Ana Sayfa Blog Sayfa 487

Prof. Dr. Atmış: Afet yaşanırken bile ormanlara zarar verecek düzenlemeleri rahatlıkla yapabildiler

Son 21 yıldır siyasi partilerin seçim bildirgelerini inceleyen ve Nisan 2023’te Türkiye Ormancılar Derneği tarafından yayımlanan “Orman Denince Umursamadınız ki (!)” adlı kitabı Dr. Öğretim Üyesi H. Batuhan Günşen’le birlikte yayına hazırlayan Ormancılık Politikası Uzmanı Prof. Dr. Erdoğan Atmış ile AKP’nin 21 yıllık ormancılık politikasını ve sonuçlarını şöyle değerlendirdi:

“Partiler slogan düzeyinde kalan vaatlerinde somut yol ve yöntemler önermekten çok uzak. Genellikle önceki seçim bildirgelerinde kullandıkları bilgileri biraz değiştirip yeni bildirgelerine aktarmış görünüyor. Çevre, doğa koruma, ormancılık üçgeninde asıl ağırlığı kendilerince de toplumun daha çok ilgisini çekeceğini düşündükleri için çevre konularına vermekte, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ormanları sadece kırsal kesimlerle ilgili bir varlık olarak görmeye devam etmekte, ormanların uluslararası önemini ve kentli topluluklar için değerini kavrayamamaktadır.”

Evrensel‘den Ramis Sağlam’ın aktardığına göre; Atmış, “Ormanlarımızın korunması ve toplum yararına yönetilmesi için yeni politika ve stratejiler belirlemekten çok uzaklar. Diğer yandan bu partilerin yeni politikalar belirleyebilmek için ormancılığın durumu hakkında sağlıklı bilgilere ve bu bilgileri analiz edecek uzmanlara sahip olduğu da söylenemez. Ulusal ormancılık politikası oluşturmak için hükümet, siyasi partiler, halk, demokratik kitle örgütleri ve özel sektör arasında ortaklaştırılmış orta ve uzun vadeli amaç, hedef ve yöntemlere gerek var. Kısa vadeli ormancılık amaç ve hedefleri iktidarlar tarafından değiştirilebilir fakat ormancılık politikasının geniş amaç ve hedefleri ancak demokratik katılım yoluyla değiştirilmelidir. Yani siyasi partiler ve hükümetlerin ormancılık politikası oluşturmak için kendi uzmanlarına sahip olması da yetmemektedir” dedi.

Gerçek uzmanların, demokratik kitle örgütlerinin ve toplumun da politika oluşturma sürecine dahil edilmesi gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Erdoğan Atmış, meclise sunulan orman içi sulardaki balık tesisleri kurulumu ve denizlerde balık, midye ve istiridye yetiştiriciliği yapan tesislerle ilgili maddeleri değerlendirdi.

AKP iktidarının ormanları kolayca harcamakta hiç sakınca görmediğini belirten Atmış, “Depremlerden sonra ülkede çok büyük bir afet yaşanırken bile ormanlara zarar verecek düzenlemeleri rahatlıkla yapabildiler. 15 Şubat 2023 tarihinde 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17. maddesiyle ilgili yönetmeliği bir kez daha değiştirerek, ormandan yapılacak ormancılık amaçlı tahsislerin arasına; güneş enerji santralleri ile havaalanı ve havaalanı ile ilgili pist, taksi yolu, apron, yakıt, bakım vb. tesisleri, sağlık tesisleri, otel, motel, lokanta, akaryakıt istasyonu, dini tesis, terminal binaları, alışveriş ünitelerini de kattılar” dedi ve ekledi:

“Yine 24 Şubat 2023 tarihinde yayımlanan 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde, depremden sonra olağanüstü hal ilan edilen illerde geçici ve kesin iskan (yerleşim) alanları oluşturulacak alanlar arasına mera ve ormanlar da katıldı. Kısacası ormanların yönetimiyle ilgili bilgisi ve yetkisi olmayan bir bakanlık, artık nerelerin orman alanı dışına çıkarılıp, yerleşim alanı olacağına karar verecek. Bununla yetinmeyen Adalet ve Kalkınma Partisi, yıllardır yaptığı gibi seçim öncesi 6831 sayılı Orman Kanunu’nu ormanlara zarar verecek şekilde ranta ve oya tahvil etmek için yine değiştirdi.”

‘Yanlış politikalar orman yangınlarını artırdı’

Son yıllarda ülkede yanan orman alanlarındaki rekor artışın, ormansızlaşmanın ve orman bozulmasının en büyük nedeninin AKP iktidarının yanlış ormancılık politikaları olduğunu dile getiren Prof. Dr. Erdoğan Atmış, ormansızlaşma ve orman bozulmasının temelinde kentli nüfusun ihtiyaçları doğrultusunda oluşan rantın özel sektör aracılığıyla dağıtılmasının yattığını söyledi.

Atmış, “AKP iktidarı tüm toplumun ormanlara yönelik farklı beklentilerini görmek ve önemsemek yerine, sadece belli bir sermaye kesiminin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik adımlar attı. 2018 yılında geçilen başkanlık sistemi en çok ormanlara zarar verdi. Ormanlardaki odun üretimi sadece dört yıl içinde yüzde 69 artırılmıştır. Ağaçlandırma ve yangınla mücadele bütçesi azaltılmıştır. Bunun sonucu olarak ülkedeki en düşük ağaçlandırma çalışması son dört yılda yapılmıştır. Orman yangınları sonucu 2020 ve 2021 yıllarında toplam 161 bin hektar ormanımız kül oldu. Rekor miktardaki bu artışın önemli nedenlerinden biri; orman yangınlarıyla mücadele bütçesinin kısıtlanmış olması nedeniyle gerekli araçların satın alınamamış olması ve yangın işçilerinin sayısının azaltılmış olmasıdır” ifadelerini kullandı.

‘Ormanlarımızdaki yıkımın hızı artırıldı’

Ülke yüz ölçümünün yüzde 29.6’sını (23.1 milyon hektar) kaplayan orman ekosistemi mega altyapı projeleri, enerji santralleri ve onların iletim hatları, maden ve taş ocakları, turizm vb. kullanımlar nedeniyle adeta yok oluyor. Buna bir de yanlış ağaçlandırma politikaları eklendiğinde, büyük oranda habitat kaybı ve parçalanmaya uğrayan ormanların doğal yapısı bozuluyor.

Büyük orman alanlarının bölünerek yerleşime açıldığını ve bu nedenle yangın riskinin de arttığını ifade eden Prof. Dr. Erdoğan Atmış, “Bu parçalanmanın en büyük nedeni; ormanlarda gerçekleştirilen ormancılık amacı dışındaki tahsisler ve 2/B ile orman dışına çıkarılmış alanların işgalcilerine satılması” diye ekledi.

Atmış, “Türkiye ekonomisinin büyüme ekseni özellikle 2008 sonrası neredeyse tamamen inşaat ve ranta odaklanmıştır. Bu durum ne yazık ki ormanlar gibi diğer doğal varlıklar üzerinde de büyük tehditler oluşturmuş ve ülkenin bütün doğasının ekonomik büyümeye ülkeyi yönetmekte olan AKP iktidarı mevcut sorunların doğru tespit edilmesi yerine, hiç sorun yokmuş gibi davranmış, hatta ormanları çok başarılı bir şekilde yönetiyormuş gibi hareket etmiştir. Bu da ormanlarımızdaki yıkımın hızını iyice arttırmıştır” dedi.

‘Siyasi partilerin ormansızlaşma ve orman bozulmasının nedenlerinin farkına vararak politika üretmesi gerek’

Ormanların kamu malı olması, ormancılığın ise ağırlıklı olarak kamu hizmeti olması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Erdoğan Atmış, “Ormanların mülkiyetinin ve işletmesinin devlette kalması zorunludur. Önümüzdeki dönem ülke yönetimine talip olan siyasi partiler bu değişmez kuralı mutlaka göz önünde bulundurmalıdır. Siyasi partilerin ormansızlaşma ve orman bozulmasının nedenlerinin farkına vararak politika üretmesi gerekmekte. Sermayenin maliyetini azaltma ve maksimum kâr sağlama isteği nedeniyle başvurulan aşırı odun üretimine son verilmesi ve odun üretiminin planlamasında ekonomik beklentilere göre değil, silvikültürel ve ekolojik önceliklere göre hareket edilmesi de iktidara talip olan bütün partilerin öncelikleri arasında olmalıdır” ifadelerini kullandı.

[Seçim Günlüğü] Kılıçdaroğlu’ndan mektup: Tek adam sistemi bitecek

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı ve Millet İttifakı cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhuriyet‘e bir mektup yazarak 14 Mayıs seçimlerine günler kala vatandaşa seslendi:

“Birlikte bir yola çıkıyoruz. Sizlerle birlikte yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bizi hep birlikte, tüm toplum olarak özgürleşmeye, adalete, refaha ve uluslararası saygınlığa taşıyacak yeni bir dönemin kapısını açıyoruz. 14 Mayıs’ta o kapıdan geçip yeni dönemin inşasını birlikte gerçekleştireceğiz.”

Kılıçdaroğlu, mektubunda “Tek adam sistemi bitecek” diyerek şu ifadelere yer verdi:

“Önümüz engellerle dolu ama hiçbiri bize, hayallerimize, enerjimize, birlikteliğimize ket vurabilecek güçte değil. Dünyanın gelmiş olduğu nokta işimizi kolaylaştırmıyor elbette ama bize büyük fırsatlar da sunuyor. Çünkü ülkeye demokrasiyi, katılımcı karar mekanizmasını, yaratıcılığı teşvik eden bir özgürlük zeminini ve kuşatıcı bir vatandaşlık anlayışını yerleştirebilirsek, önümüzde hiçbir engelin duramayacağını biliyoruz.

