Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişci, Twitter hesabından, nesli tehlike altında olan Anadolu Leoparı’nın (P. pardus tulliana) fotokapana yansıyan görüntülerini paylaştı. Kirişçi leoparın yeniden görüntülendiğini şu sözlerle duyurdu:
“Anadolu Leoparı iki ayrı bölgemizde yeniden görüntülendi. İzini sürmeye, heyecanla yolunu gözlemeye devam edeceğiz. Bu kadim topraklar ilelebet yurdu, heybeti daim olsun.”
Anadolu Leoparı iki ayrı bölgemizde yeniden görüntülendi.
İzini sürmeye, heyecanla yolunu gözlemeye devam edeceğiz.
Kirişçi’nin sosyal medyada yaptığı paylaşımın ardından vatandaşlar tarafından leoparı korumak için avcılara karşı uyarı tweetleri atıldı.
Sayın @VahitKirisci bu alanlar koruma alanı ilan edilsin. Avcılık olan yerde hayatta kalması zor. Lütfen bu canlının yaşam alanı av ve avcılık faaliyetlerine kapatılsın. Özel koruma alanı ilan edilsin. " Anadolu Leoparı Gözlemleme ve Koruma Alanı " https://t.co/qJgc2rZ7ZZ
Nesli tehlike altında olan türlerden olan Anadolu Leoparı’na ilişkin Tarım ve Orman Bakanlığınca yapılan açıklamada ise leoparın kısa bir süre önce iki ayrı yerde görüntülendiği belirtildi.
Açıklamada “Bundan önce 2022 Ekim ayında Tarım ve Orman Bakanlığınca fotokapana yansıyan görüntüleri paylaşılan Anadolu Leoparı’nın, elde edilen bulgulara göre günde 25 kilometreden fazla hattı dolaştığı tespit edildi” denildi ve eklendi:
“Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı Doğu Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) de, nesli tehlike altında olan Anadolu Leoparı’nın ülkemizde tespiti ve korunmasına yönelik eylem planı hazırlanması için önemli bir adım attı. Nesli tehlike altında olan ve ‘Anadolu Parsı’ da denilen Anadolu Leoparı’nın izi DKMP Genel Müdürlüğü tarafından son yıllarda doğaya yerleştirilen fotokapanlar ile sürülüyor.”
Ankara‘nın Beypazarı ilçesinde 1974’te öldürülen Anadolu Leoparı’nın bu türe ait son birey olduğu ve türün Türkiye‘de tükendiği düşünülüyordu. DKMP Genel Müdürlüğünün arazi çalışmaları sırasında rastlanan iz ve işaretler üzerine arama çalışmalarına yeniden başlanmıştı. Bu sürecin ardından ilk olarak 25 Ağustos 2019’da erkek bir Leopar fotokapana yansımıştı. Bunun üzerine ulusal bir eylem planı hazırlama çalışmaları gündeme geldiğinin ve sistematik veri toplama faaliyetlerinin başladığının aktarıldığı açıklamada şunlara yer verildi:
“DKMP Genel Müdürlüğüne gelen ihbarların değerlendirilmesi sonucunda, ülkemizde en az dört farklı alanda leopar bireyleri olduğu belirlenmişti.
Ülkemizde Leoparın düzenli bir popülasyonundan bahsetmek bu aşamada mümkün olmamakla birlikte, kapsamlı bir araştırma ile mevcut-potansiyel yaşama alanlarının acilen belirlenmesi için Leopar araştırma birimi oluşturulmuş ve Leopar Eylem Planı çalışmaları başlatılmıştı.
Eylem planının oluşturulmasında, bilimsel altlık oluşturmak üzere Isparta Uygulamalı Bilimler Üniversitesi, Bursa Teknik Üniversitesi, Düzce Üniversitesi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) Kedigiller Uzmanlar Grubu ve DKMP6. Bölge Müdürlüğü‘nden uzmanların yer aldığı bir proje için TÜBİTAK‘a yapılan başvuru kabul edildi.
18 Ocak 2023 tarihinde Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile Isparta Uygulamalı Bilimler Üniversitesi arasında ‘Pars Araştırma ve İzleme İş Birliği Protokolü‘ imzalandı.
Proje ve protokoller kapsamında yapılacak çalışmalarla ülkemizde Anadolu Leoparı alttürünün yayılış haritası oluşturulacak, bulunması muhtemel alanlarda iz, dışkı, leş gibi işaretler araştırılacak. Ayrıca, yöre insanları ile görüşülerek bu alanlardaki bireylerin tespiti, koruma ve geliştirilme tedbirlerinin alınarak uygulamaya konulması, özellikle popülasyonun geleceği için dişi birey bulunması da eylem planının önemli konuları arasında yer alacak.”
Resmi verilere göre, özellikle 2015 yılından sonra önemli ölçüde artış gösteren pestisit kullanımı nedeniyle Türkiye’de ilk kez çevre alanında çalışan bir STK ile halk sağlığı uzmanları, pestisitlerin sağlık etkileriyle ilgili bir rapora birlikte imza attı.
Çevre, İklim ve Sağlık İçin İşbirliği Projesi (ÇİSİP) kapsamında bir araya gelen Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL), Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER), Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı ve Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nden uzmanlar, ‘Pestisitler ve Sağlığa Etkileri’ raporunu yayımladı.
Pestisit gıda açlığına çare değil
‘Pestisitler ve Sağlığa Etkileri’ raporuna göre, dünya çapında glifosat bazlı 750 farklı pestisit formülasyonu bulunuyor. Her üreticinin farklı oranlarda aktif bileşen ve formülü bulunduğu için, pestisitlerin yarattığı etki de aynı oranda karmaşık. 2018’de dünyada pestisit ticaretinin 6 milyon tona ve 38 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor.
Pestisit kullanımının kısa vadeli ekonomik faydası, insan sağlığı ve çevre pahasına oluyor. Pestisitle artan gıda üretimi, dünyada yaşanan ciddi açlık sorununu da bitirmedi. Gıdalarda birden fazla pestisit kalıntısı bulunuyor, yani gıdalar ‘pestisit kokteyli’ içeriyor. Bazı durumlarda daha yüksek toksisite ile sonuçlanan sinerjik etkileşimler görülüyor.
Raporda, pestisitlerin yaygın kanının aksine, sadece tarımsal üretimde değil, şehirlerde haşere ve kemirgenlerle mücadele de kullanıldığı, kentsel alanlardaki pestisit maruziyetinin de tarım alanlarındaki kadar önemli olduğuna dikkat çekiliyor. Pestisitlerin, emilim, süzülme, buharlaşma, sprey sürüklenmesi ve yüzey akışı gibi yollarla kullanıldıkları alanlar dışında çevresel ortamlara geçebildiğine, canlıların gıdaların yanı sıra evde, okulda, iş yerinde, kısacası her yerde pestisitlere maruz kaldığına dikkat çeken raporda, pestisitlerin hayati tehlike yaratan sağlık sorunlarına yol açtığı vurgulanıyor.
Akut zehirlenmelerin yanı sıra her yıl kullanılan yüzlerce ton pestisit insan sağlığı için ciddi risk teşkil ediyor. Türkiye Ulusal Zehir Danışma Merkezi’nin (UZEM) 2021 yılı verilerine göre, UZEM’e başvuran 217 bin 323 vakadan 8 bin 945’i tarım kimyasallarına maruz kalmış.
Çocuklar risk altında
Çalışmada pestisitin etkilediği gruplar şöyle açıklanıyor:
Dr. Melike Yavuz.
“Maruz kalan yüksek risk grupları arasında pestisit üretiminde çalışanlar ve tarım işçileri bulunuyor. Bunun dışında anne karnındaki fetüs etkileniyor. Pestisit anne sütüne de geçiyor, dolayısıyla bebekler etkileniyor. Çeşme suyundan okul bahçesine kadar her yerde pestisit bulunuyor, dolayısıyla her kesimden insan pestisitlerin olumsuz etkilerine maruz kalıyor. Pestisitler okullar, park ve bahçelerde de yaygın olarak kullanılıyor. Okul binalarında kullanılan pestisitler, kitaplar, raflar, sıralar ve duvarlara yapışabilme özelliğine sahip. Çocuklar buralara temas ettiğinde, pestisit kalıntılarını bünyelerine alabiliyor.”
Pestisitlerin sağlığımız için büyük bir endişe kaynağı olduğuna dikkat çeken Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Melike Yavuz, “Pestisitlerin sağlığa zararları konusunda bilimsel veriler artış gösteriyor. Buna rağmen Türkiye’de pestisit satış ve kullanımı arttı. Hastalık ve sağlık zararını önlemek için, insanların zararlı pestisitlere maruz kalmasını azaltacak önlemleri acilen almamız gerekiyor” diyor.
