Ana Sayfa Blog Sayfa 664

COP27’nin başlıca sonuçlarının eleştirel-bilimsel bir bireşimi

Zorlu bir jeopolitik zeminde geçen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 27. Taraflar Konferansı (COP27), ülkelerin küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi düzeylerinin 1.5-2 °C üzerinde sınırlama yükümlülüğünü “yeniden ‘teyit! eden” bir karar paketi sunmasıyla sonuçlandı. Paket aynı zamanda ülkelerin sera gazı salımlarını azaltma ve iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkilerine uyum sağlama eylemlerini güçlendirmenin yanı sıra gelişmekte olan ülkelerin gereksinim duyduğu “finans, teknoloji ve kapasite geliştirme” ‘desteğini’ artırdı!

Konferansın ilk haftasında iki gün boyunca süren Dünya Liderleri Zirvesi, altı üst düzey yuvarlak masa toplantısı düzenledi. Bu kapsamdaki tartışmalarda, iklim sorunlarının üstesinden gelmeye yönelik bir yol haritası çizmek için gıda güvenliği, etkilenebilir ülke ve topluluklar ve adil geçiş gibi yaşamsal konulara ilişkin çözümleri ve geniş ölçekte iklim eylemini etkin bir şekilde gerçekleştirmek için “finansman, kaynak ve araçların nasıl sağlanacağı” ‘vurgulandı’.

Bu makalenin sonunda özetlediğim gibi, kayıp ve hasar için özel bir fon oluşturulması, konunun resmi gündeme eklenmesi ve ilk kez COP27’de kabul edilmesiyle önemli bir ilerleme noktası oldu.

Bu makalenin amacı, 6-18(20) Kasım 2022 günlerinde Mısır’ın Şarm el Şeyh şehrinde gerçekleşen BMİDÇS 27. Taraflar Konferansı’nın başlıca çıktılarının ana sonuçlarının eleştirel kısa bir bilimsel bireşimini yapmaktır.

Toplantının ilk haftasında sosyal medya hesaplarımda kısaca şunları yazmıştım:

“#BMİDÇS 27. TARAFLAR KONFERANSI# Kısır döngü: Mısır’ın Sharm El-Sheikh şehrinde süren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansında, “küresel iklim diplomasisinde hem iyimserlik diz boyu hem de parayı veren düdüğü çalar ve parayı alan sesini keser” anlayışı egemenliğini ilan etmiş durumda.”

Paris Antlaşması’nın 1.5-2.0 oC küresel ısınma hedefi yüzyılın sonuna ya da bir başka yüzyıla kaldı!”

1.5C hedefi başka bir yüzyıla kaldı

Evet ne yazık ki öngörüm tam tuttu: Gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkileri nedeniyle karşı karşıya kaldıkları ‘kayıp ve hasarlar” için bir finans düzeneği (para fonu) oluşturulması AB‘nin desteğiyle kabul edildi.

Öte yandan insan kaynaklı iklim değişikliği ve küresel ısınmanın ana sorumlusu olan fosil yakıtlardan, kömürden başlanarak vaz geçilmesi (2021 Glasgow Paktı’nda vardı), ülkelerin Paris Antlaşması’nın 1.5-2.0 oC küresel ısınma hedefinin 2030 yılına kadar gerçekleştirilmesine yönelik daha kuvvetli sera gazı azaltımlarını içeren yeni ve daha azimkar yükümlülüklere ve 2025 yılına kadar zirve yapan (sonra azalması beklenen) küresel sera gazı salımlarına atıfta bulunulmadı.

Bunlar şu anlama geliyor: “Paris Antlaşması’nın 1.5-2.0 oC küresel ısınma hedefi yüzyılın sonuna ya da bir başka yüzyıla kaldı!”

Sonuçlara ilişkin kısa değerlendirmem şöyledir:

1.5 °C hedefindeki yetersizlik ve başarısızlıklar ciddi derecede tehlikeli olmayı sürdürüyor

Hindistan’ın, şiddetli hava ve iklim olayları ve afetlerinden örneğin kuraklık ve deniz seviyesinin yükselmesinden etkilenmekte olan ve gelecekte çok daha şiddetli düzeyde etkilenecek olan gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin yanı sıra Avrupa Birliği ve kısmen ABD gibi büyük güçlerin girişimlerine rağmen, Şarm El-Şeyh anlaşması, salımları azaltma konusundaki ulusal katkıları ve yükümlülükleri daha azimkar yapamadı. Bu, Dünya’nın 2015 Paris Anlaşması’nda belirtilen 1.5 santigrat derecelik (°C) küresel ısınma hedefini “bir kez daha kaçırdığı” anlamına geliyor, bana göre.

Petrol ve kömür dahil tüm fosil yakıtların kullanımını aşamalı olarak ortadan kaldırma ve küresel salımları 2025 yılına kadar (Uluslararası Enerji Ajansı‘na göre zaten gerçekleşmesi muhtemel olan) zirveye çıkarma çağrıları, petrol ihraç eden birçok ülke tarafından reddedildi. Tüm fosil yakıtların aşamalı olarak azaltılması nihai metne yansımamış olmakla birlikte, zirveden önce masada çok fazla yer almayan bu düşünce çevresindeki ivmenin arttığı söylenebilir. Bu kapsamda, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans,şu anda 80 kadar ülkenin bunu desteklediğini ve AB’nin ve diğerlerinin önümüzdeki yıl bu konuda lobi yapmasının beklendiğini” söyledi.

Dünya bir enerji kriziyle boğuşurken ve yüksek fosil yakıt fiyatları büyük üreticilerin kasalarını doldururken, karbon güçlerinin siyasi nüfuzu COP27’de sergilendi. Örneğin bu konuda Almanya dışişleri bakanı Annalena Baerbock, “bir dizi büyük yayıcı ve petrol üreticisi tarafından engellenmekten” duyduğu hayal kırıklığını dile getirdi. Bu unutmamız gereken güçlü bir ses, belki de bir çığlık olarak da değerlendirilebilir. Dahası COP28, bir petrol ve gaz devi olan Birleşik Arap Emirlikleri‘ne yönelirken, iklim değişikliği savaşımı Paris Antlaşması’nın yürütülmesi ve hedeflerine ulaşılması açısından çok yaşamsal olan önümüzdeki yıllarda olasılıkla daha da zorlaşacak.

Uluslararası çok taraflı borç veren kuruluşlara ilişkin istemler ve olası değişiklikler

İlk kez bir COP toplantısında, iklim hedefleriyle daha iyi uyum sağlaması için küresel finansal mimaride reform yapılması çağrısı yer aldı. Bu düşünce, temiz ve/ya da yeşil enerji geçiş projelerine ve ısınan bir gezegene uyum sağlama çabalarına daha fazla finansman akışı yönlendirmek için Dünya Bankası (WB) gibi çok taraflı kalkınma bankalarının ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası finans kurumlarının yetkilerini değiştirmektir.

Bu konuya ilişkin olarak, örneğin Avrupa İklim Vakfı CEO’su Laurence Tubiana, bu “Doğru an” ve “İklim etkileri makroekonomik bir risk olarak anlaşılmaya başlıyor.” dedi.

İklim Değişikliği Savaşımının geleceği hala belirsizlik taşıyor

Şarm El-Şeyh’te, diğerlerinin yanı sıra, görüşmeleri geciktiren ve COP27’yi en uzun ikinci BM iklim zirvesi yapan konu, “iklim değişikliği savaşımı (mitigasyon) ve ilişkili konular çalışma programı” idi. Bu programın amacı, ülkelerin iklim hedeflerini karşılama hızında sera gazı salımlarını azaltmak için net hedefler, planlar ve ölçümler belirlemesini sağlamaktır. Şimdiye kadar, yükümlülükler aynı standardı izlemedi ve Taraflar hedefleri için farklı kriterler ve temel değerler kullanmaktadır. Ortak bir sistem olmadan, bu yükümlülükler gerçek salım azaltımlarına dönüşmeyebilir.

İleri iklim ülkeler, önerilen programı 2030’a kadar yürütmek istediler. Ancak geri kalanların muhalefeti, programı uzatma şansıyla birlikte 2026’ya kadar yürütme konusunda uzlaşmaya yol açtı. Program başarılı olursa, ülkelerin tüm fosil yakıt kullanımlarını aşamalı olarak ortadan kaldırmaya yönelik siyasi açıklamaları kabul etmesinden daha güçlü sonuçları olabilir.

Uyum

COP27, uyum konusunda görece önemli bir ilerleme kaydetti ve hükümetler, COP28’de sona erecek ve ilk Küresel Durum Değerlendirmesi’ni bilgilendirerek etkiye en açık olanlar arasında direngenliği iyileştirecek olan Uyumla ilgili Küresel Hedef konusunda ilerleme yolunda anlaşmaya vardı. COP27’de Uyum Fonu‘na yönelik toplam 230 milyon ABD dolarını aşan yeni sözler verildi. Bu yeni yükümlülükler, etkilenebilirliği daha yüksek olan birçok ülkenin ve toplulukların somut uyum çözümleri yoluyla iklim değişikliğine uyum sağlamasına yardımcı olabilecektir.

Şarm El-Şeyh Uygulama Planı

Şarm El-Şeyh Uygulama Planı olarak bilinen çerçeve kararı, düşük karbonlu yeşil bir ekonomiye küresel dönüşümün yılda en az 4-6 trilyon ABD doları yatırım gerektirmesinin beklendiğini vurguluyor. Bu tür fonların sağlanması, finansal sistem yapılarının ve süreçlerinin hızlı ve kapsamlı bir dönüşümünü, hükümetlerin, merkez bankalarının, ticari bankaların, kurumsal yatırımcıların ve diğer finansal aktörlerin katılımını gerektirecektir.

Öte yandan, Konferansta, Gelişmiş ülke Taraflarının 2020 yılına kadar ortaklaşa yılda 100 milyar ABD doları seferber etme hedefinin, gelişmiş ülkelerin bu hedefe ulaşmaya teşvik edilmesi ve çok taraflı kalkınma bankaları ile uluslararası finans kuruluşlarının iklim finansmanını harekete geçirmeye çağrılması ile henüz karşılanmadığına dair ciddi endişeler de dile getirildi.

