2023 KAHRAMANMARAŞ DEPREMİEditörün SeçtikleriKadınKentLGBTİ+ManşetYeşil Gazete Deprem Bölgesi'nde

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-3] Gidenler, kalanlar…

0

Haber/İzlenim: Alev KARAKARTAL

Fotoğraf/Video: Gürcan ÖZTÜRK

*

Antakya’daki üçüncü günümüz. Artık biraz daha derinlere inme, hikayelere kulak verme zamanı.

Ama en önce parçalanmış kalplerinden fışkırıp duvarlara kazınan duygularına ve umutlarına ses olalım. Kentin neredeyse bütün duvarlarına sitem ve inat sinmiş: “Bizi ölüme terk ettiğinizi unutmayacağız.”, “Geri döneceğiz”, “Gitmedik ki dönelim”…

Antakyalılar şehirlerine, orada kurdukları hayata aşık. Yerle yeksan olsa da, bin kere yıkılıp yeniden yapılsa da bu aşk azalmak bir yana alevleniyor. Depremden sonra kenti terk edenlerin aklındaki tek şey dönmek. Gitmeyenler de her türlü zorluğa rağmen “buradayız, kalacağız, kentimizi, kendimizi yeniden kuracağız diyor. Sitemliler; enkaz altında bırakıldıkları o üç gün, hiç unutulmamacasına hafızalarına kazılmış. Hala kaldırılmayan enkazlar, o enkazların altında olabilecek yakınlarının şüphesi, kayıplar, susuzluk, hastalık riski, temel ihtiyaçların eksikliği yaslarını bir türlü yaşayamamalarına neden olsa da, kararlılar: Hiç bir yere gitmiyoruz!

Depremin hemen ardından kenti terk edenlerin bir kısmı, seçimler nedeniyle döndükleri kentlerinden ayrılmayıp kalmış. Ancak şu sıralarda bir tür “giden bir pişman, gitmeyen/dönen çok…”  durumdalar. Bölgede işsizlik almış yürümüş, işyerleri de yerle bir olduğundan memurlar ve yeniden kendini toparlamaya çalışan esnaf hariç kimsenin çalışacak bir yeri, yapacak bir işi yok. Sadece inşaat, biraz da tarım… Enkazların yıkımı ve yeniden inşa, kentteki tek ekonomik faaliyet olunca inşaat işçileri ve mühendislere talep patlamış; tarım alanlarında da yavaş yavaş hareketlilik başlamış; diğerleri ise şimdilik yok hükmünde.

“Az hasarlı” olan veya öyle gösterilen evlerine girmek isteyenler ise bağlanmayan ve/ya hala çamur akan şebeke suyu, olmayan elektrik, altyapı sorunlarından dertli.

Dolaştığımız sokaklarda, evler hep görmeyen gözlerle izliyor yoldaki tenha hareketi. Zira bütün pencereler, içerideki kapılar, ısınma tertibatı vs. para eden ne varsa, inşaatçılara satılmış. Depremzedelere dağıtılacağı söylenen 10 bin TL’yi ise hala almayanlar var. Alanlar da çoktan günlük iaşe için kullanmış, para eriyip gitmiş.

Depremin hemen ardından gelen yardımların azalıp gönüllülerin büyük bölümünün bölgeden elini eteğini çekmesinin üzerine bir de yavaş yavaş gelen faturaların yükü eklendiğini duyuyoruz bütün kentten. Elektrik faturalarının tutarının 3-5 bin bin liradan başladığını anlatıyorlar. İşyerinin enkazı bile henüz kaldırılmayan esnafın da ertelenen kredi borçları için ödemeler istenmeye başlanmış. Çoğunun çalışacak yeri, ödeyecek işi yok, ama banka beklemez! Sadece onlar da değil, depremden hemen önce yeni ev alanların çektiği kredilerin de ödeme zamanı gelmiş. Bunların yeniden ertelenip ertelenmeyeceğine ilişkin bir açıklama, bir destek paketi de görünmüyor ufukta.

Kime dokunsak bin ah işitiyoruz yani.