Kanser ile yakın ilişki
Dr. Çiğdem Çağlayan.
Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Çiğdem Çağlayan ise pestisitlerin sağlık etkisi konusunda şöyle konuşuyor:
“Araştırmalar hem çocuklarda hem de yetişkinlerde pestisitler ile kanser gelişimi arasında yakın ilişki olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra pestisitler depresyon, dikkat eksikliği, zeka geriliği, parkinson, alzheimer, genetik, endokrin, sinir sistemi ve üreme hastalıklarının oluşumunda rol oynuyor.”
Öte yandan Buğday Derneği Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu, pestisit kalıntısı nedeniyle 2021 yılında AB ülkelerinden Türkiye’ye 372 bildirim yapıldığını belirtiyor. Söz konusu rakam, önceki üç yıl ortalamasının yaklaşık üç katı; 2022’nin ilk yarısında ise bildirim sayısı 259’a yükseldi.
Şehirlioğlu şöyle konuşuyor:
“Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, pestisit kalıntıları konusunda iç pazarda yaptığı denetim sonuçlarının şeffaflıkla paylaşılmaması ve ihraç edilen ürünlerde pestisit kaynaklı bildirimlerin artması, iç pazara sunulan ürünlerde daha fazla pestisit bulunabileceğine dair tüketicilerde endişe yaratıyor. Diğer yandan tarım zehirlerine mahkum değiliz. Dünyada ve Türkiye’de pek çok çiftçi zehirsiz gıda üretiyor. Pek çok proje ve yürütülen uygulamalar, entegre zararlı yönetimini kapsayan kademeli bir geçiş süreci ile pestisitlere dayalı konvansiyonel tarım sisteminin yerini agroekolojik, organik ve onarıcı tarıma bırakabileceğini gösteriyor.”
Batur Şehirlioğlu.
Sularımızdaki 49 kirletici maddenin 33’ü pestisit
Pestisitlerin içme suyunda etkisi de raporda yer alan başlıklar arasında. Özellikle yeraltı su kaynaklarının kullanıldığı kırsal bölgelerdeki içme suları için de ciddi bir tehdit söz konusu. Tarlalarda kullanılan pestisitlerin kuyu sularına karışması onlarca yıl sürebiliyor, ancak tarım bölgelerinde yoğun olarak kullanılması sağlık sorunları yaratıyor.
Türkiye’deki su kalitesine ilişkin bilgilere de yer veren çalışmaya göre, sularımızda tespit edilen 49 mikro kirleticinin 33’ü pestisit. Ayrıca raporda, pestisitlere yönelik yeterli filtreleme/arıtma olmadığına dikkat çekiliyor.
Ulusal pestisit eylem planı çağrısı
Raporda, Tarım ve Orman Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’nın öncülüğünde, ilgili sektörlerle iş birliği içinde, tarım ve gıda sektörüne yönelik ‘zehir içermeyen ulusal eylem planı’ oluşturulması talep edildi. Ayrıca AR-GE faaliyetlerinin sayı ve kapsamının artırılması, çiftçilerin bilgilendirilmesi, pestisit kullanımının sonlandırılması çağrısında bulunuldu.
Türkiye’nin pestisitlerden çıkış için tarih belirlemesi istenirken, bu tarih çerçevesinde ulusal eylem planı ve yol haritası üzerinde titizlikle çalışılmalı vurgusu yapıldı, “Zehirsiz tarım ve gıda uygulamaları Tarım ve Orman Bakanlığı’nın temel politikası haline gelmeli” ifadesi kullanıldı.
Manisa’nın Salihli ve Gölmarmara ilçeleri sınırları arasında yer alan bir alüvyon set gölü olan Marmara Gölü, artık yok. 44,5 km’lik göl kurudu, kurutuldu ve bir tarlaya dönüştürüldü.
Gölün ana besleme kaynağı olan su, Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından inşa edilen Gördes Barajı’nda tutuldu. Gölü beslemek için inşa edilen, asıl amacı gölü beslemek olan, Ahmetli Regülatörü’nden göle su verilmemesi de dahil olmak üzere hatalı su yönetimi politikaları sonucunda göl kurudu. Kuruyan gölün çevresinde, en yakından etkilenen hayatların peşinden koştuk.
Biz gölün artık kalmayan sınırlarında dolaşırken, kuruyan Marmara Gölü’yle ilgili Türkiye için oldukça önemli ve bir ilk olma özelliği taşıyan bir iklim davası sonuçlandı. Kuruyan gölde balıkçılık faaliyeti bitmesine rağmen, Manisa Tarım ve Orman İl Müdürlüğü balıkçı kooperatifinden kira bedeli talep etmiş ve kooperatife ödeme emri göndermişti.
Kooperatifin avukatlığını üstlenen Altıparmak Hukuk Bürosu, Manisa İdare Mahkemesi’nde Türkiye’nin ilk iklim davasını açtı. Mahkeme geçen günlerde söz konusu kira borcundan dolayı balıkçı kooperatifinin bir sorumluluğunun olamayacağı yönünde bir karara imza attı.
‘Açlık nedir bilmezdik’
12 kilometre uzunluğunda altı kilometre genişliğinde olan göl, Manisa ile Alaşehir arasında bir depresyon (Jeolojide depresyon, çevresine göre çökmüş bir yeryüzü şeklini tanımlamak için kullanılır) içinde bulunuyor.
Gölde bir zamanlar Sazan (Cyprinus carpio), Sudak (Sander lucioperca), Has Kefal (Mugu cephalus) ve Alabalık (Salmo trutta) türlerine ait zengin balık popülasyonları mevcuttu.
Gölün kuruması özellikle balıkçılıkla geçinenlerin hayatını etkiledi. Gölün kurumasından en çok Salihli’ye bağlı Tekellioğlu köyü ile Gölmarmara ilçesine bağlı Yeniköy sakinleri etkilendi.
İki köyden de Yeşil Gazete‘ye konuşan köy halkı, “Burada açlık olmazdı. Para kazanmak için olmasa da karnımızı doyurmak için balık tutardık. Açlık nedir bilmezdik” diyor.
‘İnsanın yüreği dayanmıyor’
Yeniköy’de yaşayan Hasan Hüseyin Yalçınkaya da balıkçılıkla geçimini sağlıyordu. 66 yaşında olan Yalçınkaya, çocukluğundan beri Marmara Gölü’nde balıkçılık yapıyordu. Şimdi ise günde 250 lira yevmiyeyle başkasının tarlasına çalışmaya gidiyor.
Hasan Hüseyin Yalçınkaya
Yöneticilerin yanlış uygulamaları yüzünden gölün kuruduğunu söyleyen Yalçınkaya, “Gölümüz bir anda kurudu. Suların göle akıtılmaması nedeniyle tamamen kuruttular. Bir daha da geri gelmedi. Ama bir yetkiliye ulaşamadık. Yetkililer de ‘burada su yok. Barajdan iki gün, üç gün su salalım. Kuşlar, hayvanlar yaşasın’ demedi. Bunu yapsalardı, göl tam kurumazdı. Valimiz var, kaymakamlarımız var. Su işleri genel müdürlükleri var. Görevli çok ama ilgilenen yok” diyor.
Marmara gölü ve çevresi bitki tür çeşitliliği açısından da önem arz ediyor. Sahada beşi endemik olmak üzere 394 bitki türü bulunuyor.
Marmara gölü ayrıca 101 kuş türüne ev sahipliği yapıyor. Bunlardan 39’unun yerli, 38’inin yaz göçmeni, 17’sinin kış göçmeni, beşinin ise transit kuş olduğu tespit edildi.
Göl kurumaya başlanınca hayvanların can çekiştiğini gördüğünü söyleyen Yalçınkaya, “Kuşlar dağlara doğru çıktı. Hayvanlar su bulamayınca köyün içine geldiler. Su bulamayan hayvanlar köye sığındı. İnsanın yüreği dayanmıyor” diyor.
‘O göle bakınca huzur buluyordum’
Gölün manevi anlamda da kendisine huzur verdiğini söyleyen Yalçınkaya, “Moralim bozulunca göl kenarına gidip otururdum. O göle bakınca huzur buluyordum. Sadece ben değil birçok arkadaşım öyle yapardı. Göl kenarına ailece de oturur, piknik yapardık. Artık huzur kalmadı” ifadelerini kullanıyor.
Yalçınkaya, göl kuruyunca iklim şartlarında değişiklik olduğunu ve zeytinlere bu sene “don” düştüğünü söylüyor.
