Ana Sayfa Blog Sayfa 391

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde- 5] Hatay hala moloz altında, halk toprağının, evinin peşinde…

Haber/İzlenim: Alev KARAKARTAL

Fotoğraf/Video: Gürcan ÖZTÜRK

*

Bölgedeki üçüncü günümüz. Hala Antakya’dayız. Merkezden biraz uzaklaşıp enkaz molozlarının döküldüğü Samandağ civarını ve altı aydır görmediğimiz Milleyha ile son Ermeni köyü Vakıflı‘yı tekrar ziyaret edip deprem öncesiyle sonrasını karşılaştırmak için yoldayız.

İlk durağımız Samandağ Uzunbağ. Buradaki mihmandarımız yerli halktan, bağımsız aktivist Mehmet Ali Ergin olacak. Antakya’yla Samandağ arasındaki yolda, merkezden kaldırılan enkaz kalıntılarının dev tepeler oluşturarak yığıldığı birkaç yerden birkaçı burada zira…

Gelmeden önce de çok yakından izlediğimiz deprem bölgesinden çok sayıda muhabir arkadaşımız haberlerini yazmış, fotoğraflarını, video görüntülerini göndermişti. Başka medya organlarında da sık sık yükselen moloz yığınlarını gördüğümüz için neyle karşılaşacağımıza hazırlıklıyız diye düşünmüştük. Değilmişiz…

Görmeyen gözün anlaması zor

Aslına bakarsanız, deprem ve sonrasını gazetelerden televizyonlardan; yani uzaktan izleyen hiç kimsenin orada olan bitenlere dair havsalasında “gerçek” bir imge oluşturabildiğini zannetmiyorum. Elbette herkes ne denli büyük bir yıkım yaşandığının farkında ama gece karanlığında yükselen enkazların tekrar tekrar yaşattığı travmayı, çıkan molozların oluşturduğu dağların yükseldiği alanları, koskoca kentlerin insanıyla hayvanıyla çadırlarda, konteynerlerde verdiği mücadeleyi en az bir kez olsun gözüyle görmeyen, havada asılı tarifi imkansız kokuyu almayan, ciğerleri kavuran toz bulutunu hissetmeyen, ıssız, harabe sokaklardaki silik siluetlerle göz göze gelmeyen birine olmuşu, olanı ve olabileceği anlatabilmek, hakkıyla aktarabilmek için ne kelimeler ne de görüntüler kar etmiyor bazen.

Merkeze araçla yarım saatlik mesafede, başka bir ülkenin “değeri” olsa, pamuklara sarıp sarmalayacağı, doğal haliyle “turizm destinasyonu” yapacağı Uzunbağ’ın tam ortasından geçen Manastır Deresi’ne götürüyor bizi Ergin. Gözlerimize inanamıyoruz:

Yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki dere yatağının tam üzerindeyiz. Ama ırmağın ancak başlangıcını görebiliyoruz, kalanı dökülen enkazın altında. Arada ağaçların kalıntıları, kırılmış dalları, topraktan fırlamış kökleri seçiliyor. Ergin, ırmağın çok büyük olmamasına karşın karşın yarattığı ekosistemin çok zengin olduğunu anlatıyor. Yani birkaç ay öncesine kadar öyle olduğunu:

“Molozun ilk döküldüğü yer burası değil, önce Yeşilköy’de başladı sonra buraya da yöneldiler. Bu ırmak Büyük Karaçay Deresi’ne akar, onu ve çevresini de besler yani. Buraya ilk yöneldiklerinde itiraz ettik, kolluk kuvvetlerinin ilk müdahalesi de burada oldu. Çok sayıda köylü darp edilerek gözaltına alındı. Çevremiz köylülerin zeytinlikleri, arka taraf portakal, mandalina bahçeleriyle dolu. Suyu bahçeler için bir şekilde tedarik etmenin yolunu bulabilsek bile, burada yaklaşık olarak 15-20 farklı çeşit endemik hayvan ve bitki popülasyonu var: Su kuşları, domuzlar, küçük çakallar vs.  Yamaçtaki ağaç çeşitliliği ise az rastlanır türden. Bu kadar verimli ve çevresine hayat veren bir ırmağın üzerine, göz göre göre moloz yığmaları, yaşanan akıl tutulmasını da gösteriyor. Geleceğimiz gözlerimizin önünde yok ediliyor. “

Normal koşullarda vatandaşların en küçük bir hatasında cezasını kesen, karşısına kanunları, kuralları çıkaran devletin, deprem bölgesinde hiçbir yasa ve kural tanımadan defalarca bunları çiğnemesine ise isyan ediyor çevre aktivisti.

Artık akamayan; suyunun, börtü, böceğinin, ağacının ve kurdunun kuşunun anısına bile sahip çıkamayan ırmağı, hüzünle geride bırakıp az ileriye Yeşilköy’e gitmemiz gerek, çünkü orada devasa bir vadiyi itinayla yok etme çalışmaları büyük bir hızla sürüyor.

Bir vadiyi öldürmek

Her adımda bir öncesini arar mıymış insan? Moloz yığınları büyüyor, büyüyor, büyüyor, bir apartman boyutuna ulaşıyor burada. Yol boyu vızır vızır çalışan kamyonların taşıdığı beton, demir ve kim bilir daha nelerin artıkları, yol kenarına yığıldıktan sonra iş makineleriyle zeytinlikler ve tarım arazilerinin bulunduğu vadiye doğru öbek öbek “itilirken” hakikaten de kimsenin bir görülme, duyulma endişesi olmadığına inanmak öyle güç ki. Bir tür “kırmızı pazartesi” gibi, herkesin gözleri önünde, bile isteye cinayet işleniyor ve devletin icazetini almış firma çalışanlarında en küçük bir çekince, yaptıklarından küçücük de olsa bir pişmanlık jesti, mimiği göremiyorsunuz.

“Antakya’dan yaklaşık olarak yüz elli iki yüz milyon metreküp moloz çıkacağı hesaplanıyor. Bu molozların büyük bölümünü dökmek için de Samandağ’ı seçtikleri anlaşılıyor” diyen Mehmet Ali Ergin, eliyle önümüzde uzanan vadiyi gösteriyor: “Bu zeytin ağaçlarıyla dolu, köylünün tarım yaptığı vadinin tümünün molozla doldurulup yolla aynı hizaya getirileceğini söyledi şirket yetkilileri. Vadiyi yok edeceklerin yanı. Hiç yüzleri kızarmadan, utanmadan, dünyanın en normal şeyiymiş gibi söylediler üstelik. İşçilerden de buraya dökülen molozların, sadece 330 binanın enkazına ait olduğunu öğrendik.”

‘Anlamsız, tanımsız, tarifsiz bir coğrafyada’ başa gelenler

Yerel halkın çevresi konusunda duyarlı olduğunu, doğasını koruduğunu anlatırken, sesi ‘kırılıyor” birden: “Ama daha önce böyle vahşi bir saldırıyla hiç karşılaşmamıştık, o yüzden de hala şoku atlatabildiğimizi söyleyemem. Böyle büyük bir şeye nasıl karşı koyabiliriz, nasıl direniriz, onu da bilemiyoruz.”

Farklı ülkelerden gelen heyetler, burada ağır bir insanlık ve çevre kırımı suçu işlendiği gerekçesiyle halkı yasal haklarını aramaları için teşvik etmiş. “Biz de raporlayacağız” demişler, ama görünen o ki, burada da “atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” Yaratılan tahribat öyle büyük ve inanılmaz bir aceleyle sürdürülüyor ki, ne yazılıp çizilen raporlar ne de birkaç köylünün/kurumun çabası bunun önüne geçebilir mi, görebildiğimiz kadarıyla zor, çok zor.

Ergin, yaşanan yıkım ve sonrasındaki süreçten Akdeniz ülkelerinin tümünün etkilenebileceğinden, ortaya çıkan asbestli tozların atmosfere karışıp komşu iller bir yana diğer ülkelere de yayılma riskinden de bahsediyor. Gönlünden geçen uluslararası bir tepki, örgütlenme ama bu da kolay değil.

Öğrendiğimize göre, Yeşilköy’ün üst tarafında da depremzedeler için TOKİ konutları yapılacakmış. Ve tahmin eden nereye? Evet, elbette zeytinliklere. Hani şu, bugünlerde iç pazara yetmiyor ve çoğu ihraç edildiği için kalanlar da aşırı pahalı hale geldi diye ihracatının geçici bir süre yasaklandığı zeytinlerin vatanına. “Anlamsız, tanımsız, tarifsiz bir coğrafyada, ne insana, ne hayvana ne doğasına, dahası tarihine, kültürüne en küçük bir saygı gösterilerek, sanki buraları ‘uzayda boş bir noktaymış’ gibi muamele görüyoruz” diyor Ergin:

“Bizi buralardan sürmeye çalıştıklarını düşünmek istemiyoruz, ama bunu düşünmemiz için de her türlü ortamı yaratıyorlar. Ne kadar üzgün olduğumuzu, kadınların her gün, depremin ardından yaşadıkları bu ikinci yıkım karşısında ne çok ağladığını anlatamam. Arkadaş olup sohbet etmek varken, bizi şirket çalışanlarıyla kavgaya yönettiler. Biz kimsenin şahsıyla kavgalı değiliz ki, doğamızla kavga edenleri önlemeye çalışıyoruz. Doğa elbet bir gün kayıplarını geri alır, ama buradaki insanlara kuşaklar boyunca acı çektireceksiniz. Şimdiden çevre köylerden çok sayıda insan, özellikle de yaşlılar molozlardan çıkan tozdan hastalandı, aralarında hastaneye kaldırılanlar oldu. Sonrasının ne olmasını bekliyorsunuz ki?”

