2023 KAHRAMANMARAŞ DEPREMİEditörün SeçtikleriManşetVideoYeşil Gazete Deprem Bölgesi'nde

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde- 5] Hatay hala moloz altında, halk toprağının, evinin peşinde…

0

Haber/İzlenim: Alev KARAKARTAL

Fotoğraf/Video: Gürcan ÖZTÜRK

*

Bölgedeki üçüncü günümüz. Hala Antakya’dayız. Merkezden biraz uzaklaşıp enkaz molozlarının döküldüğü Samandağ civarını ve altı aydır görmediğimiz Milleyha ile son Ermeni köyü Vakıflı‘yı tekrar ziyaret edip deprem öncesiyle sonrasını karşılaştırmak için yoldayız.

İlk durağımız Samandağ Uzunbağ. Buradaki mihmandarımız yerli halktan, bağımsız aktivist Mehmet Ali Ergin olacak. Antakya’yla Samandağ arasındaki yolda, merkezden kaldırılan enkaz kalıntılarının dev tepeler oluşturarak yığıldığı birkaç yerden birkaçı burada zira…

Gelmeden önce de çok yakından izlediğimiz deprem bölgesinden çok sayıda muhabir arkadaşımız haberlerini yazmış, fotoğraflarını, video görüntülerini göndermişti. Başka medya organlarında da sık sık yükselen moloz yığınlarını gördüğümüz için neyle karşılaşacağımıza hazırlıklıyız diye düşünmüştük. Değilmişiz…

Görmeyen gözün anlaması zor

Aslına bakarsanız, deprem ve sonrasını gazetelerden televizyonlardan; yani uzaktan izleyen hiç kimsenin orada olan bitenlere dair havsalasında “gerçek” bir imge oluşturabildiğini zannetmiyorum. Elbette herkes ne denli büyük bir yıkım yaşandığının farkında ama gece karanlığında yükselen enkazların tekrar tekrar yaşattığı travmayı, çıkan molozların oluşturduğu dağların yükseldiği alanları, koskoca kentlerin insanıyla hayvanıyla çadırlarda, konteynerlerde verdiği mücadeleyi en az bir kez olsun gözüyle görmeyen, havada asılı tarifi imkansız kokuyu almayan, ciğerleri kavuran toz bulutunu hissetmeyen, ıssız, harabe sokaklardaki silik siluetlerle göz göze gelmeyen birine olmuşu, olanı ve olabileceği anlatabilmek, hakkıyla aktarabilmek için ne kelimeler ne de görüntüler kar etmiyor bazen.

Merkeze araçla yarım saatlik mesafede, başka bir ülkenin “değeri” olsa, pamuklara sarıp sarmalayacağı, doğal haliyle “turizm destinasyonu” yapacağı Uzunbağ’ın tam ortasından geçen Manastır Deresi’ne götürüyor bizi Ergin. Gözlerimize inanamıyoruz:

Yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki dere yatağının tam üzerindeyiz. Ama ırmağın ancak başlangıcını görebiliyoruz, kalanı dökülen enkazın altında. Arada ağaçların kalıntıları, kırılmış dalları, topraktan fırlamış kökleri seçiliyor. Ergin, ırmağın çok büyük olmamasına karşın karşın yarattığı ekosistemin çok zengin olduğunu anlatıyor. Yani birkaç ay öncesine kadar öyle olduğunu:

