2023 KAHRAMANMARAŞ DEPREMİEditörün SeçtikleriManşetYeşil Gazete Deprem Bölgesi'nde

[Yeşil Gazete Deprem Bölgesi’nde-2] Antakya sokaklarında: ‘Bu bir sistemin çöküşüdür’

0

Haber/İzlenim: Alev KARAKARTAL

Fotoğraf/Video: Gürcan ÖZTÜRK

*

Bugün, 10 ay önce arşınladığımız Antakya sokaklarında kendi ayak izlerimizi takip edeceğiz. Onca yaşanandan sonra göreceklerimize hazır mıyız, bilemiyoruz. Kente girerken bir kabustan fırlamış gibi hala enkaz halinde dikilen binalardaki çerçeveleri çıkarılmış pencerelerin karanlık, körelmiş birer göz misali sizi takip ettiği sokaklar, güneşin altında daha az korkutucu mu olacak?  İçimiz daha az mı yanacak?

Kurtuluş’un kurtuluşu mümkün mü?

İlk durak kentin ana damarı, Kurtuluş, yani Herod veya Kışla Caddesi. Bir zamanlar kentin en işlek ve en turistik yeri olan, başta Hristiyanların ve Müslümanların kutsal kabul ettiği Habib-i Neccar olmak üzere önemli ibadethaneleri barındıran, MÖ 300’de kurulduğu tarihten beri Antakya’nın nefes borusu olmuş ana arter, dünyanın gece aydınlatılan ilk caddesi unvanına sahipti. Yansa, yıkılsa da unvan hala onda aslında.

Cadde, yüzyıllar önce ilk tasarlandığında, her iki yanı Antakyalı yontucuların yaptığı heykellerle süslü, Tetrapil denen dört ayak üstüne oturtulmuş Apollon Heykeli’nin bulunduğu yerde son bulacak şekilde; güneybatıdan esen hakim rüzgarı şehir içine dağıtarak kentin nefes almasını sağlayan ana arter olarak planlanmış. Bir zamanlar her iki yanı kemerli saçaklarla güneşe ve yağmura karşı korunma altına alınan, sağlı sollu alışveriş dükkanları, şaraphaneler, aşevleri, müzikli eğlence yerleri, tiyatro sahneleri, hanlar ve günümüz otellerini andıran yeme içme, uyuma mekanlarının sıralandığı; sadece Antakyalıların değil başka çevre yerleşim yerlerinden insanların, özellikle Roma ve Bizanslı zenginlerin  hep en gözde “turizm alanlarından” biri olmuş.

Depremden önce de, Osmanlı’nın son döneminde şehri işgal eden Fransızların belirgin mimari izlerinin halen yer yer görüldüğü 11 m. eninde, 1,3 km. uzunluğundaki caddede bulunan çoğu tarihi eser niteliğindeki iki katlı, avlulu çok sayıda mekanın caddenin genişletme çalışmalarında ne yazık ki yıkıldığını, yerlerini eklektik, yeni binalar aldığını görmüştük. Yoğun trafik, kalan tarihi binaların altındaki, dar sokaklardaki keyfe keder esnaf dükkanları, her binaya gelişigüzel çakılmış, yüzlerce bir diğerine benzemez tabelayla bir keşmekeş halindeki cadde için mahalli idare araçsızlaştırma çalışmalarına başlamıştı.

“Kurtuluş” adını işgalci Fransızlardan kurtulması şerefine alan cadde, artık sadece araçların geçtiği, iki yanı harabe, tozlu bir geçit halinde. Bahse konu avlulu, tarihi yapıların bir kısmının yerinde yeller esiyor, kalanları ise yollarını koruyan “ enkaz gardiyanlar” halinde, tamamen yıkılacakları günü sessizce bekliyor.

Toz, toprak içindeki yol, bir zamanların cıvıl cıvıl caddesinin hayaleti bile değil gibi geliyor bize; zaman zaman geçen araçların dışında her yer o kadar sessiz ki, aç bir kedinin miyavlayarak size doğru koşmasını metrelerce uzaktan duyabiliyorsunuz. (Depremzede hayvanlara ayrı bir bahis açacağız ama geleni boş çevirmediğimizi, yanımızda götürdüğümüz mama ve suları her köşe başına bıraktığımızı not edelim şimdilik.) Ancak bize hayalet gibi gelen hayatlarının peşinde, yine çıt çıkarmadan, belli bir hedefi yokmuş gibi ağır ağır yürüyen tek tük insanı, size ilgisizce diktikleri gözlerindeki derin kederi gördüğümüzde, mayıs güneşinde buz kesmek ne demekmiş, öğreniyoruz.