‘Göl bir velinimetti bize’
Tekellioğlu köyünde oturan üniversite mezunu Ali Efe de göl kuruduktan sonra gelecek kaygılarının iyice arttığını söyledi.
Ali Efe
Göl kuruduktan sonra mecburen tarıma yöneldiklerini söyleyen Efe, “Tarım da sıkıntılı burada. Bizim bu bölge sit alanı olduğu için rahat bir tarımsal faaliyet gerçekleştiremiyoruz. Zeytin dikince ağır cezayla yargılanıyoruz. Yeraltı sularından faydalanamıyoruz çünkü sondaj vurmak yasak. Zaten susuz tarım ürünleri de coğrafik konum yüzünden elverişli değil. Göl bir velinimetti bize; ama balığından, ama suyundan her türlü faydalanıyorduk. Turizm açısından bile iyiydi. Köy bakkalı, köy kahvesi dışarıdan göl için gelenlere satış yapıyordu. Yöresel ürünleri de satabiliyorduk burada” diyor.
‘Uzun bir kış bizi bekliyor’
Tek geçim kaynağı balıkçılık olan ailelerin göç ettiğini belirten Efe, “Burada bir dönüm arazisi olmayan insan bile krallar gibi geçiniyordu. Sabah eşiyle çıkıyordu balığa 10 kilo balık getiriyordu kooperatife parasını alıyordu. Öğlen 12.00 gibi evindeydi. Şu an hepsi bitmiş durumda” şeklinde konuşuyor.
Zeytin sezonu olduğu için köy sakinlerinin birazda olsa geçinebildiğini belirten Efe, “Bir- iki ay sonra uzun bir kış bizi beliyor” dedi.
‘Her gördüğümde içime bir acı doluyor’
Doğma büyüme Tekellioğlu köyünde yaşayan 65 yaşındaki Lütfü Şener kendisini “annemden doğduğumdan beri balıkçıyım” şeklinde tanımlıyor.
Lütfü Şener
Şener, göl kuruduktan sonra mecburen tarıma yöneldiklerini söylüyor.
Gölün bu halini görmeye dayanamadığını dile getiren Şener, “Her gördüğümde içime bir acı doluyor. Çünkü göl bildiğin toprak oldu. Çöl gibi geliyor bana. Balıkçılık yaşantım bitti. İnsanlarımız kendini içkiye verdi, moral bozukluğundan. Üzülüyorum” diyor.
‘Tarla ettiler gölü’
Yeniköy sakini Alaattin Taştekin de eski balıkçılardan.
Taştekin, tarla sahibi olmadığı için balıkçılığa başlamış BAĞ-KUR primlerini yatırdığı için şu anda emekli.
Göle minnet duyduğunu söyleyen Taştekin, “Geçimimi bu gölden sağladım. Üç seneden beri emekliyim. Eğer emekli olmasam ben ne iş yapacaktım” diye soruyor.
Alaattin Taştekin
Eskiden gölde yüzdüklerini de söyleyen Taştekin şunları anlatıyor:
“Çocukluğumuzda su yola dayanırdı. Tertemiz suyu vardı. Tarla ettiler gölü. Buğday ekiyorlar, pamuk ekiyorlar. Göl sahasını tarla ettiler.”
Tehlike çanları…
Marmara Gölü’nün kurumasının nedenlerini Göl uzmanı Dr. Erol Kesici‘ye soruyoruz.
Dr. Erol Kesici
Gölün neden kuruduğunu çözümleyebilmek için öncelikle gölün ne olduğunu çözmek gerektiğini belirten Kesici, “Marmara Gölü binlerce yıl önce oluşmuş olan alüvyonel bir set gölüdür. İnsan müdahalesi olmadıkça doğal göller etrafıyla birlikte, ekosistemiyle kendisini idare eder. 1940 yılına geldiğimizde 40 kilometre kare olan bu alüvyonel doğal set gölü su rezervine dönüştürülmüş. Başka bir ifadeyle ‘tarım amaçlı su deposu şekline dönüştürelim’ demişler. Gördes Çayı‘ndan gelen sularla, su alanının yüzeyini 77 kilometrekareye kadar çıkarmışlar. Ekosistemi de suyun kalitesi de tamamen değişmiş. Orası artık bir rezerv haline getirilmiş” diyor ve şunları dile getiriyor:
“İşte bu noktadan sonra tehlike ortaya çıkıyor. Marmara Gölü son yıllar içerisinde defalarca kurumuştu. 90’lı yıllarda kurumuştu, 2000’li yılların başında kurudu. Su seviyesi 10 metreyken, ki son yıllarda 10 santime kadar düştü. Geçen yıl ise bir damla dahi su yoktu Marmara Gölü’nde. Bunun nedeni kesinlikle iklim krizine bağlanmamaktadır. Bağlanmamalıdır daha doğrusu. Bilimsel veriler bunu göstermemektedir.”
‘Kurumasının nedeni, gölden aşırı bir şekilde su alınması’
Yanlış su politikaları sonucunda gölün kuruduğunu söyleyen Kesici, Marmara Gölü’nün kurumasının nedeninin, gölden çok aşırı bir şekilde su alınması, göle yapılan insan müdahalelerinin bilim dışı olması ve gölün iyi bir şekilde yönetilememesi olduğunu belirtiyor.
Kesici, “Mesela bir Ahmetli regülatörüyle, oradaki alınan sular aynı çeşmedeki yöntem gibi istediği zaman açıyorsunuz, su veriyorsunuz, kapatıyorsunuz, suyu kesmiş oluyorsunuz ki bu çok büyük bir yanlış. Tarım alanları genişletilmiş. Bu bir açgözlülük bence. Diğer faktörlerden bir tanesi de göl çevresinde binlerce kaçak ve kaçak olmayan su kuyularının olması. Gölleri besleyen kaynak, yeraltı sularıdır. Bir de yüzeysel sulardır. Yüzeysel akışla gelen suların önüne, derelerin, çayların önüne aşırı şekilde göletlerin yapılması, barajların yapılması da bunda temel etkendir. Marmara Gölü’nü hiç bitmeyecek bir kaynak gibi görmenin sonuçlarıdır, kurumasıdır” diyor.
‘Yeraltındaki su da bitmiş bir vaziyette’
Kesici, Marmara Gölü’nün insan baskılaması olmazsa düzelebileceğini söylüyor:
“Marmara Gölü’nün eğer kendi çanak yapısı bozulmazsa, gölü besleyen dere ve kaynaklar üzerindeki göletler, barajlar, setler, engellemeler, göle ulaşan nehirlerin, derelerin akışlarındaki saptırmalar önlenirse elbette sabredersek belirli bir dönem beklersek Marmara Gölü’nün eski özelliğine kavuşması mümkündür. Fakat şu kesinlikle yanlıştır; ‘Başka bir yerden su getirelim buraya, göl olsun‘ mantığı çok yanlış olan bir mantıktır. Bu çözüm değildir. Zaten başka yerde de su yok. Orada var olan bir ekosistem var. Sizin getireceğiniz suyun içerisindeki nasıl insanların arasındaki kan uyuşmazlığı varsa sularda da su uyuşmazlığı olduğu zaman çok büyük tehlikedir. Ekosistemini yok etmiş olursun.”
Sabretmek gerektiğini ifade eden Kesici, “Geçen seneler oralara sular da getirildi. Ama su geldi daha ‘al bakalım tarımda kullan, al bakalım aşırı sulama da kullan’ mantığı yanlış. Gölün rehabilitasyonuyla ilgili çalışmalar bilimsel olarak yapılmalıdır. Diğer önemli hususlardan bir tanesi çok sayıda kaçak kuyular var. Yasal olmayan kuyular var. Geçen aylarda da işte Manisa bölgesinde yani Gölmarmara‘nın olduğu yerlerde yüz metreyle beş yüz metreye kadar gittiklerinde bir damla dahi suya rastlanamadı. Bu çok korkunç bir şeydir. Yani yeraltındaki su da bitmiş bir vaziyette” şeklinde konuşuyor.
Kuruyan gölü, arsaya çeviriyorlar
Manisa Valiliği tarafından ‘Marmara Gölü Sulak Alanı Rehabilitasyon Üzerine İş Birliği Protokolü‘ çerçevesinde yazılı bir genel emir yayınlayarak göl havzasında yapılacak çalışmaları paylaştı.
8 Kasım 2022 tarihinde Manisa Valiliği tarafından yapılan açıklamada, “Son yıllarda yaşanan iklim değişikliği ile buna bağlı olarak yaşanan kuraklık sebebiyle kuruyan Marmara Gölü’nün bir kısmına, sulama ve havzadaki biyolojik çeşitliliğin devamlılığı amacıyla temiz su depolama/rezerv alanı oluşturulması, kuruyan diğer kısımlarında organik tarımsal üretim faaliyetinde bulunulması amacıyla Manisa Valiliği, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü arasında iş birliği protokolü imzalanmıştır” ifadeleri kullanıldı.