“Molozun ilk döküldüğü yer burası değil, önce Yeşilköy’de başladı sonra buraya da yöneldiler. Bu ırmak Büyük Karaçay Deresi’ne akar, onu ve çevresini de besler yani. Buraya ilk yöneldiklerinde itiraz ettik, kolluk kuvvetlerinin ilk müdahalesi de burada oldu. Çok sayıda köylü darp edilerek gözaltına alındı. Çevremiz köylülerin zeytinlikleri, arka taraf portakal, mandalina bahçeleriyle dolu. Suyu bahçeler için bir şekilde tedarik etmenin yolunu bulabilsek bile, burada yaklaşık olarak 15-20 farklı çeşit endemik hayvan ve bitki popülasyonu var: Su kuşları, domuzlar, küçük çakallar vs.  Yamaçtaki ağaç çeşitliliği ise az rastlanır türden. Bu kadar verimli ve çevresine hayat veren bir ırmağın üzerine, göz göre göre moloz yığmaları, yaşanan akıl tutulmasını da gösteriyor. Geleceğimiz gözlerimizin önünde yok ediliyor. “

Normal koşullarda vatandaşların en küçük bir hatasında cezasını kesen, karşısına kanunları, kuralları çıkaran devletin, deprem bölgesinde hiçbir yasa ve kural tanımadan defalarca bunları çiğnemesine ise isyan ediyor çevre aktivisti.

Artık akamayan; suyunun, börtü, böceğinin, ağacının ve kurdunun kuşunun anısına bile sahip çıkamayan ırmağı, hüzünle geride bırakıp az ileriye Yeşilköy’e gitmemiz gerek, çünkü orada devasa bir vadiyi itinayla yok etme çalışmaları büyük bir hızla sürüyor.

Bir vadiyi öldürmek

Her adımda bir öncesini arar mıymış insan? Moloz yığınları büyüyor, büyüyor, büyüyor, bir apartman boyutuna ulaşıyor burada. Yol boyu vızır vızır çalışan kamyonların taşıdığı beton, demir ve kim bilir daha nelerin artıkları, yol kenarına yığıldıktan sonra iş makineleriyle zeytinlikler ve tarım arazilerinin bulunduğu vadiye doğru öbek öbek “itilirken” hakikaten de kimsenin bir görülme, duyulma endişesi olmadığına inanmak öyle güç ki. Bir tür “kırmızı pazartesi” gibi, herkesin gözleri önünde, bile isteye cinayet işleniyor ve devletin icazetini almış firma çalışanlarında en küçük bir çekince, yaptıklarından küçücük de olsa bir pişmanlık jesti, mimiği göremiyorsunuz.

“Antakya’dan yaklaşık olarak yüz elli iki yüz milyon metreküp moloz çıkacağı hesaplanıyor. Bu molozların büyük bölümünü dökmek için de Samandağ’ı seçtikleri anlaşılıyor” diyen Mehmet Ali Ergin, eliyle önümüzde uzanan vadiyi gösteriyor: “Bu zeytin ağaçlarıyla dolu, köylünün tarım yaptığı vadinin tümünün molozla doldurulup yolla aynı hizaya getirileceğini söyledi şirket yetkilileri. Vadiyi yok edeceklerin yanı. Hiç yüzleri kızarmadan, utanmadan, dünyanın en normal şeyiymiş gibi söylediler üstelik. İşçilerden de buraya dökülen molozların, sadece 330 binanın enkazına ait olduğunu öğrendik.”

‘Anlamsız, tanımsız, tarifsiz bir coğrafyada’ başa gelenler

Yerel halkın çevresi konusunda duyarlı olduğunu, doğasını koruduğunu anlatırken, sesi ‘kırılıyor” birden: “Ama daha önce böyle vahşi bir saldırıyla hiç karşılaşmamıştık, o yüzden de hala şoku atlatabildiğimizi söyleyemem. Böyle büyük bir şeye nasıl karşı koyabiliriz, nasıl direniriz, onu da bilemiyoruz.”

Farklı ülkelerden gelen heyetler, burada ağır bir insanlık ve çevre kırımı suçu işlendiği gerekçesiyle halkı yasal haklarını aramaları için teşvik etmiş. “Biz de raporlayacağız” demişler, ama görünen o ki, burada da “atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” Yaratılan tahribat öyle büyük ve inanılmaz bir aceleyle sürdürülüyor ki, ne yazılıp çizilen raporlar ne de birkaç köylünün/kurumun çabası bunun önüne geçebilir mi, görebildiğimiz kadarıyla zor, çok zor.