Kayıplar için bitmeyen yas…

Ama “ah”ların en büyüğü, hala cenazesine ulaşılamayan kayıplar için çekiliyor. 6 Şubat depremlerinde en büyük yıkımı alan yerlerin başında yer alan kent için dönemin içişleri bakanı Süleyman Soylu, “Hatay’da her iki evden biri yıkıldı” demişti. İki hafta sonra iki büyük deprem daha yaşayan şehirdeki  hasar alan binalar da yıkıldı, çadır bulamadığı için bu mekanlara girmek zorunda kalan vatandaşların bazıları da bu ikinci depremlerde enkazda kaldı.

Resmi sayılara göre, 11 ili etkileyen depremlerde toplam 50 bin 399 kişi hayatını kaybetti, ancak bunun içinde “kayıplar”; yani yıkılan binalarda yaşadığı bilinen ama ölü ya da diri ulaşılamayan kişiler yok.  Konuya ilişkin resmi bir açıklama da…Mesela 25 kişinin yok olduğu İlke Apartmanı ya da çok konuşulan Rönesans Rezidans’ta yaşayan 80’e yakın kişinin ne cesedine ulaşılabildi ne de bir daha haber alınabildi. Hatay Belediye Başkanı ulaşabildikleri kişilerden elde ettikleri bilgilere göre 4 bin kişinin kayıp olduğunu açıklamıştı; depremzedeler sayı çok daha fazla diyor, devlet daha az. Tam olarak kaç kişi, kimler, nerede kayıp? Bilmiyoruz…

Umarız kimse yaşamaz, ama sevdiğiniz birini kaybettiğinizde ziyaret edebileceğiniz bir mezarının bile olmaması, onu -hele de böyle bir anda, beklenmedik bir felakette- yitirmenin acısını ve travmasını kat kat artıyor. Ölüm, bir türlü vuku bulmuyor, artık giderek azalsa da ne ümit bir türlü bitebiliyor ne de insanın içinde yanan “yas kandili” sönmek biliyor. Öyle bir yaralı araf hali.

Kurtulanların ‘sağlıklı kalabilme’ mücadelesi sürüyor

Çok büyük sıkıntı yaşanan bir diğer mesele de hayatta kalabilenlerin sağlıklı olabilmesi ve bunun için de sağlık hizmetlerinin verilebilmesi. Depremlerde özellikle Hatay’daki ovaya, sulak alanların üzerine, alüvyon toprağa, önünü ardını düşünmeden inşa edilen Antakya ve İskenderun devlet hastaneleri yerle bir oldu, enkaz haline gelen özel hastanelerdeki yoğun bakımlarda insanların ölüme terk edildiğini izledik canlı yayınlarda. 80 kişinin can verdiği İskenderun Devlet Hastanesi için “depreme dayanıklı değil” raporu verilmişti oysa. Oysa, bir felakette ayakta kalması gereken ilk kurumlardı hastaneler.

Biz kentteyken, alelacele bir çukura doldurulan bir miktar çimento ve taşınabilir panolarıyla sosyal medyada çokça konuşulan Defne Devlet Hastanesi’nin açılışı yapılmıştı. “Cephesi var, arkası yok” denilse de epey eksiğine karşı, en azından birinci basamak sağlık hizmeti verilebilecek bir hale getirildiğine tanık olduk. Ancak ameliyatlar ve ileri tetkiklere ihtiyaç duyulacak hastalıklar için halen tam teşekküllü bir hastaneleri yok.

Depremin başından bu yana bölgede bulunan Türk Tabipleri Birliği (TTB) boşluğu doldurmaya çalışıyor ama onların da imkanları sınırlı. Defne’de kurdukları psikiyatri ve kadın sağlığı konteyner polikliniklerinde tamamı gönüllü hekimler çalışıyor. Psikiyatri uzmanları konteyner kentleri ve çadır kentleri gezerek hizmet veriyor, grup terapileri yapıyormuş; daha önce tedaviye başlayan varsa yarım kalan tedavilerine de devam ediliyormuş. Kadın sağlığı polikliniğinde ise sağlık hizmetlerinin yanı sıra hijyenik ped dağıtımı, gebe takibi, doğum kontrolü araçları ve yöntemlerinin öğretilmesinin yanı sıra cinsel şiddet ve istismara uğrayanlara yardım da ediliyor.