Yıkılmış mabetlerin peşinde…   

Kentin en önemli dini mekanlarından kilise-camii de bin yıllık hikayesine acı bir mola vermiş.  Rivayete göre kentte marangozluk yapan Habib-i Neccar, İsa’nın kadim Antakya’ya gönderdiği üç havarisi; Yuhanna, Pavlos ve Petrus’a iman edip birlikte misyonerlik yapmaları üzerine halk tarafından linç edilerek öldürülüyor ve üçü de tam buraya gömülüyor. Altı ay önceki ziyaretimizde üçüne ait olduğu söylenen mezarlar, ziyaretçilere açık sandukalarda sergileniyordu.

Hz. Ömer zamanında İslam ordusunun şehri fethetmesinin ardından dört Hristiyanın mezarlarının bulunduğu yapı, Anadolu’nun ilk camisine çevriliyor. Yapı taa 1200’lere, Memlüklülere kadar ele geçirenlerin inançlarına göre bir kilise bir cami oluyor, en son 1268’de son olarak camiye çevriliyor ve öyle kalıyor. Havarilerin burada yattığını düşünen Hristiyanların, Anadolu’daki ilk cami olması ve Habib-i Neccar’ın adının Kuran’da geçiyor olması nedeniyle Müslümanların kutsal kabul ettiği ibadethaneye görevli atanan Müslüman rehber; havariler ve Hristiyanlığı pas geçerek Habib-i Neccar’ı bir İslam kahramanı olarak anlatmıştı bize ve gelen tüm ziyaretçilere. İçerideki sandukalarla bir miktar çelişse de tarihi, ‘kazananın’ yazdığını bilerek dinlemiştik.

Şimdi ne kilise-cami var ziyaret edebileceğimiz, ne de rehber – umarım yaşıyordur-. Büyük hasar görmüş yapı, paravanlarla çevrilmiş, restorasyon için sırasını bekliyor.

Kentin binlerce yıllık tarihe sahip, önemli diğer ibadet yerleri; kiliseler, sinagoglar, havralar ve benzeri mabetler ise Habib-i Neccar kadar “şanslı” değil. Çoğu hasar almak bir yana yerle bir olmuş, kalıntılarını Habib-i Neccar gibi koruma altına alan ise yok.

Şamdanlar, ayin fotoğrafları gibi geride kalanları, enkazların içinden fark edebiliyoruz. Devletin yeniden inşa ve restorasyona başladığı sırada bu yapıları da ele alacağını veya cemaatlere onarım ve inşaat için izin vereceğini ummak istiyoruz. Takipçisi olacağız.

Uzun Çarşı’da kısa hayatlar 

Antakyalıların her türlü ihtiyacını karşıladığı, sosyalleştiği, kente her gidenin mutlaka uğradığı Uzun Çarşı, çok uzağımızda değil. Kentin ünlü mezelerini yapıp satan sıra sıra dükkanların çok azı, ayaküstü atıştıracak bir şeyler satan mobil noktalar yavaş yavaş faaliyete başlamış ama onun yeri her şeye rağmen başka. Vardığımızda, eskisi gibi olmasa da Antakya’daki en canlı -küçük- kalabalığa karışıyoruz.

Tarihi 12’nci yüzyıla dayanan Uzun Çarşı depremden en çok etkilenen mekanlardan biri oldu. Çarşıdaki 2500 dükkandan 600’ü yok oldu, yıkılmayanların yüzde 90’ı hasar gördü. 3.5 km. uzunluğundaki çarşıda “normale dönüş” için çalışmalar başlamış, kenti ilk şok anında terk eden bazı esnaf da dönerek dükkanlarını enkazın ortasında yeniden işletmeye başlamış.