Ne hayalci ve naif dünya kardeşliği söylemleri ne de hamasetle örülmüş, içi boş geçmiş güzellemeler bize rehber olamaz. Geçmişe avunmak için değil; anlamak, öğrenmek, ders almak için bakıyoruz. Gözümüz ise gelecekte. Bu bağlamda öncelikle gerçekçi bir dünya ve Türkiye analizinden yola çıkmak zorundayız. Soğuk Savaş’ın bitip, dehşet dengesinin ortadan kalkmasıyla demokrasinin, barışın, hukuk devleti ve refahın yaygınlaşacağı, küresel cennetin yaşanacağı umut edildi. Ancak o cennet bir türlü gelmedi; gerginlikler, savaşlar, iç savaşlar artarak devam etti. İklim, enerji, gıda ve su krizi, terör, göç, siber saldırılar, asimetrik savaşlar, şirketleşen ordular gibi yeni sorunlarla karşı karşıyayız. Üstelik milyonlarca insanın ölümüne neden olan pandemide de gördük ki, elimizdeki imkân ve savunma düzenekleri bu sorunlarla baş etmemiz için yeterli değil.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzere olduğumuz bugünlerde dünya hâlâ istikrarsız ve güvensiz. Belirsizlik ve endişe küreselleşmiş durumda. Çare ise içe kapanma, kendi çıkarını kollama; küresel sorunlar karşısında kaçış yolları üreterek kendini aldatmak değil. Küresel sorunlar küresel cevapları, dolayısıyla küresel işbirliğine bizi davet ediyor. Bu da karşılıklı anlayış, özveri, güven ve birlikte sürdürülecek akılcı çaba demek. Önümüzdeki dönemde Türkiye bu ortaklaşmanın taşıyıcı güçlerinden biri olacak. Küresel meselelerin çözümü, ekonomik, kültürel ve siyasi bir yeniden inşa faaliyetidir ve Türkiye bu inşa faaliyeti içindeki yerini alacak. Üniversiteleriyle, bilim insanlarıyla ve yeni nesil bir siyasetçi kuşağıyla.

‘Toplum kamplara bölündü’

Dünyanın parçası olmak bir cesaret işidir; özgüven gerektirir. Hamasetle yoğrulmuş, kerameti kendinden menkul yönetimlerin harcı değildir. Nitekim bugün birçok ülkede dünyayı kavramaktan uzak, dar ve pazarlıkçı kalıplara sığınmış, hayali düşmanlar üreterek ayakta kalmaya çalışan yönetimler var. Bu tür ülkelerde kuşatıcı ve zenginleştirici bir milliyetçilik göremezsiniz. Aksine toplumu bölen, iç düşman yaratan, kutuplaştıran, ilkel bir milliyetçiliğin hortladığına tanık olursunuz. Çünkü bu ülkelerde iktidarlar ancak sanal gerçeklikler ve karşıtlıklar sayesinde ayakta kalabilirler. Ülkemiz de çok farklı değil; toplum kamplara bölündü. Kültürel kimlikler arasında sahte hiyerarşiler oluşturuldu. Toplumun içinde ayrışma çizgileri üreterek kuşatıcı bir vatandaşlığın inşası engellenmeye çalışılıyor. Hayalim kimsenin kendisini dışlanmış, yabancılaşmış hissetmediği, herkesin bir diğeriyle ortaklaşma duygusuna sahip olduğu, demokratik işleyiş içinde ve hukukla kayda alınmış bir devlet-toplum ilişkisinin ülkemizde yerleşmesi, hayata geçmesidir. Hiç kuşku yok ki bu, devletin evrensel ilkeler üzerinde yeniden inşası demektir. Nedir bu evrensel ilkeler? Bu ilkeleri başka ülkelerden, kültürlerden almak zorunda değiliz. Bu ilkeler esasen sahip olduğumuz ama kıymetini bilmediğimiz yol gösterici nitelikler olarak kendi tarihimizde var. Toplumun hizmetkârı olduğunu bilen bir devlet, kendisini toplumsal denetime açan bir devlet, karar mekanizmalarına toplumu davet eden bir devlet. Dolayısıyla şeffaflığı öne çıkaran, hesap veren bir devlet. Millet İttifakı’nın değerli paydaşları, yol arkadaşlarım; siyasi partilerle birlikte bu devlet anlayışını kalıcı hale getireceğiz.

Devlet yozlaştığında toplum da kişiliksizleşir, karakterini kaybeder. Rant üretip kendi içinde bölüşen, illegal yapılanmalarla iç içe geçmekte mahsur görmeyen bir devlet, başlı başına bir beka sorunudur. Yozlaşmayı kanıksayan, normalleştiren, yaygınlaştıran bir devlet, topluma ayak bağıdır. Oysa bizim devlet geleneğimiz bu değil. Ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet’te… Şu anki iktidarın rant, güç, yandaşı gözetme, liyakate bakmama sevdası devletin içine girmiş bir virüstür. İhale-rüşvet mekanizması, illegal yollarla toplumsal servetin kapalı kapılar ardında bölüşülmesi, mafyatik unsurların devlete sokulması ve bütün bunların üzerine iktidar yandaşlığının meslek haline gelmesi yozlaşmayı topluma yayıyor, bir pandemiye dönüştürüyor.

‘Bu yozlaşmanın acilen durması, durdurulması lazım’

Bu yozlaşmanın acilen durması, durdurulması lazım. Ve bunun için de devlet lazım; siyasetin devletle birlikte yürümesi, onu doğru yöne sevk etmesi lazım. Bu mümkün! Çünkü karşımızda sadece bu iktidarın üretmiş ve öne çıkarmış olduğu yozlaşmış unsurlar yok. Devletin içinde hâlâ özverili, bilgili, namuslu, liyakatli, kaliteli ama sessiz kalmaya mahkûm edilmiş bir çoğunluk var. Yeni bir devlet anlayışı işte bu ana damar üzerinden inşa edilecek. Şu an devlet adına yapılanlara bakıp kimse endişe etmesin! Kamu bürokrasisinin her kademesinde işinin ehli, liyakatli kadrolar kendilerine görev verilmesini bekliyor. Kurumlar, bu vatansever kadrolarla ve bu kadrolara katılacak yeni isimlerle birlikte yeniden inşa edilecek. Nepotizmi, yani kayırmacılık, iltimas, torpil, akraba ve arkadaş ilişkilerini devletten uzaklaştıracağız. İşte o zaman devlet tekrar saygın ve herkesin devleti olacaktır.

‘Tek adam sistemini 14 Mayıs’ta bitireceğiz’

Yozlaşmanın, bilimi, aklı ve liyakati devre dışı bırakmanın bedelini halkımız ödüyor. İşte son depremde yaşananlar; depremin her an olabileceğini, muhtemel gücünü, yaratacağı tahribatı bilen ama tedbir almayan, sonra da bunu ‘kaderin oyununa’ bağlayan bir sorumsuzluk ve aymazlık abidesi, yitip giden hayatların geride bıraktığı manevi dokuya, yüreklere dokunmaktan aciz; bina yapmayı yara sarma için yeterli sanan bir bakış. Uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Yöneticileri birbirlerine akraba olan, depremzedelere yardım etmek yerine, depremzedelere yardım eden sivil toplum kuruluşlarına çadır ve yiyecek satan Kızılay gerçeği her şeyi anlatıyor.

İşte bu nedenle güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmek istiyoruz. Bilginin paylaşılması, karar mekanizmasında çoğulluğun sağlanması, hiyerarşinin azalması, liyakatin yönetim mekanizmasına geri dönmesi, devletin yozlaşmadan kurtulması için. Ülke yönetiminde sivil toplumun gücünden daha fazla yararlanabilmek için. Daha esnek ve daha etkili bir müdahale mekanizması üretebilmek, daha fazla hayat kurtarmak, yaraları daha hızlı sarmak için. Bina yapmayı marifet sanan ama hayatları o binaların altında bırakan bu tek adam sistemini 14 Mayıs’ta bitireceğiz. İnsana ve hayata saygı duyan, kültürel birlikteliğimizi öne çıkaran, vatandaşımıza inisiyatif veren, onu yaşadığı kentte karar mekanizmasına davet eden bir şehircilik anlayışına geçeceğiz.

‘Enkaz altında kalmış bir ekonomi devralacağız’

Seçimden sonra aynen şehirlerimiz gibi enkaz altında kalmış bir ekonomi devralacağız. Ancak görevi üstlendiğimiz gün itibarıyla, ekonomik enkazın nasıl toparlanmaya başladığını göreceksiniz. Vatandaşlarımızı her gün göz göre göre daha da fakirleştiren mevcut akıl dışı ekonomik anlayışı ortadan kaldıracağız. Mirasyedi hovardalığı ile özkaynaklarımızı tüketen, üç beş ülkenin sadaka misali verdiği paralarla günü geçirmeye çalışan bu yönetimden kurtulacağız. Ve ilk günden başlayacak şekilde ekonomi yönetimini ehil ellere teslim edeceğiz.

