Ana Sayfa Blog Sayfa 1677

Neden endüstriyel tarım değil -2

Her ne kadar fotosentez ile bitkiler topraktan su, havadan da karbondioksit alarak büyürler desek de günlük hayattaki beslenmemiz için yediğimiz bitkiler sadece su ve karbondioksit ile yetişmezler. Bu bitkilerin topraktan almaları gereken diğer başka mineraller de vardır. Bitkiler fotosentez sonucu ürettikleri karbonhidratlar ve bu minerallerle birlikte bize besin üretirler. Ancak uzun süre tarım yapılan arazilerde bu mineraller azalmaya başladığından toprağı desteklememiz gerekir. Bu destek de genellikle suni gübre kullanımı yoluyla yapılır. Oysa bir de doğanın kendi oluşturduğu gübre var ki aslında hem çevre hem de bizim için doğal yollarla toprağı beslemek çok daha akıllıca bir çözümdür.

Çok az düşünecek olursak topraktan aldığımız besinin yok olmadığını fark ederiz. Bizim sindirdiklerimizin dışında neredeyse bir o kadar besin daha soframıza ulaşamadan çöp haline geliyor. Döngüsel ve sürdürülebilir bir tarım için tüm kanalizasyon sistemimizi baştan düzenlemek gerekiyor olsa da bunun bugünden yarına gerçekleşmesi ihtimalinin çok düşük olduğunu aklımızdan çıkartmıyoruz. Ama yarısı midemize inmeden çöp olan gıda üretimimizi kolaylıkla tarlalara besin olarak geri döndürmek mümkün.

Yalnız bu gıda atığından kompost üretmek epeyce emek gerektirdiği için endüstriyel tarım bununla uğraşmaktansa suni gübre kullanmayı tercih ediyor. Bize söylenmeyen bir gerçek daha var, suni gübrenin içindeki azot dışındaki madenler de artık tükenmeye başladı. Suni gübre olmadan endüstriyel tarımı da başarmak zor. Bu doğal tarıma yönelmemiz için çok önemli bir sebep.

Az işçi, çok makineyle monokültür tarım çağı

Endüstriyel tarımın bir diğer özelliği de en az işgücü ile en fazla ürünü elde ederek maliyeti düşürmektir. Bunu sağlamak için de geçen zaman içerisinde gittikçe büyüyen, karmaşıklaşan ve bununla birlikte de pahalılaşan araçlar üretilmeye başlanmıştır. Bugün bu araçlara sahip bir çiftçi 100 sene önce belki de 100 çiftçinin üretebildiği kadar ürün üretebilmektedir. Yalnız bunun da bir bedeli vardır, bu bedel de küçük çiftçinin ortadan kaybolmaya başlamasıdır. Artık zamanımız büyük araçları alabilecek şirketlerin geniş arazilerde tek bir ürünü (monokültür) ekerek tarım yapmaları çağıdır.

Geniş arazilerde yapılan makine yoğun tarımın da temel özelliği monokültür tarıma yönelirken biyoçeşitliliği ister istemez yok etmesidir. Bu arazilerdeki değişik yerlerde farklı tür ürün yetiştirmek, hatta aynı buğdayın değişik cinslerini kullanmak bile hem gübre hem de tarım ilacı kullanımı bakımından neredeyse imkansız olduğu için tarım artık monokültüre dönmüştür.

Gıda üreticilerinin de en önde gelen isteği budur. Her buğday veya pirinç tanesinin aynı olması her elmanın aynı görünmesi beklenti haline gelmiştir. Oysa doğa tüm bitkilerin aynı görüntüde olacağı biçimde işlemez, çünkü bitkinin yamru yumru bir çıktı üretmesi doğanın fazla da umurunda değildir. Önemli olan besin özelliği taşıması ve tohumları uzağa saçabilmesidir. Tarladan ya da bahçeden üretilen bu yamru yumru ürünlerin önemli bir kısmı da daha masanıza bir biçimde ulaşmadan çöp olmaktadır. Aslında çöpe giden yamru yumru bir domates değil toprağın besleme gücünün bir kısmıdır.