Kendilerinin barındığı konteynerler ise oldukça “sade.” Yemekhaneleri bir masa, birkaç sandalye ve derme çatma bir mutfaktan ibaret. Yemeklerini kendileri yapıyor, nöbetleşe yiyip bulaşıkları birlikte yıkıyorlar. Yaşadıkları, uyuyup dinlendikleri konteynerler de sadece yer yataklarından ve giyecekleri için askılardan ibaret. Bazıları bizzat depremzede olan gönüllü hekimler düzenli olarak kentin çeşitli yerlerinde gelişigüzel kurulan çadırlar ve uzak köyleri ziyaret ediyor, hastaları muayene ve tedavi ediyor, ayrıca içme suyu kontrolleri de yapıyormuş. Bir konteynerde depoladıkları gerekli ilaçların yanı sıra klor gibi gerekli hijyen ve temizlik malzemelerini de ihtiyaç duyulan yerlere dağıttıklarını anlatıyorlar.

Ancak her birinde 600 ila 100 adet konteynerin bulunduğu 52 konteyner kent, yine her birinde 100 ila 200 çadırın yer aldığı 200’e yakın, belki de daha çok bağımsız çadır topluluklarında hayatta kalmaya çalışan binlerce kişiye sağlık hizmeti götürmek hiç kolay değil, aslına bakarsanız mümkün de değil.

Hekimlere göre, kentteki en yaygın şikayet ishal ve sayıları giderek artan sinek, kemirgen, haşere, fare ve yılanların yaydığı hastalıklar. Şehirdeki hemen her binada, çatılara yerleştirilen su depoları ağır hasarlı binalara girilemediği için sineklerin barınması için en uygun üreme alanları olmuş, zaten yoğun sıcağın üzerine bu da birikince üreyen milyonlarca sinek, adeta insanların ve hayvanların üzerinde tülden bir bulut oluşturuyor. İlaçlama yetersiz, araç eksik, personel az. Sıtma, tifo, çeşitli zehirlenmelerin ortaya çıkması veya artması da doktorları şaşırtmayacak gibi. Kızamık, kızamıkçık, kabakulak, boğmaca, suçiçeği, çocuk felci gibi hastalıklardan korunmak için yapılan aşılamalar da aksamış. Çocuklar bu nedenle büyük risk altında.

Yıkılan eski binalardan yayılan asbest tozu ise başka bir mesele. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde bu tozu soluyan Hataylılarda tek tip bir kanser türünün patlamasına neredeyse kesin gözüyle bakıyorlar.

Hatay Valiliği, biz döndükten sonra 15 Temmuz’da sosyal medyadan bir duyuru paylaştı. Buna göre, kentte beşi moloz döküm sahası, biri park, biri konteyner kent olmak üzere yedi lokasyondan alınan numunelerin analizinde asbest  ‘mevzuat standartlarının altında çıktığı’ açıklandı. Konuyla ilgili tüm uzmanların uyarılarının aksine….

Buna içtenlikle inanıyor olsalar gerek ki, kentteki her ‘moloz döküm sahasında’ ve sayıları daha az “yerinde ayrıştırma” bölgelerinde yüzlerce işçinin bırakın kişisel koruyucu donanımı, tıbbi maske bile takmadan öylece çalıştırıldıklarına tanık olduk. Yeni “Çevre” bakanımız Mehmet Özhaseki ise ilk beş aydaki yıkım pratiklerine dair suçu önceki bakan Murat Kurum’a atmayı tercih ediyordu aynı günlerde: “İlk yapılan ihaleler alelacele yapıldığı için şartnamelerde bazı şeyler gözden kaçmış”mış meğer. . Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir Ve Bölge Planlama Bölümü Şehircilik Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi ve İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi kurucu gönüllülerinden Dr. Aslı Odman, bakanlıkların el birliğiyle nasıl da “suçu örtbas ettiklerini” bianet’teki şu makalesinde tane tane anlatıyor.

Gerçekten de katı olan her şey buharlaşıyor.

Kadın kadının yurdudur

Bunca derdin tasanın arasında ise kadın dayanışmasına aşina olanların şaşırmayacağı şekilde “allı morlu çiçekler” açıyor. Tek tek bireyler, kadın örgütleri, kadın ağları vb., Türkiye’nin dört bir yanından binlerce kadın depremin hemen ardından bölgedeki hemcinslerine yardım edebilmek için hızla harekete geçmişti. Zira biliyorlardı ki, her felakette, başa gelen her musibette en çok, en önce ve en ağır şekilde kadınlar, çocuklar ve dezavantajlı gruplar etkilenir. Artan yoksulluk, yoksunluk halleri en çok onları vurur, böyle durumlarda şiddet de artar, cinsel saldırılar da. Yaşlıların, çocukların, hatta hayvanların bakımı da sanki onlar afetzede değilmiş gibi onlara düşer.