Ergin, yaşanan yıkım ve sonrasındaki süreçten Akdeniz ülkelerinin tümünün etkilenebileceğinden, ortaya çıkan asbestli tozların atmosfere karışıp komşu iller bir yana diğer ülkelere de yayılma riskinden de bahsediyor. Gönlünden geçen uluslararası bir tepki, örgütlenme ama bu da kolay değil.

Öğrendiğimize göre, Yeşilköy’ün üst tarafında da depremzedeler için TOKİ konutları yapılacakmış. Ve tahmin eden nereye? Evet, elbette zeytinliklere. Hani şu, bugünlerde iç pazara yetmiyor ve çoğu ihraç edildiği için kalanlar da aşırı pahalı hale geldi diye ihracatının geçici bir süre yasaklandığı zeytinlerin vatanına. “Anlamsız, tanımsız, tarifsiz bir coğrafyada, ne insana, ne hayvana ne doğasına, dahası tarihine, kültürüne en küçük bir saygı gösterilerek, sanki buraları ‘uzayda boş bir noktaymış’ gibi muamele görüyoruz” diyor Ergin:

“Bizi buralardan sürmeye çalıştıklarını düşünmek istemiyoruz, ama bunu düşünmemiz için de her türlü ortamı yaratıyorlar. Ne kadar üzgün olduğumuzu, kadınların her gün, depremin ardından yaşadıkları bu ikinci yıkım karşısında ne çok ağladığını anlatamam. Arkadaş olup sohbet etmek varken, bizi şirket çalışanlarıyla kavgaya yönettiler. Biz kimsenin şahsıyla kavgalı değiliz ki, doğamızla kavga edenleri önlemeye çalışıyoruz. Doğa elbet bir gün kayıplarını geri alır, ama buradaki insanlara kuşaklar boyunca acı çektireceksiniz. Şimdiden çevre köylerden çok sayıda insan, özellikle de yaşlılar molozlardan çıkan tozdan hastalandı, aralarında hastaneye kaldırılanlar oldu. Sonrasının ne olmasını bekliyorsunuz ki?”

Bölgeye Antakya dışından gelen aktivistlerin desteğine de müteşekkir: “İlk günden itibaren bizi yalnız bırakmadılar. Onları gören bölge halkı da, ‘benim hakkımı, toprağımı korumaya başkaları gelmiş, biz de elbet destekleyecek, itiraz edeceğiz dedi” diyor ve halkın taleplerini şöyle sıralıyor:

“Toprak ve akan, temiz su, bölge halkının her şeyi. Burada devlete karşı bir kalkışma yok, tam tersine devlet halka karşı bir şey yapıyor. Biz bölge halkı olarak, dedelerimizin, onların dedelerinin yaşadığı topraklarda huzur içinde ve sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmek istiyoruz. Atanmış valiye de ‘siz elinizi çekin, yardım da etmeyin, dokunmayın da. Biz her şeyimizi kendimiz yaparız, doğayla barışık yeni evler üretiriz, enerjimizi yenilenebilir kaynaklardan elde ederiz, doğaya, insana, hayvana saygılı yeni şehirler yaratırız’ dedik. Ancak TOKİ ısrarıyla sürekli mevcut kötü örnek tekrarlanıyor. Enkazdan çıkmış insana, dev betonarme binalar dayatıyorlar. Çocuğa verseniz, böyle kötü bir modeli üretmez.”

Milleyha….

Aklımız, kalbimiz artık akmayan billur sularda, yolumuzun bundan sonraki durağı Samandağ merkez ve Milleyha Sulak Alanı’na geçme zamanı. Gördüklerimizden sonra göreceklerimizden korksak da devam etmek gerek. Tarihe kayıt düşmek için.