Tarımı ve tarım yöntemlerini çeşitlendirmek

Bunu göz ardı edecek ya da bu atıkları bir şekilde kompost yaparak toprağa geri döndürecek bile olsak esas problem biyoçeşitliliğin kaybı olarak karşımızda durmaya devam ediyor. Ben tarımda kullanılacak tohumların kuraklığa, fazla yağışa ya da tuzluluğa dirençli olacak şekilde genetik olarak güçlendirilmelerini yanlış bulmuyorum. Ama tüm bu işlemlerin yapılabilmesi elimizdeki tohum çeşitliliğinin sağlanmasıyla mümkün olabilir. Biyoçeşitliliğin kaybı aynı zamanda gelecekte kullanabileceğimiz dirençli tohumların da yok olması anlamına gelir.

Son olarak içinde yaşadığımız Covid-19 salgınının hepimize bir şeyler öğrettiğini umalım. İnsanlar arasındaki uzaklıkların azaldığı zamanımızda Çin’deki bir şehirden çıkan virüs saatler içerisinde dünyanın her köşesine yayılma şansını yakaladı. Ne yazık ki aynı sorun bugün monokültür tarım yapılan bölgeler için de geçerlidir. Bir bölgede görülebilecek bir tarım zararlısı ya da hastalık hızla tüm alanı kaplayıp ürünü yok edebilme kapasitesine sahiptir. Bunu engellemenin yolu da Covid-19’dan da hızla öğrendiğimiz gibi yeni bir tarım ilacı üretmek değil, ürünlerin arasını açarak sorunun sıçramasına engel olmaktır.

Orman yangınlarını engellemek için kullanılan usulleri tarlalar için kullanmak akıllıca olabilir ama çok daha faydalı bir yöntem karışık tarım yapmaktır. Aynı tarlada değişik ürünleri birlikte ektiğiniz zaman, hatta tarımı meyve ağaçlarıyla birlikte yaptığınızda bu tür hastalıkların ve zararlıların işini çok daha zorlaştırmış oluyorsunuz. Yalnız o zaman da dev tarım araçlarınız bu tarlalarda işe yaramıyor ve çiftçinin el emeğine muhtaç kalıyorsunuz.

Bu gerçekliklerle gıda endüstrisi daha yeni yüzleşmeye başladı ve ne yazık ki hızla bir değişim geçirmeyecek olursa gıda fiyatlarındaki önlenemez artış tüm dünyada ciddi sorunlar yaratmaya başlayacak. Tarımı 10000 yıl önce yaptığımız şekilde yapmak zorunda değiliz. Bazı ilerlemelerin olmasını beklemek yanlış değildir. Ancak tarım endüstrisi son 50 yılda içinde barındırması gereken insan unsurunu masraf olarak görüp dışladığından şimdi çiçekleri tozlamak için robot arılar üretmek gibi aptalca fikirler üretmek zorunda kalmıştır. Oysa insan ve doğa birlikte var olabilir, hatta böylesi çok daha güçlü ve verimli olacaktır.

İnsanın hakkı vs hayvanın hakkı

“İnsan olsun yeter” deyimi, tüm tartışmaları bir anda bitirebilen kudretli bir deyimdir. Her türlü tartışmada, en ufak bir ayrımcılık sezildiğinde karşı tarafın bu deyimi dillendirmesi, tüm buzları eritmekle beraber tartışmayı da sonlandırır. Çünkü insana insan olduğu için değer vermek, insan olmanın bir şartı olarak kabul edilir. En azından çoğu insan için böyle için böyle. Neticede insana ait değer yargıları üzerinden yapılan saldırılar nefret suçu denilen bir suç sınıflandırması altında değerlendiriliyor. Bu suçu işlemek ülkemizde pek sıkıntı yaratmasa da dünyanın pek çok ülkesinde başınıza büyük dertler açabilir.

Peki, hayvan sömürüsü, doğa sömürüsü ya da doğaya ve hayvana olan şiddet yönelimini bu bağlamda nasıl değerlendireceğiz? İşte orası biraz muğlak! Çünkü hayvanların öldürülmesi, onlara işkence veya tecavüz edilmesi ya da hayvana yönelik her türden şiddet insana yönelik olan şiddete gösterilen tepki ile kıyaslandığında oldukça problemli ve ahlaki olmayan bir noktada duruyor. Çünkü cezai yaptırım yok ve işin ahlaki sorumluluk kısmı da problemli olduğu için fikirsel anlamda da pek bir otokontrol söz konusu olamıyor. İşte bu muğlaklığın nereden kaynaklandığını ortaya koymak açısından bahsettiğimiz ahlaki ve kanuni problemlerin ancak yasal düzenlemelerle üstesinden gelinebilir. Çünkü bu muğlaklık beraberinde başka türlü problemli reaksiyonları da doğurabiliyor.