Yazık ki depremde de bu durum değişmemiş, en ağır yükleri yine onlar sırtlanmış. Aşırı sıcağın vurduğu, susuzlukla boğuştukları, bırakın hijyen, temizlik ve diğer ürünleri  düzgün beslenmelerine yetecek yiyeceğe ulaşmak bile sorunken, olanaksızlıklar içinde bir çadırda toplanan kalabalık aile fertlerinin tüm ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmışlar. Aşevlerinden her gün tüm aile için bir öğün de olsa sıcak yemek almak, taşımak, hazırlamak ve herkesi doyurduktan sonra ortalığı toparlamak da onların işi.

Hatay’lı kadınların bir kısmı, en iyi bildikleri işi yapmış; bir araya gelerek kooperatif kurmuşlar. Bir kısmı da Dünya Evimiz Derneği öncülüğünde ekmek üretiyor. Ekmek mühim, kentte adeta kalıcı hale gelmiş bir “ekmek sorunu” var zira. Başlatılan kampanya sayesinde bağışçılardan gelen desteklerle Samandağ’ın Uzunbağ, Mızraklı, Defne’nin Harbiye mahallelerinde tandırları onarıp yeni tandırlar yapmışlar ve bunların her birinde üç depremzede kadın çalışıyormuş.

Toplam 12 depremzede kadının yevmiyeli olarak çalıştıkları tandırlarda, bağışlardan elde edilen un ve diğer malzemeleri kullanarak tandır ekmeği ürettiğini öğreniyoruz. Su ve yemeğe erişimin azaldığı son dönemde kadınların kendi ekmeğini yapmasının önemli olduğunu belirten Dünya Evimiz Derneği’nden Samet Uslu, Hatay’ın yeniden ayağa kalkması için herkese bağış çağrısını da yineliyor.

İkinci “kadın durağı”, Kadın Savunma Ağı’nın oluşturduğu yaşam alanı. Yaşanan çoğu acı pek çok deneyimden çıkardıkları dersler ve örgütlü güçleriyle ilk günden itibaren bölgeye koşanlar arasındaki Ağ aktivistleriyle yeni yerlerine yerleşmek için hazırlıklar yaparken yakalıyoruz.  Daha önce şehrin merkezindeki Sevgi Parkı’nda bir merkez oluşturmuşlar, ancak bir süre sonra oradan uzaklaştırılmışlar. Bizi, yine bir kadının sahip olduğu ve onlara açtığı geniş bir bahçede karşılıyorlar.

Erkek şiddetine karşı savunma geliştirmek amacıyla bir araya gelen kadınların oluşturduğu ağlarının depremin hemen ikinci günü bir yandan kadınların, çocukların ve LGBTİ+ların ihtiyaç duyabileceği malzemeleri toplamaya başlarken bir yandan da gönüllü ekiplerini ilgili illere yönlendirdiğini anlatıyorlar.

Depremin ardından önce araçlara sonra da çadırlara ‘sıkışıp kalan’ kadınlara kendilerine özel, güvende ve huzurlu hissedecekleri özerk bir alan açmak üzere başlamışlar çalışmalara.  Bunu da yardım dağıtarak değil, dayanışmayı güçlendirerek, yeniden bir hayat kurmaları için destek verip yanlarında olurken, birlikte çalışarak ve üreterek hayata geçirmeyi öncelemişler, ki bunu büyük ölçüde başardıklarını söylemek gerek.

Sadece “dışarıdan” bölgeye düzenli olarak giden kadınların değil, bizatihi depremzede kadınların kendilerinin de -artık- bir parçası oldukları ağın içinde, sahip oldukları ne varsa; bir yetenek, bilgi, beceri, fazladan bir malzeme, yaratabilecekleri ve/ya edindikleri bir maharet; hiçbirini bir diğerinden esirgemediğini, hepsini paylaşıp çoğalttıklarını biz de görüyor; kızkardeşliğin gücüne bir kez daha iman tazeliyoruz.

Örgütlü oldukları bütün illerde aynı yöntemle çalıştıklarını anlatıyorlar: İhtiyaç ne, neden, talepler ne sorularına yanıt arıyor, buldukları yanıtlar üzerine birlikte çözüm yolları üretiyorlarmış.

Onlar yeni yerlerini heyecanla kurmaya çalışırken, mahallenin kadınları da merakla ve ilgiyle yanlarına gelip bir ihtiyaçları olup olmadığını, kendilerinin de çalışmalara katılıp katılamayacağını soruyor. Kurdukları sıcak ilişkiler sayesinde, her gün bir kadının evinde kalıyorlarmış; çocukların da ablası olmuş her biri; bir kadın derslere yardım ediyor, diğeri birlikte oynarken öteki çocuk atölyeleri düzenliyormuş.

Merkezlerinde kadınlara, çocuklara ve LGBTİ+’lara yönelik şiddete karşı kendini korumaya alma, destek bulma, ihtiyaçların birlikte belirlenmesi ve bunların giderilmesinin yanı sıra, yerel tiyatro grupları kurmuşlar, birlikte film izleme günleri yapıyorlar, oluşturdukları kadın korosunda birlikte şarkı söylüyorlarmış ki bunların en az maddi ihtiyaçların giderilmesi kadar “ihtiyaç” olduğuna vurgu yapıyorlar.

Kadınlar ve LGBTİ+lar için belli ki en önemli sorun hala “güvenlik” ve süregiden ayrımcılık.

Yapılan atölye çalışmaları, etkinlikler ve eylemlerde yüzlerce kadın erkek şiddetinin arttığını, güvenlik zaafının hala devam ettiğini, hatta kolluk kuvvetleri tarafından sözlü tacize uğradıklarını anlatıyormuş. Devletin yetersiz de olsa yaptığı kimi yardımlar ise “aile reisi” olarak, tapu ve malların üzerine olduğu erkeklere verildiğinden, hepten ‘mülksüz’ kalmışlar. Seçimlerden sonra LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığın, politik söylemlerin de etkisiyle daha da artması nedeniyle bu grup da daha fazla içlerine kapanmış; yoksullaşmışlar ve gelecek kaygıları artmış.

Şöyle sıralıyorlar temel meseleleri:

  • 6284 nolu yasa burada uygulanmıyor.
  • Bir şiddet durumunda KADES’e ulaşmak neredeyse mümkün değil.
  • Aile Mahkemeleri, şiddet uygulayan erkek için uzaklaştırma kararları vermekte gönülsüz.
  • Bu erkekler, çoğu kez polis tarafından gözaltına da alınmıyor, polis ne yasalardan haberdar ne de uygulamak için istekli.

Kadınlar arasında boşanmak isteyenlerin sayısı her geçen gün artsa da, onların güvenliğini sağlamak, erkekle arasına mesafe koyabilmek, mümkünse başka bir kente gönderebilmek için büyük efor sarf ediyorlar. Böyle epey kadını bölgeden uzaklaştırmayı başarmışlar.

Eksiklerini sorduğumuzda ise şaşırmadığımız bir yanıt alıyoruz. Hala  en temel gereksinimler:  Çadır, seyyar tuvalet, hijyen malzemeleri, iç çamaşırı, terlik… “Bunları bırakın içecek suyumuz yok” diyorlar.

Depremden 5 ay sonra, 11 ilde hala su yok!

Devrim…

Ama artık onları, yeni merkezlerinin sevincinin ışıldadığı gözleriyle bırakıp “özel” biriyle buluşma zamanı.

Devrim Yolcu ben, kendime atadığım isim bu” diye başlıyor, karşımda, aile evinin mutfağında oturan genç, yakışıklı erkek. Depremde pek hasar görmemiş bir evde, topluca yaşayan kalabalık bir aileye misafiriz. Devrim, bir trans erkek ve cinsiyet uyum ameliyatı sürecinde. Yanındaki kadın nişanlısıyla hikayesini anlatıyor bize: Çok küçük yaşlarda kendinin “farkına vardığını”, içine doğduğu cinsiyetle barışık olmadığını anladığını, ancak üniversiteye kadar bununla ilgili bir şey yapamadığını, bir psikiyatristin de desteğiyle önce annesi, sonra babası ve anneannesiyle konuşabildiğini ve açılabildiğini:

“Ailem benim en büyük şansım. Elbette sıkıntılar yaşadık ama teyzemin de desteğiyle hep birlikte aşmayı başardık. Benim ‘farklı bir kız çocuğu olduğumun’ küçüklüğümden beri farkındaymışlar zaten ama ‘konduramamak’ işte… Annem kötü hissettiğim bir gün yaptığımız bir telefon konuşmasında, ‘Bana anlatmak istediklerin var, biliyorum, artık konuşalım’ dediğinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Üç sayfalık mektup yazdım ama okumadı, ‘kendin anlat’ dedi. Anlattım; ‘Ya toplumun diğer üyeleri gibi karşımda olursun, seninle de mücadele ederim ya da benimle birlikte toplumla mücadele edersin. Seni zorlamam çünkü işin benden daha zor’ dedim. Annem, beni seçti.”

Daha sonra babası ve anneannesiyle de konuşması düşündüğü/korktuğu gibi/kadar kötü geçmemiş. Hatta dindar bir kadın olan anneannesinin ona, “Demek ki sen bana özel biri olarak gönderildin, şimdi sana sırtımı dönersem, yarın hesabını veremem’ dediğini anlatıyor.  Sorumuz üzerine, bunda erkek bedeninde doğup kadınlığı değil de tersine, “daha güçlü, iktidar sahibi” olarak görülen erkekliği seçmesinin etkisi olduğunu düşünüyor ki benim de başka trans kişilerle konuşurken sık sık dikkatimi çeken bir durum olduğunu söylemeliyim.

Açık bir trans erkek olarak hem yaşadığı Antakya’da hem de üniversite eğitimini tamamladığı Mersin’de LGBTİ örgütlerinde ve gruplarında aktif olarak çalışıyor, hatta liderliğini yapıyor Devrim. Dönüşüm sürecinde saldırılara hatta zaman zaman fiziksel şiddete uğramasına rağmen, şimdi sokaklarda nişanlısıyla el ele tutuşup yürüyebilmenin huzurunu yaşıyor.

Ancak bu ‘huzur’ da depremle birlikte epey yara almış. Kendisi değilse de arkadaşları, dostları, kentteki diğer LGBTİ+lar, adeta “yeraltına” çekilmiş: “Zaten dışa kapalıydılar, kimliklerini rahatça yaşayamıyorlardı, depremle birlikte, kendilerini korumaya almak için tamamen içlerine döndüler” diyor. Bunda siyasal iktidarın ve radikal dinci kesimlerin seçim süreci ve sonrasında kendilerine yönelik düşmanca söz ve tavırlarıyla depremin LGBTİ+lar yüzünden olduğunu söyleyenlerin varlığı da etkili olmuş.

Herkes gibi kayıplarının yasını tutmaları bir yana depremin gündelik hayatlarına olan etkisini de katmerli yaşadıklarını anlatıyor Devrim:

“Bir trans, ameliyat olmadıysa normal şartlarda diyelim binder’ini giymeden, yani memelerini gizlemeden dışarı çıkmaz. Deprem anında, o panikle sokağa kaçtıklarında, onları erkek olarak bilen çoğu insan kadın gibi göründüklerini gördü ve istemedikleri bir şekilde afişe oldular. Şimdi bunun zorluklarıyla yüzleşmek zorundalar.”

Normal koşullarda, sosyal yaşamlarında göründükleri gibi olamadıkları için yemek sırasına bile giremeyen, ortak alanlarda kendilerine özel bakımlarını yapamadıkları için çadırlarından çıkamayanlar olduğunu anlatıyor: “Bir arkadaşım aile içinde kadın görünümlüyken, dışarıya çıktığında boş bir alan aramak zorunda her seferinde mesela. Binder’ini takıp üzerini değiştirmesi gerekiyor, çünkü aile dışında erkek görünümlü. Dönmeden önce bu kez tersini yapıp eve kadın olarak giriyor”

Devrim, kendisini erkek olarak tanımlıyor ve öyle yaşıyor. Henüz uyum süreci tamamlanmadığı için erkek kimliği almak üzere açtığı davada hakimi buna “ikna etmekte” epey zorluk yaşamış; hakim “penisi olmadıkça ona mavi kimlik veremeyeceğini, verse bile istinaftan döneceğini” söylemiş. Ama o kararlı ve inatçı. Zamanı gelince ve hazır hissedince, bu zor ve pahalı ameliyatı olacağını, ancak bunun kimliğinin “tanınmasında” bir engel olmadığını düşünüyor. Sadece kendi davası için değil, kentteki diğer LGBTİ+lara hem dönüşüm hem de yargı süreçlerinde destek oluyor, yardım ediyor. En önemlisi de susmuyor, konuşuyor, dinliyor ve her şeye rağmen kendiyle gurur duyuyor.

‘Süslü kadınlar’ ve kuşların kenti

Son insan hikayelerimiz de hayata olan inanca, “her şeye rağmen yaşamak” üzerine olsun.

Beş ay önceki ziyaretimizden döndüğümde Antakya dendi mi aklımda kalan en belirgin görüntülerden biri de -elbette güzel mezeleri ve sıcak insanlarına ek olarak-  kadınların ne kadar bakımlı ve güzel göründüğü olmuştu. Türk, Arap, Ermeni, Rum, Sünni, Alevi… kimlikleri ne olursa olsun sürmesini sürmeden, özene bezene giyinmeden sokağa çıkan kadın görmedim desem yeriydi. Orada da Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi uzun, takma tırnaklar ve “ipek kirpik”ler modaydı ve gördüğüm her üç kadından birinin uzun, manikürlü ve çeşit çeşit ojelerle, adeta sanat eseri gibi süslenmiş tırnaklara sahip ellerine, sürmeli, uzun kirpikli gözlerine hayran kalmıştım.

Sonra deprem oldu, en çok ve en önce de kadınlar kendilerinden vaz geçti. Acı büyük, yara derindi ama insanın ayağa kalkma, kendini onarma gücü de yabana atılır gibi değilmiş, gördük. Beş ay sonra Antakya’da ilk açılan derme çatma dükkanların yemekçiler ve küçük marketlerin ardından kuaförler olduğunu öğrendiğimizde biraz şaşırsak da tanıdığım kadınları düşününce bu şaşkınlıktan çabuk kurtulduk. Önce çadırlarda başlamışlar saç kesmeye, boyamaya, manikür, pedikür yapmaya. Sonra konteynerlerde, hasar görmemiş veya az hasarlı dükkanlarda… Şimdilerde çok sayıda Antakyalı kadının, eskisi gibi haftada birkaç kez olmasa da sık sık bu dükkanları ziyaret etmeye başladığını, saçlarını yaptırdıklarını, yeni, albenili tırnaklarını, ipek kirpiklerini yeniden taktırdıklarını anlatıyor, meslektaşım, mihmandarım Burcu Özkaya Günaydın. Yeniden çalışmaya başlayan kuaförlerin sayısı eskisine göre daha az olduğundan, randevular günler öncesinden alınıyor, kuyruklar oluyormuş. “Kadınlar, normal’i özlüyor, normale dönme çabalarının bir parçası da kuaförler” diyor.

Sadece hemcinslerinin bulunduğu bir mekanda bir araya gelme, dertleşme, anlama ve anlatma imkanı bulmaları hepsine iyi geliyor belli ki, birkaç saatliğine hissettikleri “her şey yolundaymış” duygusu uzun sürmese de sürdüğü kadarıyla, devam etmelerini sağlıyor.

Kuşlar gibi…

Çok kuş meraklısı var Antakya’da. En çok da güvercinciler.  Pek çok evin terasında, damında kuş yetiştirenlerin olduğunu aylar önceki ziyaretimizde de şahit olmuş, Türkiye’de güvercinlerin en yoğun olduğu ve yetiştirildiği yerlerin başında Hatay, Antep, Maraş, Diyarbakır, Urfa’nın geldiğini öğrenmiştik.

Büyük bir özenle bebeklikten itibaren yetiştirdikleri güvercinlerine özel yemler ısmarlayan, kendisi ve ailesinden daha fazla konfor sağlayan “kuşçuların” en büyük eğlencesinin de birbirlerinden “güvercin” yakalamak olduğunu söylemişlerdi o zaman. Bir güvercin, bütün gün uçtuktan sonra akşam bastığında evine, alıştığı kümesine dönmeyip başka birinin evine konarsa onun olurmuş ve haftalarca güvercinini “kaptıran”la dalga geçilirmiş, gülerek anlatmışlardı.