Bölgeye Antakya dışından gelen aktivistlerin desteğine de müteşekkir: “İlk günden itibaren bizi yalnız bırakmadılar. Onları gören bölge halkı da, ‘benim hakkımı, toprağımı korumaya başkaları gelmiş, biz de elbet destekleyecek, itiraz edeceğiz dedi” diyor ve halkın taleplerini şöyle sıralıyor:

“Toprak ve akan, temiz su, bölge halkının her şeyi. Burada devlete karşı bir kalkışma yok, tam tersine devlet halka karşı bir şey yapıyor. Biz bölge halkı olarak, dedelerimizin, onların dedelerinin yaşadığı topraklarda huzur içinde ve sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmek istiyoruz. Atanmış valiye de ‘siz elinizi çekin, yardım da etmeyin, dokunmayın da. Biz her şeyimizi kendimiz yaparız, doğayla barışık yeni evler üretiriz, enerjimizi yenilenebilir kaynaklardan elde ederiz, doğaya, insana, hayvana saygılı yeni şehirler yaratırız’ dedik. Ancak TOKİ ısrarıyla sürekli mevcut kötü örnek tekrarlanıyor. Enkazdan çıkmış insana, dev betonarme binalar dayatıyorlar. Çocuğa verseniz, böyle kötü bir modeli üretmez.”

Milleyha….

Aklımız, kalbimiz artık akmayan billur sularda, yolumuzun bundan sonraki durağı Samandağ merkez ve Milleyha Sulak Alanı’na geçme zamanı. Gördüklerimizden sonra göreceklerimizden korksak da devam etmek gerek. Tarihe kayıt düşmek için.

Nihayet altı ay sonra yeniden Milleyha’ya merhaba diyoruz. Ama önce bir hatırlatma: Milleyha Kuş Cenneti depremden önce de pek “cennet” değildi. Aylar önce, henüz su tutmamışken ve kuşlar gelmemişken yaptığımız ziyarette, balçıkta zaman öldüren birkaç “göçmeyen” kuşun etrafında, belediyenin hangi akla hizmet yaptığını bir türlü anlayamadığımız, sulak alanının tam ortasından geçen ve bütün ekosistemin dengesini bozan asfalt yolu ve gerek resmi kurumlar gerekse sivil kişilerin yığdığı inşaat artıklarından ev atıklarına kadar alanı kaplayan çöp dağlarını görmüş; epey moralimiz bozuk olarak dönmüştük.

[Yeşil Gazete Çukurova’da-1] Mileyha’nın kuşları

Şimdi ise akla hayale sığmayan bir iş yapıp sulak alanın hemen bitişiğini devasa bir moloz dökme alanı haline getirmişler. Fotoğrafları ve videoyu göreceksiniz, beton parçaları ve kalıntılardan mübalağasız dev bir dağ oluşmuş. Samandağı’na doğru giderken yol boyu bize eşlik eden kamyonların bir kısmı yeni atıkları alana taşırken, iş makineleri ve korunmasız, maskesiz işçiler de tüten molozlardan demir, çelik gibi işe yarar parçaları ayırmaya, işi bitenleri hemen yan tarafa yığmaya çalışıyor. Ortalık toz duman. Biz öksürerek çekim yaparken, işçilerin bize yadırgayıcı gözlerle bakan rahat halleri ise inanılmaz. Belli ki soludukları şeyin ne olduğu konusunda en küçük bir bilgilendirme yapılmamış; başlarına gelenin ve gelecek olanın ya farkında değiller ya da umursamaları sağlanmamış.

Milleyha, Türkiye’de kayıt altına alınan 231 bitki, 387 kuş, 24 kelebek, 12 sürüngen, altı memeli, üç kurbağa türüne ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en önemli kuş göç rotalarının birinin üzerinde olduğu için, göçmen kuşların dinlenip beslendiği, önemli bir bölge. Böylesi bir alanın moloz dökme sahası olarak seçilmesi, ne akla ne de vicdana sığar, sığmıyor, insan gördükleri karşısında isyan ediyor. Böylesi kıymetli bir alan, hali hazırda  verilen hasarı onarmak, korumak için çaba göstermek varken, bu kadar düşüncesizce, adeta hunharca neden, nasıl zedelenir, anlamak öyle zor ki.

Mehmet Ali Ergin’i dinleyin. Bakın ne diyor?

Devletin uygun gördüğü 

Hatay genelinde moloz döküm alanı olarak seçilen, aslına bakarsanız “boş görünce” göze kestirilen Defne, Narlıca, Altınözü, Belen, Kırıkhan ve Samandağ’daki zeytinlikler ve tarım alanları ilk “kurbanlar oldu. Tonlarca enkaz ağaçların üzerine, sulak alanlara, yaşam alanlarının kıyısına yığıldı.

Sadece Hatay’da da değil, Adıyaman, Maraş, Malatya ve Diyarbakır’da da aynı sahneler yaşandı. Merkezi yönetimin kimseyi dinlemeden, salt yıkımın izlerini hemen ortadan kaldırmak için alelacele hayata geçirdiği “enkaz kaldırma” çalışmalarının düzene girdiği, yerinde ayrıştırma yapıldıktan sonra kalanların “uygun yerlere” döküleceği söylense de o “uygun” yerlerin hala zeytinlikler, tarım alanları olduğuna, yetmiyormuş gibi aynı yerlere bir de deprem konutları inşa etmeye başladıklarını görünce, fırsattan istifade “müteahhit-beton cumhuriyeti”ne nasıl iman tazelendiğine bizzat tanık olduk.

Anadolu Ajansı, geçen nisan ayında  depremlerin ardından yıkık ya da acil yıkılacak 21 bin 391 binanın 12 bin 836’sında enkaz kaldırma ve yıkım çalışmaları yapıldığını, acil yıkılması gereken 7 bin 999 yapıdan 5 bin 606’sında yıkım işlemleri tamamlandığını ve 3 bin 722’sinin de enkazı belirlenen alanlara taşındığını bildirmişti. Günde yaklaşık 15 bin kamyonun hafriyat dökümü yaptığı, bölgedeki 26 alana o tarihe kadar taşınan moloz miktarı 5 milyon metreküpe ulaşmış, döküm alanlarının doluluk alanı ise yüzde 56 olarak hesaplanmıştı. Şimdi bu rakamların daha da büyüdüğünü öngörmek kehanet sayılmaz.

Yerleşim alanları, hastaneler, zeytinlikler ve sulak alanların moloz dökümü mahalli olarak kullanılmaması için Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) de aralarında olduğu emek, meslek ve çevre örgütleri mahkemeye de başvurdu ancak 2. İdare Mahkemesi’nde dava hala sürüyor. İhtimal, iş işten geçtikten sonra bir karar çıkacak.

Halbuki, bu tür durumlarda moloz dökümü için sızdırmasız zeminlerin tercih edilmesi, yeraltı ve üstü sularla temastan kaçınılması; söz konusu alanların korunan alanlardan, yaban hayatından uzak olması gerekiyor. Bunu Çevre Bakanlığı da biliyor, zira kendi çıkardıkları yönetmelikte tam da bu kriterlere yer veriyorlar. Eski Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar bütün bu tartışmaların ortasında, eleştirilere cevaben  “Bu alanlar belirlenirken, sahanın topoğrafyası ve jeolojisi dikkate alınmakta, tarım amaçlı kullanılan arazilerde, içme, sulama ve kullanma suları rezervuarlarında, taşkın riskinin yüksek olduğu yerlerde, yağmur sularının akışını engelleyecek vadilerde veya dere yataklarında, heyelan, çığ ve erozyon bölgelerinde olmamasına dikkat edilmektedir” demişti mesela. Edilmedi, tanığız…

Azdan az, çoktan çok…

Arkamızda hem fiziksel hem mental olarak “dağ gibi” yığılmış sorunlar yumağını bırakarak, Samandağ merkeze dönme zamanı.  Birazdan Türkiye’nin son Ermeni köyü olan Vakıflı’yı ziyaret edeceğiz. Deprem sırasında köyde can kaybı olmadı, bu nedenle haberlere de pek yansımadı. Son durumu gözlerimizle görmek istiyoruz. Ama önce Samandağ’daki Ortodoks toplumun temsilcilerine uğrayacağız.

St. İlyas Kilisesi’nde, kilise papazı Dimyan Yakupoğlu’nun konuğuyuz. Depremde onların evleri de hasar görmüş. Eski yapıların yanı sıra yeni binaların da yıkıldığını anlatıyor Yakupoğlu, kendi sekiz yıllık evindeki “orta hasar”a işaret ederek. Bunlar için belediyeden destek alacaklarmış. Ancak deprem sırası ve sonrasında yardım ve destek işini daha çok “kendi içlerinde” halletmişler, daha doğrusu zorunda kalmışlar:

“AFAD bize uğramadı, devletten de erzak konusunda herhangi bir yardım almadık. İBB ve Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra asıl olarak kendi cemaatimizden ve özellikle de yurt dışındaki kiliselerden yardım geldi. Gerçi Yunanistan’dan gelen üç, Almanya’dan gelen iki yardım tırımıza ‘biz dağıtacağız’ gerekçesiyle el kondu ama yine de ulaşabilenler sayesinde erzak sıkıntısı yaşamadık.”