Karbon piyasaları için zayıf kurallar

Ülkeler, Glasgow’da yapılan COP26’da ülkelerin karbon kredisi ticareti yapmasına izin verecek kuralları oluşturmak için anlaşmıştı. Bu, örneğin Norveç’in Endonezya ormanlarını korumak için para ödeyebileceği ve karşılığında Norveç karbon bütçesinden salımları temizleyebileceği anlamına gelir. COP27’de hükümet temsilcileri, şirketlerin hükümetlerden kredi satın almasına izin verilmesi de dahil olmak üzere, böyle bir karbon piyasasının nasıl çalışacağına dair daha ayrıntılı bir çerçeve çizdiler.

Gençler

Bir başka görece dikkat çekici gelişme, COP27’de özellikle gençlere daha fazla önem verilmesi ve BM İklim Değişikliği İcra Sekreteri’nin, hükümetleri sadece gençlerin öne sürdüğü çözümleri dinlemeye değil, aynı zamanda bu çözümleri karar alma ve politika oluşturma süreçlerine dahil etmeye teşvik etme sözünü vermesiydi. Çocuklar ve gençler için türünün ilk örneği olan bir toplantı ortamının sunulmuş olmasının yanı sıra, gençlerin önderliğindeki ilk İklim Forumu aracılığıyla gençlerin seslerinin duyurması da önemliydi.

Kayıp ve hasar için yeni bir fon oluşturulması kabul edildi

BMİDÇS COP27, iklim afetlerine en açık (iklimsel etkilenebilirlikleri yüksek olan) ülkeler için “kayıp ve hasar finansmanı” sağlamaya yönelik çığır açan bir anlaşmayla 2 gün gecikmeli olarak sona erdi.

İklim değişikliği eşitsizliklere neden olur ve onları şiddetlendirir. Çok iyi bilindiği gibi, gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler zenginliklerini fosil yakıtlardan elde etti ve örneğin enerji, ulaştırma ve sanayide bu yakıtların salımlarıyla bağlantılı refahtan yararlanmayan yoksul ülkeleri, bunun sonucunda ortaya çıkan iklim etkilerinden kaynaklanan karşılanması ya da ödemesi olanaksız faturalarla baş başa bıraktı. Gelişmekte olan ülkelerdeki iklim kurbanlarını tazmin etmek için on yıllarca süren çağrılardan sonra, COP27 sonunda kayıp ve zararı ele alacak bir fon oluşturmak için bir anlaşma yaptı.

BM İklim Değişikliği İcra Sekreteri Simon Stiell, sonucu “Bu anlaşmayla, iklim değişikliğinin en kötü etkilerinden dolayı yaşamları ve geçim kaynakları mahvolmuş topluluklar üzerindeki etkileri nasıl ele alacağımızı tartışarak, kayıp ve hasarın finansmanı konusunda on yıllardır süren bir görüşmede ileriye dönük bir yol belirledik” şeklinde yorumladı.

Hükümetler, gelişmekte olan ülkelere kayıp ve hasarı karşılamak ve gidermek ya da yanıtlamaya yardımcı olmak için yeni finansman düzenlemelerinin yanı sıra özel bir fon oluşturmayı hedefleyen önemli bir karar aldı. Hükümetler ayrıca, gelecek yıl COP28’de hem yeni finansman düzenlemelerinin hem de fonun nasıl işleyeceğine ilişkin önerilerde bulunmak üzere bir geçiş komitesi kurmayı kabul etti. Geçiş komitesinin ilk toplantısının Mart 2023’ün sonundan önce yapılması bekleniyor.

Taraflar ayrıca, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı özellikle etkilenebilir gelişmekte olan ülkelere teknik yardımı yönlendirmek için Santiago Kayıp ve Hasar Ağı‘nı etkinleştirecek kurumsal düzenlemeler üzerinde de anlaştılar.

Ancak bu atılım çok büyük soru işaretleriyle birlikte geliyor. Şarm El-Şeyh’te fonda toplanacak olan paraya ilişkin hiçbir tutar konusunda söz verilmedi ve fonun nasıl çalışacağına ilişkin kurallar gelecek yıl Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılacak COP28’de belirlenmeye bırakıldı. Bu durum bazı katılımcılarca, örneğin Ganalı bir politikacı ve İklimsel Etkilenebilirliği Forumu başkanı Henry Kokofu tarafından, “daha fazla somut adım atılmazsa bunun yalnızca ‘boş bir banka hesabı’ yaratma riski olduğu” konusunda uyarıldı.

*

İnternet Referansları

 

 

Türkiye’nin zeytinyağı ithalatında Gümrük Birliği engeli: Ayağı prangalı iş yapılır mı?- Kenan Mortan

Yıl 2001 ve tarih 9 Kasım’dı. Ayvalık Ticaret Odası‘nın konuğu olarak “Zeytinyağında 1. Lig Hedefi”’  başlıklı bildirimi sunarken şöyle demişim: “Bu noktada Türkiye 500  bin  ton yağ üretimiyle 1. Lige çıkmak istiyor. 10 yıl sonra 500 bin ton üretim Türkiye için olağan bir rakam olacaktır. Bu, 1.5 milyar $’lık bir ihracat demektir…”

Bir ihracat şirketinin üst düzey yetkilisinin geçen hafta  “Zeytinyağında 5 yıllık ihracat  hedefimiz  1 milyar dolar” sözlerini okuyunca,  21 yıl öncesine gittim ve “Hep  déjà vu yaşamak bu ülkenin yazgısı mı ?’’ demekten kendimi  alıkoyamadım.

*

Türkiye ve AB, 1995’de bir Gümrük  Birliği (GB) Anlaşması imzaladı. Bununla tüm sanayi ürünlerinin  gümrüğü karşılıklı olarak sıfırlandı. Ama tarım bu kapsamın dışında kaldı. O günün siyasi yönetimi büyük bir aymazlıkla “Gümrük Birliği, AB tam üyeliğinin ilk adımıdır!” diyerek konuyu geçiştirdi.

Tarım ürünlerinin AB’ye ihracat çıkmazı, o gündür-bu gündür hep böyle gidiyor.

Bu yıl bir rekor, 421 bin ton zeytinyağı üretimi bekliyor. Ama zeytinyağının  AB’ye ihracat yolları tıkalı. 

Gümrük Birliği Anlaşması tarım konusunda “Aşil Topuğu’ndan vurulmak” anlamını taşıyor. Türkiye’nin GB Anlaşma’sıyla resmi kotası (hakkı) 100 ton (YAZIYLA YÜZ TON ).  AB ile hiç bir ticaret anlaşması  olmayan Tunus’un 2022 kotası ise  56.700  ton.

İhracat, o da yapılabilirse, yüksek vergisini ödeyerek ama “dökme zeytinyağı” olarak ve tabii ki düşük katma değerle  gerçekleştiriliyor. Devlet de dökme zeytinyağına ihracına izin vererek düşük katma değer için yeşil ışık yakıyor. Türkiye bunun için ihraç  fiyatlarında “damping”’ yapıyor.

Bu izin kuşkusuz AB pazarına otomatik giriş hakkı anlamına gelmiyor. Bu iş için % 33 fark giderici bir kaldıraç vergisi  ödeniyor. AB bununla kendi zeytinyağı üreten üyelerini (İspanya, İtalya ve Yunanistan) koruyor.

‘Büyük tarım potansiyeli’nin belirsizliği

Hesap açık: Türkiye bu yılki 421 bin tonluk zeytinyağını  kilogramı 3 dolardan ihraç etseydi, döviz girdisi bu yıl 1.2 milyar $ olacaktı. Oysa en iyimser tahminle beklenti 500 Milyon dolar.

Türkiye’nin büyük tarım potansiyeli olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Ama bu işin üretim tekniği  ve verimden geçtiğini bilen olarak, ben buna inanmam.  Zira bu  “potansiyel” hep  bir belirsiz gelecek olmaktan ibaret.

Konuyu açayım: Tarımsal ihraç ürünlerinde ülkenin ilk üç ürünü fındık, kayısı ve zeytinyağı. İhracat rakamları -o da iyi gününde- fındıkta 2 milyar, kayısıda 400 milyon ve zeytinyağında 250 milyon dolar.

Potansiyel dediğimiz bir  “katma değer cılızlığı” ile eşdeğerdir.

Bu cılızlık  bir sacayaktan oluşuyor: İlki, yapılan tarımın ilkelliği (zeytinyağında ağaç başına verim 2 kg). İkincisi, dünya ticaretinin tarıma getirdiği akıl almaz kısıtlar. Üçüncüsü “aklı fukara” politikacının basiretsizliği /umarsızlığı.

 

Gümrük Birliği Anlaşması’nı 27 yıldır kedinin kuyruğunu  yakalamaya çalışması gibi  izliyoruz, sonuç  sadece “sıfır.”

Meraklısına ek bilgi :Zeytinyağı Prensesi olarak andığım ve zeytinyağında Dünya İkincisi olmuş dostum Selin Ertür‘ün, Toscana kalitesi  eşdeğeri üç zeytinyağı numunesine İtalya’dan geçen hafta gelen cevap şuydu: “Ürününüz  harika ama fiyatınız tutmuyor”

*

Yaşar Kemal ustamız, bu ayrıntılara  bakmadan ‘en büyük tehlike’ye işaret  ederek şöyle diyor: Çağımızda doğanın yok edilmesi artık dünyamızın başlıca sorunudur. Havanın, suyun kirlenmesi, doğanın dengesinin bozulması insanlığın  bugünkü sorunlarından başlıcasıdır.

Çiçek, doğa, çocuk, vicdan: Yaşar Kemal

Yazının başlığında Yaşar Kemal’i görüp ‘yine mi?’ diyenler mutlaka vardır. Evet, yine ve daima Yaşar Kemal. Keşke onu çok daha sık yazabilsem.

İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB) ev sahipliğinde gerçekleşen ve Yaşar Kemal Vakfı (YKV) ile İzBB ortaklığında düzenlenen harika bir sempozyumu geride bıraktık. 2-3 Aralık tarihlerinde Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde gerçekleşen sempozyumun tam adı şöyleydi: Yaşar Kemal ile Binbir Çiçekli Bahçede Sempozyumu. Her iki kuruma, İzBB başkanı Sayın Tunç Soyer’e, YKV başkanı Sayın Ayşe Semiha Baban Gökçeli’ye ve sempozyumun organizasyonuna büyük emek harcayan Feridun Abi (Sayın Feridun Andaç)’ye ne kadar teşekkür etsem az.

Notlarımda öne çıkanlar

Açılış oturumu dışında altı oturumdan meydana gelen sempozyumda Yaşar Kemal’in eserleri ve kişiliği çok farklı açılardan ele alındı. Öyle önemli saptamalar yapıldı, öyle güzel şeyler söylendi ki not tutmaktan koluma ağrılar girdi. Sempozyum sonrası geri dönüp notlarımı gözden geçirdiğimde, en çok yazdığım sözcüklerin çiçek, doğa, çocuk ve vicdan olduğunu gördüm.

Sempozyumun adında ‘binbir çiçekli bahçe’ olunca ve Yaşar Kemal’in yeryüzüne ilişkin değişik kültürlerin bir arada yaşadığı binbir çiçekli bahçe hayali de dikkate alınınca bu kadar çok çiçek sözcüğünün geçmesi çok normal. Onun, insanın insanı sömürmesiyle insanın doğayı sömürmesi arasında fark görmeyen temel bakış açısını ve bu bakış açısını eserlerine, yazılarına ve konuşmalarına en net şekilde yansıtışını hatırlayınca, doğa sözcüğü de olağan şekilde kendine sıkça yer buluyor konuşmalarda.

Gelelim çocuğa. Ben Yaşar Kemal’i hiç yakından görmedim, onunla hiç konuşmadım. Fakat bu şansa sahip olanlar, onun içindeki çocuğu yaşatmayı ve gizlemden yaşamayı nasıl da güzel başardığını çok iyi gözlemlemişler[1]. Örneğin Sayın Ataol Behramoğlu yaptığı konuşmada, onun bir çocuk olduğunu, hem de öyle çocuk gibi bir yetişkin değil çocuk gibi bir çocuk olduğunu; çocuk gibi güldüğünü, çocuk gibi sevdiğini, çocuk gibi eğlendiğini, her şeyi çocuk gibi yaptığını fakat sadece kıskançlık huyunun çocuk gibi olmadığını, kimseyi kıskanmadığını söyledi. Kendisiyle aynı toplantılarda bulunmaktan (Köln’de de birlikteydik) büyük onur duyduğum Sayın Kenan Mortan ise Yaşar Kemal’de öne çıkan üç şeyin umut, başkaldıran mecbur insan ve çocuksu merak olduğunu söyledi.

Ve vicdan. Yaşar Kemal hem eserlerinde hem de yaşamında daima haksızlığa uğrayanların, ezilenlerin yanında durdu. Haksızlığa uğrayan insan da olabilirdi, genel olarak doğa ya da özel olarak orman (Yanan Ormanlarda Elli Gün), deniz (Deniz Küstü) veya kuşlar (Kuşlar Da Gitti) da. Yaşar Kemal asla sömürüleni insan ya da başka bir canlı diye ayırmadı. Hep sömürenin karşısında, sömürülenin yanında oldu. Yaşar Kemal değil miydi ‘insanın evrende gövdesi kadar değil yüreği kadar yer kapladığını’ söyleyen. Bu yüzden o, aklını daima yüreğinin (vicdanının) sesiyle yüceltmeyi başardı. Ve o nedenle sempozyum boyunca sıkça vicdan sözcüğü kulaklarıma çalındı. Galiba bu konudaki en net cümleyi de Sayın Tunç Soyer kurdu. Şöyle dedi Soyer: Yaşar Kemal bu toplumun vicdanıydı.

Yaşar Kemal’in bitkileri

Uzun zamandır Yaşar Kemal’in eserlerindeki doğayı, özellikle de bitkileri inceliyorum. Her okuduğumda yeni bir şeyi fark ediyorum. İzmir’de, son çalışmalarımda odaklandığım bir konudan söz ettim bildirimde. İnce Memed serisinde geçen bitkilerden dördü hem kullanım sıklığı olarak açık ara önde yer alıyor hem de anlatıdaki yeri açısından büyük farklılık taşıyor. Bu bitkiler çakırdikeni, karaçalı, keven ve devedikeni.

Bu dört bitkinin her biri İnce Memed serisinin bir bölümünde öne çıkıyor. İnce Memed I’e damgasını vuran bitki çakırdikeni. Zaten İnce Memed destanı çakırdikeni ile başlıyor denilebilir. Çakırdikeni birinci bölümde tam 86 kez kullanılıyor. Adı daha çok geçen bir bitki yok bu bölümde. Bölümün bitişi de çakırdikeniyle. İnce Memed’in Abdi Ağa’yı öldürmesini kutlamak için Dikenlidüzü’ndeki beş köyün halkı çakırdikenliğini ateşe veriyorlar. Bölümün son cümleleri tam olarak şöyledir:

“İnce Memedden bir daha haber alınmadı. İmi timi bellisiz oldu. O gün bu gündür, Dikenlidüzü köylüleri her yıl çift koşmazdan önce, çakırdikenliğe büyük bir toy düğünle ateş verirler. Ateş, üç gün üç gece düzde, doludizgin yuvarlanır. Çakırdikenliği delicesine yanar. Yanan dikenlikten çığlıklar gelir. Bu ateşle birlikte de Alidağın doruğunda bir top ışık patlar. Dağın başı üç gece ağarır, gündüz gibi olur.”

İnce Memed II’de öne çıkan bitki ise karaçalıdır. Karaçalı bu bölümde tam 39 kez geçer. Saz ve kamışın ikisinin birden toplam kullanım sayısı 78, çamın kullanım sayısı ise 63’tür. Çam ormanları ve Akçasaz sulak alanının anlatı coğrafyası olduğunu düşündüğümüzde saz, kamış ve çam kullanımının bu kadar çok olması son derece olağan. İnce Memed II’nin sonunda İnce Memed Kel Hamza’yı öldürünce köylüler kutlamayı yine çakırdikenliğini ateşe vererek yaparlar.

İnce Memed III’te Keven başroldedir. Bölümde 51 kez geçen gülden sonra 47 kez kullanımla keven diğer bitkilerin önünde yer alır. Gül hemen her tür anlatıda çok geçen bir bitkidir. Ayrıca bölümde gül pek çok kez ‘gül gibi’, ‘gül yüzlü’ gibi benzetmelerde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu bölümün kahramanının keven olduğu konusunda da şüphe duymamak gerekir. Nihayet, bölüm sonunda, İnce Memed Mahmut Ağa’yı öldürdüğünde köylüler bu kez kevenleri yakarak kutlama yaparlar. Gelin bu bölümün son satırlarını birlikte okuyalım:

“O gün bugündür, Çiçeklidüzü köylüleriyle öbür köylüler kevenli yamaçta, İnce Memedin gittiği gün toplanırlar, büyük bir toy düğünle kevenlere ateş verirler. Yalımlar üç gün üç gece bir sel gibi yamaçta dolanır, bütün dağ tepeden tırnağa ateşe keser, yamaç bir yalım fırtınasında çalkanır, kevenlerden çığlıklar gelir. Bu ateşle birlikte de önce Yıldızlı, sonra Çakmaklı, ardından da Boranlı dağın doruğunda birer top ışık patlar. Dağların doruğu üç gece ağarır, ortalık apaydınlık, gündüz gibi olur.”

İnce Memed IV’te ise öne çıkan devedikenidir. Püren (71), portakal (55) ve nar (52)’dan sonra bölümde en çok geçen bitki 45 kullanımla devedikenidir. Püren sıkça ‘püren balı’ şeklinde yemek yeme anlarında geçer. Portakal ve nar bahçeleri ise İnce Memed’in dağlardan sahile indiği bölümlerde coğrafyanın ana bileşenlerindendir. Oysa devedikeninin anlatıdaki yeri bambaşkadır. Nitekim hem bölümün hem de İnce Memed serisinin sonunda, İnce Memed Arif Saim Bey’i öldürdükten sonra köylülerin kutlama ateşinde devedikeniyle birlikte önceki üç bitki, yani çakırdikeni, karaçalı ve keven de yer almaktadır. Destansı İnce Memed serisi şu satırlarla son bulur:

“Ve Dikenlidüzünü doldurmuş köylü kalabalığı, haberi duymuşlar, gittikçe de çoğalıyorlardı. Bayram, Cümek, öteki davulcular, zurnacılar, davullarını, zurnalarını kapmış gelmişlerdi. Bir anda ortaya çakırdikenlerinden, karaçalılardan, kevenlerden, devedikenlerinden bir tepe gibi bir öbek yığıldı. Hürü Ana gitti öbeğe ateş verdi. Aptal Bayram, öteki davulcular, zurnacılar öbeğin üstüne fırladılar, yalımların içinde kalıncaya kadar oynadılar, bütün kalabalık da onlarla birlikte oynuyordu. Yalımlar bir yanlarını sarınca, öbekten indiler kalabalığa karıştılar. Bütün kalabalığın katıldığı dev bir halaya girildi. Halay bitince sevinç türküleri başladı. Dünya bir sevinç kasırgasına tutuldu, sevinç kasırgasında döndü. Yalımlar diken öbeklerinden düzlüğe atladı. Kurumuş çakırdikeni düzlüğü tepeden tırnağa bir anda yalıma kesti. Yalımlar bütün düzlüğü, yamaçları, koyakları doldurarak aktı. Yalımların kızıltısı mor dağlara vurdu, dağlar aydınlandı, sallandı.”