‘Yerliliği de milliliği de suiistimal ettiler’

Yerli ve milli‘ diye diye ülkeyi yozlaşma ve adaletsizliğe mahkûm ettiler. Yerliliği de milliliği de suiistimal ettiler. Bu değerleri siyasi güç ve ekonomik rant devşirmek amacıyla, paravan olarak kullandılar. 14 Mayıs sonrasında yerlilik çoğulcu, çok renkli hüviyetine yeniden kavuşacak. Millilik toplumun üzerinde bir tahakküm olmaktan çıkıp, tüm vatandaşların ortak ideali olarak kapsayıcı bir nitelik kazanacak. Yerliliği ve milliliği evrensel değerlerle, insan haklarıyla bütünleştiren bir demokrasiye geçeceğiz. Çünkü demokrasi sadece sandıkla, seçimle, siyasi partilerle sağlanamaz. Demokrasi devletten ürkmeyen, onu yanında hisseden bir vatandaş demek. Demokrasi kendisini ilgilendiren bütün kararlarda bilgilenme ve alınacak kararı etkileme hakkı olan, bu hakkı korkusuzca kullanan bir vatandaş demektir. Demokrasi, itiraz hakkını kimseye teslim etmeyen vatandaşlar demektir. Demokrasi her türlü ideolojik vesayet kurma girişimi karşısında boyun eğmeyen, sorgulayan ve eleştiren özgür bir vatandaş demektir. Türkiye’yi dünyada yukarı taşıyacak, saygın bir ülke haline getirecek ve küresel kararlarda söz sahibi yapacak olan işte budur.

14 Mayıs’tan sonra dış politika milli çıkarların komşularla ve dost ülkelerle birlikte sinerjik şekilde artırılmasına hizmet edecek. Komşularımızın Türkiye’nin çıkarlarını savunduğu, savunmayı tercih ettiği bir dış politika zemini inşa edeceğiz. Bölgemizde yaratacağımız işbirliğinin derinleşmesi, Türkiye’yi lafta değil, gerçek anlamda bölgesel lider haline getirecek.

Bu süreçte savunma sanayisine özel bir rol düşüyor. Savunma sanayisi dış politikada ülkenin elini rahatlatan, saygınlığını artıran bir unsurdur. Savunma sanayisinin özgül ağırlığı, üretilen silahlar ve araçlar kadar, ülkeler arasındaki dengelere istikrar getirmesi, muhtemel adaletsizliklerin önünü kesmesiyle de artar. Savunma sanayisini, teknolojisini üretecek şekilde büyütmeliyiz. Bu bağlamda, Türkiye küresel bilim ve teknoloji imkânlarını kullanabilen, rekabetçi bir savunma sanayisine muhtaçtır. Bu hedef doğrultusunda Türkiye’de küresel bilim ve teknoloji imkânlarını kullanabilen, rekabetçi bir savunma sanayisi kuracağız.

‘Demokrasiyi tüm kurumlarıyla hayata geçireceğiz’

Evet, biz halkımızın sağduyusuna, ferasetine, gönül zenginliğine, akıl becerisine, girişimci dinamizmine, paylaşmacı ve dayanışmacı ruhuna güveniyoruz. Bunları öne çıkaran, insanımızın özgür iradesinden ve yaratıcılığından beslenen bir demokrasi inşa etmek, toplum olarak kendi kaderimizi elimize almak, istiyoruz. Ülkemizle gurur duymak, çocuklarımıza hak ettikleri bütün imkânları sunmak, hep birlikte hayatın tadını çıkarmak istiyoruz. Türk, Kürt, Sünni, Alevi, solcu, sağcı; tüm kimlikleri karşı karşıya değil yan yana koyuyoruz. Herkesin kendisini bu ülkenin eşit ve kıymetli bir paydaşı olarak hissetmesini hedefliyoruz. Çeşitliliği bir engel değil, küresel arenada ülkemizin gücünü, refahını ve saygınlığını artıracak itici bir güç olarak görüyoruz. Kapsayıcı, kuşatıcı bir vatandaşlık hayalinin peşindeyiz. Bunu başaracağımızdan hiçbir kuşkumuz yok. Demokrasiyi tüm kurumlarıyla hayata geçireceğiz. Her ne yapacaksak kapsayıcılık, açıklık, şeffaflık ve dürüstlükle yapacağız.

‘Bir kişi bile kendini dışlanmış hissederse ‘millet’ idealimizi eksik bırakmış oluruz’

İnşallah Cumhuriyetin ikinci yüzyılında büyük bir demokrasi projesini hayata geçireceğiz. Çoğulcu, demokratik bir Türkiye inşa etmek ve gelecek nesillere bu değerleri emanet etmek istiyoruz. Bunu toplumu güçlendirerek, devleti onarıp toparlayarak yapacağız. Bu topraklarda, bu eşsiz vatanda Cumhuriyetin ikinci yüzyılında hep beraber barış ve huzur içinde yaşayacağız. Bu ülkede hiç kimse bu barış ve huzur birliğinin dışında kalmayacak; bir kişi bile kendini dışlanmış hissederse ‘millet’ idealimizi eksik bırakmış oluruz ki ülkenin esas beka sorunu budur.

14 Mayıs benim, partimin veya Millet İttifakı’ndaki yol arkadaşlarımın başarısı olmakla kalmayacak. Yeni bir vatandaşlık ve devlet anlayışının, ekonomiden sağlık ve eğitime akılcı bir toplumsal sıçramanın, Türkiye’nin küresel düzlemde yeniden saygın bir ülke haline gelmesinin de başlangıç noktası olacaktır.”

Yangından son dakikada mal kaçırma: Adalar imar planı askıya çıkıyor

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ve İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı Murat Kurum,  dört gün önce Büyükada’yı  ziyaret ederek Adalar ve İstanbul  ile ilgili açıklamalarda bulundu:

“Adalar’ımızın 1/5000 ölçekli nazım imar planını ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planını biz takip ediyorduk. Bugün sizleri yakından ilgilendiren güzel bir haberi paylaşmak istiyorum. Kültür Varlıkları Koruma Kurulumuzdan karar çıktı. Önümüzdeki hafta askıya çıkarıyoruz. Adalar’da imar problemini çözüyoruz ve bundan sonra da Adalar’da hiçbir tapu problemi kalmayacak. Sorunu kökten çözmüş olacağız, Adalar için, İstanbul için, sizler için, hayırlı, uğurlu olsun.”

Özetle bakan. bugüne kadar sözlerle yapılanların birbirini tutmadığı örneklere bir yenisini ekledi.

Gördüklerimiz arasında en önemlisi Yassıada vakası!

2012’de bakanlık adanın tarihi sit statüsünü kaldırılarak otel ve kongre merkezi yapılması kararı almıştı. İmara açılıp üzerinde bir karış toprak bile bırakılmayan Yassıada, artık “Beton Ada” olarak anılıyor.

Böyleydi…
Böyle oldu.

Ekim 2021’de ise Sedef Adası ve Kaşık Adası’nın doğal SİT derecesini değiştirerek yapılaşmaya açtı. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, bakanlığın her iki adayla ilgili kararının durdurulması ve iptal edilmesi için dava açtı. Bu süreçte İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden gelen bilirkişiler keşif yaparak bir rapor hazırladı.

Raporda şunlar deniliyordu:

“2020 tarihli Adalar Tsunami Risk Analizi ve Eylem Planı Kitapçığı’na göre deniz altı heyelanı ile oluşan tsunami dalgaları, sismik kaynaklı tsunami dalgalarından daha yüksek ve diktir. Deniz altı heyelanı modeline göre, Kaşık Adası yüzde 40 ile en fazla su basma alanı yüzdesine sahip. Sedef Adası’nda ise su basma derinliği en fazla 12,23 metre. Su basma alanı ise adanın yüzde 23,49’una denk geliyor. Sedef Adalılar’ın açtığı dava ise devam etmektedir.”

Adaları sıra sıra sit statülerini değiştirerek ve kaldırarak  yapılaşmaya açan iktidarın, askıya çıkaracağını söylediği planları henüz bilinmiyor.  Lakin 21 yıllık iktidarları sürecinde tam 11 kez  imar affı çıkardıklarını bilen ve bu afların neden olduğu Maraş depremi yıkımını izleyenler olarak, Adalılar tedirgin.

Tuz Gölü, Uzungöl, Salda örnekleri…

O imar afları sürecinde sit bölgesi olan Adalar da nasibini aldı. Kaçak katlara, eklentilere, çürük yapılara aflar çıktı. Adalılar muhtemel depremde yerle bir olacak bu evlerde yaşıyor şimdi.

Bakan Kurum’un açıklamaları üzerine TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen’e görüşünü sordum. Şunları anlattı:

“Bildiğiniz gibi 05 kasım 2021 tarihli Resmi Gazete‘de yayınlanan Cumhurbaşkanı kararı ile, “Bazı alanların, Marmara Denizi ve Adalar Özel Çevre Koruma Bölgesi” olarak ilan edilmesine karar verilmişti. Bu karardan sonra da Marmara Denizi içinde bulunan tüm Adalar’la birlikte Balıkesir ili, Erdek ve Marmara ilçelerinde yapılacak her türlü plan yapma yetkisi doğrudan Çevre Şehircilik ve İklim değişikliği Bakanlığı’na geçmişti.

Bu süreç; daha önce ÖÇK alanı ilan edilen Tuz gölü, Uzun Göl, Salda Gölü vb. alanlarda yapılan ve bu alanları büyük ölçüde tahrip eden proje çalışmaları nedeniyle hem meslek odaları hem de duyarlı kamuoyu tarafından eleştirildi. Ve düzenlemenin iptal edilmesi için de davalar açıldı.

Ayrıca yine bakanlıklar eliyle betona boğulan Yassıada örneği karşımızda dururken, aynı anlayışın Adalar’a yönelik olarak yapmış olduğu imar planları ile ilgili kaygılarımızın olması son derece gerçekçi bir yaklaşımdır. İmar planları askıya çıktıktan sonra hep birlikte göreceğiz elbette. Ancak tüm coğrafyayı hiç bir değer gözetmeksizin inşaat sektörüne teslim eden anlayışın evrensel koruma ilkelerine uygun bir plan yapacağına inanmamız mümkün değil.