Doğan Dede ile beraberiz. Çocukluğundan beri “kuşçu.” Babasından miras almış, şimdi de oğlunu kendi gibi yetiştiriyor. Depremde büyük hasar gören evlerini, sığındıkları hemen karşısındaki akraba evinin bahçesinden parmağıyla gösteriyor:

“Normalde bizim evimiz karşıdaki ev. Kümesleri de çatıdaydı kuşların. Evimiz az katlı olduğu için yerle bir olmadı, canımızı kurtardık ama oturulamaz hale geldi. Burası dayımın. Depremden sonra kümeslerini açtığımız güvercinler iki gün boyunca eve gelmedi. Bunlar normalde gündüzleri hep havadadır, akşama dek uçar, hava kararırken eve dönerler. Ama depremde onların da dengesi bozuldu, huyları değişti. Yemek bulamayan pek çok kuş, yere inmeye, yiyecek aramaya başladı. Mahalleli de onları sahiplendi, Allah razı olsun, yemek artıkları falan vermeye başladı. Bizim yere inmeyen hayvanlarımız, sokaklarda yürümeye başladı, tavuk gibi bir şey oldular.”

Böyle olunca da aç kedilere yem olan çok olmuş, hastalanan, yiyecek bulamadığı ya da yaşadıkları binanın enkazında kaldığı için ölenler, hiç adetleri olmadığı halde uçup gidenler…

Kurtarabildiği, akraba evinin bahçesine gelmesini sağlayabildikleriyle avunuyor şimdilerde. Parçalanan kümeslerinin parçalarından yeni bir kümes yapmış onlara, elinden geldiği kadar besliyor, yavruları yetiştirmeye çalışıyor. Oğlunu da tıpkı babasının ona yaptığı gibi “kuşçu” olarak yetiştiriyor, öğretiyor. Kendisinin olmayan başka güvercinler de gelip sığınmış yanlarına; deprem hem ayırt etmeden herkesi, her şeyi yıkıp geçmiş hem de kurdu, kuşu, insanı, bitkiyi birbirine deva etmiş.

100’den fazla güvercinden 40 tanesini toparlayabildiğini anlatıyor tek tek kuşlarını hevesle bizimle tanıştırırken:

“Şu anda dağıldılar, yine uçmaya başladı benimkiler yavaş yavaş, eskisi gibi. Uçmayanlar henüz yavru. Şu kırmızılı sarılının dışında bir tane de yeşillim var. En önde, boynunda gerdanlığı olan boz kuş İspir. Şunlara Sarı Macar deriz, sırtları beyaz. Şu döşü güllü olan da Mavi Güllü. Bak şunlara posta deriz, başta olan renkli baba olan. O siyah beyaz. En önde duran da keşmir. Büyüdükçe rengi değişecek, benekli olacak.”

“Taklacı güvercin” değilmiş onlarınki. “Onlar Bursa, İzmir gibi yerlerin adeti. Biz güvercinlerimize takla attırmayız, uçuşlarını seyrederiz sadece” diyor, biraz da küçümseyerek.

Özür diler gibi sesini alçaltıyor sonra: “Normalde hepsi tertemiz, pırıl pırıldır. Bakma şimdi böyle kirli göründüklerine, asıl renkleri böyle değil. Üzerlerindeki lekeler hep yemek artıkları.”

“Sert buğday” dedikleri, üzerinde hafifçe bir toz olsa bile almadıkları, özel bir buğdayla ve mısırla beslerlermiş depremden önce. Şimdi hem evi hem de işyeri yıkıldığı için, bir geliri yok.  Aşevlerinden kalan yemek artıklarıyla, tarihi geçen ekmeklerle, bulabilirse sıradan buğdayla besliyormuş artık kuşları.

Her birkaç cümlesinden birinde kuşların ticaretini yapmadığını vurgulamasından, gururla ve içten bir sevgiyle bakan gözlerinden anlıyoruz kuşların onun için anlamını. Bir de depremden önce çok sevdiği bir uğraş, “hobi”yken, artık hayatla kurduğu en önemli bağ olduğunu, karşılıklı birbirlerini sağaltıp iyileştirdiklerini…

Diğer hayvanlar ise kuşlar kadar “şanslı” değil. Sıra onların hikayelerinde….

Devam edecek…

 

You may also like

Comments

Comments are closed.