Cezasızlık ve linç kültürü

Bunun örneklerini de hayvana şiddetin cezasızlığının yarattığı öfke ile ortaya çıkan linç girişimlerinde görebiliriz. Burada toplumsal linç kültürümüzün bir otomasyon sistemine bağlı olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü herhangi bir olaydan dolayı her an linç edilebilirsiniz. Bu konuda medyanın payını es geçmemek lazım. Çünkü toplumsal algı yönetiminin koçbaşı, haliyle medya oluyor. Normal şartlarda cezasızlık ve bunun problemli oluşu konu olması gerekirken, yerine sadece şiddet ve nefret öğeleri işleniyor. Bu da haliyle cezanın linç ekseninde ortaya çıkmasına neden olabiliyor.

Bir de bu durumu besleyen nefret suçu algısı ve sözlü şiddet kültüründe hayvanın yerine de göz atmakta fayda var. Örneğin bir insana hakaret ederken onun doğuştan gelen özelliğine gönderme yapmak açık bir nefret suçudur. Bunu yaparsanız toplumun “aklı başında” birçok üyesinden tepki alırsınız ve hatta daha “gelişmiş” bir ülkedeyseniz hapis veyahut para cezası alabilirsiniz. Ancak aynı insana bir hayvanı refere ederek hakaret ettiğinizde tepki gösteren sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Çünkü nefret suçu algımız bu “aklı başında” kitle için bile insan ve hayvan arasındaki hiyerarşik ilişkiye göre şekillenmiştir. İşte bu algı, hayvanlara yönelik şiddeti ve ona yönelik olan tepki, ceza vs. gibi durumları karmakarışık bir hale getirmektedir. Hayvana yönelik şiddetin bu kadar yaygın olmasını besleyen en önemli etmen işte bahsettiğimiz bu algıdır. Herhalde büyüklerinden hayvanların uğursuzluğu ile ilgili hurafe ve hikâye duymayan kalmamıştır.

Görüldüğü gibi hayvan neredeyse tüm kötülüklerin anası konumuna getirilmiş ve insanın da bir hayvan türü olduğu gerçeği artık görünmez hale gelmiştir. Oysaki tarihsel olarak hayvanlar birçok dönemde insan için tanrısal konumda olagelmiştir. Tanrısallıktan hayvanat hapishanelerine geçiş ise hayvana olan yaklaşımımızın da ne türden bir yozlaşma ve gaddarlaşma içerdiğini anlatmaktadır Bunun bir diğer adı da aslında türcülüktür. Kendi türüne gösterdiği saygıyı başka türe gösterememe!

Merhamet yetmez, yasal düzenleme lazım

Hayvana şiddetin hukuk açısından kabahat olarak sayılması yetmiyor. Çünkü asgari düzeyde kalan basit cezalar olayın bir nevi insana karşı işlenen suç ile eşdeğer olduğu algısını ne yazık ki örseliyor. İşte bu durum da herhangi bir hayvana şiddet uygulayan birinin afişe olması durumunda ortaya çıkan linç eğilimini besliyor. Bunun oluşmasını engelleyecek olan yasal yaptırımların olmaması bu durumu daha da şiddetlendiriyor. Burada ayrıca bu linç kampanyalarının ana çıkış noktasının, hayvanseverliğin de aynı zamanda motor gücü olan “insanlık” diye belirtilen evrensel değer yargısı olduğunu da özellikle belirtmek gerekiyor. Yani bir ikilem söz konusu! Linç olayına varana kadarki tüm dinamikler “insan olan bunu yapmaz” söyleminden doğmuşken, linç olayından sonra linçe karşı çıkan tüm dinamikler yine “insanlığımızı kaybetmeyelim” söylemine dayanmaktadır. Yani merhametli insan öldüren insana karşı! Diğer bir deyişle şiddete maruz kalan, canını yitiren hayvanken, cezalandırıcılığın dayandığı nokta ise insan olmak!