Göl aynasında DSİ tarafından oluşturulacak yeni göl alanı dışında kalan ve TİGEM tarafından tarımsal üretime elverişli olduğu belirlenerek sınır ve koordinatları belirlenen alanlarda ve sınırları belirlenen arazi içerisine şahısların, şahıslara ait taşıt, traktör ve benzeri araçlar ile iş makinesi ve tarım aletlerinin girişine izin verilmeyeceği bildirilen genel emirde, idari yaptırım cezalarının DSİ, TİGEM, Doğa Koruma ve Milli Parklar görevlileri ile kolluk tarafından yapılan tespit ve hazırlanan tutanak üzerine mahallin en büyük mülki amiri tarafından uygulanacağı açıklandı.
‘Gölün tarıma açılması açıkça hukuka aykırı’
Konuyla ilgili Doğa Derneği hukuk danışmanı Avukat Cem Altıparmak’a mikrofon uzattık.
Valiliğin tarafından açıklanan işbirliği protokolünün yanlış olduğunu belirten Altıparmak şunları söylüyor:
“Bu işbirliği protokolünün detaylarına ulaştığımızda aslında Marmara Gölü’nü kurtarmak ya da onu rehabilite etmek, eski haline getirmek gibi bir çaba içerisinde olmadıklarını, tam tersine gülün bir bölümünü bir su havuzu gibi muhafaza edip geri kalan taraflarında kuruyan alanlarda tarımsal faaliyete açmaya hazırlandıklarını fark ettik. Bu durum açıkça hukuka aykırıdır.
Gölün korunmasına ilişkin, gölde yaşayan canlıların korunmasına ilişkin, sulak alanların korunmasına ilişkin hem uluslararası sözleşmelere yani Ramsar Sözleşmesi gibi sözleşmelere hem de ulusal mevzuata hatta yani sulak alanların korunmasına yönelik yönetmeliğe aykırıdır. Bu protokolü imzalayan dört kurumun da gölle ilgili sadece tek bir sorumluluğu var: Gölü eski haline getirmek. Bunun haricinde gölün tarıma açılması ya da farklı amaçlarla kullanılmasına yönelik her türlü girişim açıkça hukuka aykırılık teşkil ediyor. Biz şimdi bu işbirliği protokolünün iptali için de dava hazırlıklarımıza başlamış durumdayız”
Kuruyan Marmara Gölü için Türkiye’nin ilk iklim davası açıldı
Öte yandan kuruyan Marmara Gölü’yle ilgili Türkiye için oldukça önemli ve bir ilk olma özelliği taşıyan bir iklim davası söz konusu. Kuruyan gölde balıkçılık faaliyeti bitmesine rağmen, kamu idaresi balıkçı kooperatifinden kira bedeli talep etmiş ve kooperatife ödeme emri göndermişti.
Kooperatifin avukatlığını üstlenen Altıparmak Hukuk Bürosu, Manisa İdare Mahkemesi’nde Türkiye’nin ilk iklim davasını açtı. Mahkeme geçen günlerde söz konusu kira borcundan dolayı balıkçı kooperatifinin bir sorumluluğun olamayacağı yönünde bir karara imza attı.
Davayı basit bir ödeme emri iptali olarak görmediklerini belirten Cem Altıparmak, “Biz bu kamu idarelerinin, gölün varlığından, var olmasından, korunmasından sorumlu olan idarelerin yanlış kararları ve ataletiyle bu gölü kuruttuklarını tartıştık bu davada. Bunu öne çıkarttık. Ve neticede kuruttukları gölden dolayı da kooperatiften herhangi bir hak talebinde bulunamayacaklarını ileri sürdük. Mahkeme bu görüşümüzü dikkate aldı. Gerekli incelemeyi yaptı ve yakın bir tarihte bundan yaklaşık bir hafta kadar önce davamızın kabul edildiği ve söz konusu kira borcundan dolayı balıkçı kooperatifinin bir sorumluluğun olamayacağına karar verdi. Bu sevindirici bir karardı tabii ki. Türkiye’de ilk defa bu dava bir iklim perspektifiyle bir iklim davası çerçevesinde tartışıldı. Bu davada kamuoyunun gündemine böyle getirmeyi tercih ettik” diyor.
Şu anda Avrupa Birliği’nde (AB) her üç arı, kelebek ve çiçek sineği türünden biri yok oluyor ve polen taşıyıcılarının popülasyonlarındaki bu azalmanın 2030’a kadar acilen tersine çevrilmesi gerekiyor.
Reuters’ın aktardığına göre, Avrupa Komisyonu‘nun salı günü duyurduğu ‘Polen Taşıyıcılar için Yeni Anlaşma‘ kapsamında aldığı önlemlerden biri de, tozlaşmayı sağlayan hayvanlar için ekolojik koridorlardan bir ağ oluşturulması.
Bu ağın oluşturulması için polen taşıyıcıların başlıca düşmanlarını hedef alacak: Pestisitler, kirlilik, istilacı yabancı türler, değişen arazi kullanımı ve iklim değişikliği.
AB Çevre, Okyanuslar ve Balıkçılık Komiseri Virginijus Sinkevičius, “Küçük şeyler dünyamızda büyük değişiklikleri beraberinde getirebilir. Polen taşıyıcılara gelirsek, bu küçük böcekler doğanın geleceğini ve uzun vadeli gıda güvenliğini belirleyecek” diyor.
Polen taşıyıcıları kurtarmak için acil, hedefe yönelik eylemlere ihtiyacımız var çünkü bunlar ekosistemlerimiz, toplumlarımız ve ekonomilerimiz için paha biçilmez.
Arılar ve diğer tozlayıcılar neden bu kadar önemli?
Arıların sağlıklı ekosistemlerin bel kemiği olduğunu hepimiz biliyoruz ama nedenini kısaca hatırlayalım.
Arıların çiçekleri dölleme dürtüsü olmadan, birçok bitki türü azalır ve nihayetinde yok olur. Sadece sevdiğimiz bal arıları ve kelebekler değil; eşekarısı, böcekler, sinekler ve karıncalar da bu hayati sürecin anahtarı.
Ekin ve yabani çiçekli bitkilerin yaklaşık yüzde 80’i hayvan tozlaşmasına bağlı olduğundan, Komisyon polen taşıyıcısı kaybını, uzun vadeli tarımsal üretimi tehlikeye attığı için AB doğasına, insan refahına ve gıda güvenliğine yönelik en büyük tehditlerden biri olarak tanımlıyor.
Avrupa Yeşil Mutabakatı Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, “Halihazırda AB’de tozlaşmaya bağlı mahsullerin yarısında azalma görülüyor” diyor.
Gıda sistemini daha dayanıklı hale getirme ihtiyacındaki artış göz önüne alındığında, günümüzün jeopolitik bağlamı durumu daha da acil hale getiriyor.
AB tozlayıcı kaybı konusunda neler yapıyor?
Komisyon’un salı günü açıklanan yeni anlaşması, 2018’deki bir girişimi temel alıyor ve 2030’a kadar tehlike altındaki böceklere eski seyrini kazandırmak için yedi yıllık bir plan ortaya koyuyor.
Plan, 27 üye devlette polen taşıyıcılarını daha iyi takip edilmesi ve daha iyi korunması ile başlıyor. Komisyon, “vızıltı hatları” adı verilen bir ekolojik koridorlar ağı için bir plan hazırlamak üzere ülkelerle birlikte çalışacağını söylüyor.
Planın ikinci ayağında ise “Tozlayıcı dostu” çiftçilik için daha fazla destekle sağlanmasıyla, tarımsal alanlardaki habitatların eski haline kavuşturulması ve şehirlerdeki yeşil alanların artırılması yer alıyor.
Peki ya pestisitler?
Pestisitler, polen taşıyan türler için büyük bir tehdit. Anlaşma, “entegre haşere yönetimi” ile ilgili yasaların sıkılaştırılmasını, kimyasalların toksisitesini belirleyecek testlerin yasaya dahil edilmesini ve pestisit kullanımının azaltılmasını öneriyor.
AB, bir süredir aşırı pestisit kullanımında ve acil durum izinlerinde katı sınırlamalar uyguluyor.
Bu yeni anlaşma, Aralık ayındaki BM Biyoçeşitlilik Konferansı‘nda (COP15) kabul edilen ve 2030 yılına kadar pestisit riskini en az yüzde 50 oranında azaltmaya yönelik küresel bir hedefi de içeren Kunming-Montréal Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi ile de paralellik gösteriyor.