Planlar askıya çıktıktan sonra meslek odaları olarak; planlar üzerinde inceleme ve raporlamalarımızı tüm kamuoyuyla paylaşacağız. Evrensel koruma ilkelerine aykırı, Adalar’ın geleceğini risk altına sokan düzenlemeler varsa da bu olumsuzlukların giderilmesi için hukuk yoluyla da mücadele edeceğiz.”

Adalıların söz hakkı yok

2020 yılında başlayan bu süreci kısaca özetlemek gerekirse;

“Adalar İlçesi Strateji Belgesi 1/1000 ve 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı”,  Adalı yurttaşların, sivil toplum inisiyatiflerin ve meslek odalarından temsilcilerin katılımı ile 2020 senesinde 1,5 yıllık bir süreçte  katılımcı bir planlama ile birlikte hazırlanmaya başlanmıştı.

Haziran 2021’de yürürlükteki yasa ve yönetmelikler çerçevesinde Kentsel Sit Alanları, Doğal ve Çakışan Sit Alanları, Kıyı Alanları ve Strateji Belgesi olmak üzere dört ayrı dosya ile birlikte karar alınması için Büyükşehir Belediye Meclisine iletildi.

Ardından Cumhurbaşkanı’nın 05.11.2021 tarihli ve 4758 sayılı kararı ile “Marmara Denizi ve Adalar Özel Çevre Koruma Bölgesi” ilan edildi.

Böylece Adalar ilçesinin tamamında plan yapma, yaptırma ve onaylama yetkisi bakanlığa geçti.

Bu nedenle Büyükşehir Belediye Meclisi’nce ocak ayında alınan kararlar, (13 Ocak 2022 tarihli ve 51, 52, 53, 54 sayılı İBB Meclis Kararları) Strateji Belgesi ve Planlar Müdürlüğüne iade edildi.

İade kararları sonrasında İBB tarafından, Özel Çevre Koruma mevzuatı çerçevesinde yapılan düzeltmelerle bir bütün olarak yeniden hazırlanan “Adalar İlçesi 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve Strateji Belgesi”, 08.04.2022 tarihinde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına iletildi.  Böylece yerelin hiç bir söz hakkı kalmadı.

Müsilaj bahanesiyle tüm yetkiler Cumhurbaşkanlığına…

Burada müsilaja ve  Marmara Denizi’nin ölümüne de değinmemiz gerekiyor.

1980’lerde başlayan neo- liberal politikalar sonucu çok sayıda yanlış uygulamaya tanık olduk. Derin deniz deşarjları ile  Marmara Denizi’nin sonu getirildi. Müsilaj sadece son noktayı koydu. Ancak hiç vakit kaybedilmeden bu felaket de siyasete alet edildi. Hemen bölge Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilerek Özel Çevre Koruma mevzuatı ele plan yapma yetkisi yerel belediyeden alınarak  Cumhurbaşkanlığına geçti. O günden beridir Marmara’yı süpürerek temizlemek  dışında Marmara Denizi için hiç bir işlem yapılmadı. Hiçbir derin deniz deşarj vanası kapatılmadı. Tüm pislik Marmara’ya boca edilmeye devam ediyor. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava, bu topraklardaki tarım alanlarından gelen besinler zehir! Kanser vakaları, hastalıklar ürkütücü şekilde artmış durumda ve halkla hiçbir veri paylaşılmıyor.

Tüm bu olup bitenlerden sonra dönüp sahada yapılanlara baktığımızda, Bakanlık cephesinde korumaya değil korumamaya yönelik bir çabanın olduğuna tanıklık ediyoruz.

Katılımcı planlama çalışmaları sürecinde Adalar’dan sorumlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Şube Müdür yardımcısı Serkan Baş’tan da kısa bir görüş aldım. O da şunları söyledi:

“Bakanlık tarafından plana ilişkin bir değişiklik beklemiyoruz ama henüz görmediğim için şu anda net bir şey söyleyemem. Hızlıca bir değerlendirme yapacağız. Sedef ve Kaşık adaları için konusu sit değişikliğiyle ilgili, Kaşık Adası kararına dava açtık, Sedef Adası yeni değiştiği için itiraz ettik, itirazımız kabul edilmezse dava açacağız. Sit değişikliği yaptıkları yerde bizim plan kararımızı değiştirmemişlerse kısa vadede sorun yok, ama ilerisi için potansiyel bir tehlike olabilir.”

Biz, Adalılar dört senede bir oy veren olmanın ötesinde, demokrasinin belirleyici unsurlarından biri olan katılımcı çalışmalar talep ediyor,  kararlar alınırken seyircisi değil, karar süreçleri içerisinde yer almak istiyoruz.

Ne diyelim; Allah korusun, adalarımız Yassıada olmasın.

Ve iş, kişinin aynasıdır…

 

 

[Seçime Doğru] Urbarlı: Seçimi tank, top, uçak ve LGBTİ+ üzerine kuramazsınız, kurarsanız kaybedersiniz

Video Röportaj: Müjgan HALİS

14 Mayıs’ta düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine giden yolda, seçim sürecine odaklandığımız video dizisinin yirminci konuğu, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) İstanbul 2. bölgeden 4. sıra adayı ve Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı. Urbarlı ile seçim öncesi hakim olan gerilimi, LGBTİ+’ları merkezine alan nefret söylemlerini ve ötekileştirmeyi, seçimi ve “İlk turda bitirelim” talebini konuştuk.

*

Seçime son hafta gerilimle girdik. Nasıl yorumluyorsunuz bu gerilimi?

Aslında beklenmedik bir şey değildi, herkesin aklının ucunda olan bir şeydi. Çünkü çok uzun bir süredir iktidarda olan bir yapı var. Ve her türlü çıkar ağının birbirine geçtiği bir yapı. Şimdi o yapıyı devletten, hükümetten, iktidardan sökmenin arifesindeyiz. Bu yüzden de onlar da bırakmak istemiyorlar. Ve artık 21 yılda söyleyecekleri herhangi bir söz üretebilecekleri herhangi bir siyaset kalmadığı için de işin en ilkel olan kısmı olan şiddete dönüyorlar. Ve insanları korkutarak ‘bakın, kaos ortamı oluyor’ diyorlar. Yaşadık da zaten bunu iki seçim arasında. Fakat artık net bir şekilde kendilerinin de dahil olduğu bir durum var. Zaten Cumhur İttifakı‘na baktığımızda da bu şiddeti körükleyecek bir ittifak kurulmuş durumda.

Erzurum‘daki olaylardan sonra yasal ve yasa dışı terör örgütlerinin kol kola girdiği azgın bir azınlık olarak tabir ettim Cumhur İttifakı’nı ve hala da aynı şekilde düşünüyorum. Yani bunu yaşayacağız. Yaşıyoruz. Umarım çok daha büyümeden kaybettiklerini anlar ve kabul ederler.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun seçimi darbe olarak nitelemesini nasıl yorumladınız?

Daha önce de söylemişlerdi, hatta Türk Dil Kurumu‘nu (TDK) falan da buna dahil etmeye kalkışmışlardı hatırladığım kadarıyla. Darbenin bir açıklaması olarak da; seçimler yoluyla hükümeti değiştirmek.

21 yılın verdiği zihin yapısıyla asla kendileri dışında birinin yönetebileceğini düşünemiyorlar, bunu ifade edemiyorlar. Şunu anlayabilirim: ‘Biz Türkiye’yi belli bir yola soktuk’ dersiniz, kendinizce iyi bir yoldur bu ve bu yoldan dönülmenin, başkasının iktidara gelmesinin bu yola darbe vuracağını söyleyebilirsiniz. Bu siyasi bir sözdür, yüzde 100 katılmam ama bunu söyleyebilirsiniz. Fakat Soylu’nun ve diğerlerinin söylediğinde başka bir ima da var aslında; ‘muhalefet kazanırsa bir darbe olabilir de’ iması da var, esas tehlikeli şey bu zaten. Esas karşı durulması gereken şey bu. Siz kaybettiğiniz anda iktidarı bırakmamak için planlarınız olduğunu ifade ederseniz o zaman demokrasiyle işiniz olmaz, demektir.

LGBTİ+’lar iktidar söylemine neden bu kadar çok malzeme ediliyor?

Onların deyimiyle başlayayım; ‘LGBT’ci’yiz, ne olacak? Bir dönem herkesi terörist ilan ediyorlardı. Şimdi toplumun yüzde 60’ını terörist ilan ettiğinizde kimse terörist olmamış oluyor haliyle. İktidarı elinde tutan ‘azgın bir azınlık’ var şu anda karşımızda ve iktidarı kaybetmek üzere olan… Ve bu insanlar şu anda kendi o gruplarını konsolide edebilmek için, o dar çekirdeği tutabilmek için kimi şeytanlaştırabiliyorlarsa onları şeytanlaştırıyorlar. Bu LGBTİ+’lar olabilir, Kürtler olabilir, Aleviler olabilir [Kemal Kılıçdaroğlu] Kılıçdaroğlu videoyla bunun önünü kesti ya da başka gruplar olabilir. Yeri gelir ‘ülkenin kalkınmasını engelleyen‘ çevreciler de olabilir, onlar için sorun değil. Aslında ‘Müslüman değil’ demek istiyorlar LGBTİ+ karşıtlığıyla, ‘yerli-milli değil’ demek istiyorlar, dertleri bu.

Bir seçim sürecini tank, top, uçak ve LGBTİ+ üzerine kuramazsınız. Kurarsanız kaybedersiniz.

AK LGBTİ+’lar vardı, bunun unutulduğunu mu düşünüyorlar?