Elektrik ve su sorununu da halletmişler. Henüz kredi kartıyla ödeme yapmak için pos cihazları yok çoğunun, herhangi bir harcama için fiş istendiğinde, el yazısıyla ne kadar tuttuğunu yazıp imzalıyorlar, “Olur değil mi?” diye sorarak. Olmaz mı, olur tabii…

Özel harekatçıların Trabzonlusu makbul  

Nereye gitsek bize eşlik eden toz, toprak, moloz, enkaz, aç hayvanlar ve travmalarını öteleyip ayakta kalmaya çalışan insanlardan başkaları da var “yol arkadaşlığı” yapan: Belirli noktalarda nöbet tutan silahlı askerler, hareket halindeki resmi ve sivil polislerin yanı sıra hemen hepsi yarım hilal şeklindeki bıyıklarıyla, özel harekat timleri. Her hareketimizin izlendiğini, fotoğraf çekerken, insanlarla konuşur veya hayvanları beslerken hiç yalnız olmadığımızı, üzerimizde hep gözlerin olduğunu hissediyoruz.

AFAD’ın çadırkentlerine verilmeyen izinler nedeniyle girmeye çalışmadıkça askerler kentte dolaşan yabancılarla çok ilgili değil. Aralarından meydanda nöbet tutan genç bir ere, neden silahlı olduğunu soruyoruz: “Emir var” diyor, “Neden” sorusu ona yasaklı, ama muhabbet sırasında, askerliğinin bitmesine az kaldığını ve bir an önce evine gitmek için can attığını söylüyor. Birkaç sivil polis, kimliğimizi ve burada ne yaptığımızı soruyor ama onlar için de pek tehdit oluşturuyor gibi değiliz.

Ancak özel tim mensupları farklı. Her sokakta burun buruna geldiğimiz, ikili ekipler halinde dolaşan bu kişilerle neredeyse köşe kapmaca oynar haldeyiz, çünkü sorgulamaları daha “ayrıntılı”. İkisiyle konuşma fırsatımız oluyor: Trabzon’dan gönderilmişler, diğer “ekip arkadaşları” da genellikle Trabzonluymuş. Tarumar olmuş kiliseleri fotoğraflarken, biri bize ‘asıl Habib-i Neccar’ı çekin” diyor. Gittiğimizi söyleyince rahatlıyor. Ekibin bir üyesi, daha uzağımızda, dikkatli gözlerle bizi izlerken, diğerinin yöntemi muhabbet açmak: “Çok yazık oldu, bunlar -gayri müslim mabetleri- hepimizin ortak varlığı” diyor, her yer onlar için vatan toprağıymış, ama neden özellikle Trabzonlu timlerin buraya gönderildiği sorumuzu geçiştiriyor. Camiler korumaya alınmasına rağmen kilise, havra yıkıntılarının öylece bırakılmasına yazıklanmamıza yanıtı ise net: Onlar da kendi yerlerini koruyup onarsın.

Kimsesizler, şehit olur mu?  

Kentte ikinci günümüzde sondan bir önceki durağımız Kimsesizler Mezarlığı. Reyhanlı yolu üzerindeki Narlıca’da açılan mezarlığa önce depremde hayatını kaybetmiş ve kimliği belirlenememiş kişileri defnetmişler. Zaman içinde, parmak izi, DNA, kan ve doku örnekleri alınabilen bazı cenazelerin kimlikleri saptanmış ve adları başuçlarındaki tahtalara yazılmış. Ama hala “numaralı”, yani kimliği bilinmeyen cenazeler çoğunlukta. Bu kişilerin önemli bölümünün de göçmenlerden oluştuğu düşünülüyor.

Mezarların başına iliştirilen tahtalardaki atkılar, yazmalar, çocuk oyuncakları, fotoğraflar, notlar gibi pek çok kişisel eşya hala ilk günkü gibi duruyor. Nasıl bir kalp ağrısı, tarifi mümkün değil. Vızır vızır araçların geçtiği otoyolun hemen kenarında, bomboş bir arazide düzenlenen mezarlığın arka tarafındaki ağaçlar da yaşamla ölüm arasına sınır koymaktan aciz. Henüz bebeklerden çok yaşlılara kadar yüzlerce kişinin 30’ar santim arayla defnedildiği mezarlıkta, yeni kazılan onlarca mezar yerine de rastlıyoruz. Kent yönetimi, hala 4 bin civarında kişinin “kayıp” olduğunu açıkladı; onlar için mi hazırlık, yoksa bir kent mezarlığı mı yapmak istiyorlar, bunu söyleyecek kimse yok.