Ancak çevreciler, mevcut AB kurallarının yeterince korumacı olmadığını söylüyor. Dün Avrupa Parlamentosu‘na teslim edilen bir milyon imzalı bir dilekçe, sentetik pestisitlerin 2035 yılına kadar aşamalı olarak kaldırılması için yasal düzenlemeler yapılması çağrısında bulunuyor.
AB hükümetlerini temsil eden Avrupa Parlamentosu ve Konseyi’nin şimdi planı onaylaması gerekiyor.
Ardından AB üyelerinin 2030’a kadar polen taşıyıcıların azalmasını tersine çevirmek için önlemler belirlemesi gerekecek ve bu önlemler AB’nin Doğa Restorasyon Yasası kapsamında yasal bir gereklilik olacak.
Sinkevičius, şunları ekliyor:
AB Polen Taşıyıcılar için Yeni Anlaşma, yalnızca AB’ye özel ileriye doğru atılmış belirleyici bir adım değildir, aynı zamanda tüm dünyada benzer eylemlere ilham kaynağı olabilir. Çok geç olmadan bunu birlikte gerçekleştirelim.
Resmi Gazete’de bugün çıkan Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla bazı bölgelerde ormanları orman sınırı dışına çıkarılırken bazı bölgelerde de acele kamulaştırmalara imza atıldı. Muğla‘da bazı alanlar orman dışına çıkarılırken, Manisa, Mardin ve Konya‘da acele kamulaştırma kararları alındı. Ayrıca Balıkesir‘de Lale Adası Kuzeyi Mevkii Doğal Sit Alanı kesin korunacak hassas alan ilan edildi.
Muğla’nın Bodrum ilçesine bağlı Göltürkbükü’nde 104 ada 2-A parselde bulunan bölge orman sınırları dışına çıkarıldı.
Konuyla ilgili açıklamada bulunan Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras, “Değerli Bodrumlular, bugün Ortakent Mahallemizi betona boğulmaktan kurtardık diye sevinmemizin üzerinden birkaç saat geçmeden bu defa, Göltürkbükü Mahallemizdeki birçok alan Cumhurbaşkanı kararı ile orman sınırları dışına çıkartıldı” diye tepki gösterdi.
‘Kesinlikle boyun eğmeyeceğiz’
Bunun karşılığında ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Orman Genel Müdürlüğü’ne ülkenin başka yerlerinde bulunan devlet arazileri içinden, Göltürkbükü Mahallesi’nde orman sınırları dışına çıkartılacak alanların iki katından az olmamak üzere başka araziler verileceğini aktaran Aras, şunları dile getirdi:
“Yani paha biçilmez değerdeki yeşil alanlarımız bizim elimizden alınarak ranta açılacak ve karşılığında Orman Genel Müdürlüğü; bu yeşil alanlarımızın iki katından az olmayacak büyüklüklükteki başka hazine arazilerini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan teslim alarak sahibi olacak, biz Bodrumlular da buna boyun eğeceğiz öyle mi ? Hayır, kesinlikle boyun eğmeyeceğiz.
Bodrum’un geleceği olan yeşil alanlarını para uğruna yok etmeye kalkanlara buradan açıkça sesleniyorum. Bodrum bu kararlara teslim olmayacak ve şu anda Belediyemiz tarafından hazırlanmakta olan dava dilekçesiyle derhal yargı yoluna başvuracak.”
‘Bodrum’u katletmeye kalkan kim olursa olsun, yargı önünde gücünün yetmediğini görecek’
Bu güne kadar özelleştirme yoluyla para uğruna Bodrum’a yapılan kötülükler ve bu kötülüklerin maddi manevi tüm yükünün de Bodrum Belediyesi’nin sırtına yüklendiği yetmezmiş gibi halen özelleştirme adı altında yeşilin, denizin ve tarihi eserlerin yok edilmesine karşı asla sessiz kalmayacaklarını ve haklarını sonuna kadar arayacaklarını ifade eden Bodrum Belediye Başkanı Aras, şunları kaydetti:
“Doğduğumuz yeri gözlerimizin önünde öldürmeye, biz Bodrumlular var oldukça kimsenin gücü yetmeyecek. Yetmediğini, Bodrum’u katletmeye kalkan kim olursa olsun, yargı önünde görecek.”
Göl sahasında acele kamulaştırma
Manisa’da ise Gürdük Barajı ve Sulaması İnşaatı kapsamındaki Manisa Akhisar Gürdük Şehir Piyade Teğmen Osman Alp Göleti İkmali ve Karayolu Rölekasyonu işi için göl sahası ve rölekasyon yolunda bulunan taşınmazların Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından acele kamulaştırılmasına karar verildi.
Kaynak: Resmi Gazete – Göl sahasında acele kamulaştıran alanı gösterir harita.
Mardin’in Savur ilçesine bağlı Devlet Mahallesi’nde bulunan 212 ada 1 parselde bulunan taşınmazın müze ve kültür evi olarak değerlendirilmek üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından acele kamulaştırılmasına karar verildi.
Ayrıca Konya’nın Meram ilçesine bağlı Durunday Mahallesi’ndeki 27624 ada 1 parselde bulunan arazinin savunma ve güvenlik amaçlı bina tesisi ve eğitim atış tatbikatı sahası yapılması için İçişleri Bakanlığınca acele kamulaştırılması kararı alındı.
Öte yandan Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde bulunan Lale Adası Kuzeyi Mevkii Doğal Sit Alanı, kesin korunacak hassas ilan edildi.
Kuraklıkla gündeme gelen deniz suyunun içme suyu olarak kullanılması konusunda Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Deniz Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Barış Salihoğlu, artan nüfus ve iklim değişikliğiyle tatlı su kaynaklarının giderek azaldığını anlattı.
Su ihtiyacını karşılamaya yönelik Akdeniz ve Ortadoğu havzasında birçok ülkenin başvurduğu bir yöntem olan deniz suyunun arıtılmasının birkaç aşaması bulunduğunu belirten Salihoğlu, şu bilgileri paylaştı:
“Önce suyu denizden alıyorsunuz, sonra bir ön arıtmadan geçirmeniz gerekiyor. Bunun içinde kirleticiler olabilir, canlılar olabilir, kireç olabilir. Ondan sonra tuzdan arıtma prosesine geçiliyor. Sonrasında içme suyu haline getirecek dezenfekte yöntemi kullanılıyor. Daha kirli bir su kullanıyorsanız ya da içinde biyolojik faaliyetlerin çok olduğu bir su kullanıyorsanız ön arıtma maliyetleri artacaktır. Daha temiz ortamlardan alınan su, tercih konusu.”
Suyun çekildiği noktanın, dip habitata zarar verilmemesi için, açık denizlerden ve orta derinlikten seçilmesinde fayda olduğunu işaret eden Salihoğlu, suyun çekildiği bölge kadar arıtma sonrası ortaya çıkan yoğun tuzlu suyun nereye verileceğinin de tartışma konusu olduğuna değindi.
Atık suyun tuzluluğunun, doğal tuzluluğun iki katına kadar çıkabildiğine dikkati çeken Salihoğlu, sürecin yol açtığı dezavantajlardan bahsetti:
Çok aşırı tuzlu bir sudan bahsediyoruz. Bu tür tesisler başka endüstri tesislerine yakın kurulabiliyor. Bu su denize verilmeden, soğutma suyu olarak kullanılıyor ve sıcaklığı da artıyor, daha asitli hale geliyor ve içindeki kimyasal oranı artabiliyor.
Yüksek tuzluluğun deniz canlılarına verdiği etkiyle ilgili çalışmalara yoğunlaşıldığını açıklayan Salihoğlu, Mısır gibi bu uygulamanın sınırlandırmalarının çok olmadığı bölgelerde tuzlu suyun deniz çayırlarında, deniz tabanında çok hızlı hareket edemeyen ya da hiç hareket etmeyen canlılara ciddi zarar verdiğini ifade etti.
Deniz ekosistemine en büyük zararı artan sıcaklık ve tuzluluğun verdiğini biliyoruz. Atık suyun denize verilmeden dinlendirilmesi, yüksek sıcaklıklarda denize verilmemesi, daha az canlının yaşadığı habitatlara verilmesi gerekir. Gidip bir mercanın, deniz çayırlarının üzerine vermekle, taşlık, daha az canlının yaşadığı bir alana vermek arasında çok büyük farklar var. Yaptığımız model çalışmaları, bunu yaygın şekilde difüzörle biraz derin denizde orta noktalara verilmesinin derin deniz habitatlarına daha az zarar verdiğini gösterdi.