Unutulacağını düşünmüyorlar aslında. Siyaset yapma şekli zaten bir gün onu söylemek bir gün bunu söylemek üzerine. Bunu bilerek yapıyorlar zaten. Yani geniş kamuoyunu aptallaştırmak üzerine AKP‘nin seçim beyannamesini okuyun, keşke bunlar iktidar olsaydı dersiniz. 21 yıldır iktidarda olduklarını bile reddederek ‘bunu yapacağız, şunu yapacağız’ diyorlar. Hatırlarsınız depremden sonra [Recep Tayyip Erdoğan] Erdoğan çıktı, imar affı, dedi; affı olmayan bir suçtur. İmar haklarını kim çıkardı? Bunu söylediğinde mecliste affı vardı.

Şu anda YouTube‘da dönen onlarca reklam var; spesifik olarak bireylere-hedefe hazırlanmış. Biraz önce AKP’nin ‘ekolojik köprüler’ yaptığına dair bir video izledim, bir kaplumbağa var, şoför duruyor kaplumbağa ezilmesin diye karşıya geçiriyor. Ama ‘artık buna gerek yok’ diyorlar, sonra ‘çünkü AKP ekolojik köprüler yaptı’. Nereye yaptı, Kuzey Ormanlarına. Orası zaten ekolojik köprüydü, sen kaplumbağayı düşünmedin ki.

Hayvan haklarının bu seçimde çok az dillendirildiğini görüyoruz. Ne dersiniz?

Evet, söylem olarak duymuyoruz ve orada çok enteresan da bir mücadele sürüyor. Seçim dönemi olduğu için ben sürekli bir şeyler paylaşıyorum, tweet atıyorum, şunu yapıyorum, bunu yapıyorum ve mesela [Hayvan Hakları İzleme Komitesi] HAKİM’le imzaladığımız sözleşmenin altına hala tepki içeren mesajlar geliyor. Küfür, diyeyim hatta. Çünkü sokakta yaşayan hayvanlara yönelik büyük bir nefret oluşturmuş durumdalar. Ve bu konuda siz, ‘ben o tarafta değil de bu tarafta yer alacağım’ dediğiniz anda örgütlü bir tepkiyle karşılaşıyorsunuz.

Sokakları temizlemeye çalışmak diye bir fikir var ve bu sokakları temizlemeye çalışmak, hayvanlarla başlayabilir ama hayvanlarla da kalmayacaktır, bunu düşünmek gerekiyor. Yani zaten sokakları temizlemeye çalışan insanların siyasi profillerine baktığımızda da hep aynı çizgiyi görüyorsunuz. Sokaktaki yaşayan canlıya düşman, başka ülkelerden Türkiye’de yaşamak zorunda olduğu için Türkiye’ye gelen insanlara düşman, LGBTİ+’lara düşman, farklı görünenlere düşman. Hep böyle bir sokağı temizleme, o sokağı tek bir çizgi haline getirme fikri var.

Bu seçimi ilk turda bitirmek neden önemli?

Çünkü 14 Mayıs ile 28 Mayıs arasını iki şekilde geçirebiliriz, iki ihtimal var. 14 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu kazanırsa, 28’ine kadar ilk günleri mutlu, biraz meraklı ve en sonlarında hükümetin, Cumhurbaşkanı’nın çalışmaya başladığı bir şekilde geçirebiliriz. Bakanların bir bölümü belli olur. Bazı kararlar alınır. Mesela İstanbul Sözleşmesi‘ne tekrar dönülür.

İlk turda bitmezse; her gün bir iki tane Erzurum‘da yaşanan gibi haber alırız. İzmir‘de yaşanan gibi haber alırız. Bir tedirginlikle gider bu 14 gün ve ikinci turda yine Kılıçdaroğlu kazanır.

Biz o 14 günü niye tedirginlikle geçirelim, niye insanların canı yansın?

D’hont sistemi nedeniyle TİP’e oy vermekten imtina etme duygusu gelişmeye başladı? Bu işin doğrusu ne?

Enteresan bir şekilde bu sistem sanki yeni uygulanıyormuş gibi bir izlenim var. 60 yıldır uygulanan bir sistemden bahsediyoruz, her Ramazan‘da ‘sakız orucu bozar mı’ tartışması gibi bir tartışma bu, her seçimde de oylar bölünüyor tartışması yapılıyor.

Tek bir kural var; barajı geçen her parti aynı sayıda oyla milletvekili çıkartır, sistemin özü bu. 90 bin oyla milletvekili çıkıyorsa, 89 bin oyla çıkaramaz ve o 89 bin oy da birinci partiye yazılmaz. 60 yıldır bu sistemde hiçbir zaman birinci partiye yazılmadı bu oylar, niye bu seçimle yazılsın?

Stratejik oy verme adı altında bir siyaset mühendisliği yapılmaya çalışılıyor. Partiler şunu yapmalı: Niye başkalarına oy vermeyeceğini anlatmak yerine niye kendilerine oy verilmesi gerektiğini anlatsalar, siyaset yapmaya başlasalar bu bence çok daha yararlı bir normalleşme hamlesi olur.

PETA’dan ‘Galaksinin Koruyucuları’ yönetmenine ödül: Bir hayvan hakları başyapıtı!

Çizgi roman uyarlamalarının genellikle sosyal meselelere pek parmak basmadığı düşünülse de Hayvanlara Karşı Etik Davranışlar Örgütü (PETA/People for the Ethical Treatment of Animals) buna katılmıyor gibi görünüyor.

Örgüt bugün yaptığı açıklamada, Galaksinin Koruyucuları 3‘te hayvanlar üzerinde yapılan testlerin acımasızlığını anlattığı için yönetmen James Gunn‘a ödül verdiklerini açıkladı.

Indyturk‘ün aktardığına göre, PETA Gunn’ın filmdeki “yılmaz savunuculuğunu” takdir ettiğini ve “izleyicilere tüm hayvanların laboratuvar kafeslerine hapsedilmek yerine gökyüzü altında özgür bir yaşamı hak ettiğini hatırlattığını” ifade etti.

‣ Dünya genelinde 192 milyon hayvana deney için işkence ediliyor
‣ Tarihin en sistematik işkencelerinden biriyle yüzleşmek: Hayvan Deneyleri
‣ Deneysel ve bilimsel çalışmalarda insandışı hayvan kullanım oranları

Rocket’ın laboratuvardaki acılarla dolu geçmişi

Galaksinin Koruyucuları 3’ün büyük bir kısmı, bir laboratuvarda korkunç acılara katlanarak bilinç ve çılgın dövüş becerileri kazanan bir rakun olan Rocket‘ın geçmişiyle ilgili. Rocket’ın filmdeki birçok arkadaşı, sevimli su samuru Lylla, mors Teefs ve tavşan Floor laboratuvarda öldürülür.

Filmi öven basın açıklamasında PETA, Rocket’ın laboratuardayken yalnızca bir numarayla anılmasının “hayvanlar üzerinde deney yapanların eziyet ettikleri duyarlı varlıktan uzaklaşmak için kullandıkları bir uygulamayı” yansıttığını belirtti.

‣ Kozmetik ürünlerde hayvan deneyleri hakkında temel bilgiler
‣ Hayvan deneyleri yapanlara bir mektup
‣ Bodrum, hayvan deneylerine ‘hayır’ diyerek ‘Deneysiz Belediyeler’e katıldı

‘Deneylerde yapılanlar doğru yansıtılmış’

PETA Kıdemli Başkan Yardımcısı Lisa Lange, “Rocket aracılığıyla James Gunn, biz konuşurken laboratuvarlarda dönüp duran milyonlarca savunmasız hayvana bir yüz, isim ve kişilik kazandırdı” dedi.

PETA, izleyicilerin hayvanları birey olarak görmelerini sağladığı ve üzerlerinde deney yapabiliyor olmamızın bunu yapmamız gerektiği anlamına gelmediğini gösterdiği için bu filmi yılın en iyi hayvan hakları filmi ilan ediyor.

Rocket’ın laboratuardayken yalnızca bir numarayla anılmasına gönderme yapan PETA, James Gunn’a verilen ödülün adını “Bir Numara Değil” şeklinde belirledi.

Hayvanların çoğu zaman sıkışık kafeslerde tutularak çoğu zaman yalnız, ve sakat bırakıldığını ifade eden PETA, çok sayıda acı verici prosedüre katlanmaya mecbur edildiklerini de ekledi:

Rocket’ın arkadaşları Lylla, Teefs ve Floor gibi, laboratuvarlarda kullanılan hayvanların çoğu ömür boyu acı çektikten sonra öldürülüyor.

PETA kendi sitesinde yayınladığı blog yazısında, yönetmenin hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle ilgili ayrıntıları doğru bir şekilde aktardığını da ekledi.

Birleşik Krallık’ta rüzgar enerjisi 2023’ün ilk çeyreğinde ilk kez gazı geride bıraktı

Yeni bir araştırmaya göre, Birleşik Krallık’ın rüzgar çiftlikleri 2023’ün ilk çeyreğinde ilk kez gazdan daha fazla elektrik üretti.

Birleşik Krallık, 2050 yılına dek net sıfır emisyon hedefine ulaşmak ve Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgalinin beraberinde getirdiği arz kesintisinin nedeniyle pahalı ithal enerjiye bağımlılığını azaltmak için rüzgar üretimini artırmaya çalışıyor.

Imperial College London tarafından yayımlanan bir rapora göre, yılın ilk çeyreğinde ülkenin elektriğinin yüzde 32,4 yılın rüzgar santrallerinden gelirken, yüzde 31,7’si gazla çalışan elektrik santrallerinden sağlandı ve bu, rüzgar enerjisi üretiminin daha yüksek olduğu ilk çeyrek olarak kayıtlara geçti.

enerji
Fotoğraf: Phil Noble / Reuters
‣ Avrupa’dan Kuzey Denizi’ndeki rüzgar çiftlikleri için ‘muazzam’ taahhüt
‣ Rüzgar ve güneş enerjisi, kömür ve doğal gazdaki küresel artışı önledi: 40 milyar dolar tasarruf edildi

‘Kilometretaşı niteliğinde bir gelişme’

Raporun baş yazarı Iain Staffell, “Tamamen fosil yakıtsız bir şebekeye ulaşmanın önünde hâlâ birçok engel var, ancak gaz tedariğinin ilk kez geriye düşmesi gerçek bir kilometre taşı niteliğinde” dedi.