Oysa ihtiyacımız olan merhamet değil yasal düzenlemedir. Hayvana ve insana olan cezalandırma yaklaşımdaki çelişkinin ve hatta farklı hayvanlara karşı olan hassasiyetin farklılığının hayvanseverlik algımızla da doğrudan ilgisi var. Nasıl mı? İnsan ile yakın ilişkide bulunan kedi ve köpek gibi hayvanlara karşı işlenen suçlara gösterilen toplumsal refleks örneğin bir yaban domuzunun, bir vaşağın ya da bir leoparın öldürülmesinde ortaya çıkmıyor. Konu sadece bir avuç ilgilinin dikkatini çekiyor. Çünkü bakış açısı, problemli olan “insanlık” algısına dayanıyor. Buradan insanlarla hayvanlara eşit muamele yapılması anlamını çıkartabilirsiniz. Bu çıkarıma yapılacak itirazların da zerre kıymeti yok. Çünkü varoluş olarak bir fare ile eşit derecede yaşadığımız çevreye ortağız ve ondan zerre daha kıymetli değiliz. Bu nedenle de hukuksal olarak da hayvana karşı işlenen suçların insana karşı işlenen suçlara karşı verilen cezalara yakın olması beklenir. Ancak mevcut hal ve dahi yerine yeni getirilen düzenlemelerde iş hiç de öyle değil.

Son olarak hayvana olan gaddar yaklaşım kendini, uzun süre ertelenen ve nihayet yeniden gündeme gelen, ancak hayvanları korumakla uzaktan yakından alakası olmayan son yasal düzenlemede de gösteriyor. Hayvanı bir eşyaya indirgeyen, göstermelik bir düzenlemeden öteye gidemeyen bu düzenleme ile mevcut durumdan bile daha geriye gidileceğini söylemek yanlış olmaz. İnsana karşı işlenen en ufak suçlarda bile kâğıt üzerinde de olsa var olan cezai yaptırımların hayvanlardan esirgenmesi ne akıl ile ne vicdan ile ne de din ile açıklanabilir. Tüm bunlar, yasa yapıcıların hayvana ve dolayısıyla insana olan yaklaşımı hakkında da ipucu değil ciddi bir done veriyor. Hayvanlar için özel yasa yapmak başlı başına tartışmayı hak eden bir yaklaşımdır. Çünkü suçun mahiyeti mağdurun türüne kimliğine göre değişirse, yapılacak düzenleme de ona göre caydırıcı olmaktan uzak kalacaktır. Yapılması gereken hayvana karşı işlenen suçları da insana karşı işlenen suçlarla eşdeğer şekilde değerlendirecek bir yasal düzenlemeye gitmektir.

Sonuç olarak kişilerin kaç hayvanla yaşayabileceğini ve hayvanları sahipli ya da sahipsiz olarak sınıflandırmayı önermekten öteye gidemeyen şekilsel düzenlemelerle olayın özünü sulandırmamak gerekmektedir. Bunun yerine hayvanların da tıpkı insanlar gibi birer canlı olduğunun bariz olarak kabul edildiği bir düzenlemeye ihtiyaç olduğu artık kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bizi cinsiyetçi, türcü ve ırkçı yapan sözcükler – Erol Malçok

“Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük” *

İnsan yargılar ve kanılarla dolu geçmişinden kendini arındıracaksa dilindeki olumsuz sözcükleri kazımayla başlamalıdır işe öncelikle. Zira ne düşündüğümüzü ele veren dilimizdir. Dil ve düşünce arasında diyalekt bir ilişki vardır.

Yıllar önce vejetaryenlik ve arkasından gelen veganlık sürecinde dilimde hayvanlar üzerinden kullandığım olumsuz kelimeleri düzeltmem gerektiğini düşünürken ilginç bir tesadüfle Carol J.Adams’in Etin Cinsel Politikası kitabını okuyordum. Dilimi temizleme uğraşındayken Adams’in kitabında örneklerle verilen hayvan isimlerinin hakaret olarak kullanılmasını eleştiren kısım beni ne kadar önemli bir uğraş içerisinde olduğum konusunda çok uyarmıştı. Adams bunu hayvan isimleri üzerinden veriyordu. Ben listeyi birbiriyle çok bağlantılı olduğu için cinsiyetçilik ve ırkçılık üzerinden genişletmek istedim.

İşte o kullanana utanç vermesi gereken sözler:

Adamakıllı
Adam gibi
İbne
Kancık
İnsanoğlu
Bilim adamı
Eksik etek
Karı gibi
Ne biçim erkeksin
Erkekler ağlamaz
İşadamı
Erkek adam
Komşum aleviydi ama iyi insandı
Kürtler de her makama gelebiliyor daha ne istiyorlar ki
Arapsaçı gibi
Ermeni dölü
Af edersin Ermeni
Hayvan oğlu hayvan
İt oğlu it
Eşek oğlu eşek
Köpek gibi
Aslan oğlum
Domuz gibi
Ayı oğlu ayı
Öküz gibisin öküz
Eşek gibi yapacaksın
Erkek adam et yer
Hadi mangala gidelim

Bu sözcükler ve tamlamalar çoğaltılabilir. Ancak meramımızı anlatmak açısından yeterlidir sanıyorum. Bir anekdotla devam etmek istiyorum. Geçen yıl, yani oğlum dokuz yaşındayken “baba neden ev kadınlığı var da ev adamlığı diye bir şey yok” demişti. Ben de çocuk literatüre geçecek ya da diğer kavramı sorgulatacak bir kavram üretti diye düşündüm o anda. Arkasından aklıma Rebecca Solnit’in Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar kitabı geldi. Solnit genç bir yazarken yazarların buluştuğu bir kokteyle katılır. Ve kokteylde yaşları büyükçe birkaç erkek yazar onu masalarına davet ederek Solnit’e şöyle hitap eder. “Gel bakalım genç kız anlat neler yapıyorsun.” Rebecca Solnit bu soruya çok sinirlenir ve yazın dünyasında bile bu tepeden bakan erkek egemen “şiddet”i eleştirmek için bu kitabı yazar.

Dil, düşünceyi ele verir

Resmi tamamlaması açısından bir anekdot daha verelim. Birkaç yıl önce iki arkadaşımla Antik Likya Yolu’nu yürürken Kaş civarında otogara gitmek için otostopla aracına bindiğimiz bir otel sahibi sohbet esnasında işçi ücretlerinden yakınmıştı. Ve arkasından şu cümleleri ekledi: “ Aslında Kürt gençleri daha ucuza çalışıyor ama otel sahipleri olarak onları değil buranın gençlerini çalıştırma kararı aldık. Buranın gençleri de şımarık, daha fazla ücret almalarına rağmen iyi çalışmıyor.” Bir nevi ırkçılığın kapitalizmle imtihanı ve kafa karışıklığı hali…

Dilin düşünceyi ele verdiği bütün bu an – lar cinsiyetçiliğin, faşizmin, hayvan yemenin, ırkçılığın nasıl birbirini beslediğini çok iyi gösteriyor. İnsanı üretilen hayvan simgeleriyle aşağılamak tahakkümün tüm biçimlerini içeriyor. Etin Cinsel Politikası’nda erkek hayvanların katledilirken sömürünün dişil olan üzerinden süreklileştirildiğini söyleyen Adams’ın Ne Adam Ne Hayvan kitabı da Ayrıntı Yayınları’nca yeni çevrildi. Henüz okumadığım halde yine çok uyarıcı bir kitap olduğunu tahmin edebiliyorum.

Bütün bu ayrıntıları bir araya getirdiğimizde dilin arkeolojisiyle düşüncenin arkeolojisini birlikte yürütüp bir praksise ulaşmamız gerektiği çok açık ortaya çıkıyor. Dil-düşünce-eylem birlikteliğinin gerçekleşmediği, aksi halde bir psikolojik yarılmaya ve suçluluk duygusuna kapılmamamız mümkün değil. Yani dile gelen düşünülüyordur ve düşünülen pek de eylenmiyorsa gerçekleşmeyen insan potansiyelinin suçluluk duygusuna yol açması kaçınılmazdır.

*Ahmet Telli, Belki Yine Gelirim, Gibi Yayınları 1999

[Cadı Kazanı] Hiç bitmeyen pandemi: Şiddet

Binyıllardır devam eden şiddet pandemisi sadece erkekler arasında yayılıyor ve sadece erkekten erkeğe bulaşıyor. Erkek çocuğun yüceltilmesiyle başlayan bu pandemi, penislerinden bir deri parçası koparıldığında şahlanıyor ve “erkek olma” tanımını perçinleniyor. Babaların çoğu erkek çocuklarına toz kondurmayıp, “o erkek ama…” cümlelerini çoğaltırken, erkek çocuklar sokakta birbirlerinin “analarına” küfrediyor. Analara küfretmenin neredeyse bir gelenek olduğu ülkemizde ne yazık ki bir hükümet yetkilisinin annesine de bu davranış sosyal medyadan yönlendirilince kızılca kıyamet o zaman kopuyor. Böylece her “anne”nin de eşit olmadığını anlıyoruz.

