlara karşı saldırgan olduğunu kabul edelim. Bu saldırganlık sadece kedi ve köpeklerde mi var? Yüzlerce kuş türü başka bazı kuşlara, balıklara, böcek ya da sürüngenlere ve hatta bazı memelilere karşı saldırgan davranmıyor mu? Onların yırtıcısı değiller mi? Söz gelimi arı kuşuna neden arı kuşu deniyor? Bir arıkuşunun (Merops apiaster) günde ortalama 250 arı yediğini biliyor muydunuz? Arıların gezegen ve insanlık için ne derece büyük bir önem taşıdığını biliyoruz. Peki, arı kuşları arı ile besleniyorlar, arılara saldırıyorlar diye arı kuşlarını ortadan kaldırmaya mı çalışıyoruz? Arı kuşu sokakta ya da doğada özgür olmamalı, çok sevenler evlerinde baksın mı diyoruz? Veya yabanıl saz kedileri kuşları, kurbağaları, böcekleri ve bazı diğer memelileri avlıyor diye onlara kin ve öfke mi duyuyoruz? Böyle saçma bir düşünce şekli olabilir mi? Doğanın düzeni bu. Sorun dengenin kaybolmasıdır, bir hayvanın başka bir hayvana saldırması, onu avlaması değil. Ekoloji biliminin biraz olsun ucundan tutmuş olmak (mektepli olmak şart değil) bunu bilmek için yeterli. Dengenin kaybolması bazı türlerin sayısının aşırı artması ve başka bazı türlerin sayısının azalması ile ortaya çıkar ki, bunun nedeni insanın doğaya müdahalesidir. Örneğin, kısa süre önce WWF tarafından yayımlanan Yaşayan Gezegen 2022Raporu yalnızca son 50 yılda omurgalı canlı türlerinin popülasyonlarında üçte iki oranında düşüş yaşandığını ortaya koyuyor. Rapor bu düşüşün nedenleri olarak habitat kayıplarını, doğal kaynakların aşırı kullanılmasını, istilacı yabancı türleri, kirlilik ve iklim değişikliğini gösteriyor. Bunların hepsi insan kökenli sorunlar. Acaba Florya’nın adının neden Florya olduğunu ve orada florya kuşlarının artık neden yaşamadığını[5] kaç kişi düşünmüştür? Sizce kediler midir bu durumun sorumlusu? Lafı dolandırmayalım, eğer kedi ve köpekler nedeniyle sokaklarda ya da atıldıkları doğal alanlarda bir denge bozulması yaşanıyorsa bunun sorumlusu kediler ve köpekler değil, ikinci maddede sıraladığım nedenlerdir. Çözüm de bu nedenlerin ortadan kaldırılmasıdır, “Sokakta kedi köpek olmaz.” zırvası değil. Nasıl doğal ortamlarda yırtıcılarla av olanlar bir denge içinde aynı yaşam ortamını paylaşıyorsa, bu paylaşım kentlerde de olanaklı. Kentlerde doğaya ve canlılara zarar veren bin bir etken olacak; binalar, yollar, fabrikalar, havalimanları olacak, otomobil olacak, enerji üretim tesisi olacak, ticarethane olacak, kanal olacak, dolgu sahiller olacak; arsızlaşmış ihtiraslarıyla milyonlarca insan olacak ama bir tek kedi-köpek olmayacak. Niye? Yırtıcılar. Güldürmeyin beni Allah aşkına!
Şunu da söylemeden edemeyeceğim: Kedi ve köpeklerin bazı hayvanlara saldırmaları ve avlamaları konusu açılınca yabanıl alan uzmanı kesilenlerin, doğanın dengesini gözetiyormuş, türlerin yok olmasına üzülüyormuş gibi görünenlerin büyük bir çoğunluğunun Kanal İstanbul gibi, ormanları paramparça eden maden işletmeleri gibi, ormanı bir uçtan bir uca yaran gereksiz yol projeleri gibi, göçmen kuş yollarına kurulan anlamsız havalimanı projeleri gibi büyük habitat kayıplarına ve gerçek doğal çöküşlere, tür kayıplarına yol açan konularda nedense ağızlarını bıçak açmıyor. Çünkü o konular muktedire karşı tavır almak anlamına gelir ve risklidir. O riski göğüsleyecek yürek herkeste olmaz. O nedenle kedi-köpek gibi konforlu alanda kalmayı ve çiçek, ağaç, kuş fotoğrafı paylaşarak doğasever görünmeyi tercih ederler. Açıkçası ben onlara hiç aldırmıyorum. Varsın bu dünyada onlar da oyalansınlar.
