Editörün SeçtikleriManşetYeşil Gazete Çukurova'da

[Yeşil Gazete Çukurova’da-1] Mileyha’nın kuşları

0

Haber/İzlenim Dizisi: Alev KARAKARTAL

*

Hataylı dostlarım, umarım  dizinin başlığına “Çukurova” deyişime çok kızmazlar. Hatay, “teknik olarak” Çukurova’da değil çünkü, orası Klikya. Ama havası, suyu, tarımı, hatta insanı, sofrası, derdi tasası nasıl da benzer ve birbirini besler halde, diziyi okudukça göreceksiniz.

Bu serinin ortaya çıkmasında büyük katkısı olan ve bana yoldaşlık eden meslektaşlarım Hatay’dan Burcu Özkaya Günaydın, Adana’dan Armağan Kabaklı ve yazarımız Doç. Sedat Gündoğdu ile Mersin’den Abidin Yağmur’a müteşekkirim. Onlar olmasa bu dizi olmazdı. Beni içtenlikle karşılayan, her türlü desteği veren STK temsilcileri ve aktivistlere ise ne desem az: Elinize, emeğinize, inat ve direncinize, mücadele azminize selam olsun.

 *

Sabahın çok erken saatleri. Henüz güneş doğmamış. Havalimanında, kalabalık bir yolcu grubuyla birlikte uçağımızın kalkış saatinde gecikme olacağını bildiren anonsu dinliyoruz. Hafif homurdanmalar, iç çekmeler… Yanımdaki koltukta yaşlı bir kadın; uzanmış, ama uyumuyor. Meraklı, heyecanlı gözleriyle çevresini izliyor. Gecikme anonsu duyulunca, sonradan eşi olduğunu öğrendiğim aynı yaşlarda bir erkekle birlikte çantalarını karıştırmaya başlıyorlar. Ses çıkarmadan, birbirleriyle konuşmadan. Hayatın olağan akışı…

Çantadan çıkardıkları küçük pizzalara benzeyen yiyecekleri ve suyu benimle de paylaşmak konusunda ısrarlılar. Teşekkür etsem de beni dinlemeyen kadın, özenle peçetelere koyuyor iki dilimi, yanında bir de su. Daha fazla reddetmek kabalık olacak, alıyorum. Adı, “biberli ekmek”miş meğer; Hatay’ın en ünlü atıştırmalıklarından biriymiş. Evde bildiği, geleneksel usulle hazırlamış, memleketten getirdiği malzemeyle. Birlikte yerken bir nefeste hikayesini de anlatıyor: Çocuklarını ve torunlarını görmek için İstanbul’a otobüsle gelmişler ama o kadar yorucu geçmiş ki yolculuk, uçakla dönmeye karar vermişler. Biraz gezmişler kenti, ama ‘Çok büyük şehir’ diyor, “Her yerini göremedik, çok da yorulduk.” Şimdi eve dönme zamanı…

Benim için ise Hatay’la ilk sıcak ve lezzetli temas.

Kurutulan gölün ortasına havaalanı

İndiğimiz küçük havalimanında, başım dara girerse, bir ihtiyacım olursa kendilerini aramamı istiyor karı-koca. “Olur” diyorum, “Ararım”. Helalleşip ayrılıyoruz. İstikamet kent merkezi: Ekilip biçilen bir sebze tarlası, bir ev, bir atölye, bir pamuk tarlası, bir küçük sanayi sitesi, bir konut sitesi,  bir zeytinlik….Orta refüj, bir Akdeniz klasiği olarak palmiyelerle süslenmiş, öylece uzayıp gidiyor. Ve çöpler, çöpler… Çoğu plastik, yol kenarlarında, tarla aralarında, yapıların önünde… Hepsi, her şey bir arada. .

Hatay Havalimanı, 50’li yıllarda sıtma ile mücadele, tarım alanları taşkınlardan koruma ve yeni tarımsal arazi kazanma gibi amaçlarla, besleyen derelerle bağlantısı kesilerek kurutulmuş. Bile isteye.. 1 milyon 200 bin dönümlük Amik Ovası’nın tam ortasında yer alan, 330 bin dönümlük bir gölden bahsediyoruz. Yetmemiş, göl alanının tam ortasına, yani “aynasına” havalimanı yapılmış. Çevresinde “kazanılan” tarlalar ekip biçilirken, şehir de havalimanını kadar uzanmış. Ekili alanların, iş yerlerinin, konutların, sitelerin iç içe geçmesi bundan.

Ancak Amik, tektonik bir çökelti gölü olduğu için derelerin akışı kesilse de çevredeki sular bu çukurlukta birikiyor. Havaalanı ise bu çanağın tam ortasında. Ve elbette inşaatı yapanların akıl etmediği, ama olacak olan oluyor: Havalimanı ve çevre mahalleler ile tarlalar, yağışların arttığı yılın yaklaşık dört ayında düzenli olarak su altında kalıyor. Yağış rejimi düzensizleştikçe ve kısa süreli şiddetli yağışların artmasıyla havalimanını felç,  evi tarlayı tarumar eden bu su baskınları artık felakete dönüşmeye de başlamış:  2019 yılındaki selde 5 yaşındaki bir çocuk selde yaşamını yitirmiş, çok sayıda büyükbaş hayvan ölmüş; onlarca ev ve ahır kullanılamaz hale gelmiş.

Mileyha…

Aklımda bu dahiyane öngörüsüzlüğe ilişkin onlarca soru, kent merkezinde beni bekleyen meslektaşım Burcu Özkaya Günaydın ile buluşuyoruz. İlk durağımız, yakın dönemde “Mahalli Önemi Haiz Sulak Alan” ilan edilen Samandağ’daki kuş cenneti Mileyha Sulak Alanı.

Deniz Mahallesi ile Asi Nehri arasında yer alan Mileyha, yaklaşık 100 hektarlık bir alana sahip. Bölgenin tek tuzcul bataklığı olan bu eski lagün yatağı, Hatay’daki sulak alanlar arasında çok farklı vejetasyon tipleriyle önem arzediyor. Türkiye’de kayıt altına alınan 231 bitki, 387 kuş, 24 kelebek, 12 sürüngen, altı memeli, üç kurbağa türüne ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en önemli kuş göç rotalarının birinin üzerinde olduğu için, göçmen kuşların dinlenip beslendiği, önemli bir bölge. Bu yılın başında soyu tükenmekte olan ve okyanuslarda yaşayan kül rengi yelkovan kuşu, ilk kez Türkiye’de, Mileyha’da kayıt altına alındı mesela.  Ondan hemen önce de yine bir okyanus kuşu olan çatalkuyruklu martı boy göstermişti. Geçen yıl da Hindistan’dan gelen çizgili gerdanlı kırlangıç, Arap Yarımadası’ndan gelen Arabistan toygarı ve Mısır çöllerine giderken Mileyha’ya uğrayan çöl çobanaldatanı tespit edildi. Bütün bu çeşitlilik, bu pek de heybetli görünmeyen sulak alanın, göçmen kuşlar açısından nasıl da vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.

Mileyha’da bizi önceden randevulaştığımız biyolog Samim Kayıkçı karşılıyor. Kış geliyor, ancak henüz yağmurlar başlamamış, bu yüzden göçmen kuşların terk ettiği küçülen ve kuruyan alanda, yerel ve göç etmeyen kuşların bir avuç bataklık alanda yan yana dinlendiklerini izliyoruz bir süre, tabii onları rahatsız etmemek için uzaktan. Uzun zamandır Mileyha’yı gözlüyor Kayıkçı ve bu sulak alanla, özellikle burada konaklayan kuşlarla ilgili bilgisi de derin. Anlatıyor:

“Tuzcul bataklıkların karakteristik özelliği kışın sulak olması, yazın ise tamamen kurumasıdır. Bu gördüğünüz sazlıklar ve çok az kalan çamurlu bataklık kısımlar ise hem kuşlara yuva olur, hem onların beslenmesi açısından değerli bir alandır.”

Kumsal, tuzcul alan ve sulak alandan oluşan üç farklı habitatın bir arada olduğu Mileyha, küçük bir alan olmasına karşın bitki ve hayvan zenginliği açısından çok zengin. Normal koşullarda bir arada bulunmayan bitki çeşitliliği, böceklerin de sayısını ve çeşidini artıyor, bu da onlarla beslenen hayvanların… “Sulak alanlar çok verimli ekosistemlerdir” diyor Kayıkçı; “Burada üretilen enerji, çevre ekosistemleri de besler.”

Sulak alanın ortasına asfalt yol

Ancak Mileyha’nın yer aldığı bölgenin yapısı epeyce tuhaf. Denizle kara arasındaki bataklığın bir kısmı şahıs malı; yani kamusal alanı bir şekilde “üzerine geçirenler”e ait görünüyor.  Sulak alanın tam ortasından ise Belediye yol geçirmiş. Böylece ikiye bölünen Mileyha’da yolun kara tarafındaki kısmı “sulak alan” olarak kalmış, kişilerin “arsa olarak üzerine geçirdiği” kumsal tarafı ise sulak alana dahil edilmemiş; bir tür “tampon bölge” olmuş.  Denizle alanın ortasından geçen yol arasında barakalara ve ekili tarlalalara rastlıyoruz. Henüz büyük bir inşaat görünmüyor ancak fırtınalı havalarda deniz suyu tarlaları basmasın diye bir de set yapılmış tam kıyıya. Halbuki tam da bu havalar, denizin tuzcul sulak alanla bağlantı kurduğu dönemler. Dolayısıyla kumlar sürüklenmiş, kıyı kumulları harap edilmiş ve Mileyha’yı beslemesi gereken deniz suyuyla ilişkisi kesilmiş.

“Sulak alanı tarla haline getirirseniz, geriye sadece kumullar kalır. Aslında burası bitki çeşitliliği açısından çok daha zengin olmalıydı. Fakat siz buradaki bütün makilik alanları yok etmişsiniz, tarla yapmışsınız, dolayısıyla geriye sadece kıyı şeridi kalmış. Şu anda başımıza gelen şey bu” diyor Samim Kayıkçı. Kıyı şeridi de erozyonla her gün biraz daha denize karışıyormuş; hatta kıyıdan arsa “alan” bazı kişilerin bazılarının toprakları artık denizin içinde kalmış. Çünkü denize Samandağ’dan dökülen Asi Nehri üzerine yapılan çok sayıda baraj yüzünden artık deltaya kum gelmez olmuş:

“Bu da yakın gelecekte ayrı bir sıkıntı olarak önümüze çıkacak. Doğaya yapılacak her bir müdahalenin bütüncül değerlendirilmesi lazım. Bir yerde yaptığınız bir işin diğer bir yerdeki etkilerini de dikkate almalısınız. Mesela, deniz kaplumbağalarını koruyoruz. Ama sadece onları korumak değil ki mesele, başta onların yaşam alanını korumak gerekiyor. Biz hep ‘şu kaplumbağayı çıkar, buraya koy’un peşindeyiz. O kaplumbağanın seneye geleceği habitatı ne olacak peki? Bakın şu anda Mileyha’da kuş avcılığı yasak, kimse buraya gelip avcılık yapamıyor. Ama sanıyor musunuz ki bu kuşu vurmuyorlar?  Adam Mileyha sınırları içinde vurmuyor, sulak alanı terk eder etmez, Batıayaz’a Harbiye’ye geçtiği an, Gözene’ye çıktı mı vuruyor hayvanı. En büyük önlem, çocukları eğitmek. Onları avcı olarak değil, doğa fotoğrafçısı olarak eğitmemiz gerekiyor. Başka türlü bu iş çözülmez.”

Üstelik tarlalarda gübre kullanıldığı için alanın tuzcul yapısı da her geçen gün bozuluyor, bu gübrelerden beslenen yayılmacı/rekabetçi ve bölgeye ait olmayan türler Mileyha’da hakim olmaya, endemik türleri baskılamaya başlıyormuş. Zaten deniz suyuyla ilişkileri kesildiği için var olmakta zorlanan, örneğin yeni keşfedilen bir tür deniz börülcesi gibi bitkilere, ortamı ortadan kaldırıldığı için bir daha rastlanır mı, tahmin etmek zor değil. Hele de bataklığın üzerini moloz, türlü çeşit hafriyat ve toprakla doldurarak elde edilen tarımsal alanlar için sonrasında ‘imar beklentisi’ olduğunu öğrenmişken.

Geçen yıl sulak alandan “kazanılan” araziye bir otel yapılacağı dedikoduları dolaşmaya başlamıştı mesela. Belediye ve yetkililer “mümkün değil” derken, proje bir belediye çalışanı tarafından medyaya “sızdırıldı.” Buna göre, Kuş Cenneti’ne bungalov ev tarzı otel, otopark, bisiklet yolu ve tesisin etrafına da yeni ve düzgün yollar yapılmasının planlandığı görülüyor. Kuş cennetinin içinde yer alan ve bölge halkı için önemli olan türbe de proje kapsamında yenilenecek; yeniden düzenlenecek “yeşil alan”da da yapay ağaçlandırma yapılacakmış. Şimdilik rafa kalkmış gibi görünüyor, ama akıllardaki “proje” için yine girişimde bulunulmayacağını söylemek, geçmiş tüm tecrübelere bakıldığında zor görünüyor.

Yine geçen yıl, kuş gözlem rehberi ve yaban hayatı uzmanı, fotoğrafçı Emin Yoğurtcuoğlu, gölün kenarına ‘koca bir kanal açıldığını’ duyurmuştu. Gölün suyunun kanalın içine dolmaya başladığını ve böylelikle gölün kuruyacağını belirten Yoğurtcuoğlu şunları söylemişti: “Tuz Gölü’nde yavru Flamingoların başına gelen buradaki kuşların ve doğanın başına bile bile getiriliyor. Ancak bu son değil, bir şey daha beni şoka uğrattı. İlkbaharda su tutan, çok önemli tuzcul bitkilerin bulunduğu, binlerce yıllık bir sulak çayır ekosisteminin üstünün birkaç kamyon ve dozerle toprak doldurulduğunu göz yaşları içinde izledim. Biraz daha ilerlediğimde, sahile vuran çöplerin arasında dinlenmeye çalışan, şaşkınlık içindeki Uzunbacak kuşunu görünce de onun adına insanlık için gene utandım.”

Yapılan araştırmalar sonucunda, bir kişinin tarla sınırını belirlemek için sulak alandan denize doğru bir kanal açtığı tespit edildi; kanal kapatıldı.

“Mileyha’yı ikiye bölen yolu mutlaka kaldırmak lazım” diyor Kayıkçı: “Bu yol kalkarsa diğer tarafa ulaşmak için mecburen sulak alanın etrafından yol verirler.  Burası da korunmuş olur ve böylelikle bütüncül olarak sulak alanı ikiye bölmemiş olursunuz. Hemen ardından da bir ‘rehabilitasyon çalışması’ yapmalı. Sulak alanlar yönetmeliğinde ‘kirletilen alanlar rehabilite edilir’ diye bir madde var. Yetki belediyelerde ve bakanlıkta. Ama rehabitilitasyon  bir yana, bu kadar koruma çalışmasına rağmen, bu yıl bir de şu gördüğünüz seraları kurmaya başladılar alana.”

Herkes ‘kurtarılmalı’ diyor, ama…

Bölgenin çöplüğü olarak kullanıldığı belli alanda, bizim de gezerken sık sık rastladığımız hafriyat, moloz yığınları ise vakayi adliye gibi. Kim döküyor belli değil, aralarında belediye araçlarının da olduğu ise herkesin bildiği bir sır. Şikayet olduğunda, hafriyat sulak alana dozerlerle girilerek toplanmaya çalışıyor, ki en olmaması gereken.

2021 nisan ayında yağmurların azalması ve mayısta durma noktasına gelmesiyle sulak alan iyice kurumuştu. Emin Yoğurtçuoğlu, belediye ve gönüllülere bir çağrı yaptı ve çağrıya uyan itfaiye ekipleriyle bölge halkı, günlerce kazma kürekle çalışarak geçici bir sulak alan oluşturdu. Ancak üzerinden 48 saat geçmeden oluşturulan sulak alana parke taşı döküldü. Kimin yaptığı tespit edilemedi tabii, sadece belediyenin internet sayfasında “Samandağ’da yolların parke yenileme çalışması devam ediyor” ilanı dikkat çekti, ama gelen tepkiler üzerine parke taşları yine dozerlerle sulak alana girilerek kaldırıldı.

Parke taşları Mileyha’nın kaderi olmalı. 2022’nin son aylarındaki ziyaretimizde yine karşımıza onlar çıktı.

Samim Kayıkçı, “En önemli olan burayı sürekli olarak takip etmek” diyor: “Bütün bu kıyıda köşede atılı çöp yığınları sadece burayı değil yağmur ve lodosla birlikte denizi de kirletiyor.”

Aslında, diğer çevre kırımı yapılan bölgelerde pek görülmediği üzere, Mileyha konusunda Hatay ve Samandağ’daki bütün parti temsilcileri, valilik, belediye, STK’ler, aktivistler, hatta tarla sahipleri bile  hemfikir: “Mahalli sulak alan” ilan edilmesi yetmez, Asi Nehri’ne kadar olan 2-3 kilometrelik alanın hızlıca doğal sit alanı olarak ilan edilmesi lazım” diyorlar.  Hatay Valiliği bu konuda elinden geleni yapacağına da söz vermiş. Ama işte; mevzuat, bürokrasi, yapılması gereken araştırma ve incelemeler, çıkarılması gereken izinler var.  Arazi sahipleri bölgenin turizme kazandırılmasını, eko-turizm yapılmasını istiyormuş; bir de kamulaştırma şart elbette.

Önce tarla, sonra inşaat

Bölgenin bütünü gibi, Hatay Samandağ’da da taş ocakları, madencilik ve ormanlık alanların  tarlaya dönüştürülmesi faaliyetleri tüm hızıyla sürüyor. Samim Kayıkçı, Samandağ’ı çeviren Musa Dağı’nda krom madenciliğinin yaygın olduğunu, ama ormanlık alana en çok zarar verenin, izinsiz açılan tarlalar olduğunu anlatıyor:

“Samandağı çok küçük bir belde; Samandağ Ovası, Arsuz, Amik gibi değil, çok dar bir alan, nüfus da giderek artıyor. . Bu yüzden de insanlar tarım alanlarının içine, sulak alanlara ev yapmaya, sonra da başka alanlar aramaya başlıyor. Sola, Musa Dağı’na baktığınızda ormanların parçalanmış olduğunu görürsünüz. Hepsi önce kaçak olarak tarım alanına dönüştürülüyor, sonra da af çıkıyor, bu kez üzerine inşaat yapmaya başlıyorlar.  Karşımızdaki Simon Dağı’nda ise rüzgar santralleri kuruldu. Ama bakın santral çevresinde de önce tarla açılmaya sonra da yavaş yavaş yapılaşmaya başlandı. “

Hz. Hızır Türbesi

İlk durağımızda beklediğimiz gibi dert çok, ama derman arayanlar da az değil. Onlar pes etmeyecek, belli; biz de izlemekten anlatmaktan vazgeçmeyeğiz. Sulak alan sınırlarından çıkıp hemen yakınlardaki Vakıflı Köyü’nü ziyaret etmeden önce, Pazar günü olması nedeniyle hınca hınç dolan hareketli  bir kalabalığın çevrelediği Hz. Hızır Türbesi’ne uğramadan gitmek olmaz.

Samandağ sahilinde yer alan Hz. Hızır Türbesi, Arap Alevi Hataylıların en önemli inanç merkezleri arasında yer alıyor. Hızır ile Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen merkez, içeride ibadet edenler, mum yakanlar, dua edenler ve inançları gereği etrafında üç tur atanlar ve hafta sonu “turistleriyle” rengarenk ve heyecanlı bir kalabalığı ağırlıyor. Aslında bir hidrobiyolog olan  ancak ailesinin geleneğini sürdürmek ona düştüğü için daha çok bizim gibi “dışarıdan gelenlere” Türbe’yi gezdirmeyi, geleneklerini, ritüellerini, burada kutlanan Gadir Hum bayramını anlatmayı, dev kazanların kalaylanmasını göstermeyi üstelenen Mehmet Ali Dönmez telaşlı. Bir o gruba bir diğerine koşup bıkıp usanmadan anlatıyor, gösteriyor. Onun işini engellememek bizim de yolumuza devam etmemiz gerek. İstikamet Vakıflı.

Son Ermeni köyünde

Küçücük bir köyün, iki yanını saran narenciye ve çiçek bahçelerinin kokularıyla bezenmiş, dar yokuş yolunda en beklenmeyen şeyle; trafik sıkışıklığıyla, güçlükle giriyoruz Vakıflı’ya:  Türkiye’nin tek ve son Ermeni köyüne. Samandağ’a 5 km. uzaklıkta, Akdeniz’e ‘bakan’ ve Suriye sınırı ile “göz mesafesindeki” köy; 1915 kırımının ve ardından tehciri kabul etmeyip dağa çıkarak Osmanlı’yla çatışan ‘Musa Dağı Ermenilerinin’ izlerini ve hatıralarını öyle derinlerde bir yerde saklıyor ki bilmeyenin kendini neşeli bir pastoral film stüdyosunda hissetmesi işten bile değil: Vardığımızda köyün tek kilisesinde reklam filmi çekimi yapılıyor; kilisede o gün evlenecek çift ve özene bezene hazırlanmış konukları ise çekimin bitmesini bekliyor bir kenarda. Bir yandan da “turist kafilelerini” taşıyan özel araçlar ve otobüsler vızır vızır bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor. Yollar, bahçeler araçlardan kaçarak evlerin, bahçelerin arasına dalan insanlarla dolu.

“Onca yol geldik, bu kadar mıymış, bari gelmişken likör alalım” diyen de var aralarında, kilisede ayin yapılacak mı merak edip mum yakma derdine düşen de. Yerli halk pek ortada değil; bir tek “Panos Amca”; Panos Çaparyan. 1 Temmuz’da tam 91 yaşını doldurmuş, yüzünde onca badirenin ardından hayatta kalmanın biraz sevinci biraz da hüznüyle köyün merkezindeki kahvenin hemen girişinde, değişmeyen yerinde oturmuş; “süvari”den kahvesini içerken2 , gelip gidene laf yetiştiriyor, şarkı söylüyor, köyünü, ailesini anlatıyor. Tam bir “sahne figürü”. Selamımızı alır almak bütün hikayesini önümüze döküveriyor: Bütün torunları okuyormuş, lisede üçte olan torunu sınıfını takdirnameyle geçmiş. En büyük derdi, gençlerin köyde durmaması, özellikle parlak olanların yurt dışına gitmesi. Yeğeni Can Çaparyan, yeni bir kimya formülünü bularak tamamlamış Norveç’teki doktorasını. Şimdi Londra’da üniversitede doçentmiş. Köye gelemediği için üzülüyor ama bulduğu yeni formül bilimsel onay alırsa, adı “Can Çaparyan formülü” olacak diye seviniyor da.

26 Ermeni aile kaldığını anlatıyor köyde, hepi topu 100 kişi. Kilise cemaati ise Samandağ’la birlikte 56 aileymiş. 6-7 kişilik iki aile de, Suriye’den gelip Vakıflı’ya yerleşmiş. “İyi oldu, diyor. “Çocukları da var.”

İleri yaşına rağmen pırıl pırıl bir zihni var Panos Çaparyan’ın. 1948-51 yıllarında, Samandağ’ın ilk ortaokul öğrencilerinden ve mezunlarından olduğunu anlatıyor: “Okumayı çok seven bir dedeyim ben. 150 tane romanım var evde. Hem İstanbul hem köy Ermenicesini iyi konuşur, okur yazarım.. Arapça çok güzel konuşurum, Ortaokuldan biraz Fransızcam var. Sokaktan da biraz Kürtçe öğrendim. Şimdi yaşlandığım için çok okuyamıyorum. Yemeğe, içmeye, gezmeye, yatmaya yetiyor. Sizi görüyorum, o da yeter.”

Kendisini köyün rehberi olarak tanıtıyor herkese. Samandağ’daki turizm bürosuna başvurup resmi rehber olabilmek için belge istemiş, vermemişler. “Sen fahri rehber olarak devam et” demişler.

Kalabalıktan ise memnun. “Gelenler, bize döviz bırakıyorlar, iki küçük marketimiz iyi çalışıyor. Kadınlarımız da hamarat, güzel tatlılar, şaraplar, likörler yapıyorlar, kooperatif ve diğer işleri de onlar yürütüyorlar” diyor.

Köy içinde köy: Gastronomi köyü

Ancak Vakıflı da artık bir okul bulunmuyor. Yalnızca İskenderun çevresinde konuşulan ve Çaparyan’ın bilip yeni neslin öğrenemediği “Ermenice ağzı” ise kaybolmak üzere, zira dillerini aktarma olanakları yok. Belki 30 yıl sonra, köyün yaşlıları da hayata vede edince bu lehçeyi konuşan kimse kalmayacak ve dünyadan bir kültür daha yok olup gidecek.

Gençlerin terk ettiği, bir turistik platoya dönüşen köyün geçim kaynağı narenciye, portakalgiller, bir de gelen turistlerin kaldığı küçük bir pansiyonla kahveden, kooperatiften yaptıkları alışverişler. Şimdilerde köyün tam ortasında, 24 dönüm arazi üzerine  bir gastronomi köyü inşaatı hızla devam ediyor. Konaklama tesisleri de olacakmış.  Henüz kaba inşaat halindeki bir örnek, köyün habitatıyla ilgisiz, beton binaların yan yana dizildiği “köy içinde köy”ün, Samandağ Belediyesi’nin girişimiyle Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu’ndan hibesi de alınmış. Belediye Başkanı, Gastro-köy’ün kadın istihdamına yardımcı olacağını söylemiş.  Göreceğiz.

İnşaat hakkında köy halkının ne düşündüğünü öğrenemiyoruz, ama en “dışa açık” figürü Çaparyan bile mesafeli. Ancak kabullenmekten başka çaresi olmadığını bilmenin bilgisiyle, sorumuzu ustalıkla geçiştiriveriyor.  Geçiştirdiği bir şey daha var: 1915. Sorularımız onu huzursuz ediyor; işlek beyni ve hafızası bir anlığına bulutlanıyor: “Aman, ne bileyim işte”

Dakikalarca köy caddesinin trafiksiz, boş bir anını yakalamayı bekledikten sonra elde edebildiğimiz tek görüntü.

Tehcir’den sonra bile, 1939’a kadar Musa Dağı’nda, nüfusunun tamamı Ermenilerden oluşan altı Ermeni Köyü vardı. Sadece Vakıflı’nın nüfusu 5 binin üzerindeydi. 1939’da Hatay Türkiye’ye bağlanınca, diğer köylerdeki çoğu aile henüz çok sıcak olan 1915 kırımının anılarını da yanlarında taşıyarak Suriye’ye Lübnan’a göç etti. Boşalan köylere Sünni Türkler yerleştirildi. Kalanlar ise bir arada olabilmek için Vakıflı’ya taşındı.

2014’te Suriye’deki Kel Dağ’ın arkasında bulunan Kesep kasabasını işgal eden dönemin Özgür Suriye Ordusu militanlarından kaçanların sığınağı yine Vakıflı oldu. Köy, soyu Klikya Ermenilerine dayanan 25 yaşlı Ermeniyi misafir etti.

O dönem Keseblilerin Vakıflı’ya gelişini ayarlayan köyün Ermeni Cemaati Başkanı Cem Çapar, basına “Biz savaşı yaşamadıysak da onların yüzünde gördük” demişti. 48 yıl sonra İstanbul’dan Vakıflı Köyü’ne kesin dönüş yapan Misak Hergel ise “Gelenlerin hepsi çok yaşlıydı, hastaydı. Üst başları perişandı. İnternetteki tehcir fotoğraflarına benzer bir vaziyetteydiler. Hepsinin çıkını vardı, iki parça ekmek ayırıp çıkına koyuyordu. Tehcir günleri gibi diyorum ya, yarın ne olacak belli değil”  diye anlatmıştı manzarayı.

Ermeni halkının sınavı hiç bitmiyor yani, aynı kader döne döne tekrarlanıyor, travma hiç onarılamadan nesilden nesile akıp gidiyor. Memleketin son Ermeni Köyü’nün üzerine serilen çok renkli örtünün altındaki uzak ve derin suskunluk hali ise yapamadıkları 24 Nisan anmalarında değil, ‘Panos Amca’nın turistlere sergilediği “neşeli show” bitip de gece bastırdığında, hemen üzerlerinde yükselen Musa Dağı’nda olan bitenlerin ocak başlarında kısık sesle anlatıldığı hikayelerle, yine kendi aralarında kırılıyor.

Sevgili Hrant Dink, “Türkler Ermenilerin, Ermeniler Türklerin doktoru, başka çare yok” demişti, bu dünyadan vahşi bir katliamla ayrılmadan önce. Türklerle Ermeniler arasında bir diyalog, bir normalleşme isteniyorsa bunun ancak konuşarak olacağını, susarak, engellenerek bir yere varılamayacağını da eklemişti. O gün geldiğinde; zor gücüyle elde edilmiş suskunluğun bittiği ve Dink’in hep özlediği gibi her iki halkın da açık yüreklilikle ‘helalleştiği’ o anda, her şeye rağmen kalanların hayatlarını bir vitrine, bir turistik eşyaya çevirme çabasının da sona erdiğini görebiliriz belki..

Devam edecek… 

You may also like

Comments

Comments are closed.