İlk açılan mezarlıktan yaklaşık 100 metre sonra, arada inşası devam eden cami alanının hemen yanında başka bir mezarlık alanı daha görüyoruz. Burası daha “formel”, daha düzenli. Hummalı bir çalışma var, çok sayıda işçi çalışıyor. Aracımızı durdurup yanlarına gidiyoruz. Çoğu mermerle kaplanmış, kalanları için mermer blokların hazır bulundurulduğu her mezarın başına yerleştirilmiş bayraklar, etrafa ve üzerlerine çiçekler ekiliyor. Bir yandan da yeni cami bitene kadar idareten kurulan ve acilen imamı atanan konteyner mescitten, hoparlörle dışarı verilen dualar yükseliyor. İşçilerin başında duran askeri görevliyle konuşuyoruz. Depremde hayatını kaybedenler için oluşturdukları bu yeni mezarlık “sahipli” cenazeler içinmiş. Kimliği tespit edilebilen kişilerden bazılarının aileleri, mezarlarını yaptırmış, “Ama boşuna para harcadılar” diyor askeri görevli. “Binlerce lira verdiler ancak devlet hepsini yıktırıp şimdi sil baştan, bir örnek mermer mezarlar yaptırıyor.”

Yeni mezarlık “kimsesizlerle” birleştirilecek ve adı da “Deprem Şehitleri Mezarlığı” olacakmış. Ne ölümleri önlenebilir binlerce kişinin, iş işten geçtikten sonra “şehit” ilan edilmesinin manasını ne de şehitliğin ondaki anlamı ve mahiyetini bir askerle konuşmak kolay değil. Emir-komuta zinciri de bize göre değil. Üst düzey görevli de yaptığı işten; “düzen ve güvenliği sağlamaktan” memnun görünüyor.

Sıkışmış kalbimiz, allak bullak olmuş zihnimizle “kimsesizlerin” sessizliğini, mermerli, bayraklı “şehitlere” emanet edip yola devam etmeli. Bekleyenler var…

Bir sistem nasıl çöker?  

 Antakya’daki uzun ikinci günümüzde son olarak TMMOB’dayız. Örgüte bağlı -neredeyse- bütün meslek odalarının Hatay temsilcilerini -biraz da şansla- bir arada buluyoruz.

Mimarlar Odası Başkanı Mustafa Özçelik, TMMOB İKK Sekreteri, Makine Mühendisleri Odası Başkanı Riyad Önal, Jeofizik Odası Başkanı Kemal Yeşiloğlu, Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Cem Hüzmeli, İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı İnal Büyükaşık bizi birliğin merkezinde karşılıyor.

Her birinin anlattıkları bir Türkiye klasiği olarak yine, hep, yeniden aynı sınava tabi tutulmak gibi. Bir türlü geçemediğimiz…

Özçelik’e önce; şehirde herkesin ağzındaki, “kent merkezini boşaltıp yeşil alana dönüştüreceklermiş” görüşlerinin aslını ve planları görüp görmediklerini soruyoruz:

“Herkeste var olan endişe ve paniği biz de gözlemliyoruz. Bunun sebebi her konuda olduğu gibi ülkenin yönetimine olan güvensizlik. Merkezin tamamen yeşil alana dönüştürülmesi mümkün değil. Kentin ortası dedikleri, şu sıralarda bakanlığın yürüttüğü planlamalarda öneri olarak ortaya çıkan yer. Sorun, kentte yaşayanlara yönelik hiç bilgilendirme yapılmamasından kaynaklanıyor. İstanbul’da bir kaç hafta önce bir bilgilendirme toplantısı yapılmıştı. Orada bize söylenen, nehir yatakları ve çevresiyle Asi’ye bağlanan derelerin çevresinde yeşil bantlar halinde hatlar oluşturmak istedikleriydi. Detaylarını henüz bilmiyoruz ama ifade edildiği şekliyle yanlış diyemeyiz.”

Planlamanın bir süreç olduğunu ancak henüz ortada net bir plan olmadığını söyleyen Özçelik, en önemli unsurun bölgede yaşayan halkın katılımının ve desteğinin sağlanması olduğunu vurguluyor. Bu da doğru, zamanında ve şeffaf bilgilendirmeyle mümkün.