Yeni düzenlemelere göre bu tür tesislerin karbon salımına karşı yenilenebilir enerjiyle çalışması gerektiğini aktaran Salihoğlu, tesislerde güneş ve rüzgar enerjisine yönelmenin birinci şart olduğunu vurguladı.
Türkiye‘nin su kaynakları konusunda çok dikkatli davranması gereken bir ülke olduğunu, doğru su politikalarıyla su sorununun aşılabileceğini dile getiren Salihoğlu, deniz suyunun arıtılmasının bölgesel seviyede uygulanabileceğini dile getirdi.
Fotoğraf: Zafer Akpınar / AA
Yatırım ve işletim maliyetleri
Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü Çevre Teknolojileri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Azize Ayol da özellikle membran teknolojilerinin gelişmesiyle ters osmoz sistemlerinin deniz suyunu arıtmada ön plana çıktığını kaydetti.
Prof. Dr. Ayol, şunları söyledi:
Deniz suyunun tuzsuzlaştırılması ve deniz suyundan içme suyu arıtma yöntemleri, buharlaştırma teknolojilerinden membran teknolojilerine doğru evrildi. Bu yöntemle tamamen suyu tuzsuzlaştırabiliyorsunuz. Suyun içindeki kirleticiler tamamen membran teknolojileriyle basınçlı bir şekilde suyu besleyerek tuzsuzlaştırıyor ve içme suyu elde edebiliyoruz.
Ayol, bu tür tesislerin dünyanın birçok ülkesinde uzun zamandır işletildiği, İsrail, Suudi Arabistan, İspanya, KanaryaAdaları, ABD ve Avustralya‘da kullanıldığı bilgisini vererek Türkiye’de de Avşa Adası‘nda deniz suyunu arıtan bir tesis olduğunu hatırlattı.
Deniz suyu arıtma tesislerinin büyük maliyetler gerektirdiğine vurgu yapan Ayol, şöyle konuştu:
Suya ihtiyacınız varsa ve susuz bir ülkeyseniz yatırım maliyetleri olsa da bunu kurmanız gerekiyor çünkü suyunuz yok. Maliyeti, enerji ihtiyacının karşılanmasıyla da alakalı olarak bölgeye göre değişiyor. Tesis kapasitesi ne kadar büyük olursa ilk yatırım bedelleri de bununla birlikte azalıyor. Kullandığınız membran, enerji hatlarına yakın olması, tesisin kurulduğu yer ve konum kurulum maliyetlerini etkiliyor.
Alınan deniz suyunun kalitesinin de önemli olduğunu aktaran Ayol, bu tesisler için farklı ön arıtmalar uygulandığını, deniz suyunun içindeki farklı materyallerin ayrıldığını ve sonra beslendiğini belirterek, bunların ilk yatırım maliyetlerini etkileyen süreçler olduğunu ifade etti. Ayol, membran teknolojisi çok hızlı geliştiğini ve bu gelişmelerle maliyetlerin de düştüğünü ekledi.
Fotoğraf: Mustafa Hassona / AA
Yatırım maliyeti dışında işletim maliyetine de değinen, 1 metreküp temiz su için işletim maliyetinin 0,3 ile 0,9 dolar arasında değiştiğini kaydeden Ayol, “Suyun içindeki tuz miktarına bağlı olarak elde edeceğimiz temiz su miktarı da farklılık gösteriyor. Genelde yüzde 50-60 oranında temiz su elde ediyoruz. Geri kalan kısım konsantre akımı oluşturuyor. Bu suyu ayrıca arıtmamız ve işlememiz gerekiyor. Gelişen teknolojilerde bu konsantre akımdaki hidrostatik basınçtan yararlanarak enerji elde edilmesi ve bunun, tesisin işletiminde kullanılması mümkün. Enerji verimliliğine sahip tesisler kurulduğunda maliyet düşüyor.” diye konuştu.
Ortaya çıkan atık konsantre suyun kesinlikle arıtılması gerektiğini vurgulayan Ayol, şunları söyledi:
Daha tuzlu, konsantre hale getirdiğiniz bir atığı denize vermek zorundasınız. Bunun için farklı yöntemler var. Yakınlarda endüstri tesisi varsa onların soğutma suyuyla karıştırarak seyreltip denize verebilirsiniz. Yaygın olarak kullanılmaya başlanan yöntem ise suyu uzun süre mümkün olduğunca atmamak, kapalı devrede kullanmak.
Türkiye’nin “su stresi” yaşayan bir ülke olduğunu söyleyen Ayol, Türkiye’nin içme suyu ihtiyacının yıllık yedi-sekiz milyar metreküp olduğunu, mevcut kaynaklarla bu ihtiyaç sağlanabilse de kıyı bölgelerde, özellikle yaz aylarında dönem dönem sıkıntı yaşanabildiğini ve bu tür yerlerde deniz suyunun arıtılması yönteminin uygulanabileceğini belirtti.
Prof. Dr. Ayol, deniz suyunu arıtma teknolojisinin Türkiye’de yaygınlaşması hakkında ise “Çok kritik bir ihtiyaç değil, bizim için şu anda konvansiyonel su kaynaklarının kullanılması, kayıp kaçakların önlenmesi, su kaynaklarının daha tasarruflu, verimli kullanılması önemli.” dedi.
Afganistan nüfusunun yarısı akut açlık, sıfırın altında hava koşulları, elektrik kesintileri ve giderek kötüleşen bir ekonomiyle mücadele ediyor.
Ülkede hayat neredeyse herkes için zor, ancak yönetim tarafından dayatılan kurallarla, özellikle kadınların eğitim ve sosyalleşme gibi temel özgürlük hakları hedefleniyor.
BBC, güvenlik gerekçesiyle bazı kadınlarının isimlerini gizli tutarak, kadınların Taliban yönetiminde hayatlarının nasıl değiştiğini aktardı.
Uyarı: Bu haber intiharla ilgili unsurlar içeriyor.
‘Umutsuz yaşamak’
Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinden bu yana hayatın her kesiminden kadın etkilendi.
Afganistan Afet Yönetimi Bakanlığı yaptığı açıklamada bu kış dondurucu soğuklarda en az 124 kişinin öldüğünü ve insani yardımın her zamanki gibi çok önemli olduğunu bildirmişti.
Birleşmiş Milletler (BM) de geçen yılın sonunda Afganistan nüfusunun üçte ikisinin insani yardıma ihtiyacı olduğunu söylemişti.
Aralık ayının başında Taliban, kadınların sivil toplum kuruluşları (STK) için çalışmasını yasakladı. Buna gerekçe olarak ise STK’larda çalışan kadınların başörtü ve giyim kurallarını ihlal etmesi gösterildi. Yönetimin bu kararı, ülkede acil insani yardım operasyonları için bir tehdit ve kadın hakları ihlali olarak yorumlandı.
Karardan etkilenen kadınlardan bir tanesi ülkenin en yoksul ve en ücra bölgelerinden biri olan Badakşan‘dan bir insani yardım görevlisi. Eskiden bir yardım kuruluşunda çalışan kadın, şunları söylüyor:
Farklı insanlarla tanışıp onlarla konuşurduk, sorunlarını ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışırdık ve gerekli olduğunda yetkililere bildirirdik. İnsanlara yardım edebilmekten çok memnundum. Umutsuz yaşıyoruz. Artık zamanımın neredeyse tamamını evde geçiriyorum. Film ve televizyon programı izliyorum, sosyal medyadaki videolara bakıyorum.
İşinin yanı sıra yüksek lisans yapmak istediğini paylaşan STK görevlisi, artık bu hayalinin “yok olduğunu” söylüyor: “Artık gün içinde hiçbir şey yapmadığım için yoruluyorum. Huzurlu bir şekilde dışarı bile çıkamıyorum.”
Şimdiye kadar Taliban yetkilileriyle birkaç anlaşmazlığı olduğunu anlatan kadın, şunları ekliyor:
Ne zaman sokağa çıksam beni kontrol noktalarında durduruyorlar ve başörtüsü takmamı ve yüzümü ve saçımı kapatmamı söylüyorlar. Başörtüm olduğunda bile bir şekilde düzeltmemi istiyorlar.
‘Yapabileceğim hiçbir şey yok’
Afganistan’da yaşayan bir kadın terzi, geleneksel ve renkli tasarımlarıyla tanınıyordu.30’lu yaşlarında olan kadın, Taliban yönetimi işyerini kapatma emri verene kadar ailesinde çalışan tek kişi olduğunu, eşi ve çocuğuna tek başına baktığını anlatıyor.