Ortodoks cemaatinden Ferit Diker de ekliyor: “6 Şubat’taki ilk depremde merkezdeki kadar yıkım olmasa da hayatını kaybeden cemaat üyeleri oldu. Enkaz altında kalanları ve sonrasında ölülerimizin hepsini kendimiz, ellerimizle, ufak tefek aletlerimizle kazarak çıkarabildik. Deneyimli değildik ve tehlikeliydi ama kimse yoktu ve başımızın çaresine bakmak zorundaydık.”

Kiliseye ait meyve bahçesinde hasat zamanı. Elde edilen gelir, evlerin onarımına harcanacak.

20 Şubat’ta meydana gelen ve Antakya merkezli ikinci depremde ise zarar görmeyen ev kalmamış. 300 çadırı kendi imkanlarıyla ve yurt dışından yapılan yardımlarla getirebilmişler, Mardin’deki Süryani kiliseleri de destek olmuş. “Çok uçuk paralara alabildik, ama ihtiyacımız vardı” diyor Papaz Yakupoğlu. Sonrasında muhtarlık vasıtasıyla AFAD’dan da birkaç çadır alabilmişler ama yeterli konteynerlere ulaşamışlar. Valiliğin dağıttığı konteynerlere ise 430 ailenin190’ı geçebilmiş. Yani barınma ihtiyaçları halen sürüyor, çadır ve konteynere ulaşamayanlar hasarlı evlerinde ve bahçelerinde kalmaya devam ediyor.

Tıpkı Antakya merkezde olduğu gibi buradaki aileleri de konteyner kentlere yönlendiriyorlar. Ancak orada olduğu gibi Samandağ’da da gitmek istemeyen çok sayıda aile var. Buradaki gayrimüslim nüfusun bahçeli, müstakil evlerde yaşadığını anlatan Diker, “Bizimkilerden kimse evini bırakıp konteyner yerleşkesine gitmez. Devlet bize yardım etmek istiyorsa, yıkım kararı alınan evleri bize bıraksın, biz cemaat olarak yıkar, prosedüre uygun, prefabrik bile olsa yeniden yaparız. Gerekirse eski evimizden daha küçük, sınırlı bir yere de razı oluruz ama evlerimizi terk edip başka yere bedava bile olsa gitmek istemiyoruz.”

Konuşma sırasında Vakıflı’ya uğrayacağımızı söylediğimizde, “komşu cemaat”ten de bilgi veriyorlar: “Orada hayatını kaybeden olmadı ama sağlam kalan ev de pek yok. Vakıflı, yıkımların tebliğ edildiği nadir yerlerden biri. Oradaki evler taş yapılar, kolonsuz, yığma. Bir taş duvar yıkılınca, komşu duvarlar da çatlıyor, hasar görüyor. Şimdi alınan yıkım kararları için mahkemeye başvurdular”.

Duydukları söylentileri de iletiyorlar. Mesela AKP’li ileri gelenlerin, köyden 10 oydan daha az çıkarsa yıkım kararlarını uygulayacağı tehditlerini… (Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinde AKP ve Erdoğan’a 17 oy çıkmış).

Vakıflı’daki evler tamamen yıkılmasa da, özellikle ikinci depremden sonra evlerin çoğu ağır hasarlı hale gelmiş ya da “sisteme öyle kaydedilmiş”. “Bir ara köyde 20 kişi kadar kaldılar” diyor Yakupoğlu: “Çadır bulamadıkları için hepsi İstanbul’a gitti otobüslerle. Orada Patrikhane’nin yatakhanesinde kaldılar. En son Paskalya’da döndüler, yanlarında oradan satın aldıkları çadırlarla, bir daha da gitmediler. “

Öyle mi göreceğiz, istikamet Vakıflı.

Vakıflı, ‘söküğünü kendi dikecek’

Köy kahvesinin sahibi, eski vakıf yöneticilerinden Garbis Kuş, deprem sonrası çalışmaları için yaptıkları bir toplantıya ara verip karşılıyor bizi. Köylerinde can kaybı olmadığı için mutlu ama Rum komşularının söylediği gibi ikinci deprem onları daha kötü etkilemiş: “İkinci deprem akşam saatlerinde oldu. Bütün köy halkı birlikteydik, birlikte akşam yemeği yemek istedik. Tam o sırada yeniden deprem oldu. İyi ki evlerimizde yakalanmadık.”

Samandağ’daki Ortodoks komşularının verdiği bilgiyi doğruluyor Kuş da. Bu depremde yığma evlerde, özellikle duvarlarda hasar oluştuğunu ve evlerin neredeyse tamamının kayıtlara “ağır hasarlı” olarak geçtiğini yani. Kayıtların, gelip evler kontrol edilmeden tutulduğunu ve devletin bu kayıtlara bakarak kendilerini toplu konutlara yerleştirmek istediklerini de ekliyor.

Ancak köyü ziyaret eden eski Savunma Bakanı Hulusi Akar’a durumu anlatıp köylerinden ayrılmak istemediklerini söylemişler: “Binlerce bina yıkıldı Antakya’da. Devlet onları yapsın, biz kendimiz başımızın çaresine bakarız, yıkımı da yaparız, yeniden inşaatı da. Kendi imkanlarımızla köyümüzü yeniden ayağa kaldırırız” dedik. Neyse ki kabul ettiler, bize bir kağıt imzalattılar. Artık yıkımları da yeniden inşaatı da kendimiz, kendi olanaklarımızla yapacağız.”

Talepleri taş evler için kabul görmüş ve anlaşma yapılmış yapılmasına ama, köyün üst tarafındaki evlerin tamamı için yıkım kararı hala duruyor. Şimdi de bunu nasıl aşacaklarına ilişkin bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorlar.

Ermeni cemaatine mensup kişilerden, kiliselerden, patrikhaneden çadır ve konteyner desteği yapılmış köye, AFAD da 2 tane (yazıyla iki) konteyner vermiş. Uluslararası cemaatten de destek bekliyorlar, ama köyde tapular kişisel değil, aile üzerine miras olarak geçtiği ve belgelere yansıtılmadığı için zorluk yaşıyorlarmış.

Vakıflı’da köyün tam ortasına, altı ay önce inşa edilmeye başlanan “gastronomi köyü” ikinci ziyaretimizde neredeyse bitmiş. 24 dönüm arazi üzerindeki “köy içindeki köy”de konaklama tesisleri için düzenlemeler yapılıyor. Tek katlı, yeni binalar oldukları için depremden etkilenmemişler, köyle bağlantısız, bağımsız öylece sırasını bekliyorlar.

Çay ocağındaki toplantının konusu, onarımlar ve inşaatlardı. Konteyner ve çadırlara yerleştirdikleri insanları, az hasarlı olandan başlayarak onardıkları ve/ya yeniden inşa ettikleri evlere yerleştirmeye başlayacaklarmış. Sonra orta hasarlı ve ağır hasarlı olanları, sırayla…

“Evine taşınanlar konteynerleri boşalttıkça, diğer insanları yerleştireceğiz. Tamamdır yani, düzelteceğiz. Bir iki yıl içinde eski günlerimize döneriz diye umut ediyoruz.”

Sözünü “Hadi inşallah” diyerek bitiriyor.

Ne diyelim; “İnşallah”!!!

Devam edecek…

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-1] Altı ay sonra Antakya…
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-2] Antakya sokaklarında: ‘Bu bir sistemin çöküşüdür’
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-3] Gidenler, kalanlar…
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-4] Depremzede hayvanların çıkaramadıkları ses olun: Kaderimiz de ortak kederimiz de…

 

Sputnik Türkiye’de grev: Anayasa çiğnendi, ikna odaları kuruldu

Türkiye Gazetecilik Sendikası (TGS) toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uzlaşılamaması nedeniyle Sputnik Türkiye’de, greve başladı. Rusya Devlet Radyosu Sputnik‘in Türkiye şubesinin yönetimi gazetecileri işten çıkarmıştı. Karar üzerine bugün Sputnik Türkiye’nin Süzer Plaza’daki ofisinin önünde basın açıklaması gerçekleştirildi.

‘Küçülme’ye gidilmesi gerekçesiyle basın emekçileri işten çıkarılmış, TGS greve çıkılacağını duyurmuştu. Ofisin önüne grev pankartları asıldı. Adil ücret ve atılan çalışanların yeniden işe alınması yönündeki talepler ise bir kez daha dile getirildi.

Sputnik Türkiye’nin ofisi önünden bir de basın açıklaması gerçekleştirilerek “Tüm iyi niyetimiz, çözüm odaklı yaklaşımlarımıza rağmen işverenin hukuk dışı uygulamaları, çözümsüzlük dayatmaları nedeniyle bugün Sputnik’te grevimize başlıyoruz” denildi.

“Sputnik Türkiye İrtibat Bürosunda aylardır üyelerimizin haklarım alabilmek için mücadele ediyoruz. İşveren temsilcileri ile 10’a yakın görüşme yaptık. Niyetimiz, üyelerimizin yaşam koşullarını biraz daha iyileştirmek oldu. Buna rağmen işveren çözümsüzlük dayattı ve 24 üyemizi işten attı” ifadelerine yer verilen açıklamanın devamında şunlar aktarıldı:

‘Anayası çiğnedi, ikna odaları kuruldu’

“Ülkemiz ağır bir ekonomik kriz yaşıyor. Aldığımız ücretler ile ayın ortasını getiremiyoruz. Buna rağmen ücret zammı konusunda Sputnik işvereni, tüm görüşmeler boyunca bir teklif dahi vermedi. İşte, biz bugün bu yok sayan anlayışa karşı grevdeyiz.