 Mecbur İnsan, İnce Memed ve bitkiler

İnce Memed mecbur insandı. Adalet, iyilik ve eşitlik için kendini yakmayı göze almıştı. Yaşar Kemal’de mecbur insan anlayışı Osmanlı tarihini okuduğu zamanlarda ortaya çıkmıştı. Büyük usta, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor[2] adlı eserde Osmanlı tarihi okurken karşılaştığı Sakarya Şeyhi’nin hikâyesinden etkilenerek mecbur insan anlayışının kendinde yerleştiğini anlatır. Şeyh Bağdad seferine giden IV. Murad’ın seraskeriyle gönderdiği hediyeleri ve orduya katılma çağrısını reddeder. Serasker şöyle der Şeyh’e:

“Biz dönüp seni yakalayacağız. Konya çarşısında bir eşeğin üstüne ters bindirerek, dolaştırarak, aşağılayarak, gözlerini oyarak, mafsallarını kanırarak, derini yüzerek öldüreceğiz. Sen deli misin?”

Şeyh’in yanıtı çok nettir: “Deli değilim, ben huruç etmeye mecbur kişiyim.”

Bu hikâye’den Yaşar Kemal’in çıkardığı dersi anlamak için yine onun sözlerine kulak verelim:

“Demek ki bu dünyada mecbur olan kişiler var, diye düşündüm gençliğimde. Sonra düşündükçe, okudukça dünyanın Sakarya Şeyhi gibi, baş kaldırmaya mecbur kişilerle dolu olduğunu gördüm. Dünyamızı bu baş kaldırmaya mecbur kişiler yapmış, yapıyordu. Bu baş kaldıran kişiler insanlığın özüydü. Ve dünyayı onlar değiştirerek bu duruma getirmişlerdi. Bundan sonra da onlar dünyamızı değiştirerek, geliştirerek, kötülüklere karşı koya koya ileriye, daha insanca yaşanacak bir dünyaya götüreceklerdi. Üstelik de, her şeylerini, canlarını yitireceklerini, yenilgiyi bile bile savaşıma girecekler, bir de bakmışsınız ki, sonunda bunlar yengiye ulaşmışlar. Çağımızda, günümüzde çok mecbur insan biliyorum. İşi genelleştirirsek insanlık baş kaldırmaya mahkumdur. Mecburlar, insanın içindeki başkaldırının eylemcileridir. İnce Memedde, dört roman boyunca bu baş kaldırmaya mecbur insanın derinine kadar inmek istedim.”

Açıkça görüldüğü gibi Yaşar Kemal’in mecbur insan anlayışı, onun gibi bir büyük usta olan Nazım Hikmet’in Kerem Gibi şiirinde en yalın şekliyle açığa çıkan, yanmayı göze alarak dünyayı aydınlatma anlayışının aynısıdır. Ne diyordu Nazım bu şiirde;

“…
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,

nasıl
çıkar
karanlıklar
aydınlığa
…”

Bütün bu anlattıklarımdan ne sonuç çıkar? Şu sonuç çıkar:

Çakırdikeni, karaçalı, keven ve devedikeni mecbur insandır, İnce Memed’dir; yetmez, bu bitkiler Yaşar Kemal’in ta kendisidir.

Kutlama için yakılan bitkilere ve alevlerin arasından gelen çığlıklara sıradan, derinliksiz bir bakışla yaklaşılırsa, yakılan bu bitkilerin Abdi Ağa, Kel Hamza, Mahmut Ağa ya da Arif Saim Bey olduğu da düşünülebilir. Evet, çığlıklar onların çığlıklarıdır. Çığlıklar zulmün çığlığıdır. Ama yanan, o zulmü yok etmek için kendini yakmayı göze alan mecbur insandır; yanan İnce Memed’dir. O nedenle dağlar aydınlanır, ortalık apaydınlık olur, top ışıklar patlar. O nedenle çakırdikeni, karaçalı, keven ve devedikeni mecbur insandır, İnce Memed’dir; o nedenle bu bitkiler bir mecbur insan olan Yaşar Kemal’in ta kendisidir.

*

[1] Belki de o nedenle Sayın Ayşe Semiha Baban Gökçeli’yi bir ziyaretimin sonunda, bana Yaşar Kemal’in masasından hiç eksik etmediği oyuncakların arasından bir cam misket ile uğur böceği hediye etmişti. Kim bilir belki bende az da olsa bir çocuk görmüştür. Öyleyse ne mutlu bana.
[2] Yaşar Kemal (1. Baskı 1992; yararlanılan kitap 9. Baskı, 2019): Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet ile Görüşmeler. Yapı Kredi Yayınları-1990, Edebiyat-581. ISBN: 978-975-08-0738-3

Yeni anayasa önerisi ve kentler üzerine

[email protected]

“Altılı Masa” gibi ilginç bir ismi var en güçlü muhalefet ittifakının. İttifak, (belki bazı temel kabuller ve değerler bakımından benzer ama) birbirinden oldukça farklı görüşlere/ vizyonlara ve programlara sahip olan siyasi partiler arasında kurulmuş olmasıyla daha da ilginç hale geliyor.

Bu konu, yani farklıkların bir beraberlik kurması ve birlikte bir ortak anlayış ve ürün/ politik bir öneri geliştirmiş olmaları üzerinde durmayı hak ediyor. Bunu yani, farklı olan görüşler ve politik/ pratik veya ilkeler saklı kalmakla birlikte demokratik kurallar çerçevesinde geliştirilen tartışmalarla ortak noktaların bulunmasını sağlayan, (belki karşıtlıkları da gören ve değerlendiren ama) farklılıkların uygulamasını başka bir politik dengenin kurulmasına kadar erteleyen yaklaşımı not etmemiz gerekiyor.

Uzlaşma kültürü: Orta yolcu, barışçıl…

Bunu kısaca “uzlaşma kültürü” olarak adlandırabiliriz ve olumlu ve olumsuz yönlerine, kazandırdıklarına ve kaybettirdiklerine kısaca göz atmayı gerektiren bir durum olarak görebiliriz. Uzlaşma, adından da anlaşılacağı gibi devrimci değil ve orta yolcu. Radikal dönüşümleri değil, pek çok farklı değer, görüş ve politik tutumdan oluşan toplumun barışçıl bir biçimde (karşılıklı vaz geçmelere dayanarak) ortaklaşılan kararlar üzerinden ilerleyebilmesini tanımlıyor. Devrimci ve hızlı dönüşüm beklentilerine göre düş kırıcı bir yaklaşım.

Diğer yandan barışçı ve güven verici; karşımızdakinin empati yeteneği olduğunu bilen ve buna göre gerilim azaltıcı bir ruh hali ile konuşabileceğimizi ve birbirimizi dinleyeceğimizi, tartışma yapabileceğimizi baştan değerlendirerek, düşüncelerimizi açıklamaya olanak veren bir ortam. Konuşmaya ve tartışmaya, kavgacı ve şiddet içeren yöntemlere çok yakın bir yerden başlamamış oluyoruz… Bu, Türkiye gibi (sağda da solda da) çok ileri derecede radikalize olmuş inançlar, değerlendirmeler ve sabitleşmiş fikirler ortamında az rastlanan bir şey. Ama bu durumda, yenilikçi ve beklenmedik derecede yaratıcı ve toptan çözüm sağlayan yerlere varma beklentisi de, hiç olmayan bir tempoya razı olmuş oluyoruz.

Altılı masanın yeni anayasa önerisinin ilk düşündürdükleri bunlar ve bu uzlaşmacı kültürün yaratabileceği kazanımlara ve düş kırıklıklarına bu taslakta bolca rastlayabiliyoruz.

Taslağa yaklaşımda iki yol izleyebiliriz: Önerilere bakarak, onların sorunları çözme gücüne ve özelliğine dair eleştiriler geliştirmek ve bu taslakta olması gerektiğini düşündüğümüz halde hiç olmayan veya çok yetersiz/ önemsenmeden ele alınmış öneriler (ya da önerilmeyenler) üzerinde tartışmak…

Taslakta kentlere yaklaşım

Taslağa kentler açısından bakacağımıza göre, hemen hemen söyleyebileceğimiz her şey ikinci kategoriye giriyor. Ancak taslaktaki bazı özellikler veya somut öneriler, kentsel yaşamın niteliklerini dolaylı yoldan veya örtük biçimde etkileyebilecek hatta biçimlendirebilecek olgular olabilir. Önce bunlardan başlayalım.

Bir ülke, hatta Birleşmiş Milletler Topluluğu kadar karmaşık ve çok katmanlı olabilen kentlerde, toplumsal yaşam veya kamusal alandaki işleyişi buralardaki sorunları ve ortak geleceğin sorunlara göre düzenlememesiyle ilgili konuları nasıl ele alacağız? Bu tam olarak, kentsel demokrasinin nasıl kurulabileceği/ kurulması ile ilgili öncüller/ varsayımlar veya ortaklaştırılmış kabullerle ilgili bir soru…

En azından program önerileri bakımından farklı olan altı politik partinin, anayasa gibi toplumsal yaşamın en ortak sözleşme önerisini birlikte geliştirmiş olması kentlerin çoğul ortamında ortak görüşler, öneriler, politikalar oluşturulabilmek bakımından umut verici bir örnek oluşturuyor. Ancak henüz bir yöntemi değil, çoğul çıkarlar ortamında geleceğin birlikte tasarlanması yaklaşımını bir model olarak düşünebiliriz.

Ülkesel ölçekte anayasa gibi çok üst düzey ilke ve kuralların belirlenmesinde ortak kararlara demokratik tartışmalarla ulaşabiliyorsak çok karmaşık bir ortam olan kentlerde de ortak sorunlar üzerinde tartışabilir ve çatışan/ çelişen çıkarlar ve görüşler ortamında, herkesin onaylayabileceği ortak çözüm önerileri geliştirebiliriz.