Kısa yazmaya niyetliydim, sanırım yine uzattım. Uzun yazı görünce okumayanlar, okusa da anlamayanlar, anlamasa da anlamış gibi konuşanlar yine olacak. Olsun. Sözümün özü şu: Benim bir hayalim var dostlar, ben bir hayal kuruyorum. O hayalde insan tevazu sahibi, sevgi dolu, hoşgörülü. Parçası olduğu doğaya saygılı ve diğer canlılara, hele hele binlerce yıldır çeşit çeşit yol ve yöntemle kullandığı canlılara minnettar insan o hayalde. Efendi değil insan, hiçbir canlı da köle değil, doğal olarak. Özgürlük temel ilke. Doğanın her parçası bir diğerine bağlı ama özgür. Tam da Nazım’ın dediği gibi. Bu hayali gerçek kılmak kolay değil elbette. Bugünden yarına mümkün de değil. Önce zihinlerdeki zincirleri kırmak gerekiyor. Sonra yavaş yavaş yaşamımızdaki, günlük pratiklerimizdeki zincirlerden kurtulmak şart. Benim hayalimde insanın sınır koyduğu tek şey ihtiyaç sandığı ihtirasları. Geri kalan her şey özgür. Ağaçlar, kuşlar, dağlar ve göller özgür. Sokaklarında çocuklar kedi ve köpeklerle oynuyor, kuşlar şen şarkılarını söylüyor. Otların göz alıcı çiçeklerinde böcekler vızıldaşıyor, toprak mis kokuyor hayalimde. Bu hayalimin kapıları herkese açık. Zihnindeki zincirleri kırmaya, hayalimi anlamaya herkes davetli. Anlamayanla da bir sorunum yok. Yeter ki Diyojen’in İskender’e dediği gibi, ‘gölge etmesinler, başka ihsan istemiyorum’.
*
[1] Hayal kurmakla hayal görmek farklı şeylerdir. Ben hayal kurarım, hayal görmem. Dünyayı hayal kurmayı bilenler değiştirir ve güzelleştir. [2] Bu saptama şu kaynaktan alınmıştır: Yardımcı, A.B. 2018. Sinoplu Filozof Diogenes (Diyojen) ve Etik Anlayışı. Şu eserde: Sosyal Bilimciler Gözüyle Sinop (Editör: Özgür Kıran). Berikan Yayıncılık. Ankara. ISBN: 978‐605‐7501‐41‐7 [3] Sokağı köy ya da kent olsun insan yerleşimleri ve civarındaki cadde, sokak, meydan, park gibi kamusal açık alanlar anlamında kullanıyorum. [4] Benim her ne kadar hoşuma gitmese de evde hayvan bakmak, yani bir hayvanı sahiplenmek yasaklanamaz. Ayrıca sokakta yaşayamayacak kadar hasta, sakat ya da güçsüz hayvanların sahiplenilmesi zorunlu. [5] Merak edip öğrenmek isteyenler Yaşar Kemal’in “Kuşlar Da Gitti” romanını okuyabilir.
Bir kitabın, bir filmin ya da bir şarkının ismi, okuyucusuna, seyircisine ya da dinleyicisine konusuyla ilgili bir fikir verir. Ancak, “Güneşin Doğduğu Ev” olarak tercüme edebileceğimiz “House of The Rising Sun”, isminin barındırabileceği “yeni bir başlangıç, umut ve masumiyet” gibi kavramların tersine, birçok gencin hayatının çürüyüp gittiği bir yeri sembolize ediyordu.
1800’li yılların sonunda yazıldığı tahmin edilen şarkıda tarif edilen ev, bir rivayete göre New Orleans’ta 1862ile 1874 yılları arasında faaliyet gösteren ve Madame Marianne Le Soleil Levant – ki Fransızcada “Doğan Güneş” manasına gelir- tarafından işletilen bir genelevdi ve ismini sahibesinin soyadından alıyordu.
İngiliz folk müzik koleksiyoncusu Alan Lomax ise “The Rising Sun” isminin bir başka İngiliz folk şarkısında gene bir genelevin ismi olarak tarif edildiğini, bir başkasında da bir Pub ismi olarak geçtiğini söylüyordu.
Bir şarkıyla değişen kader
Geleneksel versiyonda şarkıdaki anlatıcı, annesinin sözünü dinlemeyen ve bir gezgin tarafından kandırıldıktan sonra New Orleans’taki bu geneleve düşerek bir hayat kadınına dönüşen bir genç kız idi. Anlatıcı, kendi dramını anlatmakla kalmıyor, bir yandan da yaptığı hatayı başkalarının yapmaması için onları uyarıyordu.