Nihayet altı ay sonra yeniden Milleyha’ya merhaba diyoruz. Ama önce bir hatırlatma: Milleyha Kuş Cenneti depremden önce de pek “cennet” değildi. Aylar önce, henüz su tutmamışken ve kuşlar gelmemişken yaptığımız ziyarette, balçıkta zaman öldüren birkaç “göçmeyen” kuşun etrafında, belediyenin hangi akla hizmet yaptığını bir türlü anlayamadığımız, sulak alanının tam ortasından geçen ve bütün ekosistemin dengesini bozan asfalt yolu ve gerek resmi kurumlar gerekse sivil kişilerin yığdığı inşaat artıklarından ev atıklarına kadar alanı kaplayan çöp dağlarını görmüş; epey moralimiz bozuk olarak dönmüştük.

[Yeşil Gazete Çukurova’da-1] Mileyha’nın kuşları

Şimdi ise akla hayale sığmayan bir iş yapıp sulak alanın hemen bitişiğini devasa bir moloz dökme alanı haline getirmişler. Fotoğrafları ve videoyu göreceksiniz, beton parçaları ve kalıntılardan mübalağasız dev bir dağ oluşmuş. Samandağı’na doğru giderken yol boyu bize eşlik eden kamyonların bir kısmı yeni atıkları alana taşırken, iş makineleri ve korunmasız, maskesiz işçiler de tüten molozlardan demir, çelik gibi işe yarar parçaları ayırmaya, işi bitenleri hemen yan tarafa yığmaya çalışıyor. Ortalık toz duman. Biz öksürerek çekim yaparken, işçilerin bize yadırgayıcı gözlerle bakan rahat halleri ise inanılmaz. Belli ki soludukları şeyin ne olduğu konusunda en küçük bir bilgilendirme yapılmamış; başlarına gelenin ve gelecek olanın ya farkında değiller ya da umursamaları sağlanmamış.

Milleyha, Türkiye’de kayıt altına alınan 231 bitki, 387 kuş, 24 kelebek, 12 sürüngen, altı memeli, üç kurbağa türüne ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en önemli kuş göç rotalarının birinin üzerinde olduğu için, göçmen kuşların dinlenip beslendiği, önemli bir bölge. Böylesi bir alanın moloz dökme sahası olarak seçilmesi, ne akla ne de vicdana sığar, sığmıyor, insan gördükleri karşısında isyan ediyor. Böylesi kıymetli bir alan, hali hazırda  verilen hasarı onarmak, korumak için çaba göstermek varken, bu kadar düşüncesizce, adeta hunharca neden, nasıl zedelenir, anlamak öyle zor ki.

Mehmet Ali Ergin’i dinleyin. Bakın ne diyor?

Devletin uygun gördüğü 

Hatay genelinde moloz döküm alanı olarak seçilen, aslına bakarsanız “boş görünce” göze kestirilen Defne, Narlıca, Altınözü, Belen, Kırıkhan ve Samandağ’daki zeytinlikler ve tarım alanları ilk “kurbanlar oldu. Tonlarca enkaz ağaçların üzerine, sulak alanlara, yaşam alanlarının kıyısına yığıldı.

Sadece Hatay’da da değil, Adıyaman, Maraş, Malatya ve Diyarbakır’da da aynı sahneler yaşandı. Merkezi yönetimin kimseyi dinlemeden, salt yıkımın izlerini hemen ortadan kaldırmak için alelacele hayata geçirdiği “enkaz kaldırma” çalışmalarının düzene girdiği, yerinde ayrıştırma yapıldıktan sonra kalanların “uygun yerlere” döküleceği söylense de o “uygun” yerlerin hala zeytinlikler, tarım alanları olduğuna, yetmiyormuş gibi aynı yerlere bir de deprem konutları inşa etmeye başladıklarını görünce, fırsattan istifade “müteahhit-beton cumhuriyeti”ne nasıl iman tazelendiğine bizzat tanık olduk.

Anadolu Ajansı, geçen nisan ayında  depremlerin ardından yıkık ya da acil yıkılacak 21 bin 391 binanın 12 bin 836’sında enkaz kaldırma ve yıkım çalışmaları yapıldığını, acil yıkılması gereken 7 bin 999 yapıdan 5 bin 606’sında yıkım işlemleri tamamlandığını ve 3 bin 722’sinin de enkazı belirlenen alanlara taşındığını bildirmişti. Günde yaklaşık 15 bin kamyonun hafriyat dökümü yaptığı, bölgedeki 26 alana o tarihe kadar taşınan moloz miktarı 5 milyon metreküpe ulaşmış, döküm alanlarının doluluk alanı ise yüzde 56 olarak hesaplanmıştı. Şimdi bu rakamların daha da büyüdüğünü öngörmek kehanet sayılmaz.

Yerleşim alanları, hastaneler, zeytinlikler ve sulak alanların moloz dökümü mahalli olarak kullanılmaması için Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) de aralarında olduğu emek, meslek ve çevre örgütleri mahkemeye de başvurdu ancak 2. İdare Mahkemesi’nde dava hala sürüyor. İhtimal, iş işten geçtikten sonra bir karar çıkacak.

Halbuki, bu tür durumlarda moloz dökümü için sızdırmasız zeminlerin tercih edilmesi, yeraltı ve üstü sularla temastan kaçınılması; söz konusu alanların korunan alanlardan, yaban hayatından uzak olması gerekiyor. Bunu Çevre Bakanlığı da biliyor, zira kendi çıkardıkları yönetmelikte tam da bu kriterlere yer veriyorlar. Eski Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar bütün bu tartışmaların ortasında, eleştirilere cevaben  “Bu alanlar belirlenirken, sahanın topoğrafyası ve jeolojisi dikkate alınmakta, tarım amaçlı kullanılan arazilerde, içme, sulama ve kullanma suları rezervuarlarında, taşkın riskinin yüksek olduğu yerlerde, yağmur sularının akışını engelleyecek vadilerde veya dere yataklarında, heyelan, çığ ve erozyon bölgelerinde olmamasına dikkat edilmektedir” demişti mesela. Edilmedi, tanığız…

Azdan az, çoktan çok…

Arkamızda hem fiziksel hem mental olarak “dağ gibi” yığılmış sorunlar yumağını bırakarak, Samandağ merkeze dönme zamanı.  Birazdan Türkiye’nin son Ermeni köyü olan Vakıflı’yı ziyaret edeceğiz. Deprem sırasında köyde can kaybı olmadı, bu nedenle haberlere de pek yansımadı. Son durumu gözlerimizle görmek istiyoruz. Ama önce Samandağ’daki Ortodoks toplumun temsilcilerine uğrayacağız.

St. İlyas Kilisesi’nde, kilise papazı Dimyan Yakupoğlu’nun konuğuyuz. Depremde onların evleri de hasar görmüş. Eski yapıların yanı sıra yeni binaların da yıkıldığını anlatıyor Yakupoğlu, kendi sekiz yıllık evindeki “orta hasar”a işaret ederek. Bunlar için belediyeden destek alacaklarmış. Ancak deprem sırası ve sonrasında yardım ve destek işini daha çok “kendi içlerinde” halletmişler, daha doğrusu zorunda kalmışlar:

“AFAD bize uğramadı, devletten de erzak konusunda herhangi bir yardım almadık. İBB ve Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra asıl olarak kendi cemaatimizden ve özellikle de yurt dışındaki kiliselerden yardım geldi. Gerçi Yunanistan’dan gelen üç, Almanya’dan gelen iki yardım tırımıza ‘biz dağıtacağız’ gerekçesiyle el kondu ama yine de ulaşabilenler sayesinde erzak sıkıntısı yaşamadık.”