İklim değişikliğinin hepimizi (belki aynı biçimde ve eşit oranda değil ama bir biçimde) etkileyeceği bir geleceğin eşiğinde kentsel yaşamı ve kentsel kullanışların/ enerjinin/ kaynakların ve finansmanın bu geleceğe yönelik olarak düzenlenişi üzerine, mutlaka tartışmamız gerekiyor. Ekolojik geleceğimiz için kent toplumu olarak çevremize kaynaklarımıza sahip çıkabilmeye ve kirletmenin azaltılmasına/ önlenmesine dair neler öneriyoruz, ne yapabiliriz? Bu çok zor bir soru. Ama yanıtının en azından olanaksız olmadığını düşünebiliriz. Yanıtın sadece merkezi yönetim/ devlet veya yerel yönetim türü kamusal kurumlaşmalardan değil sivil toplumun kendisinden, kentli yurttaşlardan ve onların örgütlü/ örgütsüz düşünce/ öneri ve eylemlerinden gelebileceği bir demokratik ortamı kurmak için “Altılı Masa” yaklaşımı esin verici olabilir.

Göz ardı edilenler…

İkinci bölüme gelince, yani taslakta olmayan şeylerden bahsetmek belki bir bakıma haksızlık olabilir. Bu farklı partiler şimdilik bu kadarında ortaklaşabilmişler ve bunu açıklıyorlar. Ama açıklamadıklarını da önemsiyorsak bu konularda, biz kentliler kentin sivil örgütleri ve hemşerileri olarak, daha ileri ve geniş düşünceler geliştirebiliriz. Bizler de bu açıkta bırakılmış konularda kendi kentimize uygun taslaklar geliştirebiliriz.

Tartışma gereksinimi olan konular için, şimdilik bir “ihtiyaç listesi” önerebiliriz:

  • Kentlerin geleceğini nasıl öngöreceğiz ve nasıl planlayacağız? “Planlama” gibi teknik bir konuda, teknik olmayan ama sorunları deneyimleyen yurttaşlar olarak profesyonel kadrolarla birlikte nasıl çalışacağız ve ortak bir kent geleceği düşleyebileceğiz? Siviller ve kamusal otoriteler bu tür bir demokratik beraberliği nasıl bir model çerçevesinde düşleyebilir?
  • İklim değişikliği ile ilgili yeni bir programı (eğer varsa öneriyi) nasıl tartışacağız ve uygulama araçları gelişeceğiz, uygulamaları nasıl denetleyeceğiz ve düzelteceğiz? Kaynakları/ enerjiyi ve tüketim tarzını nasıl seçeceğiz/ kullanacağız ve gerekiyorsa bunları azaltmak veya türel olarak değiştirebilmek, bazı alışkanlıklardan vaz geçebilmek doğrultusundaki (çok uzun bir zaman gerektirebilecek sabırlı) tartışmaları nasıl yapacağız?
  • Taslak, yerel yönetimlerin merkezi yönetimin baskısı ve saldırısından kurtulabilmesi için kayyımların ve devletin müdahalelerini bir miktar önlemeyi öngörüyor. Ama daha geniş bir yerel özerkliği ve aşağıdan yukarı doğru kurulacak, başta toplumsal cinsiyet olmak üzere eşitliklere dayalı katılımcı bir demokrasiyi nasıl var edeceğiz?
  • Konut/ barınma haklarını nasıl ele alacağız ve özellikle kentin yoksulları/ kiracılar için konut sorununda, yerel yönetimlerin/ kamusal otoritelerin davranışının nitelikleri ve öncelikleri hakkında neler önerebiliriz?
  • Ulaşım ve ulaşımın yarattığı sorunlar ve kirlenmeler bakımından türel dağılımda, yayalıkta ve bisikletlilikte geleceğe yönelik düşüncelerimiz neler? Burada, sivil yurttaşlar arasında otomobil sahipleriyle konuşmalar nasıl olacak ve kamusal ulaşımın tercih edilebilir olması için yasakçı olmayan önerileri nasıl geliştireceğiz?
  • Parklar, spor tesisleri, kentin boş/yeşil alanları, çocuklar ve yaşlılar/ engelliler ve ayrımcılığa uğrayanlar, her düzeydeki okullar ve sağlık kuruluşları bakımından kentsel mekanın nasıl örgütlenmesini ve biçimlenmesini istiyoruz?
  • Kentin tarihsel dokusunu, yakın ve uzak belleğimize ait mekanları ve yapıları nasıl savunacağız? Kentin kimliğini ve onun kültürel ve sanatsal eylemliliklerle geliştirilmesini nasıl koruyacağız?

Bunlar basit birer anket sorusu olamayacak kadar kapsamlı ve karmaşık sorun alanları…

*

Bu hafta da, rant konusundaki tartışmayı atlamak ve güncel bir gelişmeye değinmek zorunda kaldık; ama gelecek hafta sanırım “rant” olgusu/ kavramı çevresindeki düşüncelere/ önerilere devam edebiliriz.

Çocuğun istismar beyanının ardından yapılması gereken 10 şey

Yeşil Gazete‘de, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’yle yaptığımız işbirliği sayesinde her hafta cinsel istismarla mücadele yolları, yöntemleri üzerine kısa ve bilgilendirici notlar paylaşıyoruz.  

Bu bilgi notlarının cinsel şiddete ve/ya istismara maruz kalan ya da tehdidi altında olan kadınlar, LGBTİ+’lar ve çocuklar için yol gösterici olacağını umuyoruz. Böyle bir durumla karşılaşır veya tehdit altında olduğunuzu hissederseniz lütfen kolluk güçlerine, konuyla ilgili çalışan kurum ve kuruluşlara ve hukukçulara ulaşın. 

*

Çocuklar, cinsel istismar tehdidiyle karşılaştığında ya da maruz kaldığında ne yaşadığını anlamayabilir, korktuğu ya da utandığı için yakınlarından gizleyebilir. Anlatmak onlar için oldukça zor olabilir. Konuşmaya karar verdiklerinde, yetişkin bireylere olarak yapabilecekleriniz ise şöyle:

  1. Çocuğun beyanını kabul edin, ona inanın. İnanması güç bir ifşa ise kendinize yanlış ifşaların çok nadir yaşandığını hatırlatın. Size anlattığı için teşekkür edin, onu sevdiğinizi söyleyin.
  2. Kontrolünüzü kaybetmeden, soğukkanlı bir şekilde dinlemeye çalışın. Çocuklar üzüntü, kaygı, öfke gibi duygularınızı fark ettiklerinde kolayca geri adım atıp beyanlarından vazgeçebilirler. Unutmayın ki beyanı geri çekmeleri istismarın olmadığı anlamına gelmez.
  3. Çocuk konuşmak istemiyorsa üzerine gitmeyin, onu zorlamayın. Beden ve davranış odaklı, tarif isteyen, detaylı, yargılayıcı, suçlayıcı, utandırıcı soru ve yorumlardan uzak durun.
  4. Çocuklar yanlış davranışın suçunu sıklıkla kendilerinde ararlar. Ona “istismar eden yetişkin yanlış yaptı, sen değil” mesajını verin.
  5. Önemli ve öncelikli olan, çocuğun zedelenen güven duygusunu yeniden inşa etmektir. Ona yanınızda güvende olduğunu hissettirin. Çocuğun istismar eden yetişkinle karşı karşıya gelmemesini sağlayın, mahremiyetine saygı gösterin ve yaşadıklarını herkese anlatmayın.
  6. Çocuk izin vermiş, isteyerek hareket etmiş ya da cinsel temas içeren oyun talebinde bulunmuş olabilir. Bunlar yetişkinin sürdürdüğü bir cinsel eylemin bahanesi olamaz. Sınır koymak ve hayır demek her zaman yetişkinin sorumluluğudur. Yetişkinden çocuğa yönelen bir cinsel eylem söz konusu olduğunda rızadan bahsedilemeyeceğini unutmayın.
  7. İstismar eden kişi çocuğun sevdiği ve önemsediği ya da sizin tanıdığınız ve güvendiğiniz bir yetişkin olabilir. Her kim olursa olsun onu koruyan, eylemlerini gerekçelendiren tepkiler vermeyin. Cinsel istismar her zaman her koşulda uygulayanın suçudur.
  8. Çocuğu bundan sonra ne olacağı ile ilgili bilgilendirin. İstismar eden yetişkinin başkalarını da incitmemesi için durdurulması gerektiğini, bu durumu ilgili kişi ve kurumlarla paylaşacağınızı çocuğa söyleyin.
  9. Çocuğun beyanını ya da istismar olduğunu düşündüğünüz bir durumu takiben zaman kaybetmeden mutlaka ilgili kurumlara bildirin ve sürecin takipçisi olun. Olayı kendi yöntemlerinizle çözmeye çalışmayın.
  10. Çocuklar koruma, destek ve doğru uzman yaklaşımıyla yaşadıkları cinsel istismar sonrasında şifa bulabilir, mutlu ve üretken bir yaşama sahip olabilirler. Sessizliği kırmak ilk adımdır!

*

Daha fazla bilgi için csdestek.org
Cinsel şiddete maruz bırakıldıysanız ya da bırakıldığınızı düşünüyorsanız hafta içi pazartesi, salı, perşembe, cuma günleri 11:00 – 17:00 saatleri arasında 0549 599 15 19 numaralı telefondan CŞMD’yi arayabilir ya da basvuru@cinselsiddetlemucadele.org üzerinden ulaşabilirsiniz.

AKP’nin başörtüsünü de içeren ‘anayasa değişikliği’ teklifi TBMM’ye sunuldu

AKP’nin başörtüsü düzenlemesini de içeren anayasa değişikliği teklifi, 336 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunuldu.

“Başörtüsüne anayasal güvence” getiren ve ailenin yeniden tanımlandığı AKP’nin, MHP’nin ve Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) desteklediği anayasa değişikliği teklifinin 336 milletvekilinin imzasıyla Meclis’e sunulduğu belirtildi.

Zengin, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında, “Teklifimizde; başörtülülerin de başı açıkların da hakkını savunuyoruz. Kısaca kadınların özgürlüğünü savunuyoruz” dedi.

“Eğer bir toplumu tahrip etmek istiyorsanız, önce aileden başlamanız gerekir” diyen Zengin, “Biz anayasamıza evlilik birliğinin bir kadın ve bir erkek arasında olan hukuki bir birliktelik olduğunu koyuyoruz” ifadelerini kullandı.