Kentin “aslına uygun” olarak yeniden inşa edilmesi taleplerine karşı değerlendirmesi de şöyle:

“Hangi aslından bahsediyorsunuz? Bu kentin Antik Roma dönemi var, Osmanlı, Fransız, Cumhuriyet dönemleri ve son yıllarda hiç beğenmediğimiz, herkesin eleştirdiği hali var. İnsanlar da beğenilmeyen, sorun üzerine sorun yaratan ve bu afette de kayıpların daha çok olmasının sebeplerinden biri olan şehir kurgusunu mülkiyet kaygısıyla aynen talep edemez, etmemeli. Mülkiyet ve imar meselesi kutsal bir şeymiş gibi algılanıyor, ama kutsal olan ‘hak’tır. Yani sizin var olan hakkınız, kayba uğramadan korunmalı. Özellikle de böylesi büyük afetlerden sonra “aynı yerde, aynı biçimde imar hakkı istiyorum” talebi ise mantıklı değil.”

Depremin hemen ardından, büyük bir hızla enkaza dönen binaların yıkıldığına, ancak bu kez geldiğimizde çalışmaların gözle görünür şekilde yavaşladığına tanık olduğumuzu söyleyip bunun nedenini sorduğumuzda da Özçelik’in yanıtı, “Başından beri böyle olmalıydı” oluyor:

“Biz zaten iktidarı çok acele davranıyor diye eleştiriyorduk. Yapılması gereken apar topar hızlıca kaldırmak değildi, sorunların büyük bölümü bu aceleden kaynaklandı. Usulüne uygun olmayan yöntemlerle; sulama yapılmadan, gerektiği gibi branda çekilmeden alelacele enkaz kaldırmaya giriştiler ve bu da ciddi bir sağlık ve çevre sorunu ortaya çıkardı.”

Enkaz kaldırma işlemlerinin yavaşlamış olmasının sebebi ise bu sorunlar değil, daha çok itiraz süreçleriymiş. Yerle bir olan binalardan arta kalanlar kaldırılıp taşınmış; şu sıralarda da ağır hasarlı olanların yıkımına başlanmış ki, biz de kentin neredeyse yarısını oluşturan, ağır hasar almış ama ayakta kalmış binaların tek tek yıkılmaya girişildiğine tanık olduk. Ancak hepsi için bina sahiplerinin itiraz ve dava süreçleri devam ediyormuş, bu nedenle de ne kadar ağır hasarlı bina var, ne kadarı orta, ne kadarı hafif hasarlı henüz sayılar netleşmemiş.

Enkazların yarattığı devasa moloz yığınının kendisinin başlı başına bir çevre felaketi oluşturduğuna vurgu yapan Mimarlar Odası Başkanı, “Şimdi ağır hasarlı mevcut binaları önce sağlıklı şekilde yıkmanız, sonra taşımanız gerekir” diyor:

“İlk başta taşırken de usulüne göre taşınmadılar. Enkaz artıklarını nereye dökerseniz dökün, bu bir çevre sorunudur. Üstelik bunları hiç ölçüp biçmeden, aceleyle dökülebilecek en yanlış yerlere döktüler. Bu işleri bu kadar hızla çözmeye kalkarsanız, böylesi sorunlarla baş başa kalırız ve geleceğe sorun biriktirmiş oluruz. Sağlık açısından ortaya çıkan risklerin uzun süreli etkileri olacak. Kentlerimizi o derece betona boğduk ki, bunların yıkılmasının ardından ortaya çıkan enkazı kısa sürede taşıyıp ortadan kaldırmak mümkün olmayacak”

Mustafa Özçelik, enkaz kaldırma çalışmalarında sağlıklı yöntemlerin olduğunu, Türkiye’de de mevzuatta tanımlandığını belirterek, sorunun bu mevzuata uyma gereği duyulmamasında ve kamuoyunu “yatıştırmak” için aceleyle ve plansız iş yapılmasında olduğunu anlatıyor. Ve elbette asıl sorun, işin uzmanlarının görmezden gelinmesinde:

“Molozlar şuraya dökülebilir denebilmesi için devletin bütün kurumlarının verilerinin bizde olması gerekir. İlgili kurumlar, yer altı suyunun nereden geçtiği, zemin pozisyonları, tarımsal alanlar, maden alanları vs’nin nerede olduğuna dair bütün verilere sahip. Bunları bizimle paylaşsalardı, bir takım öneriler geliştirebilirdik. Ancak danışmadıkları gibi herhangi bir kriter de gözetmediler. Gözleri ne tarım arazisi gördü, ne zeytinlik, ne de kuş cenneti.”