If I had listened to what my mother said
I’d have been at home today
But I was young and foolish, oh, God
Let a rambler lead me astray
Go, tell my baby sister
“Don’t do what I have done
But shun that house in New Orleans
They call the Risin’ Sun”
Aslında bir İngiliz baladı olan şarkı, Afrikan-Amerikan bir folk şarkısı olarak popüler olmuştu ve bilinen ilk kaydı 1920 yıllarında Texas Alexander tarafından yapılan kayıttı. Şarkı daha sonra Woodie Guthrie, Nina Simone ve Joan Baez tarafından da yorumlandı. Bob Dylan’ın 1962’de çıkardığı ilk albümünde yaptığı kayıt, İngiliz grubu The Animals’a ilham kaynağı olmuştu ve onların yorumu şarkının en çok bilinen yorumu olacak ve grubun da kaderini değiştirecekti.
Babanın izinden…
1964 yılında Chuck Berry ile turda olan İngiliz grubu, ünlü sanatçıyı taklit etmeden farklı şeyler çalmak istiyordu. İsim hakkı kimsede olmayan ve herkesin rahatlıkla kaydedebildiği “House of The Rising Sun” onlar için tabiri yerinde ise biçilmiş kaftandı.
The Animals’ın yorumuna kadar şarkıdaki anlatıcının hep kadın olduğu varsayılmıştı. The Animals ise şarkıdaki anlatıcıyı “erkek” olarak tanımlamış ve babasının izinden giderek alkole ve kumara bağımlı bir gencin dramı anlatılmıştı.”Rising Sun” bu hikayede muhtemelen New Orleans’taki bir kumarhane olarak tarif edilmişti.
Grubun gitaristi Hilton Valentine’ın Bob Dylan’ın akorlarını kullanarak gitarda yaptığı arpej, şarkının alt yapısını da oluşturmuştu. Klavyede Alan Price’ın, neredeyse acıklı olarak tarif edebileceğimiz org solosu, sanki bu uğursuz yerde kapana kısılmış olan ruhun özgürlük feryadını yansıtıyor gibiydi. Müziğin neredeyse bu doğa üstü sesini, Eric Burdon’un vokali tamamlıyordu. Pes ve yumuşak bir tonda başlayan performansını bir oktav yükseltiyor ve hikayedeki anlatıcının tüm ıstırabını ve acısını yansıtıyordu.
Beatles’dan tebrik
The Beatles, “I Want To Hold Your Hand” ile Şubat 1964’de Amerika listelerinde 1’nci sıraya yükselmiş ve ardı ardına beş hit parça ile “İngiliz İstilası”nı başlatmıştı. Eylül ayında da “House of The Rising Sun”’ listenin tepesine yerleşip listedeki ilk “folk rock” hit olunca, The Beatles üyeleri, bir telgraf çekerek The Animals’ı tebrik etmeyi ihmal etmemişlerdi.
The Animals, Amerika “Top 40” listesine 14 hit parça sokarak, bu ülkedeki en başarılı İngiliz gruplarından biri olmayı başardı. Bunların arasında Nina Simone’un şarkısı “Don’t Let Me Be Misunderstood”a yaptıkları cover, “It’s My life”, ”We’ve Gotta Get out This Place” gibi hit parçalar vardı.
“The House of The Rising Sun”, Rolling Stone dergisinin Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı listesinde 471’nci sırada gösteriliyor.
Aynı dergi tarafından 2008 yılında “Müzik tarihinin en iyi 100 sesi” arasında gösterilen Eric Burdon, yeni üyelerden kurulu The Animals ile 2019 yılında Yapı Kredi Bankası 75.Yıl Konserleri için İstanbul’a gelmiş ve hayranları ile buluşmuştu.
Kaynakça
Beviglia J., Behind The Song Lyrics “House of The Rising Sun”, The Animals, March 2022
shmoop.com, House of The Rising Sun Meaning
Songfatcs, House of The Rising Sun
Galaymusinnotes.com, The Story Behind the Folk and Rock Song, “The House of the Rising Sun”
Beni çok seven bir anne ve babanın kızıyım. Beni sevip sayan bir kardeşin ablasıyım. Hayatımın geri kalanını beraber geçirmek, evlenip bir aileyi devam ettirmek istediğim bir sözlüm var. Son zamanlarda yükselişte olan LGBT+’ların “aile” düşmanı olduğu üzerinden yürütülen nefret kampanyaları ve hükümetin yeni anayasa tasarısında getirmeyi düşündüğü “aile korumaları” aslen kimin ailesini koruyor? LGBTİ+ insanların anneleri, babaları, kardeşleri ve eşleri, kuzenleri, dedeleri ve nineleri yok mu?