Anayasa değişikliği teklifine giden süreci, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsüne yasal güvence adımı başlattı ve AKP’nin LGBTİ+’ların hayatlarına karışma dozunu artıran bir hamleye dönüştü.

Evliliği sadece kadın ve erkek birlikteliğine bahşeden teklif (!)

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan sürekli LGBTİ+’ları dışlamak ve hedef göstermek için ortaya atılan “aile yapısı” ifadeleriyle temellendirdiği bir konuşmasında “Son zamanlarda topluma LGBT’yi soktulardemişti.

AKP’nin teklifi, 16 Aralık’tan sonra ele alınacak. Anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesi için en az 400, referanduma götürülebilmesi için 360 oya ihtiyacı var.  Teklifte 24. Madde’ye eklenen yeni ifadeler ise şöyle:

  • Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan hizmetlerden yararlanması hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz.
  • Hiçbir kadın dini inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim öğretim, çalışma, seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile hak ve hürriyetleri kullanmaktan veya kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz, suçlanamaz ve herhangi bir ayrımcılığa tabii tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda devlet ancak dini inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir suretle engellememek kaydıyla, gerekli tedbirleri alabilir.

41. Madde’nin birinci fıkrasına göre yapılan aile tanımı ise şöyle:

“Evlilik birliği ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir.”

Teklifin birinci maddesinde ise şu hükme yer veriliyor:

“Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile üst kuruluşlarına bağlı olarak bir mesleği icra eden kadınlar, yürüttükleri mesleğin icrası kapsamında giyilmesi gerekli cübbe, önlük, üniforma vb. dışında kıyafet giymek ya da giymemek gibi temel hak ve özgürlükleri ihlal edecek biçimde herhangi bir zorlamaya tabi tutulamaz.”

Ne olmuştu?

Başörtüsünün anayasa teklifi haline getirilmesinin öncesinde Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na yönelik yaptığı konuşmada “Öyleyse biz olması gereken ne ise onu yapacağız” demişti:

Aile filan hepsi bu işin içinde. Öyle bir şey yapıyoruz ki ne kadar samimisin, değilsin; bunu burada göreceğiz.

Son zamanlarda topluma LGBT’yi soktular. LGBT’yle birlikte de bizim aile yapımızı bunlar dejenere etmenin gayreti içerisine girdiler. Öyleyse biz olması gereken ne ise onu yapacağız. Biz kimlerin LGBT’ci olduğunu biliyoruz zaten. Ama bunu da aile olarak gelip oraya koyalım. Burada da çıksın bakalım neresinden savunacak onu da görelim.”

Erdoğan’ın kullandığı bir parti veya yanında olunan bir örgütmüşçesine ‘LGBT’ci’ ifadesi hükümetin LGBTİ+’ları birer insan olarak görmenin oldukça ötesinde olduğunu ortaya koydu. Erdoğan’ın açıklamasından diğer detaylar da şöyleydi:

  • “Başörtüsüyle alakalı herhangi bir şey yoktu. Niye? Çünkü bizim böyle bir problemimiz yoktu. Çözmüşüz bunu. Bu beyefendi getirdi bunu gündeme koydu. Bu da ne oldu? Bu pek pas vermekten de anlamaz ama farkında olmadan bize bir pas verdi. Bizim de golü atmamız lazım. Bilmiyor benim ömrüm santraforlukla geçtiğini.
  • Devlet Bey’le de görüştüm, arkadaşlar güzel bir hazırlık yapacaklar ve bu hazırlığı Anayasa değişikliği olarak Meclise sunacağız.
  • Dezenformasyonla mücadele yasasıyla ilgili 14 madde Meclis Genel Kurulu’ndan geçti.
  • Bu yasanın çıkışıyla beraber inşallah bunları ciddi manada frenleyeceğiz ve gereği de neyse onu da inşallah yapacağız. Yasa bu noktada zengin, güçlü bir yasa.”

Kemal Kılıçdaroğlu da sosyal medyadan yaptığı açıklamayla Erdoğan’ın ifadelerine yanıt vermişti:

Kılıçdaroğlu: Sen kim, ‘Özgürlükçü Anayasa’ yapmak kim

“Beklediğim gibi Erdoğan, başörtülü kadınları rehine olarak elinde tutabilmek için, konuyu alakasız yerlere taşıdın. Samimi değilsin. Zorbasın. Milletimiz görsün istedim ve sen gösterdin. Sen kim, ‘Özgürlükçü Anayasa’ yapmak kim. Sen yasakçısın, sen gaddarsın. Asla şaşırtmazsın.

Buradan genç muhafazakâr kadınlara sesleniyorum: Bu eril Erdoğan ve Bahçeli siyasetine ilk seçimde siyasal rehine olmadığınızı göstereceksiniz. Ben de söz veriyorum, iktidarımızın ilk haftasında hem İstanbul Sözleşmesi‘ni hem de bu önerdiğimiz kanunu Anayasa’ya da geçireceğim.

‘Özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde kıyafet giymek ya da giymemek gibi temel hak ve özgürlükleri ihlal edecek biçimde kadınlar herhangi bir zorlamaya tabi tutulamaz’ dedik. Teklifimizden görüleceği üzere, kadınların giyimi kuşamı erkeklerin iki dudağından sonsuza kadar kurtulacak.”

Nesli tükenen Tazmanya kaplanı geri dönebilecek mi?

Köpeği andıran suratı ve sırtındaki çizgileriyle nadir bir görünüme sahip olan ve aşırı avlanma nedeniyle nesli tükenen  Tazmanya Kaplanı’nı ‘geri getirme’ çalışmaları sürüyor. Son Tazmanya Kaplanı, 1936 yılında Hobart‘taki Beaumaris Hayvanat Bahçesi’nde ölmüştü.

BBC’nin aktardığına göre, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avustralya‘daki 50 bilim insanından oluşan bir ekip, nesli tükenen hayvanlarla ilgili süreci tersine çevirmeye çalışıyor.

Hayvanı gen düzenleme yöntemiyle geri getirmeye çalışan bilim insanları, yürüttükleri çalışma kapsamında, benzer DNA’ya sahip bir türden önce kök hücreler alacak ve gen düzenleme teknolojisi ile Tazmanya Kaplanı’nın kök hücrelerine dönüştürmeye çalışacaklar.

Bu hücrelerden embriyo üreten bilim insanları daha sonra taşıyıcı olan başka bir hayvan aracılığıyla Tazmanya Kaplanı’nı geri getirmeyi deneyecekler.

Projeyi, Melbourne Üniversitesi ve nesli tükenen türleri yeniden hayata döndürme ile ilgili çalışmalar yürüten ABD merkezli biyoteknoloji şirketi Colossal birlikte gerçekleştirecek.

Kuzey Avustralya, Kakadu Milli Parkı, Aborjinler tarafından çizilmiş kaya resmi.

Bilim insanları, Tazmanya Kaplanı’nın genomunu, türün iyi korunmuş genç bir üyesinin kalıntıları sayesinde halihazırda sıralamıştı. Ekibin başındaki Prof. Andrew Pask, bunun Tazmanya Kaplanı’nı türetmek için gereken “tam bir prototip” olduğunu söylemişti.

Gen, nasıl ‘düzenleniyor?’

Genom düzenleme, genom mühendisliği veya gen düzenleme, DNA’nın canlı bir organizmanın genomuna eklendiği, silindiği, modifiye edildiği veya yer değiştirildiği bir tür genetik mühendisliği anlamına geliyor.  Genetik materyali bir konakçı genomuna rastgele yerleştiren erken genetik mühendislik tekniklerinden farklı olarak, genom düzenleme, eklemeleri bölgeye özel konumları hedefleyerek başarıya ulaşması ile biliniyor.

Gen düzenlemenin geçmişi ise 1953’te DNA’nın çift sarmal bir yapıda olduğunun keşfedilmesine dayanıyor. Bu tarihten itibaren bilim insanları genetik koddaki spesifik DNA dizilerinin silinmesi, eklenmesi veya değiştirilmesini sağlamak için farklı yöntemler üzerinde çalışmaya başladı.

Akarca’da ‘korsan’ ÇED toplantısından sonra ‘korsan’ madencilik

Haber: Burcu ÖZKAYA GÜNAYDIN

*

Hatay’ın İskenderun ilçesine bağlı Akarca Mahallesi’nde hali hazırda faal olan kalker ocağı genişletilmek isteniyor. İskenderun Demir ve Çelik A.Ş (İSDEMİR) adına MOSK Çevre Arıtım Şirketi tarafından yürütülen projede, genişletilen alanla beraber 139 hektar alanda yılda 6 milyon ton kalker madeni çıkarılması hedefleniyor.

24 Kasım’da Akarcalıların onayı ve katılımı olmamasına rağmen jandarma eşliğinde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) toplantısı gerçekleştirildi. Bölge halkı, yargı süreci devam etmesine rağmen şu anda  kalker ocağının eskisinden çok daha geniş bir alanda çalıştığını aktarıyor.

Akarca mahallesinden Rüstem Gündüz, ilk taş ocağının 1975 yılında yapıldığını, o dönem kimsenin taş ocağının ne olduğuna dair bilgisi olmadığı için itiraz edilmediğini belirtti. Zaman geçtikçe mahallenin içinden sürekli tonajlı kamyonların geçmesi, dinamitle patlatmalardan dolayı evlerde çatlakların olması, gürültüden rahat oturamamaları, tozdan balkona, bahçeye çıkamamaları mahalleli ciddi sorun oluşturmaya başladı.