Biz de en büyük zararın  sulak alanlara, tarım bölgelerine ve zeytinliklere verildiğini, su havzalarının döküm alanı haline getirildiğini kenti gezdiğimiz süre boyunca, ne yazık ki sık sık göreceğiz. Bölgedeki çok sayıda -bir kısmı artık kullanılmayan- taş ocaklarının ve eski madenlerin neden döküm alanı olarak seçilmediği ise ortada duran kocaman bir soru işareti.

“Yerinde ayrıştırma” işlemi ise henüz pek çok yerde henüz başlamamış. Molozların olduğu gibi kamyonlara doldurulup bir yerlere dökülmesindense, yerinde ayrıştırıp dönüştürerek yeni yapılaşmada dolgu malzemesi olarak kullanılması planlanıyor şimdi. Fakat, şirketlere ihale edilen bu işlerin denetlendiğine dair bir emare de görülmüyor. Enkaz kaldırmada çalışan işçilerin de enkaz/moloz dağları çevresindekilerin ve kentte yaşayanların da “korunmadığına” şahit oluyoruz her enkazın başında.

Jeofizik Mühendisleri Odası Başkanı Kemal Yeşiloğlu’nun dikkat çektiği konu ise yanlış yerde yapılan plansız yerleşimler ve danışma anlayışının olmayışı:

“Deprem dalgası, kaya üzerine oturmuş sert zeminde hızlı, kum, kil, çakıl ve suyun oluşturduğu yumuşak, alüvyon zeminde çok yavaş geçer. Zemindeki su, deprem dalgasının uzun süre o bölgeyi sallamasına sebep olur, yanı yıkım daha büyük gerçekleşir. Tekrar alüvyon zeminde yapılaşma yaparsanız yazık olur. Daha önce görev aldığımız ilk koordinasyon kurulları, il genel meclislerinde söyledik. ‘Hatay’ın batısı sağlam’ dedik. Eskiler yerleşmek için hep Batıayaz, Hıdırbey bölgelerini seçmiş. Niye? Orası kayalık bölge. Evlerini buralara yapıp ovayı ekip biçmeye bırakmışlar. Bütün itirazlarımıza uyarılarımıza rağmen alüvyon alanı, rant için imara açtılar, şimdi de bunun sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz.”

Tıpkı devlet hastanelerinde olduğu gibi… Yeşiloğlu, bütün uyarılarına rağmen, Amik Ovası’nın ortasına, bölgenin en zayıf zemini üzerine yapılan hastanelerin çökmesinde bu inadın ve plansızlığın olduğunu anlatıyor.

Elektrik Mühendisleri Odası Cem Süzmeli ise iletişim sorununa dikkat çekiyor:

“Böylesi büyük felaketlerde can kurtarma kadar önemli olan haberleşme sisteminin sağlıklı kalmasıdır. Bölgede depremle birlikte haberleşme çöktü. İnterneti kesmeleri ayrı bir rezaletti ama sistem ve şebekeler de gitti. Ben eski Türk Telekom çalışanıyım, o dönemde santrallerimizi herhangi bir elektrik kesintisine karşı sekiz saat besleyecek şekilde dizayn ederdik. Şu anda bu maliyeti kısmak için iki-üç saate kadar düşürüldü. Ayrıca baz istasyonlarının binaların üzerine kurulması yüzünden; binalar yıkılınca, haberleşme de çöktü. Planlamalarda kurulum açısından “çeşitlilik” olmadığını, mobil baz istasyonlarının da yeterli kadar bulunmadığını görmüş olduk.”

Herkesin durumun farkında olduğunu ancak bunu düzeltmek için yapılan bir çalışmadan haberleri olmadığını söyleyen Süzmeli, devletin büyük afetler için planlar hazırladığını ancak bunların hepsinin depremle birlikte çöktüğünü; bir süre sonra her şeyin yeniden unutulup gideceğinden korktuklarını anlatıyor.:

“Planlama yaparken, rant veya bazı kişi ve grupların çıkarlarına göre değil, bilime, tekniğe ve insan haklarına dayanarak çalışmalı. Umarım bu felaketten bir ders çıkarılmıştır”