İngiliz elektrik üreticisi Drax tarafından finanse edilen çalışmada, rüzgar enerjisinin 2022’nin ilk çeyreğine kıyasla yüzde 3 arttığı, gaz yakıtlı üretimin ise yüzde 5 düştüğü belirtildi.

2023’ün ilk çeyreğinde Birleşik Krallık’ın elektriğinin yaklaşık yüzde 42’si rüzgar, güneş, biyokütle ve hidro dahil olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanırken ve elektriğin yüzde 33’ü gaz ve kömür gibi fosil yakıtlardan geldi.

Elektriğin geri kalanı ise ülkenin nükleer santrallerinden ve diğer ülkelerden yapılan ithalattan sağlandı.

‣ Rüzgar ve güneş 2022’de küresel elektriğin yüzde 12’sine ulaşarak rekor kırdı
‣ AB’de rüzgar ve güneş enerjisindeki rekor büyüme, 11 milyar Euroluk gazdan tasarruf sağladı

[Seçime Doğru] TİP vekil adayı Neşe Tuncer, Muğla’ya özel ‘kırmızı çizgiler’i anlattı

Video Röportaj: Müjgan HALİS

14 Mayıs’ta düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine giden yolda, seçim sürecine odaklandığımız video dizisinin on dokuzuncu konuğu, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Muğla’dan 2. sıra adayı ve Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) gönüllüsü Neşe Tuncer. Tuncer ile Muğla’ya özel oluşturdukları kırmızı çizgileri konuştuk.

*

Önce sizi tanıyalım, Neşe Tuncer kimdir?

Üç çocuklu bir ailenin en büyük kızıyım diyeyim. İki tane erkek kardeşim var. Babamın madem mühendis olması sebebiyle Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yaşadık, Üniversiteyi Ankara‘da bitirdim.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli yerli ve yabancı şirketlerde yöneticilik yaptım, 2018 yılında emekli olup Milas’ın Güllük beldesine yerleştik eşimle beraber. Bir kızım var.

Güllük’e yerleştikten sonra da Güllük Limanı revizyonu projesinden sonra da buradaki çevre hareketlerinin içerisinde oldum. Önce Güllük Körfezi Koruma Platformu, sonrasında da Muğla Çevre Platformu gönüllüsü olarak hem sahada hem de hukuki alanda buradaki yalana, talana, ranta karşı projelerde yer aldım.

Sivil alandan siyasi alana geçmeye nasıl karar verdiniz?

Alanlarda söylediğimiz şeylerin Türkiye İşçi Partisi programında söylediğimiz şeylerle aynı olduğunu fark ettim. Pek çok arkadaşım zaten TİP’te gönüllü olarak veya parti üyesi olarak çalışıyorlardı. Seçim dönemi geldiği zaman da arkadaşlarım adaylığı düşünüp düşünemeyeceğimi sordular. Sadece alanlarda veya hukuki girişimlerde bulunmanın aslında politika yapmaya çok da yol açmadığını düşünerek direkt politikalar oluşturabilmek için milletvekili aday adaylığı için başvurdum. Daha sonra da Muğla ilinden ikinci sırada milletvekili adayı olarak gösterildim.

Seçim şu anda zaten yaptığımız çalışmaları anlatmak, insanlarda belli farkındalıklar yaratmak için bu güzel bir imkân. Çünkü insanlar zaten bizi dinleme motivasyonu içerisindeler. Ne yapacağımızı, ne yaptığımızı merak ediyorlar, dolayısıyla seçim bunun bir bahanesi aslında. Bu aşamada seçilip seçilmemek çok önemli değil. Çünkü yaptığımızı zaten yapmaya devam edeceğiz.

Mehmet Aslantuğ’la seçim çalışması yürütüyorsunuz. Birlikte çalışmak nasıl gidiyor?

Mehmet Aslantuğ‘la çalışmak aslında çok keyifli. Çünkü bir kere o da kendisini zaten bir fikir emekçisi olarak tanımlıyor ve bugüne kadar yaptığı çalışmalar da zaten bu yönde de olmuş. Yani kırsalda yaptığı çok çalışma var, o da daha çok kültürel anlamda bir şeyler katıyor.

Aslında Muğla’da aday olan yedi kişinin hepsi belli bir alanda halk mücadelesi yapan insanlar, bu anlamda da birbirimizi tamamlıyoruz. Mehmet Aslantuğ da öncelikle halk tarafından çok sevilen bir insan. Türkiye İşçi Partisi’nin de Muğla’da yapmak istediklerini sürükleyen bir takım arkadaşı, diyeyim.

TİP ilk defa seçimlere giriyor. Muğla’da halkın ilgisi nasıl?

Çok büyük bir ilgi var. Pazarda, kahvehane sohbetlerimizde veya ev sohbetlerimizde özellikle kadınların benimle tanıştıktan sonra gözlerinde bir pırıltı ve bir gülümseme oluyor. Bu teveccühün de mutlaka bir karşılığı var. Bunun nedeni de meclisteki dört vekilimizin bu geçtiğimiz dönemde yaptıkları muhalefet. O dört kişinin [Sera Kadıgil, Barış Atay, Ahmet Şık ve Erkan Baş]  meclisin yarısını yaptığı muhalefete denk bir muhalefet yaptığını herkes söylüyor. Hatta şöyle diyorlar; siz de inşallah Sera [Sera Kadıgil] gibi olursunuz, inşallah siz de Barış Atay gibi olursunuz. Dolayısıyla bunun bir oy anlamında da bir karşılığı olacağını düşünüyorum, meclise daha çok vekil göndermeyi arzu ediyoruz ama tek motivasyonumuz bu değil. Daha uzun vadeli tabii planlarımız, programlarımız var.

TİP adayları olarak Muğla’ya özgü kırmızı çizgiler de belirlediniz, nedir onlar?

Türkiye İşçi Partisi ‘halkın kırmızı çizgileri’ diye seçim programının çok özet bir kısmını açıkladı. Ama bunun dışında Muğla için de bazı kırmızı çizgilerimiz var. Bunların en başında doğa talanı geliyor. Muğla hem doğasıyla hem de diğer zenginlikleriyle sermayenin de gözünün önünde olan bir yer. Kısa vadede çok fazla kar etme güdüleri Muğla’yı artık gerçekten çok yaralamış durumda. TEMA’nın 2021 tarihli raporunda Muğla’nın yüzde 60’ının, ormanlık alanlarınınsa yüzde 65’inin maden alanı olarak ruhsatlandırıldığı görülüyor. Biz de zaten Muğla Çevre Platformu olarak bütün bu talanı harita üzerinde görselleştirdiğimizde durumu vahameti gerçekten gözler önün serildi.

Kadın sorunu çok büyük bir kırmızı çizgimiz. Çünkü biliyoruz ki Muğla’da özellikle kadına şiddet olaylarında çok fazla artışlar var. Gönüllü çalışan avukatlardan öğrendiğimiz; çocuğa şiddet vakaları ve ensest vakaları çok yaygın. Toplumsal cinsiyet izleme grubunun 2018-2021 tarihli raporuna göre kadının eğitimde bile eğitim durumunun bile gerilediğini görüyoruz, 4+4+4 sistemi sebebiyle. Artık kız çocukları imam hatip okullarına dahi gönderilmiyor. Yani ilk temel dört yılı aldıktan sonra kadınlar işte ne istihdamda ne eğitimde, kadın görünmez bir hale getiriliyor.

6 Şubat depreminde gördük. Türkiye’de çok yanlış bir yapılaşma ve tehlikeli bir yapı stoku var. Muğla da bir deprem bölgesi, Gökova‘da yine sarsıntılar oluyor. Dolayısıyla bu yapı stoğunun daha sağlıklı, daha insana yaraşır olması için ayrıca barınma hakkının da tabii en doğru bir şekilde insanlar tarafından kullanılması için çözümler önermek için buradayız.

Muğla’da özellikle son dönemde kira ve ulaşımda çok büyük büyük bir rant var. Özellikle öğrencilerin bulunduğu yerlerde kiraların çok yükselmesi sebebiyle öğrenciler zor durumda. Bu konuda Türkiye İşçi Partisi’nin daha önce verilmiş kanun teklifleri var. Dolayısıyla biz bu konular üzerine çalışmaya devam edeceğiz. Muğla sonuçta bir öğrenci kenti.

Tarım, Muğla için çok önemli ve tarımsal alanlar gittikçe yok oluyor. Maden projeleriyle, termik santrallerin zehirli gazlarıyla, tarımsal üretim burada tehlikede. Bir de barajlar düşünülüyor, baraj iklimi değiştiren bir şey. İnanılmaz büyüklükte su kütleleri oluşturuyorsunuz.

Muğla için zeytincilik çok önemli ama zeytin belli bir iklimde yetişiyor, belli dönemlerde kuru olması lazım. Ama baraj yaptığınız zaman orası daha çok nemlenecek üstelik barajlar kuraklığı da artıran şeylerdir, buharlaşma nedeniyle.

Su problemimiz var Muğla’da. İki üç tane nehir var, onların da hepsinin üzerine ya baraj ya HES [hidroelektrik santral] yaparak elimizden almaya çalışıyorlar. Maden projeleriyle zaten yeraltı su havzalarımız tehlikede. Yani doğayı konuşmadan Muğla’yı konuşamıyoruz, Muğla’yı konuşurken mutlaka bir yerinden doğaya, biyoçeşitliliğe, tehlikede olan yaşam alanlarını ve tehlikede olan haklarımızı konuşuyor oluyoruz.