‘Ne doğa kaldı ne dere, evimin duvarları çatlak içinde’

Rüstem Gündüz, taş ocağından sonra bölgeden göçlerin de başladığını vurguladı. Kendisinin maddi durumunun iyi olduğunu fakat çocukluğunun geçtiği yer Akarca’yı çok sevdiği için gitmediğini söyleyen Gündüz şunları söyledi:

“Biz 1975’den beri aktif olandan da şikâyetçiyiz. Ne doğa kaldı, ne dere. Evimin duvarları çatlak içinde. Şimdi bir de bu doğa düşmanlığını genişletmek istiyorlar. Akarca ve çevresi bu genişlemeyle maden bölgesi olacak. 24 Kasım’da ÇED toplantısı yaptılar. Haberimiz son anda oldu. Jandarma eşliğinde toplantıyı yaptılar. Bu toplantı geçersiz olmasına rağmen genişletilen bölgede şu an aktif maden çıkarılıyor.”

Maden çıkarılan bölgenin afet, sel bölgesi olduğunu, 2015 yılındaki aşırı yağışta taş ocağındaki kayaların yollara düşerek suyun akışını kapatmasından dolayı sel sularının mahalleye, otobana yayıldığının altını çizen Gündüz, taş ocaklarının doğanın dengesini bozduğunu vurguladı. Gündüz, ayrıca Akarca Mahalle Muhtarı’nın şirket yetkilileri ile işbirliği yaptığını, köydeki ağaçları keserek, odun olarak sattığını belirtti.

‘Her hafta deprem sarsıntısı yaşıyoruz’

Reyhan Çavuşoğlu da Akarca Mahallesi sakinlerinden. Doğa Kent Sitesi’nde yaşayan Çavuşoğlu, dört yıl önce bu bölgeden ev satın aldığına çok pişman. Patlama sesinden dolayı evlerinde rahatça oturamadıklarını belirten Çavuşoğlu, “Her salı dinamitle patlatma yapılıyor. Bilmesek deprem oluyor diye sokağa çıkacağız. Patlama yapılacak diye önceden haber vermeleri gerekirken onu da yapmıyorlar. Evlerde çatlaklar oluşmaya başladı. Tozdan balkonda bir çay içemiyoruz. Ne asma kaldı ne incir. Çok güzel bir deremiz vardı kurudu” diye konuştu.

ÇED toplantısından son anda haberleri olduğunu, şirket yetkililerinin jandarmayla beraber toplantı yaptığını yetkililerin bilgilendirme yaptığı birkaç kişinin de Akarcalı olmadığının altını çizen Çavuşoğlu, birileri cepleri dolduracak diye eziyet çekmek istemediklerinin altını çizdi.

‘Adeta nispet yapar gibi patlatma yapıyorlar’

Akarca Köyü Çevre ve Doğa Derneği Başkanı Yavuz Soydan ise ilk maden ocağının 1975 yılında yapıldığını, şu anda genişletme yapmak istediklerini, geçtiğimiz haftalarda yapılan ÇED toplantısının da genişletmek için yapıldığını aktardı. Ne Akarca’nın ne de yakın bölgedeki Sarıseki’nin maden ocağı istemediğini söyleyen Soydan, bu bölgede maden ocağı neden istemediklerini şu sözlerle aktardı:

“Mevcut ocak yeterince sıkıntılı. Tonajlı araçlardan dolayı yollarımız zarar gördü, çöktü. Fren tutmuyor, kamyon kayıyor, sürekli trafik kazası yaşanıyor. Patlamalardan, sesten dolayı evde rahat oturamıyoruz. 24 saat çalışıyorlar. İskenderun bol yağış alan ve sel felaketlerinin yaşandığı bir bölge. Taş ocağından düşen taşlardan dolayı setler oluşuyor, yağmur suları evlere, otobana gidiyor. Biz mevcut ocakta bu sıkıntıları yaşıyorsak 139 hektar alan genişlemesinde nasıl yaşayalım. ÇED toplantısından sonra ocakta patlatmalar adeta nispet yapar gibi daha fazla daha sık yaşanıyor.”

Yasal olmayan ÇED toplantısında tutulan tutanak, bölge halkının imzalarıyla beraber maden ocağının bölgeye zararlarını anlattıkları yazıyı Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na gönderdiklerini vurgulayan Yavuz Soydan, bu makamlardan gelecek cevaba göre hukuki boyutta ilerleyeceklerini kaydetti.

Köylüler ve çevreciler hali hazırda devam eden kireç taşı maden ocağının Akarca, Sarıseki ve çevresine verdiği başlıca zararları şöyle anlatıyor:

  • Meyve ağaçlarından verim alınamıyor, hatta üretim bitmek üzere.
  • Patlatmalar sonucunda Sarıseki (Derebanı Deresi) kanyonu doldu,  buna bağlı olarak 2014 – 2015 – 2017  yıllarında otoyolun kapanmasına da sebep olan sel felaketi yaşandı. Özellikle Sarıseki Mahallesi büyük risk altında.
  • Evvelinde mera olarak hayvanların yayılımı sağlanan bölge tükendi,  büyükbaş hayvancılık bitmek üzeredir.
  • Patlamalar sonucunda aşırı sarsıntı sebebiyle evlerde büyük kolon ve kiriş çatlakları oluştu.
  • Tömbek kaya- solucanlı su-yerden mağara- kurtlu kızı suyu gibi yerel isimlerle bilinen Tatlısu içme suları kayboldu.
  • Doğal canlı türlerinin tehlike altında. (karatavuk-cubbalak-keklik-kipri-elhoca-sincap-güvercin-arıkuşu-izmir yalıçapkını (koruma altında ve üreme alanı)-tavşan-çizgili sırtlan (koruma altında)-ceylan-geyik )
  • 1975 yılında faaliyetine başlayan maden ocağı ve bağlı kurumlarında istihdam sağlanması gerekçesiyle bölgede eğitim bitme noktasına geldi.

Ne olmuştu? 

Akarcalıların bahsettiği ÇED toplantısı 24 Kasım’da yapılmak istendi. Toplantıdan mahalleli ve bölge halkının son anda haberi oldu. Mahalleli var olan taş ocağının zararının ve sıkıntısını hala sürdüğünü, yeni ya da genişletilmiş bir ocak istemediklerini aktardı.

Mahalle halkının itirazına rağmen şirket toplantıyı jandarma eşliğinde, o mahalleden olmayan birkaç kişiyle yaptı. Mahalle halkının toplantı yapılan alana girmesini engelledi. İskenderun Çevre Derneği de konuyla ilgili tutanak tuttu. Maden ocağı genişletilmiş alanla birlikte yılda 6 milyon ton kalker madeni çıkarmayı hedefliyor.

Yeşiller Başkent’te: Parti için belgeleri ‘kaybeden’ bakanlık şimdi de ‘mail atın’ dedi

ANKARA-  Kuruluş evraklarını eksiksiz sunan, kuruluş prosedürlerini eksiksiz tamamlayan ancak İçişleri Bakanlığı’nın çeşitli yöntemlerle partileşmesini resmi onay vermeyerek engellediği Yeşiller, Ankara’ya çıkarma yaptı.

Parti olarak resmiyet kazanmak ve faaliyet yürütmek için bugün saat 10:00’da İçişleri Bakanlığı’na yeniden başvuruda bulunuldu.

Başvurunun ardından Yeşil Gazete‘ye konuşan Yeşiller Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı bu defa dijital ortamdan evrakların gönderilmesi istendiğini belirtti:

“Bize söylenen gerekçe, orada çalışan bir memurun izinde olması…İki buçuk yıldır o memur izinde. Belgeleri bir türlü teslim edemiyoruz veya görüşemiyoruz. Esas nedeni tabii biz de merak ediyoruz. Bunun bir politik nedeni olduğu da belli çünkü bir sürü parti kuruldu biz belgeleri teslim ettikten sonra. Çoğu şu an yok bile, içi boş partiler… Biz belgeleri vermeye çalıştığımızda ya da telefonla aradığımızda ya da gazetecilere telefonu verip buyurun bir de siz sorun dediğimizde, hep işin içine Yeşiller Partisi girdikten sonra yanıt alamadık.

Milletvekillerine konuyu anlattığımızda da ‘Böyle şey olmaz, hemen araştıralım diyorlar, ama hiç bir zaman geri dönmüyorlar. Aynı soruyu soran milletvekilleri de Bakanlıktan herhangi bir yanıt alamadı.

Urbarlı: İçişleri Bakanlığı’nın işi değil

Urbarlı, evrakların İçişleri Bakanlığı’nda takılmasında parti programının etkisi olup olmadığı sorusuna şöyle yanıt verdi:

“İçişleri Bakanlığı’nın bunlara bakamaz, yetkisi yok. Bakanlık ancak onlara e-devlet üzerinden yolladığımız belgelerin gerçek olup olmadığını kontrol edebilir. Bizim parti programımızda yasalara, anayasaya aykırı bir şey yok. Elbette daha ilerici politikalar savunuyoruz. Herkes AKP’nin çizdiği sınırda politika yapmak zorunda değil. Biz o sınırı genişletmek ve aşmak için siyaset yapıyoruz. Böyle bir amacımız olmasaydı şu an gider AKP’de siyaset yapardık. Bu yüzden İçişleri Bakanlığı yetkisini aşarak inisiyatif kullanıyor olabilir, ama bu bizim boyun eğeceğimiz bir inisiyatif değil çünkü ortada hukuksuz bir durum var.”

‣ ‘İçişleri Bakanlığı Yeşiller Partisi’ne politik blokaj uyguluyor’
‣ Yeşiller Partisi’nin kurulamayışının tarihsel anekdotları
‣ Yargı, Yeşiller Partisi’nin kurulmasını engelleyen Bakanlığı haksız buldu: İşlem hukuksuz, yürütmesinin durdurulmasına…
‣ Yeşiller Partisi’nin kuruluşunu engelleyen İçişleri Bakanlığı’ndan adaletsizlik sarmalı

Bakanlık kaynakları: Kanunda yeri var

Yeşil Gazete’nin ulaştığı bakanlık bürokratları, isimler ve evrakın bu kez neden dijital olarak talep edildiği sorusuna, “Başvuru evraklarının dijital olarak gönderilmesinin kanunda yeri var. Evraklar incelenir, bir karar verilir.” yanıtı verdi.