Yıllardır maruz kaldıkları düşük ücret politikasına dur diyen Sputnik çalışanları sendikamıza üye oldu. Tek amaçları, verdikleri gayret ve emeğin karşılığında daha iyi bir ücret almak. Bu doğal iyi ve yasal olan niyete karşılık işveren temsilcileri aylarca süren oyalamanın ardından kanunlarımızı ve Anayasamızı çiğnedi, işyerinde kurduklan ikna odaları ile sendikasızlaştırma operasyonuna başladı. Denedikleri her yol başarısızlıkla sonuçlandı. Sputnik Türkiye ofisinde çalışan meslektaşlarımızın birliğini bozamadılar. Son çare, aralarında işyeri temsilcimiz de olan 24 üyemizi işten attılar. Böylece sendikalaşmayı bitireceklerini sandılar. Ama gelin görün ki yine buradayız.

İşten atılan üyelerimizle buradayız! Bu şekilde korkutmayı amaçladıkları üyelerimizle buradayız.

İçeride kalanlar ise işveren temsilcileri, yöneticiler ve ne yazık ki mesleki dayanışmanın önemini henüz bilmeyen çalışanlar. İşveren temsilcileri ve yöneticileri size sesleniyorum! Eğer bu kanunsuz eylemlerinize devam ederseniz bu ülkede yasaların olduğunu yaptığınızın suç olduğunu çok yakında göreceksiniz.

Çalışmaya devam edenlere sesleniyorum! Size ne verildi ya da teklif edildiyse bu grevi kırmak içindir. Yeriniz işçi sınıfının, grevdeki arkadaşlarınızın yanıdır. Hiçbir makam ya da para, mesleki dayanışmadan kıymetli değildir.

Ayrıca buradan kadrolu olmayıp program yapan meslektaşlarıma sesleniyorum. Program yapmayın, grev kırıcı olmayın. Bu ne ahlaka ne yasaya ne de meslek ilkelerine sığar.

Bu grevi kırmak için Moskova’da işe alınan Türkiye vatandaşı meslektaşlarıma sesleniyorum! Türkiye ile ilgili haber yapmayın, grev kırıcısı olmayın. Dayanışmaya elbet sizin de ihtiyacınız olur. Yeriniz, grevdeki meslektaşlarınızın yanıdır.

Son olarak Sputnik dinleyici ve okurlarına sesleniyorum: Yıllardır sizlere bu kaliteli işleri yapan gazetecileri yalnız bırakmayın, dayanışma gösterin. Bu gazeteciler sizlere yeniden kaliteli haberlerin ulaşmasını sağlayacak olanlardır.

Bu uyarıları yapıyoruz diye kimse yanlış anlamasın. Moralimiz de inancımız da güçlü! Sputnik’i Sputnik yapanların tamamı burada. Bu grevin başarıyla sonuçlanacağına hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bu grev Türkiye’de güvencesiz ve düşük ücretle çalışan tüm gazetecilerin grevidir.

Bugün buraya grev pankartımızı asıyoruz.

24 üyemiz işe geri alınacak, taleplerimiz kabul edilecek ve toplu iş sözleşmesi imzalanacak. İşte o zaman bu grev pankartı inecek.

Kazanacağız, çünkü haklıyız.”

Rapor: LGBTİ+’lara yönelik şiddet, afette de vardı, sonrasında da sürüyor

Barış için Kültürel Araştırmalar Derneği’nin (bakad) yayımladığı rapora göre deprem sonrası, bölgedeki LGBTİ+’lar anayasal haklarından mahrum bırakılarak iktidar eliyle ayrımcılığına maruz bırakıldı.

bakad’ın, beş aylık bir izleme sürecinin sonunda çıkan, “Deprem Sonrası LGBTİ+’larla Dayanışma” adlı raporu yayımlandı. Aysel Fidan ve Atalay Göçer tarafından hazırlanan raporda, olanaklar ve sınırlılıklar bağlamında LGBTİ+’lara yönelik destek çalışmaları aktarılıyor.

Sahada örgütlenmeye ve birlikte hareket etmenin yararına dikkat çekilen raporda, ilk süreçten bu yana LGBTİ+’lara yönelik çalışmalarda ve çalışmaları yürüten insan kapasitesinde azalma görüldüğü belirtiliyor.

‘Yapısal ve kültürel şiddet, afet sonrasında da varlığını sürdürüyor’

Kahramanmaraş merkezli depremler, 14 milyondan fazla kişiyi etkilediği belirtilen bir felaketin izlerini taşıyor. Depremin yarattığı etkilerin ardından başlatılan çalışmalar, birçok temel ihtiyacın halen karşılanabilir durumda olması sayesinde devam ediyor. Ancak LGBTİ+’ların resmi kurumlar tarafından desteklenmemesi ve afet sonrası da sürdürülen yapısal ve kültürel şiddet, ciddi bir mesele olarak öne çıkıyor.

Rapora göre, LGBTİ+ topluluğuna destek verme konusunda sınırlı sayıda sivil toplum örgütü ve bağımsız aktivist devreye giriyor. LGBTİ+ hakları konusundaki bu çaba, deprem sonrası yaşam hakkıyla doğrudan ilişkili olan beslenme, temiz suya erişim, barınma ve sağlık gibi temel ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir rol üstleniyor. Resmi makamların yetersizliği, bu konuda sorumluluk almak zorunda kalan sivil toplum örgütlerini ve bağımsız aktivistleri sahada daha etkin kılmış durumda. Bu bağlamda afet yönetiminde devletin zafiyeti ve homofobi/transfobi sonucu oluşan tablo şöyle aktarılıyor:

“Devletin yükümlülüklerini yerine getirmemesi ne yazık ki Türkiye’de ilk defa karşılaşılan bir durum değil. Dolayısıyla sivil toplum örgütleri ve bağımsız aktivistlerin afetten hemen sonra sahada hazır bulunmalarının, sistematik olarak LGBTİ+ dışlayıcı uygulamalara dair bir hafızadan kaynaklandığı tahmin edilebilir.”

LGBTİ+’ların temel ihtiyaçları göz ardı ediliyor

Türkiye’deki afet yönetiminin tek tip ve çeşitliliğe kapalı olarak yürütüldüğünün aktarıldığı raporda ihtiyaçların bireyselliğinin göz ardı edildiği ifade edilirken afet yönetiminin LGBTİ+’ları yok sayarak yürütüldüğü şu şekilde belirtiliyor:

“LGBTİ+’ların hormon, hijyen kiti, yalnız kalmama/dayanışma, geçici yer değiştirme/ulaşım, barınma gibi ihtiyaçları afet sonrası ilk göz ardı edilenlerden. Hâlbuki her birey farklı ihtiyaca sahip olabilir ve her kırılgan grubun tarif edebileceği temel ihtiyaç diğerinden farklılaşabilir. Bu açıdan özellikle toplanma alanlarında sunulan çadır seçeneği bir trans için uygun bir seçenek olmayabilir.”

Destek çağrısı

Raporun sonuç kısmında ise sürece dair dikkat çekici tespitlere işaret edilerek daha fazla desteğe ihtiyaç olduğu belirtiliyor:

“6 Şubat depremlerinden sonra LGBTİ+’lara yönelik destek amaçlı yürütülen çalışmaları pek çok boyutuyla bu izlemeye dahil etmeye çalıştık. İzleme kapsamına giren 5 aylık döneme bakıldığında, afet sonrası yürütülen çalışmaların ve bu çalışmaları yürüten insan kapasitesinin ilk süreçlere nazaran nicelik olarak düştüğü görülüyor. Etkilerinin uzun yıllar devam edeceğini öngördüğümüz afetle birlikte, ihtiyaçların da dönüşerek ve çeşitlenerek canlılığını koruyacağını tahmin ediyoruz. Dolayısıyla gelişmeleri yakından izleyerek yeni ihtiyaçları ve olası riskleri tespit etmek ihtiyaçların karşılanabilmesi ve risklerin giderilebilmesi için büyük önem taşıyor. Bununla birlikte Türkiye’nin pek çok yerinde afetten etkilenen LGBTİ+’lara yönelik sistemli çalışma yürütebilecek, gerekli kaynak, kapasite ve motivasyona sahip daha fazla bağımsız aktiviste ve sivil toplum örgütüne ihtiyaç olduğunu söylememiz gerekiyor.”

Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri’nin durdurulması için Bakanlığa başvuru yapıldı

Muğla, Milas‘taki Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri’nde gerçekleştirilen faaliyetlerin durdurulması için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘na başvuruda bulunuldu.

Bakanlığın Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının geçtiği ÇED İzin ve Denetim Genel Müdürlüğüne yapılan başvurularda söz konusu santrallerin kuruldukları günden bu yana havayı, suyu, toprağı kirleterek çalışmaya devam ettiğine dikkat çekildi.

“31 Aralık 2019 bu santrallerin çevre yatırımlarını tümüyle tamamlamak için son tarihti. Santraller kendilerine hukuken tanınmış süre içinde bu yatırımları tamamlamadıkları gibi bugün dahi çevre yatırımları hala tümüyle tamamlanmış değildir. Buna rağmen santrallere çevre izni verilmiş olması hukuka aykırıdır” ifadelerini kullanan çevre aktivistler adına yapılan başvuruda talepler dile getirildi.