“Yapı denetimi” meselesi de depremin hemen ardından bir başka tartışma konusu olarak ortaya çıktı. 1940’lı yıllarda -henüz aktif fay hatları kesin olarak tespit edilmemişken’ çıkan “Zelzele yönetmeliği”, sonra deprem yönetmeliği adını alarak, 1947, 1953, 1961, 1975, 1997, 1998 ve 1999 Körfez depreminden sonra, yakın tarihte ise 2001 ve 2018’de olmak üzere dokuz kez revize edildi. Son “revize”de müteahhitlerin inşa ettikleri yapıları denetleyecek firmaların ücretini bizzat kendilerinin ödemesinin önü açıldı. Müteahhitlerin baskısıyla yapı denetim firmalarına ödenen ücretler de düşürüldü. Projeler yeni mevzuata göre yapılsa bile denetleme olmadığı için kağıt üzerinde ““denetlenmiş ve onaylanmış” gibi gösterilen pek çok bina, depremde yerle bir oldu. İki yıl önce sistem yine değiştirildi ve şirketlerin sırayla, devletin oluşturduğu bir havuzdan görevlendirilmesi uygulamasına geçildi.

Ancak Antakya’da -ve memleketin diğer illerinde- mesela 1975 yönetmeliğine göre yapılmış binalarda halen insanlar yaşıyor-du.  Devletin emlak vergisi aldığı, elektrik ve su verilen binalarda…  Maraş merkezli depremlerde yıkılan binaların yüzde 90’ından fazlası, iktidar ileri gelenlerinin de vurguladığı gibi işte bu 2000’den önce yapılanlar oldu. Ancak son birkaç yıl içinde inşa edilmiş; henüz içine kimsenin taşınmaya bile fırsat bulamadığı “sıfır” binaların, “9 büyüklüğünde depreme bile dayanacak vasıfta” diye pazarlanan lüks rezidansların da yüzlerce kişiye mezar olduğuna da tanıklık ettik.

İnşaat Mühendisleri Odası Hatay Şubesi Başkanı İnal Büyükaşık araya giriyor: “Yönetmelik en son ‘99 depremine göre revize edilmişti. Depremin oradaki ivme değeri 0.41 idi. Bu deprem, 1.33 ivmeye sahip, yani neredeyse dört katı. Şimdi muhtemelen yeniden revize edilecek.  Yaşadığımız depremde her şey üst üste geldi: Yanlış imar planları, yanlış bölgede çok katlı binalar ve benzerleri. Mühendis, balçıkta, bataklıkta da bina yapar ama doğru veri olacak, doğru ekipman olacak ve ekonomik kaygılarınız olmayacak.”

Mimarlar Odası Hatay Şubesi Başkanı Öztürk ise sorunun kaynağında memleketteki pek çok şey gibi denetimin de hala -mış gibi yapılması olduğuna dikkat çekiyor:

“Denetim hala esaslı şekilde yapılmıyor. Özel bir şirketin böylesi bir kamusal hizmet konusunda gereği gibi davranacağını beklememek gerekir. Bunlar kamu kurumları tarafından yapılmalı. Kamu yararına hareket eden meslek örgütlerini dışlayarak çözüm üretmeniz de mümkün olmaz. Yani, bu bir ‘sistem çöküşü’, yeni bir sistem önerisiyle planlama yapmak zorundayız. Hepimiz Antakya’da eski kentin aynı anlayışla ele alınmaması gerektiğini biliyoruz, çünkü sorunlu bir planlama anlayışımız var.

Depremden önce revize edilmeyen, bilimsel veriler çerçevesinde oluşturulmayan planlar, deprem ve ardından işlemez duruma geldi. Birçok yerde enkaz kaldırma, yardım arama kurtarma için bile sokaklara girilemedi. Örneğin toplanma alanları belirlenmişti, şimdi hiç biri yok, hepsi işgal altında. Depremden sonra insanlar sığınacak yer aradı, bulamadı. Şimdi parkların içine toplanma alanları yapılıyor ama elektriği, suyu yok, insanların hijyen ihtiyaçlarını nasıl giderecekleri belirlenmemiş. Sadece yer gösterip burada toplanın demekle olmaz ki.”  

Büyükaşık da bir binanın depremde yıkılmasının onlarca nedeni olabileceğini söylüyor:

“Bu malzeme olabilir, planlama olabilir, denetim olabilir, tasarım olabilir, işçilik olabilir. Devletin ekonomik yapısı bile depremlerde insanların zarar görmesi için bir etkendir. Maliyetleri düşürmeyi öncelerseniz, böyle felaketlerle sürekli karşılaşırsınız.  Oda olarak son iki yıldır her şantiyeye bağımsız bir şef kampanyası yürütüyoruz, çünkü bu kişiler şantiyede aslında müteahhitten daha etkili olan kişidir. Ancak onun yanında ücretli eleman olarak çalışır, bunun olmaması lazım.