“Artık sabahları uyandığımda yapabileceğim hiçbir şey yok. Dua ediyorum, kahvaltı hazırlıyorum ve evi temizliyorum” diye kadın sözlerine şöyle devam ediyor:
Eskiden gelinlik tasarlar, çocuklar için kıyafetler ve yerel elbiseler dikerdim. Kıyafetleri minik aynalarla süsler, üzerine desenler diker, yamalarla renklendirirdim.
Terzi, ilk başta işyerini pazar yerinden küçük bir köye taşımaya karar verdiğini ancak Taliban yetkililerinin yeni dükkanını bulduğunu ve kapatma emri verdiğini söylüyor.
“Dükkanım kapalı. Kadınların çalışmasına izin verilmiyor. Müşterilerim neden kapattığımı soruyor, ben de onlara dükkanımı açamayacağımı ama evden onlara kıyafet dikebileceğimi söylüyorum” diyen kadın sözlerine devam ediyor:
Ama koskoca bir dükkanı da evime sığdıramıyorum. Tek bir dikiş makinem var, o yüzden şimdilik çok basit işler yapabiliyorum. Gelinlik veya parti elbisesi hazırlayamıyorum. Kocam da ben de şu anda işsiziz ve ekonomik durumumuz her geçen gün kötüye gidiyor. Kızlarım da bize destek olamıyor, bazen akrabalarımızdan biraz yardım alıyoruz ama o kadar.
‘Yavaş yavaş zehirlenme’
Kadınların eğitimi de Taliban yönetimi tarafından hedef alınan konulardan bir tanesi. Genç kızların ortaokula gitmesi Eylül 2021’de yasaklandı. Aralık ayında ise kadınların üniversiteye katılımı durduruldu.
Bu karar Şubat 2022’de geri alındı ve kadın öğrencilerin, fiziksel olarak erkek öğrencilerden ayrı tutulmaları koşuluyla üniversitelerde derslere girmesine yeniden izin verildi.
Gönüllü Afganlar, kurdukları ‘gizli okullarda’ kız çocuklarına eğitim veriyor. Fotoğraf: Mohammad Noori / AA
Bir kadın psikolog, eğitim almak isteyen 70 öğrenciyle dolu sınıflarda ders verdiği gizli bir okulda öğretmen olarak çalışıyor. Bu okula giden çocukların en küçüğü 10, en büyüğü ise 20 yaşında. Psikolog, çocuk ve gençler ile aileleriyle özel terapi seansları yapıyor.
Gönderdiği sesli bir mesajda psikolog, “Yasaklardan önce genelde bu saatlerde ofiste veya okulda olurdum. Çok tuhaf, her şey tamamen değişti” diyor. Psikolog, derslerine katılmak isteyen kızlardan her gece 30’dan fazla mesaj aldığını ve bu sayının giderek arttığını paylaşıyor:
Bu genç kızların durumu benden daha kötü, genelde intihar düşünceleri oluyor. Her şeyi kaybettiklerini düşünerek kendilerini öldürmek istiyorlar.
Psikolog, Afganistan’da kadın olarak yaşamanın en korkunç tarafının kontrol noktalarında Taliban yetkilileri tarafından durdurulmak olduğunu anlatıyor.
“Nefes alamıyor gibi hissediyorum” diyen psikolog sözlerine devam ediyor:
Cep telefonumuzu vermemizi veya cüzdanlarımızı kontrol etmek istemiyorlar belki ama bizi yavaş yavaş öldürüyorlar, yavaş zehirleme gibi. Bizi korkutuyorlar, aslında bizi mermi ile değil, korkuyla öldüreceklerini hissettiriyorlar. Ya sana eşlik eden kişi nerede, veya çalışıyor musun diye sorarlarsa?
Bazı kadınlar ise Taliban yönetimi altında yaşamanın olumlu yanları olduğunu söylüyor. Omaro-Tah, Afganistan’da dini bir okulda öğretmen olarak çalışıyor ve aynı zamanda üniversitede tıp okuyor.
Bize sağladıkları güven duygusundan çok memnunuz. Kadınlar artık kendilerini daha özgür hissedebiliyor ve eskisinden daha iyi eğitim alabiliyorlar. Erkek ve kadınların ayrılması dinimizin bir gereği.
Omaro-Tah, kadınların giyimi konusunda uygulanan kısıtlamaları da doğru bulduğunu aktarıyor. Mayıs 2022’den bu yana kadınlara başörtüsü takmaları ve toplum içinde yüzlerini örtmeleri kuralı uygulanıyor. Omaro-Tah, “Dinimiz gereği kapanmamız gerekiyor. Bu kadınlar için çok daha iyi” diyor.
Öte yandan Omaro-Tah, Taliban’ın yönetimi ele geçirmesiyle “insanların ekonomik durumunun kötüleşmesi, işsizlik, fabrikaların kapanması ve insanların işsiz kaldıkları için başka ülkelere göç etmesi” gibi olumsuz etkilerin de olduğunu kabul ediyor.
Omaro-Tah, “Bu sorunlar insanların moralini etkiliyor, ancak hepsinin çözüleceğinden umutluyum” diyor.
Uludağ Alan Başkanlığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Resmi Gazete’de yayımlandı. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan kararnamede, Uludağ Alan Başkanlığı’nın görev alanı ve yetkileri düzenlendi.
Kararla milli park sınırları içinde tek yetkili olan Tarım ve Orman Bakanlığı ile Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü’nün yetkileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve Uludağ Alan Başkanlığı’na devredildi.
Kanunnamede yer verilen görev alanlarına göre; Başkanlığın görev ve yetkileri arasında bulunanlardan dikkat çekenler şöyle:
Uludağ Alanında, 2863 sayılı Kanun ile kültür varlıklarını koruma bölge kurulları ve tabiat varlıklarını koruma bölge komisyonlarına verilen yetki ve görevler Komisyon tarafından kullanılır. Ayrıca, Komisyon, Uludağ Alanı içerisinde doğal sit alanlarının tescili, sınır değişiklikleri ve yeniden değerlendirilmesine yönelik karar almaya yetkilidir. Sit sınır ve derece değişiklikleri Komisyonun oy birliği ile aldığı karar doğrultusunda gerçekleştirilir,
Komisyon, Uludağ Alanı sınırları içerisinde her türlü uygulamaya yönelik karar almaya yetkilidir,
Uludağ Alanı’ndaki korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile sit alanlarının tespitini yapmak,
Alanın korunması ve geliştirilmesine yönelik her türlü araştırma, projelendirme ve eylem planlarını hazırlamak ve bunların uygulama esaslarını belirlemek ve izlemek,
Alanda yapılan uygulamaların Komisyonca uygun bulunan plan ve projelere uygunluğunu denetlemek,
Geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartları ile meri planlara ve Komisyon kararlarına aykırı uygulamaların giderilmesini sağlamak ve aykırı uygulamaya konu yapı ve tesisleri yıkma veya yıktırma işlemlerini yürütmek,
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamı dışındaki araştırma, sondaj, kazı ve diğer bilimsel araştırmaları ve etütleri yapmak veya ilgili mevzuata göre yaptırmak,
Alanda bulunan hazine taşınmazlarının satışı, trampası, kiraya verilmesi, işletilmesi ve işlettirilmesi gibi konularda görüş bildirmek,
Uludağ Alanına ilişkin işletmecilik faaliyetlerini yapmak, yaptırmak, bunlara izin vermek ve bunları denetlemek,
Kış turizmi amaçlı mekanik tesisleri projelendirmek…
Alanda planların gerektirdiği her türlü hizmet ve faaliyetler ile koruma, yönetim, işletme, tanıtım, spor, eğlenme ve dinlenme hizmetleri için gerekli her türlü altyapı ve diğer tesisleri yapmak, yaptırmak, işletmek, işlettirmek ve bu işlemleri ilgili beldiye başkanlıkları ile koordine halinde yürütmek.
Vatandaşın ‘talanından’ korktuğu için istemediği bir alan başkanlığı…
Vatandaşlar ve çevre örgütleri, haftalardır kararın çıkmasına karşı bir direniş halinde ve tepkilerini hem sokakta hem de sosyal medyada dile getirdi.
Dünya Doğayı Koruma Vakfı- Türkiye (WWF-Türkiye) söz konusu teklif ve gerekçesinden asıl amacın alandaki turistik gelişimi (özellikle daha fazla sayıda insana hizmet verecek kış turizmi) kolaylaştırmak olduğunun anlaşıldığı değerlendirmesi yapmıştı.
Change.org’da kanun teklifine karşı açılan kampanyaya ise 18 binin üzerinde kişi imza attı. Metinde, Uludağ’ın statüsünün değiştirilerek “imar alanlarının genişletileceği” savunuldu.
Kampanyada, “T(alan) Başkanlığı’nın ne olduğunu 1. Derece Arkeolojik ve Doğal Sit alanı Kapadokya’ya yapılan yoldan biliyoruz” denilmişti.
1961 yılından beri Milli Park
Uludağ, 2.543 metre yüksekliğiyle Marmara Bölgesi’nin en yüksek zirvesini oluşturuyor. 1961 yılında, 12 bin hektarı kapsayan bölümü Milli Park ilan edildi.
Uludağ Milli Parkı’nın yüzde 71’i orman, yüzde 28’i mera ve kayalık, yüzde 0,4’ü açık, yüzde 0,1’i sulak alan, yüzde 0,5’i ise yerleşim alanı. Bölgenin olağanüstü bitki örtüsü, 96’sı ülke çapında nadir, toplam 791 taksondan oluşuyor. Önemli bir yaban hayatı popülasyonuna sahip olan Uludağ, aralarında sakallı akbaba ve kaya kartalının da bulunduğu Türkiye’nin Önemli Kuş Alanları’ndan (ÖKA) biri.
Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK), çarşamba günü yayımladığı bir basın açıklamasında tüm partilere Meclis Genel Kurulu’nda iktidarın Anayasa değişikliği teklifi oylamasına katılmama çağrısı yaptı.
24 Ocak salı günü iktidar bloğunun başörtüsüne anayasal güvence getiren ve evlilik birliğini tanımlayan Anayasa değişikliği teklifine dair önerdikleri değişiklik kabul edilmeyince Anayasa Komisyonu‘nu terk eden CHP’li ve İYİ Parti’li üyeleri takdirle karşılayan platform, tüm milletvekillerinden teklife “Tartışmasız hayır” demelerini istedi.
Başörtülü veya başörtüsüz bütün kadınların ve LGBTİ+’ların hayatlarını tehdit eden bu girişime destek olunmaması gerektiğini vurgulayan platform, “Eşitlik ve laiklikten vazgeçmiyoruz, Anayasa oylamasına katılmayın!” dedi.
— Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) January 25, 2023
Tüm milletvekillerine, başörtülü ya da başörtüsüz tüm kadınların beklentisinin kıyafetlerine karışılmaması, siyaset malzemesi haline getirilmemesi, Anayasa’daki ayrımcılık yasağının uygulanması ve uygulatılması olduğunu hatırlatan platform üyeleri, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığı yapılmaması ve yaptırılmamasının da önemine dikkati çekti.
AKP–MHP teklifinin revize edilebilir bir teklif olmadığını ve bu partilerin toplumsal yaraları büyütüp derinleştirmek pahasına seçim kazanmayı amaçladığını belirten platform, teklife tartışmasız, müzakeresiz hayır denmesi gerektiğini belirtti.
CHP’nin “Oylamaya katılmayacağız” açıklamasının kritik bir öneme sahip olduğunun belirtildiği açıklamada, İYİ Partiden de net bir tutum alarak genel kurul oylamasına katılmamasının, TİP ve HDP‘nin de baştan beri tartışmasız hayır diyen kararlı tutumlarını sürdürmelerinin beklendiğini aktardı:
Muhalefet partilerinin bu konuda gösterecekleri kararlı duruşu; eşitlik, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayalı; laik ve demokratik ve toplumsal barışın egemen olduğu bir geleceğin inşa edilmesinin teminatı olarak görüyoruz.
Platform, tüm muhalefet partilerinin kararlı tutumlarını sürdürerek, iktidarın oyununu Genel Kurul’da yapılacak oylamaya katılmayarak bozmalarını beklediklerini ifade etti.
Eşitlik İçin Kadın Platformu, şunları ekledi:
Kadınların eşit temsil edildiği bir Meclis, özgür ve demokratik tartışma koşullarının sağlandığı bir toplumsal ortam oluşturuluncaya kadar Anayasa’ya dokunmayın, uygulayın, uygulanmasını talep edin. Eşitlik ve laiklik ilkesinin, temel haklarımız ve hayatlarımızın seçim malzemesi yapılmasına izin vermeyin. Meclis Genel Kurulu’nda iktidarın Anayasa değişikliği teklifi oylamasına katılmayın.
İktidar bloğunun Anayasa’nın 24 ve 41’inci maddelerinde değişiklik öneren teklifi, AKP ve MHP oylarıyla 24 Ocak Salı günü TBMM Anayasa Komisyonu’nda onaylanmıştı.
Anayasa Komisyonu’nun CHP’li ve İYİ Parti’li üyeleri, Komisyon’un 24 Ocak Salı günü gerçekleşen ikinci toplantısında, iktidarın teklifine dair 24’üncü madde ile ilgili önerdikleri değişiklik kabul edilmeyince Komisyon’u terk etmişti.
Teklifin önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurulu’na gelmesi bekleniyor.
Marmaris Kent Konseyi Yürütme Kurulu üyesi Halime Şaman’a Sinpaş GYO A.Ş./Kızılbük GYO A.Ş tarafından açılan “haksız rekabete dayalı” tazminat davasının beşinci duruşması dün (25 Ocak) Çağlayan Adliyesi’nde görüldü. 5. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde görülen duruşma 12 Nisan saat 9.55’e ertelendi.
Sinpaş GYO/Kızılbük GYO’nun Marmaris/İçmeler’de yürüyen projesi sonucu ortaya çıkan doğa yıkımına karşı mücadele eden aktiviste açılan 300 bin TL tutarında tazminat davasının duruşmasına davacı tarafın avukatının katılmaması nedeniyle davanın düşmesi gündeme geldi. Duruşmaya ilişkin açıklamada bulunan Marmaris Kent Konseyi ve Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi yönetim kurulu o anları şöyle anlattı:
“Sinpaş’ın ince bir zeka ile planlama yaptığına ilk kez tanık olduk. Ama bizim zekamızın da fena olmadığını düşünüyoruz. Duruşmaya davacı tarafın avukatı girmedi ve hakim davayı takip etmekten vazgeçebileceğimizi, davalı taraf gelmediği için istersek davanın düşeceğini söyledi. Yani haklılığımız hükme bağlanmadan, davalı tarafın istediği zamanda davayı yenileyerek açabileceği bir durumu kabul etmemizi beklediler. Bugün firma davayı düşürerek, davayı kazanma ve kaybetme ihtimallerinin kendileri tarafından örülen itibarsızlaştırma hamlesini ortadan kaldırmaya çalıştı. Haksız açtıkları davayı izlemeyerek Halime Şaman’a bir “şans” verdiklerini hissettirmeye çalışarak yaptılar.
Bizim de davayı takipsiz bırakacağımızı düşündüler. Yani dava tehdidinin sürekli üzerimizde kalmasını istiyorlar. Böylece irademize biçim vereceklerini zannediyorlar.”
Sinpaş’ın kendilerini ikna etmeye çalıştığını ve davayı bir tehdit unsuru olarak kullanmak istediğini belirten aktivistler, “Bugün ne yaptığınızı gördük. Bu hukuki ayarla bizim dava sonucundan korktuğumuzu sandınız. Hayır siz korkuyorsunuz!” dedi ve Sinpaş’a şu sözlerle seslendi:
“Bu davadan elde edeceğiniz paranın aksam yemeğiniz olduğunu biliyoruz. Dava lehinize sonuçlanırsa daha büyük bir kampanya ile uluslararası gündeme gelmekten korkuyorsunuz. Haksız olduğunuz gibi meşru da değilsiniz.
Bu nedenle davayı izleyeceğiz ve milli park içindeki kaçak inşaatınızda sizi rahat bırakmayacağız.”
Ne olmuştu?
Sinpaş‘ın, Marmaris Kızılbük koyundaki yapımına devam ettiği resort otel ve devre mülk projesiyle ilgili 30 Aralık’ta bilirkişi keşfi yapılmıştı. Projeye, 27 Temmuz’da başlayan ve 8 Ağustos’a kadar devam eden orman yangınları söndürüldükten beş gün sonra Muğla Valiliği tarafından “ÇED Gerekli Değildir” kararı verilmişti. Marmaris Kent Konseyi, Sinpaş GYO’nun İçmeler’de yürüttüğü projeye verilen ‘ÇED gerekli değildir‘ kararının iptali için dava açmıştı.
Proje sahibi inşaat şirketleri Sinpaş GYO ve Kızılbük GYO, Halime Şaman’e şirket ‘haksız rekabet’ iddiasıyla 300 bin liralık tazminat davası açtı.
Marmaris Kent Konseyi’nin açıklamasında; yaptığı açıklamalar nedeniyle hakkında dava açılan Halime Şaman’in tazminat davası tehdidi ile susması, böylece kentte meydana gelen çevre felaketinin halktan gizlenmesinin amaçlandığını belirtildi.