İkizköylülerin gönüllü avukatı Arif Alı Cangı’nın Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı ve Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme Ve Dayanışma Derneği (KARDOK) adına hazırladığı başvuru metninde Kemerköy Termik Santrali’yle ilgili şu taleplere yer verildi:

  • Öncelikle 2 Ağustos 2023 tarihli çevre izninin iptalini
  • Buna ek olarak gerekli şartları sağlamıyor olması sebebi ile 2 Ağustos 2023 tarihli lisanların da iptalini ve
  • Bu doğrultuda mevzuata aykırı çalıştığı sabit olan santralin Çevre Kanunun 15. Maddesi ve Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği’nin 14. Maddesi uyarınca süre verilmeksizin faaliyetinin derhal durdurulmasını, 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. Maddesi gereğince talep ediyoruz.

Yeniköy Termik Santrali’yle ilgili yapılan başvuruda ise şu talepler yer alıyor:

  • Öncelikle 11 Mart 2022 tarihli çevre izni ve lisanslarının iptalini
  • Bu doğrultuda mevzuata aykırı çalıştığı sabit olan santralin Çevre Kanunun 15. Maddesi ve Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği’nin 14. Maddesi uyarınca süre verilmeksizin faaliyetinin derhal durdurulmasını talep ediyoruz.

Başvurularda devletin görevleri devlete hatırlatıldı:

“Bununla birlikte, insan sağlığı ve çevrenin korunması da devletin başta gelen
anayasal ödevi ve herkesin insani görevidir. Nitekim Anayasa’nın 56’ncı maddesinde, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu hususu da hüküm altına alınmıştır. Devletin çevreyi koruma ödevi gerekli mevzuatın yürürlüğe konması ve mevzuata uygunluğun denetlenmesi suretiyle yerine getirilir.”

Son olarak santralleri işleten şirketin dahi yatırımların hala tamamlanmamış olduğunu beyan ettiğini ifade eden İkizköylüler, faaliyetlerin acilen durdurulmasını talep etti:

“Yıllardır devam eden bu hukuksuzluğun bugün itibari ile sona erdirilmesi, hukuka aykırı verilmiş olan çevre izinlerinin iptal edilmesi için Bakanlığa başvurumuzu yaptık. Çevre İzni olmayan santraller çalıştırılamaz acilen faaliyetlerine son verilmelidir.”

Yeniköy ve Kemerköy
Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin bedelini kim ödüyor?

Turkiye’s climate minister: New temperature record set in Eskişehir as mercury hits 49.5°C

0

Minister of Environment, Urbanisation and Climate Change Mehmet Özhaseki announced that Turkiye‘s new temperature record was set in Eskişehir due to the heatwave effecting parts of the country.

Minister Özhaseki announced on social media platform Twitter that the 49.5°C temperature recorded in Sarıcakaya district of Eskişehir on August 15 was the new national temperature record.

Basing his post on the data of the ministry, Özhaseki stated that the previous record was measured in Cizre district of Şırnak with 49.1°C on 20 July 2021.

Data released by the General Directorate of Meteorology the previous day showed that temperatures in Hatay‘s Hassa district had reached 50°C on August 14, setting a new national record.

‣ New national temperature record broken in Turkiye: Hatay’s Hassa district reaches 50°C

Minister calls for climate conscience

Referring to the Nationally Determined Contribution (NDC) that Turkiye submitted to the United Nations as required of after becoming a party in 2021 to the 2015 Paris Agreement, Minister Özhaseki said, “In this sense, I call on everyone to show sensitivity in line with our 2053 Net Zero Emission and Green Development targets put forward by our President Recep Tayyip Erdoğan to combat climate change.”

On the other hand, within the scope of the Paris Agreement, countries that are party are expected to reduce their greenhouse gas emissions by 40 per cent by 2030, and reach the net zero emission target in 2050. The latest NDC submitted by Turkiye to the UN, however, indicates that the country’s emissions will continue increasing and peak in 2038, and the net zero target will be achieved in 2053.

Turkiye’s stance on reducing emissions from the use of fossil fuels, particularly the continued use of coal-fired power plants, has been harshly criticized by UN officials and countries around the world.

Climate scientists evaluating Turkiye’s NDC also point out that with a climate policy that envisages a peak in emissions in 2038, it will be impossible for Turkiye to achieve the net zero target in 2053.

‣ ‘With Declaration of National Contribution submitted, it has become impossible for Turkiye to reach net zero in 2053’

Orman Yangınlarından Korunma Rehberi ve Yangına Dayanıklı Bitkiler Atlası yayımlandı

Çevre koruma eylemcisi ve yazarı, Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Umur Gürsoy’un kaleme aldığı “Orman Yangınlarından Korunma Rehberi ve Yangına Dayanıklı Bitkiler Atlası” kitabı Türk Tabipleri Birliği Yayınları tarafından e-kitap olarak yayımlandı.

Orman yangınları ile mücadele konusunda kaynak niteliğine sahip olan ve orman yangınlarına karşı bütünlükçü bir mücadelenin çerçevesini çizmeyi amaç edinen kitap, hükümet kuruluşları, belediyeler ve sivil toplum örgütleri için olduğu kadar orman yangınlarıyla karşı karşıya kalabilecek olan bireylerin de bilinçlenmesini hedefliyor. Bu özelliğiyle kitap, afet öncesinde, afet sırasında ve afet sonrasında kısa, orta ve uzun dönemde bireylerin kendi başlarına alabilecekleri önlemleri ve bu önlemleri kendi başlarına nasıl uygulayabileceklerini de okurlarına aktarmayı amaçlıyor.

Umur Gürsoy’un bir dileği de var; “Lütfen içindekiler, sunum ve önsözü okumadan geçmeyiniz. Hedef kitlemiz olan Orman içi-Bitişiği Köy, Mezra, Çiftlik, Yazlık ve Yayla Evleri İle İstasyon, Şantiye ve Turizm İletmesi Binaları sahipleri ile medya ve sivil toplum örgütleri ile paylaşınız. Ülkemizi ancak ve ancak bizler koruyabiliriz. Paylaşmanız ve okuyup kendi orman içi-bitişiği binalarınızda uygulayıp uygulatmanız dileği ile. Çünkü Aragon‘un dediği gibi: ‘Hiçbir şeyi korumuyorlar; o da bize düşüyor'”.

Detaylı kitabın uzun bir öyküsü de var. Dr. Umur Gürsoy kitabı, Temmuz 2021’de yaşadığımız ve günlerce süren büyük Manavgat-Marmaris yangınından sonra yazmaya karar verdi ve çeşitli uzman görüşleri de aldıktan sonra, Ocak 2023’de tamamladı. Türk Tabipleri Birliği tarafından yayınlanmasına karar verilen kitabın yayını ise 6 Şubat’ta yaşadığımız Kahramanmaraş Depremi nedeniyle; gecikti. Mayıs 2023’de TTB tarafından yayını için tekrar karar alınan kitap; Ağustos ayı başında TTB yayınları içinde yerini aldı.

2015 yılı TTB Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü’nün de sahibi olan Dr Umur Gürsoy’un daha önce yayınlanmış çeşitli kitapları da var. Dikensiz Gül Temiz Enerji”, “Enerjide Toplumsal Maliyet ve Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları” ve Gavurdağı’nın Başkanları isimli üç kitabı bulan Gürsoy Çernobil Kazasının Sağlık Sonuçlarıve Çernobil Halk Mahkemesi isimli iki çeviri kitabı da yayınladı. TTB ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) tarafından yayınlanan çok sayıda kitapta ve raporda da bölüm yazarlıkları var.

TTB Halk Sağlığı Kolu Akkuyu Nükleer Güç Santrali Projesi ÇED Raporu Değerlendirmesi isimli raporunun yazarlarından da olan Dr. Umur Gürsoy’un Orman Yangınlarından Korunma Rehberi ve Yangına Dayanıklı Bitkiler Atlası” kitabını TTB Kütüphanesinden; https://www.ttb.org.tr/kutuphane/ormanyangin.pdf bağlantısından ücretsiz olarak indirebilirsiniz..

Tosyalı Holding İskenderun’da: Deprem yok sayıldı, ormanlık alana proje

Tosyalı Holding, 20 binden fazla insanın depremde hayatını kaybettiği Hatay’ın İskenderun ilçesinde yeni talan projeleri için harekete geçti. Holdinge ait Tosyalı Demir Çelik Sanayi A.Ş. tarafından Sarıseki Mahallesi’nde cüruf geri kazanım tesisi yapmak için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvuruda bulunuldu.

BirGün‘den Aycan Karadağ‘ın aktardığına göre; proje dosyasında yer alan bilgilere göre tesiste, Tosyalı Demir Çelik San. A.Ş. ve Tosçelik Profil ve Saç Endüstri A.Ş. faaliyetlerinden kaynaklanan cüruf atıklarının geri kazanım işinin yapılması planlanıyor.

Tesis, 3,8 hektarlık ormanlık alana kurulmak isteniyor. Proje alanına 500 metre mesafede yerleşim yeri bulunuyor. Proje alanının çevresinde ise dereler yer alıyor. Tesise günlük dört bin ton, yıllık ise 1 milyon 200 bin ton cüruf taşınacak. Proje bedeli ise 85 milyon 143 bin TL olarak belirlendi.