Yeşiller Eş Sözcüsü Özlem Taşdemir Teke ise, başvuru sırasında neler yaşadıklarını anlattı:

“Girişte niçin geldiğimiz soruldu, yeni parti kuruluşu deyince de partinin adını sordular. Yeşiller Partisi dediğimizde içeride yine memurla görüştüler ve yine memur Saadet hanımın izinde olduğu yanıtını aldık. Böylece evrakımızı bu şekilde teslim edemeyeceğimizi anladık. Bu kez belgelerimizi tarayıp mail halinde atmamızı  atmamızı, inceleyip randevu vereceklerini söylediler. Bu, şimdiye duyduğum bir uygulama değil.

Yani Yeşiller’e yönelik engellemeler devam ediyor. Avukatımızla süreci değerlendireceğiz. Yargı süreci de devam ediyor.”

Taşdemir Teke: Siyasi blokaja maruz kalıyoruz

Yeşiller Partisi’nin resmi olarak faaliyet göstermesiyle ilgili bakanlığın nedene bir engelleme tavrı içinde olabileceği sorusuna Teke Taşdemir şöyle yanıt verdi:

“Keşke bunun yanıtını kendileri verse çünkü bunun biz CİMER üzerinden de sorduk. Dava açarak da bu soruyu yönelttik ama herhangi bir yanıt alamıyoruz. Belgelerimize ne olduğu da belli değil. Belgelerimizi teslim almadığını iddia ediyor Bakanlık, mahkemeye biz belgelerimizi de sunmuştuk tekrar şimdi sunduk. Vermeye çalışıyoruz, yine almıyorlar. Siyasi bir blokaja maruz kalıyoruz. Bunun birçok nedeni olabilir. Türkiye’nin siyasi iklimi, nedenlerden biri olabilir. Seçim öncesi siyasi alanın daraltılmasıyla ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum. Yeşiller Partisi’nin programı, tüzüğü her şey aslında bir neden olabilir. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitliğine alerjik bir iktidarla karşı karşıyayız. Feminizm vurgusu partinin programında, tüzüğünde her yerde baskın bir şekilde var. Demokrasiden, eşitlikten, çoğulculuktan, özgürlüklerden bahsediyoruz, bunların altını çiziyoruz. Ekolojik sorunlar çok yoğun olarak yaşanıyor. Yeşiller Partisi’nin en önemli politik alanı bu, iktidarın da bu konudaki politikaları ortada. Ülkenin her yeri maden sahalarına çevrilmiş durumda, hafriyat ekonomisi yoğun bir şekilde sürüyor. Kentlerden kırlara kadar dağlardan ormanlara kadar her yer tahribat altında. Böyle bir eksende, Avrupa’da da Yeşiller’in yükselişini de birlikte değerlendirdiğimiz zaman bu tarz politikaları ön plana çıkarmaya çalışan bir Yeşiller Partisi’nin varlığından iktidarın hoşlanmayacağınız hepimiz düşünebiliriz.”

Belgelerin İçişleri Bakanlığı’na teslim etmesinin üzerinden iki yıl, Bakanlığın ‘Evrakı inceliyoruz’ demesinin üzerinden bir buçuk yıl, dava açılan mahkemeye ‘Bize gelen evrak yok’ demesinin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Önce gerekçesiz “alındı belgesi” vermeyen bakanlık, sonra dava açılmasını gerekçe göstererek süreci uzattı. Son olarak da kendisine teslim edilen belgeler için “bizde yok” dedi.

Süreç bakanlıkta tıkanıyor

Siyasi Partiler Kanunu’na göre her Türk vatandaşı parti kurabiliyor ve bunun için izin alma zorunluluğu bulunmuyor. Kanun’un 8.maddesinde parti kuruluşu için şu ifadeler kullanılıyor:

”Siyasi partiler, milletvekili seçilme yeterliğine sahip en az otuz Türk vatandaşı tarafından kurulur.

Siyasi partilerin genel merkezi Ankara’da bulunur. Siyasi partiler, aşağıda belirtilen bildiri ve belgelerin, İçişleri Bakanlığı’na verilmesiyle tüzelkişilik kazanırlar. Bildiride, kurulacak siyasi partinin adı, genel merkez adresi, kurucuların adı, soyadı, doğum yeri ve tarihi, öğrenim durumları, meslek veya sanatlarıyla ikametgahlarının belirtilmesi ve bu bildirinin bütün kurucular tarafından imzalanması ve bildiriye beşer adet olmak üzere kurucuların nüfus kayıt örnekleri, adli sicil belgeleri ve kurucuların ayrı ayrı düzenledikleri siyasi parti kurucusu olabilme şartlarını taşıdıklarını belirten imzalı beyannameler ile kurucular tarafından imzalanmış parti tüzüğü ve programının eklenmesi şarttır. Bilgi ve belgelerin alındığı anda, İçişleri Bakanlığınca bir alındı belgesi verilir. İçişleri Bakanlığı, kuruluş bildirisi ve alındı belgesinin onaylı birer örneği ile bildiri eklerinin birer takımını üç gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığı ile Anayasa Mahkemesine gönderir.”

Yeşiller’in bu gereklilikleri eksiksiz yerine getirmesine rağmen İçişleri Bakanlığı süreci Siyasi Partiler Kanunu’na göre yürütmüyor. Yani süreç Bakanlık’ta tıkanıyor.

Mahkeme kararı da yetmedi

Yeşiller Partisi, 22 Mart’ta partinin kuruluş sürecini tamamlamalarını, “alındı belgesi” vermeyerek engelleyen İçişleri Bakanlığı’na dava açmış, Ankara 8. İdari Mahkemesi, belgeyi vermeyerek partinin tüzel kişilik kazanmasını sekteye uğratan Bakanlıktan gerekçeli yanıt ve savunma istemiş, ancak herhangi bir cevap alamamıştı. Bunun üzerine mahkeme Yeşiller Partisi’nden “parti kurmaya ilişkin başvuru dosyasının bir örneğinin kendilerine gönderilmesini” istedi. Dosyanın mahkemeye ulaştırılması üzerine, bakanlığın
işleminin hukuka aykırı olduğu ve yürütmesinin durdurulması kararı
oybirliğiyle alındı.

Kimler geldi kimler geçti?

İçişleri Bakanlığı Yeşiller’in kuruluş başvurusuna “Alındı” belgesi vermemek için direnirken, onlarca yeni parti kuruldu. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın son kayıtlarına göre sadece 2021 yılında 21 yeni siyasi parti kuruldu.

Yeşiller’in partileşememesi Meclis gündemine de getirildi. DEVA Partisi İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu‘nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde Bakan Soylu’ya “Siyasi Partiler Kanunu’nun 8’inci maddesinin 3 ve 5’inci fıkralarındaki hükümlere rağmen kuruluş belgelerini 21 Eylül 2020 tarihinde sunan Yeşiller Partisi’ne aradan geçen 11 ayda ‘alındı belgesi’ verilmediği ve böylece partinin tüzel kişilik kazanmasının engellendiği iddia edilmektedir” ifadeleri kullanıldı.

‣ Yeşiller Partisi’nin kuruluşunun engellenmesi Meclis gündeminde
‣ Kuruluşları dokuz aydır hukuksuz şekilde engellenen Yeşiller Partisi kampanya başlattı

Yeşiller: Buradayız!

Yeşiller bugün yeniledikleri başvuru öncesinde bir açıklama yaparak şu ifadeleri kullanmıştı:

“Madem iki yıldan fazla süredir İçişleri Bakanlığı’nın bir odasında bekleyen 400’e yakın sayfanın yok olduğunu söylemeye başladı İçişleri Bakanlığımız, o zaman biz de ellerini rahatlatmak için bir 400 sayfa ile daha Bakanlık kapısındayız. Artık Anayasa‘nın 68. Maddesi’nin bize verdiği hakla aramıza girmesi için Bakanlığın bir mazereti kalmadı. Bizi haklı bulan mahkemeler ile
İçişleri Bakanlığı’nı reddedemeyen mahkemeler arasında davamızın gidip
gelmesinin, hukuk sisteminin daha fazla meşgul edilmesinin mazereti
kalmadı.

21 Eylül 2020’de kurulsaydık Türkiye’nin 92. partisi olacaktık. Zararı yok. 9 Aralık 2022’de kurulup Türkiye’nin 123. partisi olmamızın önünde bir mazeret kalmadı.

İki seneden fazla bir süredir Yeşiller Partisi’ne yaşatılan mağduriyet sadece kurucularımıza ya da üyelerimize yaşatılmadı. Seçme hakkı elinden alınan tüm seçmenlere yaşatıldı. Fikrimizle iyiye götürmek istediğimiz Türkiye’ye ve hatta dünyaya yaşatıldı. Artık bu mağduriyetin bitme vakti geldi. Mağduriyet bitsin diye “Yine Buradayız!”

Çocuk istismarına karşı 11 Aralık’ta Kadıköy’de eylem çağrısı

İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G.’yi 6 yaşındayken müridi olan Kadir İstekli’yle evlendirmesi sonrası kamuoyunda tepkiler çığ gibi büyüdü. Kadın örgütleri 11 Aralık’ta Kadıköy’de eylem çağrısında bulundu:

“Erkek, aile, tarikat, cemaat istismar ediyor, devlet istismarcıyı koruyor! İstismarı aklatmayacağız!”

Öte yandan H.K.G.’nin yıllar boyunca yaşamış olduğu cinsel istismar hakkında suç duyurusunda bulunmasını ve süreci haberleştiren Gazeteci Timur Soykan birtakım gruplar tarafından dini kötülediği iddialarıyla hedefe oturtuldu.

‣Altı yaşındaki çocuğun cinsel istismarı yargıda: İlk duruşma Mayıs’ta

Kadın ve çocuk örgütleri ülkedeki çocuk yaşta evliliklere ve cinsel istismara karşı 11 Aralık’ta saat 16.00’da Kadıköy’de eylem çağrısında bulundu.

Ayrıca İzmir, Eskişehir, Bursa gibi pek çok ilde de 10 ve 11 Aralık’ta eylemler gerçekleştirileceği duyuruldu: