Ana Sayfa Blog Sayfa 339

27 ekoloji örgütünden savaş iklimine son verilmesi çağrısı: Doğa için barış istiyoruz!

Türkiye‘nin dört bir yanında iklim değişikliğine ve ekolojik tahribata karşı mücadele veren çok sayıda ekoloji örgütü, dünyanın çeşitli yerlerinde süren savaşların insanlık ve doğa üzerindeki yıkımına dikkati çekerek dünya liderlerine barış çağrısında bulundu.

Toplam 21 ekoloji örgütünün imzasıyla yayımlanan ortak açıklamada, her geçen gün insanlığın iklim aşırılıklarıyla, ekoloji ve yaşam riskleri ile karşı karşıya kalarak büyük yıkımlar yaşarken, devletlerin savaş çığırtkanlıklarıyla yıkımlara yıkım eklediği belirtildi.

Örgütler, sürdürülen savaşlarda devletler eliyle kullanılan kimyasal silahların tüm canlı hayatını yok ettiğine değinirken bu şekilde ardı ardına savaş suçu işlendiğinin altını çizdi.

Fotoğraf: Efrem Lukatsky / AP

‘Devletler iktidar için yeni savaşlar yaratıyor’

Açıklamada “RusyaUkrayna arasında iki yıla yaklaşan savaşta yaşamını yitiren yüz binler ve bunun yanı sıra doğa tahribatı ortadayken; Karabağ‘da savaşın halklar üzerindeki yıkımı halen onarılamazken, bugün dünyanın birçok yerinde iktidarını sağlamlaştırmak adına yeni savaşların yaratılmasına tanıklık ediyoruz” ifadelerine yer verildi.

Şirketleşen devlet mekanizmasının savaş ikliminde var olmaya çalışırken aynı zamanda halkların iradesini hiçe sayarak, halklara karşı tutum alarak yaşam alanlarını sermaye birikimine sokmaya devam ettiğini belirten ekoloji savunucuları, “Başlı başına doğaya ve halklara karşı savaş açmak anlamına gelen bu politikanın devamlılığı, doğaya ve yaşam alanlarına yeni yıkımlar getirecek sürekli yeni saldırı savaşları ve işgallere bağlı” dedi.

Açıklamada, şu ifadeler yer aldı:

Halka karşı sermayeden yana tutum alan, savaş, çatışma, kaos ortamında yaratmış olduğu milliyetçi dalgayla iktidarını sürdüren AKPMHP‘nin devreye sokma gayretinde olduğu yeni savaş konsepti, Kürt halkının her kazanımını yok etme amacıyla tüm yaşam alanlarını hedef almaktadır.”

Fotoğraf: Daniel Berehulak / The New York Times

‘Savaş, bedeli halklara ödetilen bir iktidar sihrine dönüştürülüyor’

Ortadoğu‘da, Rojava‘da sürdürülen yeni savaş dalgasıyla halkların yaşam alanlarına el koyma girişiminin bir “soykırım girişimi” olduğunu kaydeden ekoloji örgütleri, “Ukrayna’da, Karabağ/Artsakh‘ta, Filistin‘de süregiden sömürgecilik, işgal ve etnik temizlikle aynı ölümcül döngünün parçasıdır” diye belirtti.

Yeni savaş dalgasıyla halkların yaşam alanlarına el konulacağının, savaş boyunca halkların yaşamlarından olacağının ve savaş suçları yıllara yayılarak devam ederken halkların anti-sömürgeci mücadelelerinin suç ilan edileceğinin aktarıldığı açıklamada şu ifadeler yer aldı:

“Devletler için savaş, ekonomik buhranı örten, bedelini halklara ödeten, yoksulluğa, işsizliğe, doğa talanına ve adaletsizliğe karşı halkların isyanını soğutan bir iktidar sihrine dönüştürülürken bugün savaşa, işgale karşı daha güçlü sesimizi yükseltmekten geri duramayız.”

Fotoğraf: Ivor Prickett / The New York Times

‘Barışın sesini daha fazla yükselteceğiz’

Toprağa düşen her bombanın yaşamı, tarım alanlarını, sucul sistemleri ve ormanları yok ettiğine; besinleri ve suları zehirlediğine vurgu yapan örgütler bu duruma sessiz kalmayacağını ekleyerek “Savaşa karşı barışın sesini daha fazla yükselteceğimizi ilan ediyoruz” dedi.

Açıklamada şunlar kaydedildi:

Savaş suçtur. Sivil alanların hedef alınması savaş suçudur. Ortadoğu’da, Karabağ’da, Ukrayna’da ve tüm gezegende halklar için, doğa için barış istiyoruz. İşgalsiz, ilhaksız, eşitlik temelinde barış!

İmzacı kurumlar

Ortak açıklamaya imza atarak dünya liderlerine barış çağrısı yapan kurumlar arasında şunlar yer alıyor:

  • Amed Ekoloji Derneği
  • Büyük Menderes İnisiyatifi (BMI)
  • Çekerek Irmağı Özgür Akacak Platformu
  • Dev-Yapı İş Sendikası
  • Doğanın Çocukları
  • Ekoloji Birliği
  • Ekoloji Politik
  • Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
  • Hasankeyf Koordinasyonu
  • İkizdere Dernekler Federasyonu
  • İklim Adaleti Koalisyonu
  • HDK Ekoloji Meclisi
  • HDP-YSP Ekoloji Komisyonu
  • Kayy-Der Kültür Derneği
  • Kuşadası Çevre Platformu
  • Malatya Çevre Platformu
  • Mezopotamya Ekoloji Hareketi
  • Muğla Çevre Platformu (MUÇEP)
  • Polen Ekoloji
  • Sinop Nükleer Karşıtı Platform
  • Tarlabaşı Dayanışma
  • Validebağ Direnişi
  • Validebağ Savunması
  • Yaşam ve Dayanışma Yolcuları
  • Yeryüzü Ekoloji Kolektifi
  • Yeşil Direniş
  • Yeşilırmak Çevre Platformu
Fotoğraf: Dimitar Dilkoff / AFP

Ankara’da yapılması planlanan Dünya Kadın Yürüyüşü valilik kararıyla yasaklandı

Yoksulluk ve kadına yönelik şiddete karşı beş kıtadan 63 ülkede yaşayan kadınların oluşturduğu Dünya Kadın Yürüyüşü’nün (World March Of Women) Ankara‘da yapılacak olan 13’üncü toplantısı Ankara Valiliği kararıyla yasaklandı.

Buna göre, Türkiye’de ilk kez yapılması planlanan Dünya Kadın Yürüyüşü ve konseri valilik tarafından yasaklandı.

Dünya Kadın Yürüyüşü tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Dünya Kadın Yürüyüşü 13. Uluslararası Toplantısı kapsamında 8 Ekim’de AnıtPark’ta yapılacak 25’inci yıl konserimiz ve yürüyüşümüz Ankara Valiliği kararıyla yasaklandı. 25’inci yılımızı 8 Ekim Pazar 16.00’da Disk Ankara Kadın Bandosu, Fındıklı Kadın Korosu ve Jehan Barbur ile Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde kutlayacağız. Yasaklara karşı hep birlikte 25’inci yılımızı kutlamak üzere herkesi bekliyoruz.”

‣ Dünya Kadın Yürüyüşü toplantısı Ankara’da başladı

Dünya Kadın Yürüyüşü hakkında

Uluslararası feminist bir hareket olan DKY, 1998 yılında Kanada‘nın Quebec eyaletinde başladı.

2022 yılında Yıldız Temürtürkan’ın uluslararası koordinatör seçilmesiyle DKY uluslararası temsilciliği Türkiye’ye taşınan Yürüyüş’ün 25’inci yılında, 13’üncü Uluslararası Toplantı, 130 delegenin katılımıyla Ankara’da gerçekleşiyor.

Dünyanın her yerinde derinleşen ekonomik, sosyal, politik krizlerin en temel kadın haklarını tehdit ettiği koşullarda yapılan 13’üncü Uluslararası Toplantı DKY’nin ilk toplantıdan sonraki en geniş katılımlı toplantısı olma özelliğini taşıyor.

Fotoğraf: @dkyturkiye / X

DKY’nin çalışma alanları arasında ulusötesi şirketlere karşı müştereklerin savunulması; feminist ekonomi, gıda egemenliği ve agroekoloji; bedensel ve cinsel özerklik ile barış ve sivilleşme yer alıyor.

25 yıldır Grassroots Feminizm’i (tabandan feminizm) benimseyerek her türlü eşitsizlik ve sömürüye karşı yürüyen kadınların en uzun yürüyüşü, ilk kez Türkiye’de toplanıyor. Etkinlikleri herkesin katılımına açık olarak düzenleniyor.

İklim krizi: Hindistan’da buzul gölünün patlamasıyla yaşanan selde can kaybı 47’ye yükseldi

Hindistan‘ın ekolojik açıdan hassas Himalaya bölgesinde bir buzul gölünün iklim değişikliğine bağlı aşırı hava olayları nedeniyle taşması sonucu meydana gelen sel felaketinde ölü sayısı dün (7 Eylül) daha fazla cesede ulaşılmasının ardından en az 47’ye yükseldi. En az 150 kişinin de kayıp olduğu bildirildi.

Hükümet yetkilileri tarafından yapılan açıklamaya göre, 4 Eylül’de yaşanan şiddetli yağışların ülkenin dağlık Sikkim eyaletindeki Lhonak Gölü çevresinde bir çığı tetiklemesiyle bir buzul barajı yıkıldı ve Teesta nehrinde büyük taşkınlar meydana geldi.

Büyük yıkıma yol açan sel suları nedeniyle 15 köprü ve onlarca yol yıkılarak ya da sular altında kalarak kullanılamaz hale geldi. Meydana gelen hasar, Hindistan’ın uzak kuzeydoğusunda yer alan ve üç tarafı Çin, Nepal ve Butan ile çevrili küçük eyaletin önemli bir bölümünde ulaşımın kesintiye uğramasına neden oldu. Eyalet ile Hindistan’a bağlayan tek otoyolun hasar görmesi ise yardım ve kurtarma çalışmalarını zorlaştırdı.

Polis, eyaletin kuzeyindeki Lachung ve Lachen‘de yaklaşık 4 bin turistin mahsur kaldığını ve sellerin yolları kullanılamaz hale getirmesi nedeniyle erişimin ciddi ölçüde kısıtlandığını söyledi. Öte yandan kötü hava koşulları kurtarma çalışmalarını daha da zorlaştırdı ve risk altındaki bölgelerde mahsur kalanlara yardım ulaştılması için helikopter kullanılması imkansız hale geldi.

Eyalet Başbakanı Prem Singh Tamang dün yaptığı açıklamada, yaklaşık 3 bin 900 kişinin 26 yardım kampına yerleştirildiğini bildirdi. Tamang, kayıp olduğu bildirilen 22 Hint askerinden yedisinin öldüğünü sözlerine ekledi.

‣ Himalaya buzulları eridikçe Güney Asya’daki su krizi derinleşiyor

Bilim insanları onlarca yıldır afet riskine karşı uyarıyordu

Hindistan’ın kırılgan Himalaya bölgesinde bugüne kadar yaşanan en kötü felaketlerden biri olarak değerlendirilen sel felaketi, bilim insanlarına göre insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim değişikliğinin yoğunlaştırdığı aşırı hava olaylarının yakın zamandaki örneklerinden biri oldu.

Geçen yıl Sikkim’de meydana gelen şiddetli sel felaketinde en az 24 kişi hayatını kaybetmiş ve on binlerce kişi yerinden edilmişti. 2021 yılında, Hindistan’ın bir başka Himalaya eyaleti olan Uttarakhand‘da 4 Eylül’dekine benzer bir trajedi yaşanmış, bir buzul gölünün taşması sonucu onlarca kişi hayatını kaybetmişti.

Bilim insanları onlarca yıldır Himalaya buzullarının erimesi konusunda uyarıda bulunarak buzulların erime hızının yalnızca Asya için değil tüm dünya için bir tehdit olduğunu söylüyor.

2021 yılında yürütülen bir çalışma, Lhonak Gölü’nün patlama riskini ele alarak gölün ani sağanaklar gibi aşırı hava olaylarına karşı hassas olduğu uyarısında bulunmuştu.

Hindistan Indore Teknoloji Enstitüsü‘nden Buzulbilimci Dr. Farooq Azam, şunları söyledi:

2021 yılında bu gölün yarılıp barajı etkileyeceği zaten tahmin ediliyordu. Küresel ısınma nedeniyle buzullar eridiği için buzul göllerinin sayısında önemli bir artış oldu.”

Bilim insanları daha önce de 2001 ve 2013 yıllarında Lhonak Gölü’nde ani bir patlama olasılığının çok yüksek olduğu konusunda uyarıda bulunmuştu.

‣ İklim krizi: Buzullar on yılda üç milyar ton kütle kaybına uğradı

İklim krizi nedeniyle benzer felaketlerin artması bekleniyor

İklim bilimciler, kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların kullanımı başta olmak üzere insan faaliyetleri nedeniyle dünyanın ortalama yüzey sıcaklığının sanayi öncesi dönemden bu yana yaklaşık 1,2°C arttığını, ancak dünyanın yüksek dağlık bölgelerinin iki kat hızlı ısındığını söylüyor.

Araştırmacılar, kar örtüsü, buzullar ve permafrostların (kalıcı olarak donmuş topraklar) 21’inci yüzyıl boyunca neredeyse küresel olarak erimeye devam edeceğini tahmin ediyor.

Bilim insanları ayrıca buzul göllerinin sayısının ve kapladığı alanın önümüzdeki on yıllarda çoğu bölgede artmaya devam edeceğine, bunun sonucunda da heyelanların göl patlamalarını tetikleyebileceği dik, potansiyel olarak istikrarsız dağlara daha yakın bölgelerde yeni göllerin oluşabileceğine dair güçlü tahminlerde bulunuyor.

Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) bilim insanlarına göre, Hindukuş Himalaya bölgesinde 54 binden fazla buzul bulunurken bunların çok azı gözlemleniyor ve bu durum benzer felaketlerin artmaya devam edeceği anlamına geliyor.

‣ Alpler’de 3 bin 400 metre yükseklikte göl oluştu

İklim krizi kaynaklı aşırı hava olaylarına karşı neler yapılmalı?

Bilim insanları iklim krizinin ani sağanaklar, sel, kuraklık, kasırga, sıcak dalgası gibi aşırı hava olaylarını sıklaştırdığını, şiddetlendirdiğini, daha uzun süreli hale getirdiğini ve bu olayların daha geniş bölgelerde etkili olmasına neden olduğunu açıklıyor.

Bu tür afetlerde can kayıplarının ve zararın en aza indirgenmesi için, iklim değişikliğinin etkilerine uyum anlamına gelen adaptasyon çalışmalarına ve erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesine ağırlık verilmesi gerekiyor.

Araştırmacılar ayrıca yerleşim yerlerini aşırı hava olaylarına karşı daha dirençli hale getirilmesi için afet direngenliği sağlayan altyapı ve kentleşme uygulamalarının önemine vurgu yapıyor.

Öte yandan iklim krizi kaynaklı aşırı hava olaylarının önüne geçilebilmesi için atılabilecek en etkili adımların başında küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması için kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların kullanımına son verilerek yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş yapılması geliyor.

Antalya’da tiyatro zamanı: İkinci Kaş Tiyatro Günleri başlıyor

Kaş Çevre ve Kültür Derneği organizasyonuyla bu yıl ikincisi düzenlenen Kaş Tiyatro Günlerinde video-performans gösterimleri, mekâna özel, katılımcı ve sunum/lecture performanslar, seminer ve paneller 20-24 Ekim tarihlerinde seyirciyle buluşuyor.

Antalya‘nın Kaş ilçesinde halkın ve esnafın kişisel katkılarıyla organize edilen bir etkinlik olan Kaş Tiyatro Günleri bu yıl Culture Civic‘in desteği ve açıkALAN projesinin iş birliği ile düzenleniyor.

Organizasyonun bütün masrafları Kaş’taki işletmeler, oteller ve restoranlar tarafından karşılanıyor ve etkinliklerin tamamı sanatseverlere ücretsiz sunuluyor.

açıkALAN Projesi’nin küratörü Şule Ateş tarafından yürütülen etkinliğin direktörlüğünü, Kaş Çevre ve Kültür Derneği başkanı Ahmet Murat Akoy yapıyor. Gönüllülük ilkesiyle yürütülen organizasyona derneğin üyeleri de destek veriyor.

Dört mekanda yedi gösteri

Bu yılki programda Tülin Özen, Tansu Biçer ve 2022 Afife Jale En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne layık görülen Nihal Geyran Koldaş’ın İstanbul’da son iki sezonda kapalı gişe oynayan Nora 2 oyunu yer alıyor.

Geçen yıl Afife Jale ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Pınar Güntürkün’ün Herkes Kocama Benziyor oyunu da seyirciyle buluşacak eserler arasında yer alıyor.

Programda geçen yıl Kaş Tiyatro Günleri’nde Dirmit oyunu ile seyirciyi büyüleyen Nezaket Erden’in de rol aldığı Tırnak İçinde Hizmetçiler de yer alıyor.

İstanbul’da sekiz sezondur oynanan, Shakespeare‘in Macbeth eserinin uyarlaması Şatonun Altında oyunu de Antifellos Antik Tiyatrosu’nda seyirciyle buluşuyor.

Melek Ceylan’ın üç sezondur beğeniyle izlenen mekâna özel oyunu On İkinci Ev ise, Kaş Tiyatro Günlerine bu yıl eklenen yeni bir mekân olan Oburus Moburus’ta bir camekanın arkasında sergileniyor.

Sanatta ekoloji mücadelesi

Mekâna özel diğer bir gösteri de Şule Ateş’in açıkALAN Kamusal ve Katılımcı Performans Projesi kapsamında, Kaş’taki sanatçılarla birlikte tasarlayacağı bir parkur performansı. Ekoloji ve doğa mücadelesine odaklanan performans, Kaş’ta yürütülecek 15 günlük bir atölye sonunda, Çukurbağ Köyü’ndeki bir yürüyüş rotasında gerçekleşecek.

Programda bir de Sunum/Lecture Performans var. acikALAN projesi kapsamında sunulacak do-laş-mak isimli gösteri… Eylem Ejder’in performans ve ekoloji ilişkisi üzerine araştırma notlarını, şiir-metin ve otokurmaca yazılardan oluşan günlüğü ve çektiği fotoğraflarla harmanladığı bu performansta, do,laş,mak eylemi seyirciyi, ekolojik düşüncenin kalbinde yer alan “dolaşıklık” (entanglement) kavramına ve kavramın Türkçede sahip olduğu anlam ve çağrışımlarından oluşan patikalarda dolaşmaya çıkarıyor.

Kaş Tiyatro Günleri programında, açıkALAN Projesi tarafından düzenlenen iki seminer ve bir panel de bulunuyor.

Kaş Genedoskop Kültür Yaşam Kooperatifi tarafından yürütülen açıkALAN Kamusal ve Katılımcı Performans Projesi, İzmir’in Bergama ve Rize’nin Hemşin ilçelerinde gerçekleşen atölyelerin ardından, projenin son atölyesini 7-21 Ekim tarihleri arasında Kaş’ta uyguluyor.

Koordinatörlüğünü Alper Akça’nın yaptığı proje, bu ilçelerdeki kültür ekolojisi ile bu güne dek yürütülmüş doğa mücadelelerinin ortak hafızasına odaklanıyor.

Etkinlik programı

Kaş Tiyatro Günleri’nin açıklanan etkinlik programı şöyle:

20 Ekim Cuma
  • 17.00 – Onların Hikayesi – açıkALAN Bergama | Video Gösterim/Echo Bar
  • 18.00 – Bublik Bublik Ne İster? – açıkALAN Hemşin | Video Gösterim/Echo Bar
  • 20.00 – Şatonun Altında – Fiziksel Tiyatro Araştırmaları | Oyun/Amfitiyatro
21 Ekim Cumartesi
  • 15.30 – Yaşanılabilir Bir Dünyanın İzinde: Tiyatro ve Performans Ekolojileri – Eylem Ejder | Seminer
  • 18.00 – açıkALAN Kaş – Mekana Özel Performans | Parkur Performans/Çukurbağ Köyü
  • 20.00 – Nora 2 – Bahçe Galata | Oyun/Amfitiyatro
22 Ekim Pazar
  • 15.00 – Ecopoiesis ve Dışa Vurumcu Sanat – Aslınur Sarıca | Sunum/Echo Bar
  • 17.00 – Kamusal/Katılımcı Performans ve Açıkalan Deneyimi | Panel/Echo Bar
    • Moderatör: Fatih Gençkal
    • Katılımcılar: Şule Ateş, Alper Akça, Umut Aslan, Tuğba Yazıcı, Nevra Aslantürk
  • 20.00 – Herkes Kocama Benziyor – Pınar Güntürkün | Oyun / Amfitiyatro
23 Ekim Pazartesi
  • 18.00 – “do,laş,mak”  – Eylem Ejder | Sunum Performans/Echo Bar
  • 20.00 – Tırnak İçinde Hizmetçiler – Tiyatro Hemhal | Oyun/Amfiyatro
24 Ekim Salı
  • 20.00 – On İkinci Ev – Melek Ceylan | Mekân Tiyatrosu/Oburus Moburus

G. Kore’de toplanan Nükleersiz Asya Forumu’ndan izlenimler: Buzdağının altı

Japonya’daki nükleer karşıtlarının 1993 yılında “Gelin, birlikte nükleer santralsiz ve nükleer silahsız, barış içindeki Asya’yı inşa edelim” sloganıyla kurduğu ve ilk etkinliğini nükleer santrallere karşı direniş desteği vermek için Güney Kore’de gerçekleştirdiği Nükleersiz Asya Forumu, pandemi nedeniyle dört yıllık bir aranın ardından 30’uncu yıldönümünde yine G.Kore’de yapıldı.

Asya ülkelerindeki nükleer karşıtı mücadeleler arasında bilgi ve deneyim paylaşımı temelli olduğu kadar gerektiğinde direnişi büyütme misyonuyla faaliyetlerini on yıllardır sürdüren Forum, 19-23 Eylül tarihlerinde Japonya, Tayvan, Tayland, Hindistan, Filipinler, Avustralya ve Türkiye’den davet edilen nükleer karşıtı sivil toplum üyelerinin katılımıyla 20’nci buluşmasını gerçekleştirdi.

Forum üyelerinin güncel ülke raporlarını sunarak karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmasıyla başlayan altı günlük program kapsamında, Seul-Busan-Ulsan-Gyeongju-Uljin gibi nükleer santral tesislerinin kurulu olduğu kentlerle nükleer karşıtı mücadelenin nükleer santral projesini engelleyerek başarı sağladığı Samchaek’e gidildi.

Bu ziyaretlerde hem nükleer süreçlere dair bilgi edinilerek nükleer karşıtı mücadelelerin aktörleriyle bir araya gelindi, hem de Forum üyelerinin konuşmacı olduğu enerji politikaları, demokrasi ve nükleer karşıtı hareket temalı panellerle münazara ortamları oluşturuldu. Eylül ayında Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılmasına başlanması Forum’a damgasını vurduğu üzere, kent merkezlerinde basın açıklamaları yapıldı. Programın son günü olan 23 Eylül’de ise Seul’de gerçekleştirilen İklim Adaleti Yürüyüşü’ne katılım sağlanmasıyla nükleer santrallerin iklim krizinin çözüm aracı değil bilakis yeni sorunların kaynağı olduğu vurgulandı; Türkiye’den nukleersiz.org olarak da bileşenleri arasında yer aldığımız İklimime Nükleeri Bulaştırma/Do not Nuke The Climate Ağı’nın eylemlerine destek verildi.

G.Kore’nin ‘nükleer mağduriyet’i

Yukarıda çerçevesini çizdiğim programa göre bu sene G.Kore’de gerçekleştirilmiş olan Nükleersiz Asya Forumu’na dair bir değerlendirmeyi daha önce Japonya, Filipinler ve Tayvan’daki etkinliklerin ardından olduğu gibi yine Yeşil Gazete‘de paylaşmaya çalışacağım.

Ancak Türkiye’de nükleer enerjiyi savunanların G. Kore’yi örnek göstermesi  bakımından “buzdağının altı” olarak nitelediğim nükleer mağduriyet halini  görünür kılmayı istiyorum. Bunun için daha ziyade, ülkedeki hâkim enerji politikasına değinerek nükleer santrallerin kurulmasına ikna olmuş bir ülkede nükleer karşıtı mücadeleyi etkileyen koşullardan bahsedeceğim.

Türkiye’nin yedide birine denk yüz ölçümü ve yarısına karşılık gelen nüfusuyla fosil yakıtlarda dışa bağımlı bir ülke olan G. Kore’nin endüstrileşmesinde nükleer teknolojisinin payına vurgu yapılır. Kalkınmasında kurulu elektrik gücünün yüzde 26’sını oluşturan operasyon halindeki 25 nükleer santralinin elbette payı vardır, ancak enerji üretiminin politik tercihlerle şekillendiğine önemli bir örnek, sol siyaset izleyen Moon Jaein hükümeti döneminde nükleerden çıkış planlanmışken 2022 yılında sağ siyaset izleyen Yoon Suk Yeol hükümeti döneminde bu planın ters yüz edilmesidir. Yani yenilenebilir enerjilere geçişin eşlik edeceği şekilde ömrünü tamamlamış olan nükleer santrallerin kapatılmasıyla Almanya’daki gibi nükleerden çıkış mümkünken yeni hükümetin önceliği, nükleerin enerji üretimi pastasındaki payının 2030’a doğru yüzde 30’a çıkartılması olmuştur.

G.Kore’nin enerji politikasındaki rüzgârın nükleerden yana dönmesiyle devlet şirketi olan Kore Hidro-Nükleer Güç (KHNP) ile nükleer lobisinin işbirliğiyle inşa halindeki iki reaktörün yanı sıra SMR iştahı ile yurt içinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2017 yılında operasyona başlayan Barakah Nükleer Santrali konsorsiyumunun ardından deniz aşırı projelerden pay kapma eğilimiyle yurt dışında aktifleştiğini de söylemek yanlış olmaz. Nitekim bu sene temmuz ayında G.Kore’nin Türkiye’deki Sinop projesine teklif verdiği haberleri de basınımıza yansımıştır. Ancak görüştüğüm nükleer karşıtlarının yorumunun G.Kore’deki şirketlerin Türkiye projesinden ziyade Polonya projesiyle ilgilendiği yönünde olduğunu belirtmek isterim.

Image: World Nuclear Association

G.Kore’de ilk nükleer santrallerin kurulmasına ‘70lerin sonunda ömrü 30 yıl olan Kori 1 reaktörüyle başlanmışsa da nükleer santrallerin bir çoğu, ‘80’ler,‘90larla 2000’lerin başında faaliyete geçmiştir. Bu tarihten sonra, 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi’nin meydana gelmesi ise yükselen nükleer karşıtlığının etkisiyle nükleer santral projelerinin hızını kestiği söylenebilir. Busan-Ulsan-Gyeongju ve Uljin kentlerindeki nükleer santrallerin kent merkezlere yakınlığı ve bir kaza halinde acil durum tahliye zorluğu gibi risklerin varlığı endişelerin yükselmesinde rol oynamıştır. Özellikle Gyeongsangbuk eyaletinde soğutma suyunun tedarik edildiği nehrin iki yakasında konuşlanan 5’er reaktörlü Busan ile Ulsan kentlerindeki, ikisi inşa halinde biri geçici kapalı durumdaki nükleer santrallerin 3,8 milyon kişinin yaşadığı kent merkezine yalnızca 25 kilometre mesafede olması temel sebeplerden sayılıyor. Yine bu bölgeye 30 km mesafede Uljin’deki 6 reaktörlü Wolseong Nükleer Santrali‘nin bulunması da endişeleri destekliyor. Bununla beraber, depremselliğin düşük olduğu G.Kore’de Fukuşima sonrası testlerle kentsel merkezlere yakın nükleer santrallerin inşasında sismik riskin göz ardı edilmiş olduğunun anlaşılmasının ve 2016 yılında Gyeungju’da meydana gelen 5,8 büyüklüğündeki depremin korku yaratmasının etkili olduğunu da söyleyebilirim.

Sağlığı bozulana ‘evini taşı’ önerisi

Nükleer teknolojisiyle dünyada “en”ler arasında yer alan G.Kore’de göz ardı edilen yalnızca riskler değil. Yazının başlığında işaret ettiğim buzdağının altındaki konulardan biri de normalin 10 katı daha fazla tirityum içeren ağır su reaktörleriyle Wolseong Nükleer Santrali’nde 2019 yılında meydana gelen sızıntıların ve de reaktörde tespit edilen mikro çatlakların çevre ve halk sağlığını tehdit etmesi.

Bu konuda nükleer santral çevresinde yaşayanlara yapılan idrar testleriyle tirityumun dahili olarak alındığı ispatlanmış, hatta santralin işletildiği yerleşim yerinin sakinleri içinde tiroit kanserine yakalananların sayıca artması da mağdurların epidemolojik delillerle dava açarak hak arama sürecine uzanmış bulunuyor. Ne var ki hukuki mağduriyetlerin de eklendiği dokuz  yıllık süreçte Wolseong nükleer santraline karşı sivil toplum güçleri tarafından açılan davalar tesisin taşınmasını sağlayamamış. Hem de Çevre Bakanlığı’nın santralin çevresinde yaşayanlar üzerinde yürüttüğü araştırmanın sonuçlarının insan sağlığının nükleer santrale fiziki yakınlık oranında bozulduğunu teyit etmesine rağmen… Yani devlet sağlık şartlarındaki bozulmanın tek nedenin nükleer santral olmadığı gibi kaçış yollarına başvururken, sağlığı bozulana “sen evini taşı”demiş oluyor.

Yonggwang Gulbi (yellow corvina)

G.Kore’deki nükleer santrallerdeki sızıntı ve çatlak haberleri ülkede balıkçılığa da zarara uğratmış.  Geleneksel Kore yemeklerini vazgeçilmezi sayılan levrek familyasından Yonggwang Gulbi (yellow corvina/ sarı korvina)  balığının satışları nükleer santralle ilgili sızıntı ve çatlak haberleri nedeniyle düşünce balıkçılar tesisin adının değiştirilmesi için dilekçe vermiş. KHNP tarafından dünyanın beşinci büyük nükleer santrali olarak altı reaktörlü Yonggwang Nükleer Santrali‘nin Güney Jeolla eyaletindeki reaktörlerinin adının 2013 yılında “Hanbit” olarak değiştirilmesi sağlığını yitirme riskiyle yaşayanlara “sen git” diyen hükümet ile KHNP’nin ne balıkçılara ne de balıklara aynı tavrı sergileyemediğini gösteriyor.

Hatta aynı yıl altı reaktörlü Uljin Nükleer Santrali’nin adı da kentin adıyla markalaşmış olan yengeç satışlarının üzerinde olumsuz imaj  yarattığı için, “Hanul” olarak değiştiriliyor. Aynı tesisin bu tarihte inşa halinde olup 2022 itibariyle 2032’ye kadar operasyona başlaması planlanan reaktörlerine ise “yeni” anlamına gelen “Shin” kelimesi ilave edilerek nükleer santral tesisi, eski yeni reaktörlere Hanul adının verilmesiyle gereken algı değişikliğinin sağlandığı anlaşılıyor.

Foto: PD

Program kapsamında son uğrağımız olan Samchaek ise nükleer karşıtı direnişin başarıya ulaştığı bir kent. 1970’lerden itibaren nükleer santral kurulmasına direnen kesimlerin mücadelesi ,projenin yeniden gündeme geldiği 2000 sonrasında yerel yönetimin desteğini alarak etkisini artırmış. Ancak kentteki termik santralin mevcudiyeti değişik dinamiklerin devrede olduğunun işareti sayılabilir. Yine de Samchaek’teki mücadeleyi hareket aktörlerinden dinlemiş olarak Mersin ve Sinop’taki projelerin Samchaek projesi gibi iptal edilmesi için anıt taşa nükleer karşıtı flamalarımızı bırakarak dilek dilemekten kendimi alamadığımı belirteyim.

Atık sahası olmayan nükleer ülke!

Nükleer santrali olan ülkelerde nükleer karşıtı mücadelenin en yoğun sürdüğü alan kuşkusuz nükleer atıkların depolanması için bir yerin belirlenmesi sürecidir. Demokrasinin kurumları görece işleyen ülkelerde nükleer atık alanının seçiminde de katılımcı süreçler dikkate alınır. Yani ülkemizde 2022 yılının Kasım ayında Ankara sınırları içinde Avadanlı’da tarım alanlarına yakın bir arazinin nihai atık alanı olarak ilan edildiği anımsanırsa, dünya genelinde nihai nükleer atık sahası Türkiye’deki gibi çitlenmiş bir alanın bakanlıklar arasında el değiştirmesiyle belirlenmiyor! Nitekim, G. Kore’de 37 yıldır hükümetlerin girişimlerine ve nükleer santralleri savunan bir kesim olmasına rağmen dünya genelinde nükleer teknolojiyi haiz ülkelerdeki gibi nihai atık alanının bulunmaması, toplumsal muhalefetin kendisini dayatabileceği yargı erki gibi hukuki bir zemin bulabilmesine dayanıyor.

Bununla beraber toplumsal muhalefetin güçlenmesini sağlayan gelişmeler arasında 2016 yılında bir nükleer atık deposunda yangın çıkması halinde ülke yüzölçümünün yarısından çoğunun radyoaktif kirliliğe uğrayacağı ve toplam nüfusun yarısına karşılık gelen 24,3 milyon insanın tahliye edilmesi gerektiği yönündeki haberlerin basında yer almasının öne çıktığı söylenebilir. Esasen bu gerçeklik, Türkiye’deki nükleer karşıtı hareketin Akkuyu ve Sinop projelerinin yanı sıra Ankara’da nihai atık alanı tayin edilmiş olmasına karşı da kamuoyu farkındalığı oluşturması gerektiğini anımsatıyor.

Foto: Toach

Ağustos ayının sonunda Fukuşima’dan radyoaktif suyun denize boşaltımına verilen onay ise bu bölgeye denizden 1000 kilometre mesafede olan G. Kore’de tarihsel husumetin izlerinin de etkisiyle Japonya’nın bu eylemine karşı tepkiyi tırmandırmış bulunuyor. Nitekim yüzde 70 düzeyindeki karşıtlık nükleer yanlısı ve Japonya’ya destek veren hükümetin varlığına rağmen nükleer karşıtı söylemleri olanaklı kılarken bizim de kentin en işlek alanında basın açıklamaları yapabilmemizi destekliyor.

Öte yandan bu durumun tarifi  G.Kore’de bir Japonya yurttaşı için de geçmiş hassasiyetlerle yüzleşmeden mümkün olmuyor. Nitekim 30 bin kişinin katıldığı İklim Yürüyüşü kapsamında “İklimime Nükleeri Bulaştırma” ağının etkinliğinde konuşan Japonya’dan Nükleersiz Asya Forumu’nun kurucusu Daisuke Sato’nun (*) ilk sözleri “Japonya’da bu radyoaktif suyun denize dökülmesini engelleyemedik. Japonya Asya ülkelerini işgal etti ve sömürgeleştirdi, ancak şimdi bunu bir de radyasyonla yapıyor. Bir Japon olarak sizlerden özür diliyorum. Radyoaktif suyun okyanusa ve Japonya’ya boşaltılmasına karşı mücadele edeceğiz” oluyor.

Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılması nükleer santrallerin gerçeğinden bağımsız olmadığı için Japonya’nın kararını kınayan kitlelerin nükleer karşıtlığına kanalize edilmesini kolaylaştırdığı söylenebilir. Nitekim Japonya’nın kararına tepki, katılımı yükseltirken İklim Adaleti Yürüyüşü’ndeki ağırlığı renkli performanslar sergileyen İklimime Nükleeri Bulaştırma Ağı’nın sağladığını belirtmem yanlış olmaz.  Bu kapsamda yürüyüş boyunca,  Türkiye’den nükleer karşıtları dahil 70 kadar çevre örgütü ile platformun  imza vererek desteklediği  gibi en başta nükleer santrallerin ağır maliyetleri ve uzun inşa süreleriyle iklim krizine ihtiyaç duyulan acil çözümü sunmaktan uzak olduğuna ve iklim krizi şartlarında radyoaktif felaketlere zemin hazırlayarak felaketlere yol açtığına da dikkat çekilmiş bulunuyor.

Foto görsel: Toach

Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santrali operasyona başlatılmamışken ve de Sinop  projesinin akıbeti dahi belli değilken bir de İğneada’nın telaffuz edilmesi öngörüsüzlüğün ve umursamazlığın ta kendisi! Fakat, ülkemizde on yıllardır erozyona uğrayan  demokrasinin kurumlarının artık çökmüş olması halihazırda tehlikeli olan nükleer santrallerle bağlantılı tüm sorunları daha da derinleştiriyor. Bu noktada Nükleersiz Asya temennisi, dünyanın nükleer santral ve silahlardan arındırılması için mücadelede ideal ölçekte bir hedef. Açıklı koyulu tonlardaki deneyimler ise, bu coğrafyanın kaderini dönüştürme potansiyelini elinde tutuyor.

*

(* ) Daisuke Sato,  Sinop’taki nükleer santral projesinden Japonya henüz çekilmemişken 2018 yılında Fukuşima’nın kadın tanığı Masumi Kowata‘yı getirmiş, benim de Türkiye ayağını organize ederek  Japoncadan çevirlerini üstlendiğim Sinop ve İstanbul’daki söyleşilerin mimarı olmuştur. Bu kapsamda Sinop’ta  Sinop Nükleer Karşıtı Platform (SNKP)’un ev sahipliğinde ve SNKP tarafından her yıl düzenlenen Çernobil Nükleer Karşıtı Mitingiyle eş zamanlı yapılması öngörülen panel, mitingin o yıl OHAL gerekçesiyle ilk kez yasaklanmasıyla beraber iptal edilmişse de, SNKP panel etkinliğini halkın meydan söyleşisine çevirerek Fukuşima’nın Kadın tanığının sesinin duyulmasını sağlamıştır. İlgili haber için tıklayın.

İsrail Filistin’in Hamas güçlerine karşı ‘savaş’ ilan etti: Ölü sayısı 256’ya yükseldi

Filistin’in Hamas hareketinin İsrail‘e karşı gerçekleştirdiği son yılların en büyük saldırısında en az 250 kişi hayatını kaybetti. İsrailli yetkililer bin 400’den fazla kişinin de yaralandığını açıkladı.

Hamas militanları, binlerce roketin atıldığı saldırılar esnasında Gazze‘den İsrail’e geçti, çok sayıda asker ve sivili esir aldı. İsrail’in ABD Büyükelçiliği’nin sosyal medya platformu X üzerindeki paylaşımında bu sayı 100 olarak verildi. Ancak bu sayı resmi kanallardan doğrulanmadı.

Aksa Tufanı” ismi verilen Hamas operasyonu sonrası İsrail ordusu “savaş durumu alarmı” ilan etti ve Gazze Şeridi‘de saldırılar düzenledi. Gazzeli yetkililere göre, bu saldırılarda 20’si çocuk en az 256 kişi öldü, 1800’e yakın kişi de yaralandı.

BBC‘nin aktardığına göre İsrail ordusu, ülke güneyindeki 20 noktada kontrolü yeniden sağladığını, sekiz bölgede de çalışmalarını sürdürdüğünü açıkladı.

Fotoğraf: Ilan Rosenberg / Reuters

‘İsrail uzun ve zor bir savaşa girdi’

Lübnan tarafından da İsrail’e ateş açılırken, İsrailli yetkililer Hizbullah’ı “savaşa dahil olmamaları” yönünde uyardı ve top atışlarıyla cevap verdi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “uzun ve zor” bir savaşa girdiğini söyledi.

İzzeddin el-Kassam Tugayları Komutanı Muhammed ed-Dayf, operasyonun başlangıcında 5 bin roket ve havan fırlattıklarını duyurdu.

Yüzünün görülmediği bir videoda konuşan ed-Dayf, “Filistin halkı yeniden devrim yaptı ve bir devlet kurma projesine geri döndü…İsrail’in ihlalllerine karşı bir çizgi çekme kararı aldık” dedi.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, “Hamas bu sabah büyük bir hata yaptı ve İsrail’e karşı bir savaş başlattı” dedi.

Hamas, İsrail sınırını nasıl aştı?

Filistinli militanlar, sınır çitlerini iş makinalarının yardımıyla devirdi ve İsrail tarafına geçti. Bazı fotoğraflarda Filistinlilerin tank da dahil olmak üzere askeri araçları ele geçirdiği görüldü.

Militanların dünyanın en güçlü sınırlarından birini nasıl aştığı belirsizliğini koruyor.

Fotoğraf: Ammar Awad / Reuters

İsrail ‘savaş durumu alarmı’ ilan etti

Gazze’den atılan füzelerden bazıları Tel Aviv ve Kudüs‘e de isabet etti.

İsrail ordusu “savaş durumu alarmı” ilan etti.

İsrail ordusundan yapılan açıklamada, roketlerin fırlatıldığı Gazze’deki hedeflere saldırı başlatıldığı duyuruldu.

Açıklamada, İsrailli sivillerin korunacağı ve Hamas’ın eylemlerinden dolayı ağır bir bedel ödeyeceği belirtildi.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, yedek askerleri göreve çağıran kararnameyi imzaladı.

Gallant ayrıca, Gazze Şeridi etrafında 80 kilometre yarıçapındaki bölgeyi askeri alan ilan etti.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in “bu kara gün için intikamının büyük olacağını” söyledi.

“Hamas’ın saklandığı her yere ulaşılacağını” belirten Netanyahu, “Gazzeliler oralardan uzaklaşsın” dedi.

‘Hamas, farklı bölgelerden İsrail’e sızdı’

Sınır Tanımayan Doktorlar, İsrail saldırılarında Gazze’deki iki hastanede bir hemşirenin ve bir ambulans şoförünün öldüğünü duyurdu.

Hamas’ın yıllardır İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği en büyük saldırı, Şabat gününde ve Çardaklar Bayramı’nın bittiği günün şafağında başladı.

Ülke çapında sirenler çalmaya başladı, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), “teröristlerin İsrail topraklarına farklı bölgelerden” sızdığını açıkladı.

Gazze’ye yakın kasabalarda yaşayan insanlar, militanların kasaba ve köylerine girdiğini ve evlerinde mahsur kaldıklarını bildirdi.

Gazze’ye 1,6 km uzaklıktaki Sderot kasabasından paylaşılan görüntülerde, siyah askeri giysiler giymiş, ağır silahlı Filistinli militanların bir kamyonetle dolaştığı görülüyor.

Hamas, İsrail ordusundan kıdemli askerlerin de aralarında olduğu 53 “savaş esirinin” alıkonulduğunu iddia etti.

Bir IDF sözcüsü, “askerler ve sivillerin” kaçırıldığını ve bazı askerlerin öldüğünü doğruladı, ancak bir üst düzey generalin kaçırıldığı yönündeki haberleri yalanladı.

IDF, Hamas’la 22 farklı bölgede çatıştıklarını ve militanların aynı zamanda Gazze’nin kuzeyindeki Zikim‘den deniz yoluyla İsrail’e girdiğini söyledi.

Plastik Anlaşması Sıfır Taslağı, plastik çöp ticaretini engelleyebilir mi?

Geçtiğimiz hafta Plastik Anlaşması‘nın sıfır taslak metninin ne anlama geldiğini ana hatlarıyla yazmıştık. Bu hafta ise biraz daha ayrıntıya inerek bazı konularda sıfır taslağın ne söylediğini anlamaya çalışıp önerdiklerinin bahsi geçen sorunu önlemeye yetip yetmeyeceğini tartışalım.

Sıfır taslağın 10. bölümünün b bendinde plastiklerin sınırı aşan dolaşımına dair bir başlık bulunuyor. Bu oldukça önemli bir gelişme çünkü bu tür anlaşma maddelerinde bir konunun yer alması demek onun gerçekten de sorun olduğunun kabul edilmesi anlamını taşır. Yani iyi bir başlangıç noktasındayız.

  1. bölümün 1. maddesi tam olarak şunu söylüyor:

“Taraflardan her biri, ithalatçı devletin önceden bilgilendirilmiş rızası ile ve bu belge kapsamındaki yükümlülüklerle tutarlı bir şekilde, güvenli ve çevresel açıdan sağlıklı yönetimi amacı dışında, plastik atıkların sınır ötesi hareketine izin vermeyecektir.”

Bu tanım için de iki  farklı dipnot verilmiş ve bu dipnotlar da bu maddedeki bazı tanımları açıklıyor. Bu dipnotlardan plastiklerin sınıraşan dolaşımının tanımı için verilen dipnotta belirtilen şey Basel Konvansiyonu ile uyumlu bir tanımlama.  Ancak taslak genel olarak “plastik atık” tanımı konusunda yetersiz olduğu için bu kısım da muğlaklaşıyor. Yani öncelikle yapılacak tartışmalarla ortaya çıkacak olan “plastik atık” tanımı sonrası bu başlıktaki ifadeler daha da anlaşılır hale gelecek ve biz de gerçekten neyin kast edildiğini görmüş olacağız. Ancak bu işin mantıksal bir zemine oturması ancak ve ancak taslağın nihai forma eriştiğinde, en azından B3011, Y48 ve A3210 dahil olmak üzere Basel Konvansiyonu’ndaki üç kodu da içermesi ile mümkün.

En az diyoruz, çünkü tek başına Basel Konvansiyonu’nun bile yetersiz kaldığı bir alanda söylenecek sözün konvansiyondan daha geri bir noktada olması mantıksız olur. Daha ileri bir anlaşma olması gerekiyor. Bu da mesela Basel Konvansiyonu’nun ek listelerinde yer almayan kauçuk ve tekstil gibi plastik türlerini kapsamasıyla mümkün olabilir. Ayrıca plastik anlaşmasının çevresel ve sosyal adalet perspektifine dayanan bir çöp ticareti içeriği oluşturması da Basel’den daha öte bir anlaşmanın ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır.

‘Komşular pazarda görsün’ yaklaşımı devam mı edecek?

Burada özel olarak değinilmesi gereken bir diğer konu da ithalatçı devletlerin önceden bilgilendirmesi meselesi. Çünkü bu mesele biraz “Schrödinger’in Kedisi” meselesi gibi kutudan çıkacak tanımlamalara bağlı olduğu için iyi ve kötünün aynı anda geçerli olduğu bir anlama sahip.

Taslağın 10. bölümünün ikinci maddesinde, “Bu hüküm uyarınca plastik atık ihraç eden her bir taraf, bu tür ihracatlar için bir ihracat izni şartı oluşturacak ve uygulayacak ve tüm plastik atık ihracatlarının türlerini, hacimlerini ve varış yerlerini takip edecektir” deniyor. 

Bu, uygulamada büyük problemler yaratma riskine sahip. Çünkü bu izin şartı ve takip meselesi hali hazırda zaten kısmen de olsa var olan ama kimsenin umursamadığı bir mesele. Hatırlayın Almanya’dan gelen ve limanlarda alıkonulan plastik çöp konteynerları sahipsiz kalmış ve kimse doğru düzgün sorumluluk üstlenmemişti. Üstelik konteynerların planlanan varış şirketi daha önceden Alman soruşturma birimleri tarafından yerinde ziyaret edilmiş ve onay almış bir şirketti ve aynı zamanda da hükümet tarafından da teşvik verilerek ödüllendirilmiş bir şirketti.

Dolayısıyla bu mekanizmanın işe yaramaktan öte ne yazık ki çok ciddi sorunlar yarattığını gördük biliyoruz. Aynı yöntemin ikinci defa denenmesi “komşular pazarda görsün” yaklaşımından öte anlama sahip olması pek mümkün olamaz.

Ancak bu maddenin devamında belirtilen alt maddelerde yer alan içerik kontrolü gibi ifadeler bu durumun farklı olabileceği anlamına da geliyor. Çünkü denetim mekanizması kurarak ticarete konu edilecek tüm plastik çöplerin içeriklerinin analizi, uygulanabilir olmadığı için “de facto” bir yasak ortaya çıkabilir. Bu, aynı zamanda yasa dışı etiketleme ve uyduruk belgelendirme pratiklerinin de oluşmasına neden olabilecektir. Ayrıca burada içerikteki kimyasallar için “bilinmiyor” şeklinde bir ifadenin konulma ihtimalinin doğup doğmayacağını bilmediğimiz için riskli bir madde olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü bu bilinmiyor ibaresi hemen her şeyin yasal bir kılıfla ticaretinin yapılmasına yol açabilecektir.

Sonuç olarak plastik anlaşmasının Basel Konvansiyonu’nun ötesine geçip geçmeyeceğini ve doğru tanımlar yaparak plastik çöp ticaretini imkansızlaştırıp imkansızlaştırmayacağını Kenya/Nairobi’de yapılacak olan INC-3’teki sıfır taslak üzerine yapılacak tartışmalardan anlayacağız. Mevcut durumdan daha geriye düşen bir anlaşma olmayacağını söylemek mümkün ama ne kadar ileride olacağı ise henüz tam olarak belirgin değil.

[Dünya Hali] Maya topluluklarını ezip geçen ‘Tren Maya’

Meksika‘da, adını bölgenin kadim uygarlığı Mayalardan alan ve ülkedeki yağmur ormanlarının kesecek bir rota üzerinde inşa edilen ‘Tren Maya’ rotası, ülkeyi ikiye bölmüş durumda. Yerli topluluklar yaşam alanlarını savunmaya çalışırken, Obrador hükümeti tüm eleştirilere kulaklarını kapatıp inşaata devam ediyor.

Tren yolu projesinin ülkenin güneydoğusunda 1500 kilometrelik ormanlık alanların bulunduğu ve Chiapas, Tabasco, Campeche, Yucatan ve Qintana Roo eyaletlerinden geçmesi planlanıyor.

Andrés Manuel López Obrador 2018’in eylül ayında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda Maya projesi’nin yapım aşamasına başlandığını duyurmuştu.  15 Aralık 2019’da da ilgili eyaletlerle tren yoluna ilişkin referandum yapılacağını açıkladı. 15-16 Aralık’ta yapılan -ve bazı çevrelerce ‘düzmece olarak nitelendirilen- referandumda, katılan yaklaşık 100 bin kişinin yüzde 92,3’ü olumlu oy kullandı, yüzde 7,4’ü ise karşı çıktı.

Hükümet tarafından sosyo ekonomik kalkınma ve sürdürülebilir turizme yönelik bir altyapı projesi olarak tanıtılan ve Yucatan Yarımadası’ndaki en önemli şehirleri ve turistik alanları birbirine bağlayan demiryolu ağının ön operasyonel testleri 1-2 Eylül 2023’te başladı.

Obrador’un görev süresi boyunca en tartışmalı ve en sembolik girişimlerden biri olan Tren Maya’nın ikinci testi bu ay içinde gerçekleştirilecek.

Mülkiyeti, bir devlet şirketi olan OMM’ye (Olmeca-Maya-Mexica) ait olan ve Milli Savunma Bakanlığı’nın kontrolüne verilen trenin, Eylül 2024’te faaliyete başlaması ve yakın şehirlerarası seyahat, arkeolojik ve tarihi yerler için turizm faaliyeti ve kargo hizmeti görmesi planlanıyor.

BM: Yerli toplulukların rızası alınmadı

Tren Maya projesi, halk oylamasında büyük oranda onaylanmasına karşın karşı çıkanlar arasında yerli halkların yanı sıra Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de bulunuyor. Meksika hükümetine bir mektup gönderen Komiserlik, projenin yerli toplulukları olumsuz etkilemesi riskine dikkat çekiyor. Tren hattı kararının yerli halkın rızası olmadan alındığına vurgu yapan BM, hattın bu toplulukların yerinden edilmelerine neden olacağını ve sağlıklarını olumsuz etkileyeceğini belirterek, “projenin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin yerel topluluklarla herhangi bir uzlaşma sağlanmadığını, hat boyuncu oluşturulacak onların örgütlenme biçimine uymayan bölgesel meclislerin oluşturulmasının da kültürel zarar oluşturabileceğini” söylüyor.

Belgelere göre, projeden sorumlu yetkililer ilk üç bölümün çevresel etki çalışmaları için, iletişim güzergahı 1988’de yürürlüğe giren Ekolojik Denge ve Çevre Koruma Kanunu’ndan önce belirlendiği için Çevre ve Tabii Kaynaklar Müsteşarlığı’ndan muafiyet istemiş.

BM, bir diğer endişe kaynağı olarak hattın geçeceği alandaki arazi kullanımı hakkı ve mülkiyet rejiminde değişiklikler yapılması olasılığına da işaret ediyor: “Edinilen bilgiye göre, demiryolu hatlarının ve geliştirme direklerinin kurulacağı araziler, gayrimenkul yatırımlarının finansmanında kullanılan, borsaya tabi bir finansal araç olan Altyapı ve Gayrimenkul Ortaklığı adı verilen mekanizma aracılığıyla elde edilecek.  Ancak bu konuyla ilgili arazi sahibi yerli topluluklarla istişare edilmedi ve bu kişilere olası riskler konusunda net ve doğru bilgi verilip verilmediği bilinmiyor.”

İnsan Hakları Yüksek komiserliği, projeyle ilgili yerli halkların görmezden gelindiğini, tren hattı boyunca ortaya çıkabilecek salgın hastalıklar, yerli toplulukların emlak ve konut edinme hakkı, ekolojik tahribat, çıkacak atıkların akıbetiyle ilgili çok sayıda soru işareti bulunduğuna da vurgu yapıyor.

Yerli topluluklar direniyor

Yerli topluluklar da projenin gündeme gelmesinden bu yana, dünyanın dört bir yanındaki iklim ve çevre aktivistlerinin de desteğini alarak, Tren Maya’ya karşı protesto eylemlerini sürdürüyor.

Hat üzerinde bulunan Yucatan yarımadasındaki yerli Maya toplulukları, trenin Mayalar ve Maya uygarlığıyla hiçbir ilgisi olmadığını belirterek, kitle turuzminin de Maya nüfusuna  faydası olmayacağını söylüyor. Başkan Obrador’a “Uluslararası otel zincirlerinin, seyahat şirketlerinin ve restoran zincirlerinin yararlandığı yeni bir Cancún veya Riviera Maya olmak istemiyoruz” diye mektup yazan bölge halkı, biyosfer rezervleri ve yerli bölgelerine zarar verecek hattan vazgeçilmesini istiyor:

“ Sadece doğal yaşamın döngülerinin değil , aynı zamanda Maya halklarının da acımasızca tahrip edileceğini görüyoruz.

Suyumuzu ve konutlarımızı ellerimizden alıyorlar. Kuzeyde işçi maaşları ile kira ödemek imkansız, herşey daha güvensiz hale geliyor ve şimdi de yaşam alanımızı elimizden almak istiyorlar. Yeni neslin oluşturulacak yeni şehirlerde arazi satın alması mümkün değil, bu da insanların ev ve mülk edinme hakkını elinden alıyor . Ayrıca çevresel bozulma ile gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmıyorsunuz.”

Dünya aktivistlerinden destek

Tren hattının sadece bir “çevre sorunu” olmadığını, birçok yerli topluluğuna yönelik bir ‘soykırım” anlamına da gelebileceğini savunan aktivistler, sosyal medyadan Meksikalı yerli topluluklarına destek çağrısı yapıyor. Örneğin Alman aktivistlerinin çağrı metni şöyle:

“Meksika Devlet Başkanı López Obrador’un projesi, Yucatan yarımadasındaki yağmur ormanlarını tehdit ediyor: 1.500 km’lik yeni bir hızlı tren hattı, turistleri Karayip kıyısındaki sahil tatil yerlerinden iç kısımdaki arkeolojik alanlara taşıyacak. Lütfen ormandaki bu başkanlık gösteriş projesine karşı sesinizi yükseltin!

Maya Treni projesini gözden geçirin, etkilenen yerli halklara danışın ve rotanın ne pahasına olursa olsun biyosfer rezervlerini etkilemeyeceğinden emin olun!

Planlanan 1.525 kilometrelik tren rotası (kabaca Portland, Oregon’dan Los Angeles’a veya Paris’ten Roma’ya kadar olan mesafe) beş Meksika eyaletindeki yağmur ormanları boyunca uzanan bir alanı kesecek!

Ağır makine ve inşaat malzemelerinin yanı sıra işçi yerleşimlerine erişim yolları inşa etmek için hassas ekosistemler temizlenecek. Proje, milyonlarca ton toprak ve kayanın taşınmasını içerecek ve inşaatta büyük miktarlarda beton ve çelik kullanılacak.

Demiryolu hattı jaguarın, tapirin ve uluyan maymunun evi olan Selva Maya‘nın biyosfer rezervlerini yok etme tehlikesi yaratıyor . Bu türlerin hareket edebilmesi, beslenebilmesi ve çoğalabilmesi için geniş bitişik orman alanlarına ihtiyacı vardır ve birkaç tünel ve köprünün inşası yaban hayatının göç etmesine izin vermek için yeterli olmayacaktır.” (İnstagram : https://instagram.com/trenmayastoppen,  https:// deinebahn.com) 

Gençlerin oluşturduğu iklim grubu, Fridays for Future’un açıklaması da şöyle:

“Meksika Hükümeti bile Maya treni hattıyla ekolojik sisteme zarar vereceğini, fosil yakıtların yakılacağını ve çevresel izinlerin eksikliğini, korunan türlerin zarar göreceğini kabul etti.

Tren Maya projesi yerleşik yaşamı  orman arazilerini ,yaban hayat vb yaşam alanlarını da yok ediyor. Büyük ve geniş bir arazinin yok olmasına şahit oluyoruz. Önümüzdeki yıllarda bu projelerin benzerlerinin yapılacağını  Meksika ormanlarının ve arazilerinin gözler önünde yıkımına ve yok oluşuna da şahit olacağız…

Tüm bu eleştirilere ve karşı çıkışlara rağmen, Obrador’un Tren Maya projesi için çalışmalar devam ediyor.

‘Sürdürülebilir mavi ekonomi’: Neden geçmeliyiz, nasıl geçeriz?/ Dr. Sibel Sezer*

Yüzyıllardır deniz ve kıyı alanlarını ekonomik kalkınma için ‘bedava’ kullanılacak girdi olarak gören biz insanlar, dilediğimiz gibi denizlerden faydalanıp tasasız bir şekilde keyfini sürdürmüşüz. 30-40 yıl öncesine kadar denizlerin hiç kirlenmeden ve bozulmadan bizleri nimetlerinden sonsuz faydalandırmaya devam edeceği konusunda sanırım pek şüphemiz yoktu. Ne yazık ki yanılmışız. Denizel biyoçeşitliliği korumadan denizlerimizi dilediğimiz gibi ekonomik kazanç için kullandığımız ve kirlettiğimiz dönemler çoktan geride kaldı.

Türkiye açısından “mavi ekonomi”nin en önemli sektörlerinden birisi olan balıkçılığı ele alalım. Balıkçılık son 15-20 yılda çok değişti, sürdürülebilir olmaktan uzak bir rotada ilerliyor. ‘Yaşlı balıkçıların’ anlattığı eski hikayeleri dinlerken insan hayalle gerçek arasında gidip gelmeye başlıyor. Bilindiği üzere, Türk balıkçılığı açısından en bereketli deniz Karadeniz’dir.  Karadeniz’deki balıkların hem tür olarak hem de sayıca bolluğunu çoğumuz duymuşuzdur. O zamanlar kimse bazı balık türlerinin bu kadar azalacağını hatta tamamen tükeneceğini hayal bile edemezdi.

Çocuklarımızın ‘balık hikayeleri’ anlatmaması için…

25 yıl önce İğneada’da yürütmekte olduğumuz Mersin Balığının Korunması” projesinde görüştüğümüz yaşlı balıkçıların hikayelerini hiç unutamam. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı ekibi olarak İğneada’da hem stok durumunu araştırmak amacıyla bölgedeki balıkçılarla sohbet etmiştik. 1995 ile 1997 yılları arasında görüştüğümüz balıkçıların hepsi eski bolluk günlerinden bahsetmişti, yani 1970’li –80’li yıllardan… Hepsi de bir zamanlar kolaylıkla mersin balığı avladığını anlatmıştı. Hatta çukurlar kazıp içlerine doldukları mersin balığının yumurtalarını başka yemek bulamadıklarında kaşık kaşık yemek zorunda kalırlarmış!

Ne yazık ki aşırı avlanmadan dolayı mersin balığının farklı türleri kırmızı listede, yani tehlike altında. Yumurtası ise, gastronomide verilen adıyla havyar, günümüzde lüks tüketim kategorisinde yer alıyor. Türkiye denizlerinde artık nesli tehlike altında olan Mersin balığının yumurtası temelde Hazar Denizi’nden çıkan balıklardan temin ediliyor. Kaşık kaşık siyah havyarı ‘mecburen’ yiyen yaşlı balıkçılarımız bugün aynı havyarın 100 gramına 100-300 dolar arası bir bedel ödemek zorunda kalacaklarını duysalardı inanmakta zorlanabilirdi.

Kuşkusuz doğru politikalarla desteklenen yönetim modelleri sürdürülebilir mavi ekonomi için temel oluşturuyor. Denizlerle çevrili bir ülke olarak sosyo-ekonomik kalkınma için denizlerimiz sağlıklı ve temiz olduğu sürece bize pek çok sosyo-ekonomik girdi sağlamaya devam edebilir.  Balıkçılık örneğinden devam edersek lüfer, kılıç, orkinos ve kalkanın tükenme riski altında olduklarını sık sık duyarız. Zaten az sayıda avlanabildikleri için fiyatları da son derece yüksek. 40 yaş üstü olanlarımızın çoğu “Eskiden ne güzel kalkan yerdik” muhabbeti yapmıştır. Doğru politika, uygulama ve yaptırımlarla balıkçılık sektörünü yönetebilirsek, 5-10 yıl sonra “Eskiden uygun fiyata bol bol hamsi yerdik” muhabbeti yapmaktan belki kurtulabiliriz. Sürdürülebilir olmayan balık avlama mantığı ile kaynakları tüketerek kendi çocuklarımızın bile balık yeme hakkını ellerinden almış olmuyor muyuz?

Balıkçılıktan daha büyük bir ekonomik sektör olan turizm için de benzer analizler yapılabilir. Özellikli kıyı turizminde satılan ürün sağlıklı, temiz denizlerdir. Zehirli denizanalarının insanları yaktığı ve hastanelik ettiği denizlerin ekonomik değeri pırıl pırıl sağlıklı denizlerle aynı olabilir mi? Mümkün değil.

Mavi ekonomi nedir?

Mavi ekonomi,  geleneksel ve gelişmekte olan sektörler olmak üzere ikiye ayrılır. Ülkemizde geleneksel sektörler balıkçılık ve su ürünleri, deniz ulaşımı, limancılık, deniz ve yat turizmidir. Kıyı alanları planlaması ve kalkınması da geleneksel sektörler arasında sayılabilir. Gelişmekte olan sektörler arasında açık deniz rüzgar enerjisi, mavi karbon, deniz dibi madencilik, denizde karbon tutma, telekomünikasyon, tuzdan arındırma sektörleri bulunur. Denizel biyoçeşitliliğin korunması da ülkemizde hala gelişmekte olan sektör kategorisine eklenebilir. Özde, sürdürülebilir mavi ekonominin olmazsa olmazı denizel ekosistemi korumaktan geçer.

Sürdürülebilir mavi ekonomi sektörleri.

Eski usul ve ‘sürdürülebilir mavi ekonomi farkı

Eski usul mavi ekonomi modelinde hedef büyüme odaklıdır. Koruma ihtiyacı duymaksınız doğal varlıkların sınırsız kullanımı söz konusudur. Hem büyüme odaklı faaliyetler hem de tüketici olarak alışkanlıklarımız sonucunda ise denizlerimizde yüklü bir plastik atık, kirlilik, ötrofikasyon ve biyoçeşitlilikte bozulma gibi sonuçlarla karşılaşmamız da kaçınılmaz olacaktır.  Aşırı ve yanlış kullanım dışında iklim değişikliği denizlerimizi olumsuz etkiliyor ve etkilenmeye devam edeceğe benziyor. Bu koşullar altında, tek çözüm sürdürülebilir mavi ekonomi olarak kendini gösteriyor.

Sürdürülebilir mavi ekonomiye geçiş için bilimsel çalışmalar, inovasyon, teknoloji ve eğitim gibi pek çok konu önemli. Örneğin, ekonomik faaliyetlerin, tüketimin ve iklim değişikliğinin ekosistem üzerindeki etkilerinin bilimsel olarak araştırılması, incelenmesi ve değerlendirilmesi bu  geçişin altyapısını oluşturur. Hızlandırmak için ise en etkin araç olan teknoloji sayesinde sıfır karbona geçiş, sıfır atık uygulamaları, uydu aracılığı ile denetim, otomasyon, sensörler, büyük data yönetimi, denizaltı araştırmaları gibi uygulamalar kolayca yapılabilir. Türkiye’nin rekabet gücünü kaybetmemesi ve çevreye duyarlı uygulamalara geçebilmesi için inovasyona yatırım yaparak uygun teknolojilere geçiş sürecini hızlandırması kritik öneme sahiptir.

Deniz yönetişimi ve bütünsel planlamanın artan önemi

Ülkemizde denizlerimizin korunması, kıyı alan yönetimi, balıkçılık ve turizm gibi mavi ekonomi sektörleri farklı bakanlıkların yetki alanlarında yönetiliyor. Belediyelerin rolü karar verme süreçlerinde oldukça zayıf ve kararların pek çoğu bilimsel veriler kullanılmadan alınıyor. Halkın görüşlerine ve çevre STK’larının katkılarına da planlama aşamasında pek yer verilmiyor. Halbuki, sürdürülebilir mavi ekonominin başarısında ortak planlama ve karar alma süreçleri kritik öneme sahiptir.

Halbuki bütünsel ve sürdürülebilirlik ilkelerine uygun bir deniz yönetişim yaklaşımının vakti geldi de geçiyor bile.

Çok kabaca, bir mekana liman mı, balık çiftliği mi yoksa otel inşaatı ve plaj mı yapılmalı sorusuna kamu ve sivil uzmanlar ile tüm paydaşlar ortak yanıt bulabilir.

Örneğin, zengin fauna ve florası bulunan bir koya bütünsel bir yaklaşımla incelemeler yapılmadan yat limanı yapılırsa ekosisteme zarar vereceği, özellikle karbon yutağı olarak büyük bir öneme sahip ve denizlerin ciğeri olarak tanımlanan posidonia başta olmak üzere deniz çayırlarına zarar vereceği açıkken, yat limanının katma değeri, alternatif yerlerin değerlendirilmesi, bilimsel veriler kullanılarak doğru yer seçimi, liman mutlaka yapılmak zorundaysa deniz çayırlarına en az zarar verecek yöntemlerin tespit edilerek yapılması gerekir. Belki de doğrudan deniz koruma alanı ilan edilmesi önerilebilir, böylece bölgenin uzun vadede hem biyoçeşitliliği hem de ekonomik değeri artabilir.

Sürdürülebilir Mavi Ekonomi, Birleşmiş Milletler öncülüğünde başlatıldı ve şimdiden pek çok ülkede önemi anlaşıldı. Avrupa Birliği yıllardır sürdürülebilir mavi ekonomi stratejileri hazırlıyor, özellikle karbon nötr ve sıfır atık olacak şekilde yatırımlar yapıyor, halk bilinçleniyor ve gençlerin farkındalığı artıyor. Türkiye’nin de geçiş süreçlerinde dümeni ele alması ve kendi rotasını çizmesi gerekiyor.

(*) Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, Genel Sekreteri

 

 

 

Thomas van der Steen: Doğayı kontrol edemeyeceğimizi, onun kurallarıyla yaşamayı kabul etmeliyiz [İklim Kuşağı-34]

Bu hafta 34’üncü İklim Kuşağı serisinin konuğu Hollanda’dan iklim aktivisti Thomas Van der Steen. Thomas ‘s-Hertogenbosch’ta yaşıyor. Lise’yi geçtiğimiz sene bitirdi ve şu anda eğitimine bir yıl ara vermiş durumda. İklim krizini durdurmak için sivil itaatsizlik yönteminin daha uygun olduğunu söylüyor.

Atlas Sarrafoğlu: Aktivizminize nasıl başladın ve yaşadığın yer olan Hollanda’daki protestoları nasıl organize ediyorsunuz? 

Thomas Van der Steen: Ocak 2021’de Extinction Rebellion ile aktivizme ve örgütlemeye başladım, ardından okuldan biriyle yerel bir Fridays for Future grubu kurdum ve ondan sonra büyüdük.

Şu anda okula bir yıl ara verdim ve daha büyük bir şehre taşındım, bu yüzden artık Extinction Rebellion ile örgütlenmeye daha çok odaklanıyorum. Artık sivil itaatsizlik eylemlerine katılıyorum ama bunları da organize ediyorum.

Protestoları organize etmenin tek bir yolu yok. Nasıl bir protesto konusu olduğuna bağlı. Yasal bir yürüyüş düzenlediğimde farklı, sivil itaatsizlik eylemi düzenlediğimden farklı oluyor. Şu anda belirli iklim krizi alanında herhangi bir konuya odaklanmıyorum ama doğayı savunmaya büyük ilgim var.

İklim krizi genel olarak Hollanda’da yaşayan halkı nasıl etkiliyor?

Küresel Güney’deki ülkelerle karşılaştırıldığında Hollanda’da iklim değişikliğinin etkisi küçük ama yine de hissediliyor. İki yıl önce ülkemizin güney kesiminde aşırı yağışlar nedeniyle büyük bir sel felaketi yaşadık, büyük hasara yol açtı ve komşu ülkelerde çok sayıda insan öldü. Bu tür taşkınların iklim değişikliğinden kaynaklanan ihtimalinin daha yüksek olduğu kanıtlandı.

Ayrıca dünyanın birçok yerinde olduğu gibi havalar da gün geçtikçe ısınıyor. Daha aşırı kuraklıklar görüyoruz ve kışlarımız nadiren kar görüyor. Bazı şeylerin değiştiği çok açık.

Ülkeni iklim değişikliğinin etkilerinden korumanın çözümü nedir sence?

Elbette ilk adım karbon emisyonlarımızı azaltmak OLMALI. Yalnızca endemik olanlar değil, aynı zamanda başka yerlerdeki etkimiz de söz konusu; örneğin, hayvanlarımız için soya ihtiyacımız olduğundan Amazon yağmur ormanlarındaki ormansızlaşmanın en büyük itici güçlerinden biriyiz (ayrıca ülke topraklarımızın yarısı, hayvancılık için yiyecek yetiştirmek adına kullanılıyor).

Ama ikincisi herkesin bildiği gibi Hollanda’nın tarihsel düşmanı denizdir. Ve yükselen deniz seviyeleri ile birlikte bu durum daha iyi olmayacak. Su savunma sistemlerimiz, yalnızca birkaç santimetrelik deniz kaldıracının yükselişine dayanacak şekilde inşa edilmiştir. Ancak bu sınırları mutlaka aşacağız. Dolayısıyla, eğer her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, bu savunmalara çok büyük miktarda para yatırmak zorunda kalacağız. Doğanın kurallarıyla nasıl yaşadığımızı yeniden düşünmemiz, belki de denizi yenemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekiyor. (Ayrıca, sular yükseldiğinde en önemli şehirlerimizin tamamının muhtemelen denizler altında kalacağı düşüncesi de gülünç derecede aptalca.) İklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkabilmek için doğayı kontrol altında tutamayacağımızı ve onun kuralları ile yaşamayı kabul etmemiz gerekiyor.

Hükümetinizin iklim kriziyle mücadele konusunda bakış açısı nedir? Limitin 1,5 derecenin altında tutulması için hükümetin ilk olarak ne tür adımlar atması gerekiyor?

Hükümetimizin büyük bir kısmı iklim değişikliğinin varlığını kabul ediyor ve çözülmesinin önemli olduğunu belirtiyor ancak iklim hedeflerini sürekli kaçırdıklarına bakılırsa, çok uluslu şirketlerin ve zenginlerin çıkarlarını daha önemli buluyorlar gibi görünüyor.

İklim değişikliğine neden olan en büyük etkenin fosil yakıtlar olduğu açık. Bu yüzden bunları elimizden geldiğince hızlı bir şekilde kesmek için her yolu denemeliyiz. Hollanda’daki Yokoluş İsyanı ile hükümetimizin fosil yakıt endüstrisini sübvanse ettiği 46,5 milyar avronun durdurulması için kampanya yürütüyoruz. Hükümetimiz de 15 yıl önce bu sübvansiyonları durduracağı sözünü vermişti ama hala bunu yapmadılar ve şimdi işin çok karmaşık olduğunu iddia ediyorlar. Şimdi sübvansiyonları durdurmak istediklerini söylüyorlar ama bunun gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmıyorlar.

Geleceğe dair sizi umutlandıran nedir peki?

Şu anda pek çok şeyden umutlu olmadığımı söylemeliyim. Beni devam ettiren şey, ne kadar az şey yaparsak durumun daha da kötüleşeceği gerçeği. Bu yüzden hasarı mümkün olduğunca kontrol altına almak, aynı zamanda doğayı restore etmek ve MAPA ülkelerinin tazminat almasını sağlamak için elimden gelen herşeyi yapmak istiyorum. İklim felaketleri durdurulamaz ancak etkisi önümüzdeki birkaç yılda ne yapacağımıza bağlı. 1,5 derecenin altında kalmamız gerekiyor!

Beni durum hakkında olumlu tutan şey ise çoğunlukla aktivizm yaparken tanıştığım harika insanlar.

Protesto ve talepler açısından Fridays For Future (İklim İçin Cumalar) ile XR (Yokoluş İsyanı) arasındaki fark nedir?

Hollanda’da artık neredeyse var olmadığımız için Fridays For Future Hollanda’dan bahsetmek bile zor. Nasıl devam edeceğimizi konuşuyoruz ama henüz karar vermedik. Bir şey çok net; okul grevleri dönemi bitti ve artık uyum sağlamamız gerekiyor. Ayrıca Fridays For Future’un çok muğlak olan “iklim adaleti” dışında spesifik bir talebi de yok.

Öte yandan Yokoluş İsyanı oldukça canlı ve hızla büyüyor. Fosil yakıt endüstrisi ve devlet tarafından sağlanan destekler konusunda tüm ülkeyi başarılı bir şekilde bilinçlendirdik ve şu anda nüfusumuzun yüzde 70’i bunların durdurulmasını istiyor. Ayrıca XR’in talepleri var: İklim değişikliği hakkındaki “Gerçeği Söyleyin”. Şimdi harekete geçin, gerekeni yapın, bırakın halk karar versin, Hollanda’da ekstra bir talebimiz daha var ve o da iklim adaletiyle ilgili.

XR ve FFF’nin hedefleri aynı ancak XR daha akıcı ve daha profesyonel. Ayrıca XR elbette sivil itaatsizliği kullanıyor ve FFF kullanmıyor.

Dünya liderlerine sesini duyuracak olsaydın, onlara iklim krizi ve onların “olağan gidişatı” hakkında ne söylerdin?

Bunu zor bir soru olarak görüyorum. Söyleyebileceğim hiçbir şeyin bir etki yaratacağını düşünmüyorum. Sorun dünya liderlerinin olup biteni anlamaması değil, onlar bunu çok iyi biliyorlar. Çok uluslu şirketlerin isteklerini yerine getirip kendilerini yeniden seçtirmek için hareket etmemeyi seçiyorlar.

Onlara hiçbir sözüm yok. Bu liderlere seçenek bırakmayacak olan bu hareketi büyütmek için mücadele ediyorum. Tıpkı Hollanda’da XR’da yaptığımız gibi. Giderek daha fazla insan bize katılacak çünkü giderek daha fazla insan artık harekete geçmemiz gerektiğini anlayacak ve hükümet harekete geçmeyecek. Bu yüzden onları şiddet içermeyen yollarla zorlamalıyız.

İklim kriziyle ilgili geleceği nasıl görüyorsun? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsunuz?

2030’da aktivist olmak istemiyorum. Bu bir hobi değil. Ama bunu ihtiyacım olduğu sürece yapacağım. 2030 yılında eğitimimi bitireceğimi ve dünyanın karbon nötr olacağını hayal ediyorum. Kendimi doğayı restore etmeye ve başkalarını bu konuda eğitmeye çalışırken hayal ediyorum.

Bu gerçeği gerçekleştirebilecek miyiz bilmiyorum ama yapabileceğim tek şey bunun gerçekleşmesi için savaşmak. Başka seçeneğim yok.

Sosyal Medya Hesabı:
Instagram: Thomas_Activism