Şehrin imar planlarının jeofizik jeoloji mühendisleriyle birlikte yapılması ve buna uyulması gerekir ki, yakın geçmişte olduğu gibi diyelim dört katlı hazırlanan mikro bölgeleme çalışmaları, belediye meclisi üyelerinin el kaldırmasıyla sekiz, 12 kata çıkmasın. “

Depremde yıkımların zemin ve projelendirmeye bağlı olarak bölgesel olduğunu anlatan Büyükaşık, ‘günah keçisi’ olarak müteahhitlerin gösterilmesini de “algı yönetimi” olarak değerlendiriyor. İmar affından yararlanıp en çok üç kat çıkılması gereken yere yedi kat bina dikenlere, bunları yol açanlara, denetlemeyenlere el sürülmediğini, soruşturma bile açılmadığını hatırlatan Oda Başkanı, kimsenin sorumluluk üstlenmediği bir bir ortamda, sürekli imar lehine “revize edilen” planlarla gelinen noktanın verdiği en acı dersin artık alınmış olmasını umuyor.

Makine Mühendisleri Odası Başkanı Önal’ın dikkat çektiği  nokta ise sıcak su elde etmek için çatılarda kurulu olan güneş enerji sistemleri. Antakya’da ve bölgenin tamamında neredeyse tüm çatılardaki güneş enerjili sıcak su panelleri ve depoları 10 ay önce bizim de dikkatimizi çekmiş; 70’lerin sahil kasabalarını hatırlamıştık. Güneş enerji sisteminin çok yanlış kurulduğunu söylüyor Riyad Önal: “Çatılarda su depoları çok eski bir sistem, Bunu 15 sene önce kadar belediyeyle görüşmüştük. Bir apartmanda diyelim 24 daire varsa çatıya 24 ünite koyuyorlar, bunun panelleri var, zegahı var. Ve her biri yaklaşık 2 ton ağırlığında. Bir deprem anında, ivmesiyle çarptığınızda yaklaşık 500 tonluk ek ek darbe yiyor bina. Bunlardan artık vaz geçmek ve binaları hafifletmek lazım.” .

Önal, örnek verdiği gibi bir apartman için her daireye 10 -15 bin tl ek maliyet düşeceğini söylüyor.  Peki ama bunu kim ödeyecek-ti? Hele de hayatını kaybedenlerin önemli kısmının, gelir seviyesi düşük olan insanlar olduğunu göz önüne alacak olursak?

Görüşmemizde son sözler, Mimarlar Odası Başkanı Öztürk’e ait:

“Bizim artık toplumsal bir özeleştiri yapmamız lazım. Bu depremde kaybedilen canlarda ve yaşanan sıkıntılarda herkesin sorumluluğu var: İmar affından yararlanan vatandaş, defalarca uyarmamıza, yapmayın dememize rağmen, rant elde edeceğim diye onlarca kat çıktı. Siyasiler oy kazanacağız diye bu kat artırımlarını teşvik etti. En büyük bakanlıklardan biri olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yapı denetimi sistemini kurarken, her ruhsat talep edildiğinde onay veren, bunları denetlemekle sorumlu tek merciyken bu büyük felaketten elini yıkayıp çıktı. İmar affından yararlanan binaların istatistiği bile bütün taleplere rağmen yayımlanmadı. 20 yıldır iktidar olan hükümet, bu 20 yılda yapılan hiçbir binadan dolayı sorumluluk üstlenmedi. Vatandaş da üzerine alınmadı.

Burada bir sistemsel çöküşten bahsediyoruz. Bu, bizim yurttaşlık bilincimizden kentleşme anlayışımıza, planlama sürecimize, o planlamayla beraber yapı üretim sürecimize, yapı denetim sürecimize ve bütün bunları organize eden idari yapımıza ve en tepedeki siyasilerin verdikleri aflara kadar bütünsel bir sistem çöküşüdür. Bunun önüne geçmek afların ortadan kalkmasıyla, planlamanın bilimsel ve planlama ilkeleri çerçevesinde yapılmasıyla, yapı üretim sürecinde gerçekten nitelikli kalifiye insanların üretim yapması ve denetim sistemimizdeki sorunların ortadan kaldırılmasıyla mümkün.”

Devam edecek… 

You may also like

Comments

Comments are closed.