Zaman içerisinde, son yüz senede, LGBTİ+’ların dışlanması ve stigmaya uğraması nedeniyle ailelerle ilişkilerinin iyi olmadığı önyargısı genel olarak kabul görüyor. Burada hatırlanması gereken şeyse, LGBTİ+ olmanın tanımı ya da yaşantısı içinde aslında aile ile ters düşen bir yanı olmadığı. “Eşcinsel evliliklerinden” bahsetmiyorum: Her LGBTİ+’nın ebeveynleri var. Bu aileler aslen pompalanan ve normalleştirilen bir nefretle, mahalle baskısı ve çeşitli benzer bahanelerle dağıtılarak LGBTİ+ evlat sahibi olmak dahi, cis hetero ebeveynler için utanç nişanesi olarak konumlandırılıyor. Halbuki LGBTİ+’lara karşı olan önyargıların bir hayli eridiği günümüzde evlatlarını seven, onları kabul eden ailelerin varlığı artık uzak bir gelecek, erişilemez bir rüya olmaktan çıkmış durumda.
Dindar, sağlıklı ailelere sahip lubunya olamaz mı?
Sözlümle -ki kendisi de bir trans erkek- akrabalarımızı ziyarete gidiyor, gelecek planları yapıyoruz. Bizi kabul eden ve etmeyen akrabalar arasında öne çıkan durum, aslında bizim mutluluğumuzun inkarı. İki yetişkinin arasında olan sağlıklı bir ilişkinin önyargılarla inkarı ve bu mutluluğu paylaşmaya dair olan direnç tamamıyla son on yıllarda yalnızca ülkemizde değil, dünyada da yaygın LGBTİ+ düşmanı propagandadan ortaya çıkıyor.
Tıpkı bir lubunyanın güçlü dini inançlara sahip olabileceği ihtimali gibi bizim de sağlıklı ailelere sahip olabileceğimiz ihtimaline karşın bir saldırı ile karşı karşıyayız. Cis-heteroseksüel, yani toplumca norm kabul gören natrans kadın ve erkekten oluşmuş aile yapısına gayet entegre olabilecek aile ağaçlarının varlığı bile bir rahatsızlık yaratıyor. Neden benim ailem, hem de “erkek-kadın”dan oluştuğu halde, yasanın ve toplumun bir derdi oluyor? Asıl aileye karşı olanlar, bizleri görmezden gelenler değil mi?
Kendi aile fikirlerine uymayan, sevmedikleri ve hor gördükleri azınlıkların hayatlarına müdahale etmeyi görev bilmiş bu kitle, benim güvenliğimi ve huzurumu tehdit ederek aslen benim ailemi tehlikeye atıyor. Benim annem, babam, kardeşim ya da eşim, sadece trans kadınım diye, toplumda bir ayrımcılık yaşarım diye endişeleniyor ve bir stres yüküne maruz kalıyorsa burada bizim ailemizin huzurunu kaçıran şey, ayrımcı ve nefretle dolu kişiler ve politikalardır.
Ailenin kutsallığı, özel hayatın kutsallığı yalnızca belli bir zümreye mi aittir?
Aile kutsal ise benim ailem de kutsal. Beden kutsal ise benim bedenim de kutsal. Hayat kutsal ise benim hayatım da kutsaldır. Fakat bir trans kadın olarak bu devlet ne benim biyolojik ailemle huzuruma önem veriyor ne bedenime ne özelime ne de hayatımı özgürce yaşama hakkıma saygı duyuyor.
İnsan temel ve hak özgürlüklerini manevi bir yerden değerlendirmeyi norm etmiş hükümet ve bunu devam ettiren muhalefete söylemek istediğim şey şu ki: LGBTİ+ olmak manevi değerlere sahip olmakla zıt bir varoluş değildir. Feminist bir çerçevede ailenin eleştiriliyor olması, teorik münazaralarsa halihazırda vatandaşlık hakkı olan evlilik ve aile kurmak gibi hakların bizlere mahrum edilmesini meşru kılmaz. Nasıl ki herhangi bir kimliğe ait biri bir diğerinin birebir karbon kopyası değilse, lubunyalar içinde de çeşit çeşit insan vardır. Kendisine aile kurmak isteyen, ailesiyle huzur içinde yaşamak isteyen LGBTİ+’lar da vardır.