Muğlalılardan en çok ne türde beklenti ve talepler duydunuz?

İnsanlar ekonomik olarak gerçekten zor durumdalar ama çoğu şükrediyor. Sorduğumuz zaman ‘nasılsın, ne bekliyorsun’ diye ‘çok şükür’ diyorlar önce. Peki diyorum mesela beş sene önce ne diyordunuz? O zaman da diyor ‘çok şükür’ diyordum diyor ama o zamana göre şimdi ekonomik olarak daha kötü bir yerde olduğunu söylüyor. Mesela hayvancılıkla uğraşanlar, maliyetleri o kadar artmış ki hamile hayvanlarını kesmek zorunda kalmışlar. Onlar maliyetleri karşılayamadığı zaman bu sefer bizim güvenle tüketebileceğimiz ürünler gittikçe daha çok azalıyor ve fiyatları artıyor.

Tarımsal üretim de aynı şekilde. Bizim güvenli gıdaya ulaşma imkânımız bu maliyetlerin artması nedeniyle gittikçe zorlaşıyor. İnsanlar bunu istiyorlar, öncelikle rahatça yiyebilmek, içebilmek istiyorlar. O yedikleri, içtiklerinin güvenli olmasını istiyorlar. Ve bunları üreten insanlar da bunu artık yapamayacaklarını söylüyorlar.

Türkiye İşçi Partisi olarak köylerde kamusal yatırımların yapılmasını, gençlerin daha çok tarıma dönmesi yönünde projeler geliştirmeyi öneriyoruz. Muğla’da hemen hemen herkesin aslında toprakla bir bağı var. Ama para kazanamadıkları için elden çıkarıyorlar. Mesela bir genç bir delikanlı diyor ki babamdan kalma arazi var ama para kazandırmadığı için satacağım diyor. Ranta yönelmek çok kolay, bunu önlemek gerekiyor galiba ilk başta. Yani insanların üretime yönelmeleri ve tüketicinin de bu üretimleri destekleyecek şekilde bir düşünce tarzını değiştirmesi gerekiyor.

Seçmenlerinize ne söylemek istersiniz?

Şunu söylemek isterim. Birincisi geleceği tayin etme hakkı diye bir şey var. Yani herkes kendi geleceğini kendisi tayin edebilmeli. Bu geleceğini tayin etme hakkını korku algılarıyla yönetmek isteyenlere bir kere itibar etmesinler. Yani ‘yok, oy bölünür’, ‘yok, işte artık oylar’ bilmem kime gider gibi şeyleri itibar etmesinler. Çünkü bizim siyasi irademiz matematik problemi değil.

Oy kullanmak bir vatandaşlık hakkı. Dolayısıyla kimsenin bizim bu tip haklarımıza ipotek koymalarına müsaade etmemeleri gerekiyor. Türkiye İşçi Partisi olarak da biz şunu diyoruz; bir kere önce tek adam rejiminden bir kurtulmamız gerekiyor. İkincisi de; biz geleceği kurmak istiyoruz. Hayal ettiğimiz güzel bir Türkiye var, onu kurmak istiyoruz. O yüzden de bir oy Kılıçdaroğlu’na [Kemal Kılıçdaroğlu], bir oy TİP’e diyoruz.

Oxford: Yeşil enerji 2028 yılına kadar AB’de Rus gazının yerini alabilir

Oxford Üniversitesi Smith İşletme ve Çevre Okulu‘na bağlı Oxford Sürdürülebilir Finans Grubu tarafından hazırlanan yeni bir rapora göre Avrupa Birliği (AB), 2028 yılına kadar Rus doğal gazını yeşil teknolojilerle ikame edebilir.

Halihazırda planlanan Avrupa Yeşil Mutabakatı harcamalarına ek olarak gerekli ek yatırımın yüzde 90’ına kadarının, önümüzdeki 30 yıl içinde gaz satın alma ihtiyacını ortadan kaldırarak telafi edilebileceği tahmin ediliyor.

Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgaline karşılık olarak AB, 2028 yılına kadar doğal gaz kaynağı olarak Rusya’ya olan bağımlılığını ortadan kaldırmak için acil önlemler (RePowerEU) uygulamaya koydu. Yeni analiz, elektrik ve ısınma için kullanılan bu gazın, diğer ülkelerden gelen fosil yakıtlarla ikame edilmesi yerine, tamamen temiz enerji ile ikame edilmesinin maliyetini araştırıyor.

Yazarlar, Rus gazının 2021 yılında AB’nin doğal gaz arzının yaklaşık yarısını oluşturduğu göz önüne alındığında, bunun enerji güvenliği ve karbonsuzlaştırma üzerinde önemli bir olumlu etkisi olacağını söylüyor.

enerji
Fotoğraf: Ingmar Björn Nolting / Climate Visuals
‣ Ember: AB enerji krizine rağmen yenilenebilir enerjide dönüm noktasına ulaştı
‣ AB, enerji ihtiyacında yenilenebilir kaynakların payını 2030’a kadar yüzde 42,5’e çıkarmayı hedefliyor

‘Enerji güvenliği endişeleri ve yaşam maliyeti rüzgar ve güneşle hafifletilebilir’

Raporun eş yazarı ve Oxford Sürdürülebilir Finans Grubu Geçiş Dönemi Finans Araştırmaları Başkanı Dr. Gireesh Shrimali, “Rus gazından temiz enerjiye geçiş sadece başarılabilir olmakla kalmıyor, aynı zamanda birçok fayda da sunuyor. Doğalgazın rüzgar ve güneş enerjisi ile ikame edilmesi, gelecekte doğal gaz için ödeme yapma ihtiyacını ortadan kaldırır” diyor.

Shrimali, “AB, fiyatları ve arzı değişken olan bir fosil yakıtın ithalatına bağımlılığı ortadan kaldırarak enerji güvenliği endişelerini hafifletebilir, enerji maliyetleri yoluyla yaşam maliyeti krizini ele alabilir ve net sıfır emisyona ulaşma ve iklim kriziyle mücadele etme hedeflerini ilerletebilir” diye ekliyor.

enerji
Fotoğraf: Ingmar Björn Nolting / Climate Visuals
‣ AB Yenilenebilir Enerji Planı, Avrupa’daki enerji fiyatlarını nasıl daha makul hale getirebilir?

The Sunrise Project tarafından finanse edilen rapor, bu geçişi sağlamak için gereken politika değişikliklerine yönelik öneriler içeriyor. En önemlisi, yenilenebilir enerji kaynaklarının ve ısı pompalarının büyük ölçekli dağıtımını sağlamak için kamu ve özel fonların mevcut olması gerekiyor.

Yazarlar ayrıca, şebeke ölçeğinde güneş ve rüzgâr enerjisi ihalelerinin iyileştirilmesi ve izin zorluklarının ele alınması, çatı üstü güneş panellerinin hızla yaygınlaştırılması ve yalıtım ve ısı pompalarının kurulumuna yönelik desteğin artırılması da dâhil olmak üzere, yatırımcılar için hedefe yönelik politika desteği öneriyor.

enerji
Fotoğraf: Ingmar Björn Nolting / Climate Visuals
‣ AB, Almanya’nın 28 milyar Euro’luk yenilenebilir enerji planını onayladı
‣ AB, güneş enerjisi kapasitesini bir yılda yarı yarıya artırdı: İlk sırada Almanya var

Toplam 811 milyar euroluk sermaye

Raporun bulgularına göre, enerji ve ısı için Rus gazını yenilenebilir enerji ve ısı pompalarıyla ‘değiştirme yarışının’ 2028 yılına kadar toplam sermaye harcaması 811 milyar euro (17,35 trilyon TL).

Bu toplam, Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın bir parçası olarak temiz enerji için planlanan 299 milyar euroluk (6,39 trilyon TL) harcamayı ve yenilenebilir enerji ve ısı pompalarına yapılacak 512 milyar euroluk (10,95 trilyon TL) ek yatırımı içeriyor.

Gerekli yatırımın önemli bir kısmı, gaz harcamalarında ortaya çıkan azalmadan karşılanabilir. Rapor, doğal gaz fiyat varsayımlarına bağlı olarak, tasarrufların yüzde 90’a kadar yüksek ve yüzde 40’a kadar düşük olabileceğini ortaya koyuyor.

enerji
Fotoğraf: Kasia Strek / Climate Visuals

Goldman Sachs kadınlara daha az maaş verdiği gerekçesiyle tazminat ödeyecek

ABD merkezli Goldman Sachs bankası, kadın çalışanlarına daha az maaş ödediği ve daha az fırsat sunduğu iddiaları sonrası, ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle 215 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti.

2 bin 800 kadın çalışanın dahil olduğu yargı süreci uzun zamandır sürüyordu ve davanın gelecek ay görülmeye başlanması bekleniyordu. Ancak banka dışarıdan uzmanlarla ödeme ve atama sistemlerinin incelenmesi için mahkeme dışında anlaşmaya gitti.

Davanın taraflarından olan Shanna Orlich, 13 yıldır bu amaca hizmet etmekten gurur duyduğunu ve bu anlaşmanın başka kadınlara yardımcı olmasını umduğunu dile getirdi.

Goldman Sachs, 2010 yılından beri bankayı “erkekler kulübü” olarak suçlayan kadınların yasal talepleriyle karşı karşıyaydı. Kadınlar, hemcinsi yöneticilere erkeklerden yüzde 20 daha az maaş verildiği ve kurumun cinsel tacize göz yumduğunu öne sürüyordu. 