‣Tosyalı yine vergilerden arındırıldı
‣Ekolojik yıkımla gelen sadaka: Erdoğan seçim öncesi gaz dağıttı
‣Kurtlar sofrası: Büyük balık, küçük balığı yuttu

Deprem yok sayıldı

Şirket dosyada, 6 Şubat tarihinde Maraş merkezli depremden kentin etkilendiği fakat proje alanının olumsuz etkilenmediğini belirtti. Açıklamada, “Proje alanı Hatay ilinde yer almakta olup, 6 Şubat 2023 tarihli Maraş merkezli depremlerden etkilenen deprem bölgesinde yer almaktadır. 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen doğal afet ‘deprem’ sebebiyle proje alanında herhangi bir olumsuz durumla karşılaşılmamıştır” denildi.

Öte yandan nisan ayında ise şirketin ilçede yapmak istediği Filmaşin (Kangal) Haddehane Tesisi projesi için Bakanlık, çevresel etki değerlendirme (ÇED) olumlu kararı verdi. İkinci Organize Sanayi Bölgesi’nde yapılması planlanan projenin maliyeti ise 1 milyar TL. Tesiste yılda 900 bin ton üretim yapılacak. Proje dosyasında 6 Şubat’ta yaşanan depremler ise yer almamıştı. Bölgede yaşanan son yıkıcı depremin 1872 yılında olduğu belirtilmişti.

Tosyalı Holding’in sahibi Fuat Tosyalı aynı zamanda Türkiye Varlık Fonu’nun da yönetim kurulu üyesi. Ayrıca İskenderun Belediye Başkanı AKP’li Fatih Tosyalı’nın abisi olan Fuat Tosyalı, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla biliniyor.

Hatay’ı adeta kuşatan Tosyalı Holding için Hatay Büyükşehir Belediyesi Başkanı Lütfü Savaş, ‘imtiyazlı aile’ ifadelerini kullanmıştı. Savaş daha önce yaptığı açıklamada, Tosyalı ailesinin kentteki rant ve talan projelerine isyan etmişti.

Savaş, “İskenderun ilçesinde 80 dönüme bizden izinsiz oldubittiye getirerek dolgu yaptılar. Başka yerlere de dolgu yapacaklar. Ormanda bin 80 dönümlük bir arazi var. Çalışmalara bakın burayı altüst etmişler. Ormanı katletmişler. Ormanlar ve denizler hepimiz için var ama bu yerler gözümüzün yaşına bakılmadan bir aileye veriliyor. Onlar da buraları yıkıp depolama alanı yapıyor. Bu aileyi diğer insanlardan ayıran özellik nedir” diyerek tepki göstermişti.

Aktivistler Cengiz Holding önünde, şirketin ağaç katliamına tepki gösterdi

Ekoloji aktivistleri dün (16 Ağustos) Cengiz Holding‘in Ankara ve İstanbul‘daki şirket binaları ve Çanakkale‘deki Truva Atı heykelinin önünde Kazdağları için eylem gerçekleştirdi.

“Kazdağları’ndan defol Cengiz ağaç katlettiğini, biliyor, görüyoruz, saklamaya çalışma! Kestiğin her ağacın tek tek hesabını soracağız!”

Bu ifadelerle şirkete seslenen İklim Adaleti Koalisyonu, Validebağ Gönüllüleri, ODTÜ Çevre Topluluğu ve Kazdağları Ekoloji Platformu‘ndan ekoloji aktivistleri Kazdağları’ndaki ağaç kesimlerine dikkat çekti.

Eşzamanlı yapılan eylemlerde Cengiz Holding’in Kazdağları’nda Halilağa Bakır Madeni projesi için şantiye alanı inşasında Orman Müdürlüğü gözetiminde ağaç kestiği ifade edildi.

Kazdağları’ndan Cengiz Holding’e ikinci dava: Bakanlığın şirket kurtarıcı yönetmeliklerine sığındı
‣ Cengiz Holding’e Halilağa’da geçit verilmedi: Hiçbir maden projesi Kaz Dağları’ndan daha değerli değil
‣ Kazdağları’nda Cengiz Holding’in projesine bilirkişi raporu: ‘ÇED olumlu kararı’ uygun değil

Cengiz Holding aynı zamanda bir süredir Devlet Su İşleri (DSİ) eliyle madende kullanılmak üzere ihtiyaç duyduğu su için gölet inşaatlarına da başlamıştı. Bölgedeki Kazdağları Kardeşliği ve Kazdağları Ekoloji Platformu üyeleri ise söz konusu projeye karşı hukuki olarak itirazda bulunmuş, dilekçelerini ilgili kurum ve kuruluşlara iletmişti. Kesilen her ağacın tek tek hesabını soracağını vurgulayan aktivistler gelecek günler için de eylem hazırlığında bulunduklarını bildirdi.

Ne olmuştu?

Cengiz Holding, 21 Şubat’ta Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi için ÇED raporuna rağmen aykırı bir şekilde sondaj faaliyetleri gerçekleştirmişti.

Alınan bilirkişi raporu, çevre örgütlerinin lehine çıkmıştı. Yöre halkı da proje için üç ayrı su kaynağı öngörülmesi sonrası projeye yoğun bir tepki göstermişti. Ayrıca ÇED’de sondaja da izin verilmemişti. Çan Çevre Derneği’nden Ümran Aydın “Bir bölgenin suyunu komple kesmek çok büyük bir haksızlık ve asla kabul edilemeyecek bir durum” diyerek projenin bölgedeki su kaynaklarına ve vatandaşa maliyetinin boyutuna dikkat çekmişti.

Bölge halkının açtığı dava sonucunda 6 Aralık’ta Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi kararı iptal etmiş, şirket ise proje için yeniden başvurmuştu.

Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi‘ için verilen ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu’ kararının daha önce yürütmesi de durdurulmuştu.

Bakanlık iptal edilen proje için 14 Mart tarihinde yeniden ‘ÇED olumlu’ kararı vermişti. Vatandaşlar bu kararın iptali için yeniden dava açmıştı.

Son karara karşı açılan dava sürerken şirket köylülere tebligat gönderdi. Cengiz Holding‘e bağlı Truva Bakır Maden İşletmeleri A.Ş., köylülere arazilerini satmaları için pazarlık teklifinde bulundu.

Şirketin vatandaşları pazarlığa davet ettiği, gelmemeleri halinde vatandaşın sahip olduğu araziler için Bakanlığa başvurulacağını belirttiği tebligatta şu ifadeler yer aldı:

“Sayın Muhatap; müvekkil şirket 89430 Ruhsat Numarası ile madencilik faaliyetleri sürdürmektedir. Anılan ruhsat alanı içinde yukarıda tapu bilgileri belirtilen maliki/paydaşı olduğunuz taşınmaz, müvekkil şirketin söz konusu ruhsat kapsamında işlettiği madencilik faaliyeti için gerekmektedir.

Bu nedenle; öncelikle müvekkil şirket tarafından söz konusu taşınmazın satın alınması için 1 Ağustos 2023 tarihi saat 11:00’de tapuda Çanakkale İli, Çan İlçesi, Etili Köyü, 1624 Parselde kayıtlı, Truva Bakır Maden İşletmeleri A.Ş. Etili Şubesi, Etili Köyü Köy Sok. No: 129/1A Çan/Çanakkale adresindeki yemekhanesinde pazarlık görüşmeleri yapılacaktır.

Pazarlık görüşmelerine katılmadığınız ya da görüşmelere katılıp da satış konusunda anlaşamadığımız takdirde durum Noter marifetiyle tespit edilecek ve bunun sonucunda da 3213 sayılı Maden Kanunu ve ilgili mevzuat uyarınca taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre kamulaştırılması için ilgili Bakanlığa/Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğüne talepte bulunulacaktır. Bilgi ve gereği saygılarla rica olunur ”

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Derneği Başkanı Süheyla Doğan ise Cengiz Holding’in bir yandan da madenin ihtiyaç duyacağı suyu temin için Hacıbekirler 1 ve 2 adlı göletleri yapmak üzere Devlet Su İşleri (DSİ) ile yaptığı protokol kapsamında, su temin işlemlerini de yürütmeye devam ettiğini belirtmişti.

Cengiz Holding’den Kazdağları’nda ‘ya pazarlık ya kamulaştırma’ teklifi: Arsanız madencilik için gerekiyor

SHURA: Elektrifikasyon, Türkiye’nin enerji talebini 2053’te 127 TWh azaltabilir

Yeni bir rapor, Türkiye‘de elektrifikasyonla konutların ve sanayinin toplam nihai enerji talebinin 2053 yılında 127 TWh azalacağını, bu sayede gaz ithalatının 22,8 milyar metreküp karbon emisyonunun 43,6 milyon ton azalacağını gösteriyor.

SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi tarafından yayımlanan ‘Türkiye’de Konut ve Sanayi Sektörünün Elektrifikasyonu’ başlıklı rapora göre, elektrifikasyonla sanayide doğrudan elektrik kullanım payı 2053 yılında yüzde 28’den yüzde 46’ya çıkacak.

Türkiye’de konutlarda ısınmanın ve sanayideki ısı proseslerinin elektrifikasyon potansiyellerini teknik ve ekonomik açıdan analiz eden raporda, yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin kullanılması ve yüksek verimliliği sayesinde elektrifikasyonun, Türkiye’nin ithalat bağımlılığını azaltacağına ve enerji arz güvenliğini güçlendireceğine dikkat çekiliyor. Diğer yandan enerji maliyetlerinde de avantaj sunacağı ve enerji sektörünün karbonsuzlaşmasına önemli katkılar sağlayacağı ifade ediliyor.

‘Enerji arz güvenliğinin sağlanması için önemli’

SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi Direktörü Alkım Bağ Güllü, “Bir makine veya sistemin, elektrik kullanır hale dönüşümünü ifade eden elektrifikasyon ile benzinli araçlardan elektrikli araçlara, gaz ile çalışan kombilerden ısı pompalarına ve elektrikli ocaklara geçiş yapılıyor” dedi.

Elektrifikasyonu, enerji sektörünün karbonsuzlaşması için en önemli stratejilerden biri olarak değerlendiren Güllü, “Türkiye Paris Anlaşması’nı imzaladı ve 2053 yılına kadar net sıfır sera gazı emisyonlu bir ekonomiye ulaşma taahhüdü var. Net sıfır emisyon hedefi, fosil yakıt kaynaklarından yenilenebilir enerjiye dayalı bir sisteme geçişi gerektiriyor” diye konuştu.

Güllü, küresel olarak elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kullanımı ile karbonsuzlaşma yolunda önemli aşamalar kaydedilirken sanayi, konut ve ulaştırma gibi enerji-yoğun son kullanıcı sektörlerin hâlâ yoğun olarak fosil yakıtlara bağımlı olduğunu vurguladı ve ekledi:

“Yenilenebilir enerji kullanımının son derece sınırlı olduğu bu sektörlerin elektrifikasyonu, kullanılan elektriğin yenilenebilir enerji kaynakları kullanılarak üretilmesi ile tüketim tarafındaki fosil yakıtların yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ikame edilmesini sağlayacak. Bunun yanı sıra elektrifikasyon, dijital teknolojiyle birleştiğinde enerjinin akıllı ve verimli kullanılmasını sağlayan ve son kullanıcı sektörler için önemli tasarruf sağlayan bir süreç.”

Güllü, elektrifikasyon oranının artmasının, enerjide dışa bağımlılığı yüksek olan Türkiye’nin enerji ithalatının ve cari açığının düşürülmesi, enerji arz güvenliğinin sağlanması için de son derece önemli olduğunu belirtti.

‣ Gelişmiş ekonomilerde azalan elektrik tüketimi bu yıl küresel talep artışını düşürüyor

Elektrifikasyon gaz ithalatını düşürecek, emisyonu azaltacak

Raporda, elektrifikasyonla konutların ve sanayinin toplam enerji talebinin 2053 yılında 127 TWh azalacağı belirtiliyor. Türkiye’nin 2021 yılındaki 287,4 TWh olan fosil yakıt tüketimi ile karşılaştırıldığında bu önemli bir seviye. Bu dönüşüm, 2053 yılında gaz ithalatını 22,8 milyar metreküp ve karbondioksit emisyonunu 43,6 milyon ton azaltacak. Türkiye’nin 2021 yılındaki gaz tüketimi 60 milyar metreküp olmuştu. Raporda, geriye kalan fosil yakıtların yerini ise yeşil hidrojen, biyokütle ve sentetik gazların almasının beklendiği kaydediliyor.

SHURA, ısı pompaları ve diğer elektrikli teknolojilerin sanayide 150-200°C‘ye kadar olan ısıtma taleplerini karşılamak için çok uygun bir seçenek olduğunu ifade ederken binaların tüm ısıtma ihtiyaçlarını karşılayabileceğini de vurguluyor.

Düşük sıcaklık (<200°C) gerektiren endüstriyel proseslerde tam olarak kullanılabilen ısı pompaları ve diğer elektrikli teknolojiler, yüksek sıcaklık ihtiyaçlarında ise fosil yakıt tüketimini azaltmak için ön ısıtıcı olarak da kullanılabiliyor. Isı pompalarının COP olarak tanımlanan ısı performans katsayısı (elde edilen ısı enerjisi ile tüketilen elektrik enerjisi arasındaki oran) değerlerinin pratikte 2,5-3,5 arasında olması sebebiyle elektriğin fosil yakıtlara göre fiyat dezavantajı da ortadan kalkıyor.

Isı pompaları fosil yakıtlı teknolojilere oranla 3-5 kat daha verimli

Çalışmada, Türkiye’de toplam enerji tüketiminin içindeki elektrifikasyon seviyesinin yaklaşık yüzde 20 düzeyinde olduğu vurgulanırken ulaşım sektörü ve sanayide hammadde olarak kullanılan fosil yakıtlar hariç tutulduğunda elektrik tüketiminin enerji tüketimi içindeki payının yüzde 28 olduğuna dikkat çekiliyor. Bu kapsamdaki nihai enerji tüketiminin yüzde 6’sı yenilenebilir kaynaklardan karşılanırken yüzde 66’lık kısmı ise fosil kaynaklardan elde ediliyor. Konutlarda enerji kullanımına gelince, Türkiye’de binaların yüzde 60’ı gaz, yüzde 34’ü kömür ile ısıtılırken elektriğin payı yaklaşık yüzde 6.

Raporda, ısı pompasının yüksek verimi sayesinde binalarda ısınma için en uygun teknoloji olduğuna dikkat çekiliyor. Gaz kombi/kazanlarının verimi yüzde 85-90 düzeyindeyken ısı pompaları kullanılan elektriğin yaklaşık 3 ila 5 katı kadar ısı üretebiliyor.

Konut tipi hava kaynaklı ısı pompalarının ısı performans katsayısı, yani COP’u Türkiye’de ortalama yaklaşık 2,75. COP değerinin 2’nin üzerinde olması ve hem elektrik hem de gazın serbest piyasadan temin edilmesi durumunda, günümüzde ısı pompalarının işletme maliyetleri açısından gaz ile rekabet edebilecek düzeyde olduğu görülüyor, ancak Türkiye’de hem düzenlemeye tabi perakende elektrik tarifelerinde hem de gaz tarifelerinde sübvansiyon uygulanıyor. Günümüzde mevcut sübvansiyonlar dikkate alındığında ısı pompaları, yalnızca COP oranı 4 seviyesinden yüksek olduğunda rekabetçi olabiliyor. Sübvansiyonların kaldırılmasının ya da azaltılmasının ısı pompalarının yaygınlaşmasına olumlu etki yapacağı sonucu ortaya çıkıyor. Sübvansiyonların kaldırılması, nihai tüketici üzerindeki dolaylı maliyeti de kaldırabilir.

‣ Shura: Türkiye 2053’te net sıfır hedefine ulaşabilir

Net sıfır hedefi elektrikli teknolojilerin önünü açacak

Raporda, elektriğin çatı üstü güneş enerji santrali (çatı üstü GES) tarafından sağlanması halinde, ısı pompasının enerji maliyetinin sübvansiyonlu gaz tarifelerine kıyasla daha ekonomik olacağı ifade ediliyor. Isı pompalarının ilk yatırım maliyetinin yüksek olması, dönüşümü yavaşlatıyor, ancak yatırım maliyetlerinin önümüzdeki yıllarda düşeceği öngörülüyor.

Çalışmaya göre gelecek yıllarda net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda, gaz fiyatlarına ek bir karbon vergisi uygulanması söz konusu olabilir. Bununla birlikte elektrifikasyonu destekleyen çeşitli politikaların ısı pompaları ve diğer elektrikli teknolojilerin gelişimini destekleyeceği düşünülüyor.

SHURA’nın ‘Net Sıfır 2053: Elektrik Sektörü için Yol Haritası’ çalışmasında ısı pompalarının payının 2053 yılına kadar konutların yüzde 67’sine ulaşması beklendiği ortaya konulmuştu.

Öte yandan elektrik tüketimi projeksiyonlarına bakıldığında, 2021 yılında konutlarda elektrik tüketimi, toplam enerji talebinin yüzde 20’sini oluştururken 2053 yılında bu oranın ısı pompası kullanımının da etkisiyle yüzde 63’e çıkacağı öngörülüyor. Konutlarda ısı pompalarının hızlı bir şekilde yaygınlaşarak elektriğin 2053 yılına kadar temel ısıtma kaynağı olması bekleniyor.

‣ ‘2030 yılına kadar yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçilebilir’

Sanayide elektrik kullanımı 2053’te yüzde 46’ya çıkacak

Raporda, sanayide elektrifikasyona azami geçişle birlikte, 2053 yılında fosil yakıtla karşılanacak 90 TWh’lik ısı ihtiyacının, 57 TWh’lik elektrikle karşılanabileceği belirtiliyor.

Elektrifikasyon sonucunda sanayide doğrudan elektrik kullanım payının 2021 yılındaki yüzde 28’lik seviyeden 2053 yılında yüzde 46’a çıkacağı tahmin ediliyor.

Elektrifikasyona ilave olarak çimento endüstrisinde biyokütle kullanımı, demir-çelik endüstrisinde yeşil hidrojen kullanımı ve farklı sektörlerdeki gaz kullanımının temiz sentetik yakıtlarla yer değiştirmesi 2053’e kadar net sıfır emisyona ulaşılmasını sağlayabilir.

Kurulum fiyatları düşecek

Sanayi için elektrifikasyon dönüşümünde ekipman, kurulum ve ilgili süreç değişikliklerinin maliyetinin genellikle yüksek olduğunun hatırlatıldığı çalışmada, ilk yatırım maliyetlerinin işletme maliyetlerinden daha az belirleyici olacağı belirtiliyor. Sanayide de konuttaki gibi fiyatların ilerleyen dönemlerde düşeceği öngörülüyor. Elektrik sisteminde yenilenebilir enerjinin payı arttıkça, elektrik fiyatlarının gaz fiyatlarından ayrışacağı ve daha ekonomik olacağı vurgulanıyor.

Serbest piyasa perakende elektrik ve gaz fiyatları dikkate alındığında, 2023 yılında kurulan bir konut tipi ısı pompasının (COP=3,0, tüketim 1,000 m3/yıl) geri ödeme süresi yaklaşık 11,9 yıl olarak hesaplanıyor. Düşecek olan ilk yatırım maliyetleri ve elektrik fiyatları sayesinde, ısı pompası 2030 yılında kurulduğunda geri ödeme süresi 9,2 yıla, 2040 yılında kurulduğunda ise 3,2 yıla inecek.

Elektrik fiyatlarının gaz fiyatlarından ayrışması nedeniyle 2041 yılından sonra elektrikli ısıtıcılarla ısınmak bile gazlı ısınma yöntemlerine kıyasla daha ekonomik olacak. Diğer yandan net sıfır hedefleri doğrultusunda fosil yakıtlar için ilave vergiler (karbon vergisi, vb.) getirilmesi durumunda bu ayrışma hızlanacak. Dolayısıyla orta ve uzun vadede elektrik fiyatları gaz fiyatlarına göre daha ekonomik olacak.

‣ SHURA Raporu: Dijital teknolojiler, yeşil enerjiye geçişi kolaylaştıracak

Elektrifikasyon hızlandırılmalı

Raporda Türkiye’de ısı pompalarının ve diğer elektrikli teknolojilerin yaygınlaşmasının hızlanması için şu öneriler getirildi:

  • Elektrifikasyonun gelişimini yavaşlatan en önemli etken, yüksek oranda sübvansiyonlu mesken gaz tarifeleri. Perakende elektrik ve gaz tarifelerindeki sübvansiyonlar tamamen kaldırılmasa dahi, sübvansiyon düzeyleri eşitlenmeli.
  • Rekabetçi enerji fiyatlarına yönelik vergi politikaları, temiz teknolojileri destekleyecek şekilde belirlenmeli.
  • Isı pompaları ve diğer elektrikli teknolojilere ilk yatırım finansmanı sağlanmalı.
  • Isı pompaları ve diğer elektrikli teknolojilere geçişte ilk olarak yeni yapılacak binaların bu sistemleri kullanması vergisel avantajlarla ya da kurulum destekleriyle sağlanabilir.
  • Konutlarda ve sanayide ısı pompaları ve diğer elektrikli teknolojileri yaygınlaştıracak iş modelleri ve hizmetleri geliştirilmeli.
  • Gaz boru hatlarının genişletilmesine yönelik politikalar, net sıfır perspektifinde tekrar değerlendirilmeli.
  • Güneş enerjisi elektrik üretimi ve ısı pompası tüketimi arasında belirli şartlar dahilinde yıllık mahsuplaşma yapılabilmeli.
  • Net sıfır emisyon hedeflerine ulaşmak ve enerji sisteminde fosil yakıtların kullanımının sonlandırılması için belirli yasal kısıtlamalar/sınırlandırmalar uygulanmalı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde yeni kriz: Öğrenci kulüplerinin odası boşaltıldı

Önce Melih Bulu, ardından da Prof. Dr. Naci İnci‘nin usulsüz bir şekilde, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü görevine atanmasından bu yana üniversitede öğrencilerin özgürlüğünü kısıtlayacak adımlar atılmaya devam ediliyor. İki yılı aşkın süredir öğrenci protestolarının devam ettiği üniversitede bu kez de öğrenci kulüplerine ait olan odalar boşaltıldı.

  Boğaziçi Üniversitesi’nde AKP’li kayyım rektöre tepki: Kabul etmiyoruz

Maraş depremlerinin ardından yapılan çalışmalarda, Boğaziçi Üniversitesi’nde bulunan dört yurt binasının depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle yaklaşık 1200 öğrenci yurtlarından çıkarılmış, okul yönetimi ise bu öğrencileri geçici olarak kulüplerin odalarına yerleştirme kararı almıştı. Ancak öğrencilerin iddialarına göre üniversite yönetimi bu odaları fakülte haline getirmek istiyor.

‘Yönetim, öğrencilerin getirdiği çözüm önerilerine kapalı’

Kulüp üyeleri, okul yönetimiyle yaptıkları görüşmelerde, kulüp odalarının taşınmasının planlandığı yerin yeterli olmadığını, burada kulüplerin çalışmalarını sürdüremeyeceğini belirtiyor. Bu süreçte çözüm odaklı hareket ettiklerini vurgulayan öğrenciler, üniversite yönetimini konteyner yurt yapmak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile buluşturduğunu fakat yönetimden “kulüp odalarının ne olursa olsun taşınacağı” şeklinde bir yanıt aldıklarını iletiyor.

Fotoğraf: Ali Aktaş

Kulüpler, taşınma kararına tepkili

Öğrenciler, okul yönetiminin kulüpleri kampüsten uzaklaştırmak için bu kararı aldığını düşünüyor. Kulüplere üye öğrenciler, kampüsten uzakta olduklarında öğrencilerin kulüplere daha az katılacağını, bunun da kulüplerin faaliyetlerini sekteye uğratacağını ifade ederken yaptıkları itirazların kabul edilmediğini bildirdi.

 

Bu gönderiyi Instagram’da gör

 

ENSO (@engineeringsociety)’in paylaştığı bir gönderi

Dört senedir çalışma yürüten bir öğrenci kulübünün üyelerince yapılan ortak açıklamada, yönetimce odaların taşınmasının planlandığı yerle ilgili şunlar söyleniyor:

“Kulüp odalarının taşınması planlanan yer, çalışma yapmaya elverişli değil. Burayı büyüklüğü itibarıyla ancak depo olarak kullanabiliriz fakat bodrum katta bulunan ve güneş almayan bu havasız alan, kulüp altyapılarını sağlıklı bir şekilde muhafaza etmeye de imkan sunmuyor.

Kulüp odalarının taşınması, yönetimin öğrencileri kampüslerden uzaklaştırmaya yönelik politikalarının çok önemli bir parçası çünkü biz birtakım görüşmelerde uzun vadede yönetimin bizi çıkarttığı yurt binasını ve güneydeki kız yurdunu fakülteye çevirmek istediğini de öğrendik. Böylece Boğaziçi Üniversitesi’nin sembolikleşen kampüsünde barınma imkanı kalmayacağı için bir gününün tamamını kampüste geçiren hiçbir öğrenci olmayacak.”

 Boğaziçi’nde direniş sürüyor: Öğrenciler yurtsuz, hocalar evsiz

Kulüp üyeleri, bu kararın öğrencilere karşı bir politika içerdiğini belirtirken durumun öğrencileri nasıl etkileyeceğine şu sözlerle dikkat çekiyor:

Güney Kampüs’te yer alan erkek yurdunun ilk katında, 27 kulübün kullandığı, 15 kulüp odası bulunuyor. Planlar, buradaki kulüp odalarını yurt odalarına çevirip yaklaşık yüz öğrencinin bu odalarda ‘üç katlı ranza’ sistemine geçerek barınmasını öngörüyor. Kulüp odalarının yurda çevrilmesi hâlinde bile binden fazla öğrencinin nerede barınacağı belirsiz.”

‘Kulüpler bizim için aynı zamanda birer okul’

Öğrencilik yıllarında kulüp üyesi olarak çalışma yürütmüş bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu kulüplerin öneminden şu şekilde bahsediyor:

“Boğaziçi Üniversitesi çok köklü bir kulüp geleneğine sahip. Kulüpler bizim için aynı zamanda birer okul. Burada birçok sanatçı, fikir insanı, önemli iş insanları yetişmiş ve bu kişilerin çoğu Boğaziçi’ndeki kulüplerde çalışma yürütmüş, hatta bazıları mesleklerini kulüplerde edindiği birikimle seçmiş. Boğaziçi Üniversitesi’nde 43 kulüp var. Bu kadar fazla kulübün çalışmalarını sürdürebilmesi için ciddi bir altyapıya ihtiyacı var. Zaten son yıllarda kulüpler altyapı konusunda zorlanmaya başlamıştı. Yeni fakülteler açıldı, bölüm kontenjanları arttı… Kulüplerin kullandığı çalışma alanları bu nedenle yetersiz hâle gelmeye başladı.”

‘Boğaziçi’nin o meşhur fotoğraflarındaki hayat ancak öğrenciler ordaysa var’

Son olarak kulüplerin imkanlarının kısıtlanması yerine arttırılması gerektiğini söyleyen üniversite mezunu, Boğaziçi Üniversitesi’nin imajı ve kalitesi için öğrencilerin memnuniyetinin önemini ise şu sözlerle aktarıyor:

“Aynı zamanda güney meydanda, Boğaziçi Üniversitesi denilince aklımıza gelen ilk yerde bu çalışmaları yürütüyor olmak; öğrencilerin sosyalleşmesi, üretim alanları içinde bulunması, öğrenciler arası dayanışmanın kurulabilmesi için çok kritik. Güney meydanın öğrencilerden ve kulüplerden arındırılmaması gerekiyor. Çünkü Boğaziçi’nin o meşhur fotoğraflarındaki hayat ancak öğrenciler ordaysa var.”