Ortodoks cemaatinden Ferit Diker de ekliyor: “6 Şubat’taki ilk depremde merkezdeki kadar yıkım olmasa da hayatını kaybeden cemaat üyeleri oldu. Enkaz altında kalanları ve sonrasında ölülerimizin hepsini kendimiz, ellerimizle, ufak tefek aletlerimizle kazarak çıkarabildik. Deneyimli değildik ve tehlikeliydi ama kimse yoktu ve başımızın çaresine bakmak zorundaydık.”

Kiliseye ait meyve bahçesinde hasat zamanı. Elde edilen gelir, evlerin onarımına harcanacak.

20 Şubat’ta meydana gelen ve Antakya merkezli ikinci depremde ise zarar görmeyen ev kalmamış. 300 çadırı kendi imkanlarıyla ve yurt dışından yapılan yardımlarla getirebilmişler, Mardin’deki Süryani kiliseleri de destek olmuş. “Çok uçuk paralara alabildik, ama ihtiyacımız vardı” diyor Papaz Yakupoğlu. Sonrasında muhtarlık vasıtasıyla AFAD’dan da birkaç çadır alabilmişler ama yeterli konteynerlere ulaşamışlar. Valiliğin dağıttığı konteynerlere ise 430 ailenin190’ı geçebilmiş. Yani barınma ihtiyaçları halen sürüyor, çadır ve konteynere ulaşamayanlar hasarlı evlerinde ve bahçelerinde kalmaya devam ediyor.

Tıpkı Antakya merkezde olduğu gibi buradaki aileleri de konteyner kentlere yönlendiriyorlar. Ancak orada olduğu gibi Samandağ’da da gitmek istemeyen çok sayıda aile var. Buradaki gayrimüslim nüfusun bahçeli, müstakil evlerde yaşadığını anlatan Diker, “Bizimkilerden kimse evini bırakıp konteyner yerleşkesine gitmez. Devlet bize yardım etmek istiyorsa, yıkım kararı alınan evleri bize bıraksın, biz cemaat olarak yıkar, prosedüre uygun, prefabrik bile olsa yeniden yaparız. Gerekirse eski evimizden daha küçük, sınırlı bir yere de razı oluruz ama evlerimizi terk edip başka yere bedava bile olsa gitmek istemiyoruz.”

Konuşma sırasında Vakıflı’ya uğrayacağımızı söylediğimizde, “komşu cemaat”ten de bilgi veriyorlar: “Orada hayatını kaybeden olmadı ama sağlam kalan ev de pek yok. Vakıflı, yıkımların tebliğ edildiği nadir yerlerden biri. Oradaki evler taş yapılar, kolonsuz, yığma. Bir taş duvar yıkılınca, komşu duvarlar da çatlıyor, hasar görüyor. Şimdi alınan yıkım kararları için mahkemeye başvurdular”.

Duydukları söylentileri de iletiyorlar. Mesela AKP’li ileri gelenlerin, köyden 10 oydan daha az çıkarsa yıkım kararlarını uygulayacağı tehditlerini… (Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinde AKP ve Erdoğan’a 17 oy çıkmış).

Vakıflı’daki evler tamamen yıkılmasa da, özellikle ikinci depremden sonra evlerin çoğu ağır hasarlı hale gelmiş ya da “sisteme öyle kaydedilmiş”. “Bir ara köyde 20 kişi kadar kaldılar” diyor Yakupoğlu: “Çadır bulamadıkları için hepsi İstanbul’a gitti otobüslerle. Orada Patrikhane’nin yatakhanesinde kaldılar. En son Paskalya’da döndüler, yanlarında oradan satın aldıkları çadırlarla, bir daha da gitmediler. “

Öyle mi göreceğiz, istikamet Vakıflı.

Vakıflı, ‘söküğünü kendi dikecek’

Köy kahvesinin sahibi, eski vakıf yöneticilerinden Garbis Kuş, deprem sonrası çalışmaları için yaptıkları bir toplantıya ara verip karşılıyor bizi. Köylerinde can kaybı olmadığı için mutlu ama Rum komşularının söylediği gibi ikinci deprem onları daha kötü etkilemiş: “İkinci deprem akşam saatlerinde oldu. Bütün köy halkı birlikteydik, birlikte akşam yemeği yemek istedik. Tam o sırada yeniden deprem oldu. İyi ki evlerimizde yakalanmadık.”

Samandağ’daki Ortodoks komşularının verdiği bilgiyi doğruluyor Kuş da. Bu depremde yığma evlerde, özellikle duvarlarda hasar oluştuğunu ve evlerin neredeyse tamamının kayıtlara “ağır hasarlı” olarak geçtiğini yani. Kayıtların, gelip evler kontrol edilmeden tutulduğunu ve devletin bu kayıtlara bakarak kendilerini toplu konutlara yerleştirmek istediklerini de ekliyor.

Ancak köyü ziyaret eden eski Savunma Bakanı Hulusi Akar’a durumu anlatıp köylerinden ayrılmak istemediklerini söylemişler: “Binlerce bina yıkıldı Antakya’da. Devlet onları yapsın, biz kendimiz başımızın çaresine bakarız, yıkımı da yaparız, yeniden inşaatı da. Kendi imkanlarımızla köyümüzü yeniden ayağa kaldırırız” dedik. Neyse ki kabul ettiler, bize bir kağıt imzalattılar. Artık yıkımları da yeniden inşaatı da kendimiz, kendi olanaklarımızla yapacağız.”

Talepleri taş evler için kabul görmüş ve anlaşma yapılmış yapılmasına ama, köyün üst tarafındaki evlerin tamamı için yıkım kararı hala duruyor. Şimdi de bunu nasıl aşacaklarına ilişkin bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorlar.

Ermeni cemaatine mensup kişilerden, kiliselerden, patrikhaneden çadır ve konteyner desteği yapılmış köye, AFAD da 2 tane (yazıyla iki) konteyner vermiş. Uluslararası cemaatten de destek bekliyorlar, ama köyde tapular kişisel değil, aile üzerine miras olarak geçtiği ve belgelere yansıtılmadığı için zorluk yaşıyorlarmış.

Vakıflı’da köyün tam ortasına, altı ay önce inşa edilmeye başlanan “gastronomi köyü” ikinci ziyaretimizde neredeyse bitmiş. 24 dönüm arazi üzerindeki “köy içindeki köy”de konaklama tesisleri için düzenlemeler yapılıyor. Tek katlı, yeni binalar oldukları için depremden etkilenmemişler, köyle bağlantısız, bağımsız öylece sırasını bekliyorlar.

Çay ocağındaki toplantının konusu, onarımlar ve inşaatlardı. Konteyner ve çadırlara yerleştirdikleri insanları, az hasarlı olandan başlayarak onardıkları ve/ya yeniden inşa ettikleri evlere yerleştirmeye başlayacaklarmış. Sonra orta hasarlı ve ağır hasarlı olanları, sırayla…

“Evine taşınanlar konteynerleri boşalttıkça, diğer insanları yerleştireceğiz. Tamamdır yani, düzelteceğiz. Bir iki yıl içinde eski günlerimize döneriz diye umut ediyoruz.”

Sözünü “Hadi inşallah” diyerek bitiriyor.

Ne diyelim; “İnşallah”!!!

Devam edecek…

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-1] Altı ay sonra Antakya…
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-2] Antakya sokaklarında: ‘Bu bir sistemin çöküşüdür’
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-3] Gidenler, kalanlar…
[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-4] Depremzede hayvanların çıkaramadıkları ses olun: Kaderimiz de ortak kederimiz de…

 

You may also like

Comments

Comments are closed.