2025’e kadar yöneticilerin yüzde 40’ı kadın olacak

Goldman Sachs, kadın yönetici sayısını artırmayı ve 2025 yılına kadar başkan yardımcılarının yüzde 40’ının kadın olmasını amaçladığını açıkladı.

Şu an kurumda çalışan partnerlerin ve yöneticilerin yüzde 29’u kadın. Kurumun 2002 yılı itibarıyla yatırım bankacılığı, yatırım yönetimi ve menkul kıymetler bölümünde çalışan kadınlara anlaşma kapsamında ek ücret verilebilir.

Google geçen yıl benzer bir süreç ile ilgili olarak 15 bin kadının açtığı davayı çözmek adına 118 milyon dolar ödemiş, video oyun şirketi Riot Games ise 2 bin 300 kadının açtığı dava kapsamında 100 milyon dolar ödemeyi kabul etmişti.

Güçlendirilmiş parlamenter sistemin kamusala borcu var

2002 yılından bugüne altı genel seçimin beşinde tek başına iktidar olarak 20 yıldır hükümetteki yerini koruyan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP)  son beş yılının da partili cumhurbaşkanlığı uygulaması altında geçen şekilde siyasal rejime damga vurduğu bir dönemin ardından yeniden seçim aşamasındayız.

Dolayısıyla, 14 Mayıs Pazar günü yurttaşlık kavramı paydasında buluşup sandığa gitmek ve o sandığı sandık görevlisi ya da müşahidi olarak korumak kanunların çizdiği çerçevede hakkımıza sahip çıkabilmek adına şimdilik yapabileceğimiz en iyi şey. Ancak bu eylemin seçim sistemine ilişkin kartların yeniden karılmasını, uygulama ve güvenlik açıklıklarına karşı umutsuzluğa düşülmeden ifası, demokrasi hak ve özgürlüklerin, toplumsal ve ekolojik boyutlarıyla yaşam hakkının daha fazla ihlal edilmemesi için de mühim. Fakat yurttaşlık görevi bununla da sınırlı değil, zira devlette devamlılık esasını zorlaması muhtemel olan bir değişimin ne kadar başarılabileceği  demokrasi taleplerinin sivil toplum güçleri tarafından izleyen süreçte yükseltilmesine bağlı.

Millet İttifakı nükleer santraller ve Kanal İstanbul’dan vazgeçmeli

Yukarıdaki satırları yazmaya sevk eden gerçeklik, AKP’nin iktidarda olduğu süre zarfında 2007’den itibaren demokratik rejimlerin esası olan güçler ayrılığı ilkesinin yerini yasama ve yargı erklerinin yürütme lehine zayıflatılmasıyla yürütmenin güçle donatılmasına yaslanan güçler birliği sisteminin almış olmasıdır.

’80 sonrası gittikçe yoğunluk kazanan torba yasa ve KHK uygulamalarının AKP dönemindeki abartılı kullanımıyla taşları döşenen yolda parlamenter sistemin terkiyle geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden çıkmak bu nedenle ana muhalefetin ilk icraatı olacak görünüyor. Nitekim seçimin güçlü adaylarını çatısı altında toplayan Millet İttifakı’nın seçim sonrasına yönelik 12 maddelik yol haritasında öne çıkan “anayasa, yasa, kuvvetler ayrılığı denge ve denetleme esasları çerçevesinde, istişare ve uzlaşı” vurgusu demokrasinin yeniden inşası için çok önemli. Ancak, bu durum vazgeçilmesi öngörülen sistemin ürünü olarak hayata geçirilmek istenen kamusal zararı tescilli Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS), Sinop NGS, Kanal İstanbul gibi girişimlerin de teori ve pratikte geçersiz olmasını gerektiriyor.

Meseleyi Türkiye’de ’60’lardan beri ihaleler açılan nükleer santral projelerinin  ilk kez AKP iktidarında bu denli  ilerletilmesi bakımından Akkuyu NGS örneği üzerinden değerlendirirsek, siyasal iktidarın bu hegemonik projesiyle küresel ve ulusal ölçekte bekasını koruma saikiyle hareket etmiş olduğu açık ve nettir. Bu bakımdan nükleer yakıtın bir yıl sonra üretime geçeceği açıklanan tesise sırf seçim propagandası amacıyla getirilmiş olması da hayata geçirilmek istenen kamusal zarardan ibaret olan bu projeyi Millet İttifakı’nın sürdürmemesi gerektiğini imlemektedir.

Zira Akkuyu NGS’yi ileriye taşıyan ilk adımlar siyasetin kurumlarının çökertilmesi, Anayasanın arkasından dolaşılması, Akkuyu’ya karşı açılan davaların siyasallaşan yargı aracılığıyla projenin ilerlemesine engel teşkil etmemesiyle atılmış, bu açılan yoldan Sinop NGS projesinin ilerletilmesi için de yararlanılmıştır. OHAL döneminin etkileri sürerken 2017 yılında bu projelere stratejik ve öncelikli yatırım statüsünün tanınması ise Rusya ile 2015 yılında yaşanan uçak krizinin ardından AKP için bu ilişkinin kotarılmasını amaçlamıştır.

Bu doğrultuda “6745 Sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la KDV istisnası, gümrük muafiyeti, yüzde 90 vergi indirimi, yatırıma katkı payı, KDV desteği, yatırım yeri tahsisi, faiz desteği verilmiş, projeler “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Karar” kapsamında öngörülen teşvik ve desteklerden de yararlandırılmıştır. Kaldı ki bıkmadan usanmadan tekrar ettiğimiz gibi  Akkuyu NGS örneği AKP’nin Rusya’ya kendi topraklarımız üzerinde toprak vermek suretiyle ayrıcalık tanıması, liman vermesi, inşasını ve işletmesini sağlayarak askeri üs kazandırmasına imkan veren uluslararası bir anlaşmayla hukuk da çiğnenerek hayata geçirilmiş, daha başından ulusal ve ekolojik zararın üstlenildiği bir projedir.

Projelerin kamuoyu nezdinde meşruiyetleri yok

Türkiye’nin Rusya’ya tüm ekolojik ve kamusal riskleri üstlenerek (buna ekolojik zararların ekonomik yükü de dahildir) nükleer santral hediye etmesi yeterince büyük bir sorunken bu projeyle Türkiye’ye 60 yıl boyunca en az yüzde 70 kârlılıkla elektrik satılacak olması gibi bir gerçek de söz konusudur. Tüm bunlar Akkuyu NGS’yi ülkenin her türlü çıkarına karşı olduğunu teslim ederek ana muhalefetin neredeyse ilk vazgeçmesi gereken proje konumuna getirmektedir.

Akkuyu NGS’nin Rusya lehine teşviklerle donatılmış olmasının yanı sıra AKP’nin 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği kapsamında torba referandumu ile gerçekleştirilen yargı reformunun akabinde siyasallaşan yargı aracılığıyla toplumsal itirazları dizginleyerek baskı ve zor araçlarına başvurulmuş olması da projenin kamuoyu nezdinde bir meşruiyetinin olmadığını ortaya koymaktadır. Nükleer karşıtlarına dava ve ceza yağdıran uygulamalarının üstünde yükseltilmiş olan bu projeye rızanın baskı ve zor araçlarıyla sağlandığı açıktır. Nitekim en son 2016 yılında 15 Temmuz’dan önce Mersin ve Mezitli kent Konseyleri tarafından 13 ilçede 5050 kişi arasında gerçekleştirilen kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre Mersin’deki nükleer karşıtlığı yüzde 70 oranında çıkarken 2023 yılında yakıtın bitmemiş tesise getirilmesine itiraz etme görevinin salt aktivistlere kalmış olmasında kuşkusuz bu baskı ve zor uygulamalarının payı vardır. Zira OHAL döneminden itibaren baskı ve zor uygulamaları zirveye ulaşmış, nükleer karşıtlarına dava açılması, proje mekânı olan köye girişlerinin engellenmesi rutin uygulamalara dönüşmüştür.

İlk adım oy kullanmak ve sandığa sahip çıkmak

Nükleer yakıtın tesise getirilmeden 1 gün önce 26 Nisan Çernobil nükleer felaketinin yıldönümündeki protestoları aktivist belgeselci Hakan Tosun’un tarihe not düşen video çekiminden izleyebilirsiniz. Ne var ki seçim propagandası olarak nükleer yakıtın tesise getirilmesine karşı, köye giderek Anayasada yer alan protesto hakkını kullanmak isterken engellenen yurttaşları koruyan ya da uğradıkları haksızlığı kınayan bir yaklaşımın sergilenmemiş olması düşündürücüdür. Tam da bu noktada Akkuyu NGS’nin 700 No’lu KHK ile Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmeden kısa bir süre önce kurulan Nükleer Düzenleme Kurumundan müteşekkil idari alt yapısının yargıya intikal etmişken siyasallaşan yargının bu aykırılığı da kılıfına uydurmuş olması yeni hükümete Akkuyu NGS’ yi devam ettirme cesareti vermemelidir.

Sonuç olarak başta operasyona geçmesi  halinde bizi geri dönülmeyecek zararlarla başbaşa bırakacak  Akkuyu NGS olmak üzere kamusal faydası olmadığı bilinen eko kırıma yol açacak bu projelerin engellenmesi şarttır. Bunun  için en kısa ve hasarsız yolun siyasal iktidarın değişmesinden geçtiği hepimizin malumu olduğu üzere ilk yapılacak şey de önce o ilk adımı atarak oy kullanmak ve sandığa sahip çıkmaktır.  Ancak sonraki aşamada hiçbir şeyin kendiliğinden olmayacağı, ülkenin, kamusal varlığımızın maddi manevi zararına neden olacak bu projelerden kurtulmanın yurttaşlık bilinciyle sürecin takip edilmesine ve ısrarcı davranılmasına bağlı olduğu da açıktır.