Şiddetin kaynağı “erkeklik” kavramında yatıyor. Erkekliği yücelten bütün söylemler, rol modelleri, kadınlık üzerinde yoğunlaşan küfürler kadını değersizleştirirken erkeğin kadın üzerinde baskı kurmayı bir hak olarak görmesini meşrulaştırıyor.

‘Sesimi duy’

Kadın ve erkeğe doğduğu anda biçilen “kız çocuğu”, “erkek çocuğu” ayrımında vücut bulan “kadınlık” ve “erkeklik” kavramları (toplumsal cinsiyet), o andan itibaren beyinlere nakış gibi işleniyor. Dinsel söylemler de bunun tuzu biberi oluyor. Kadın bedenini saçından bileğine kadar bir günah nedeni olarak yorumlayan ve kendilerine “din adamı” diyen cehaletin temelinde yatan  “erkeklik” kavramı da bu aslında…

“Sesimi Duy” adlı belgeselimde, kocasından öldüresiye şiddet gören bir kadının neden bu şiddete katlandığıyla ilgili,  kızının söyledikleri hala kulaklarımda:

“Anneme, niye katlanıyorsun bu şiddete ayrıl dediğimde, Allah’ın onun sabrını sınadığını  ve bunun kaderi olduğunu söylemişti!”

Kader’e ölesiye inanan bir toplum olarak bunun  kadınlar için ne demek olduğunu anlamak zor değil.

Evlilik kurumu kadın için bir SGK mı?

Kadınların en büyük çıkmazı evlilik kurumunun onlara bir sosyal güvenlik kuruluşu gibi sunulması oldu. Birey olmak değil “eş” olmak öğretildi kız çocuklarına. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmek yerine, erkeğin sırtında bir yük oldukları düşüncesiyle boyun eğdiler, her türlü zorluğa katlandılar. Evlilik onlar için bir kaderdi, çok geç olmadan da evlenmeleri gerekirdi. Bu düşünce toplumda o kadar işlendi ki sonunda bir hukuksuzluğun da nedeni oldu.

Geçtiğimiz günlerde medyaya  yansıyan onlarca iş kazalarından bir olan ve ölümle sonuçlanan bir davada işçinin ölümüne mi yoksa  tazminat kararının gerekçesine mi üzülsek bilemedik. Ölen işçinin ailesine istenen tazminat uygun bulunmadı, çünkü tazminattan yararlanacak olan işçinin kız evladının  beş-altı yıl sonra, en geç 25 yaşında evleneceği öngörülerek, yani bakımını “kocası üstlenecek” diye fazla bulunmuştu. Bilir”kişi” raporunda böyle yazmıştı çünkü. O çok bilen kişinin, bir kız çocuğunun kaderinin eninde sonunda evlenmek olduğunu, hatta büyük bir öngörüyle 25 yaşında evleneceğini bilecek kadar “bilir”liği vardı. Bilir “kişi”nin bu kararına hakim de o kadar isabetli bulmuş olmalı ki tazminatı kuşa çevirmişti. Genç kadının cevabı ise trajikomikti: “Bari bir de koca gönderseydi!”

Yine aynı adalet yıllarca kocasından şiddet ve işkence gören, çocuklarını korumak için çıkan arbedede kocasını onun av tüfeğiyle öldüren kadını müebbet hapse mahkum etti. Kadın tutuklandığında gördüğü işkence ve şiddetin hunharca izleri hala yüzünde ve vücudundayken üstelik. Yani hakim dedi ki kadınlara: Kocanızın sizi öldüresiye dövse de işkence yapsa da hatta çocuklarınızı  gözünüzün önünde öldürmeye kalksa da o suçlu değil, eğer onu öldürürseniz siz suçlu olursunuz.

Bu adalet sisteminde bir karşılığı yokken, sizce erkekler şiddetten vaz geçer mi?

*

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.” (Hannah Arendt)      

Su politiktir

Yaklaşan Sevgililer Günü’nde elinizdeki gülle susuzluğu düşünün!

Yeni yılın ilk günlerinde susuzluk haberlerini ciddiye almamız gerektiğini anladık. Türkiye’nin en büyük buzullarından Hakkari Cilo dağlarında bulunan 2 milyon yıllık buzul da küresel ısınmadan nasibini almaya başladı.  NASA iklim verileri, Türkiye’nin bu yaz ciddi bir kuraklıkla yüz yüze olduğu haberini veriyor.

Konuyu yerel olduğu kadar küresel gerçeklikle de ele almamız gerekiyor. Geçenlerde çıkan Serap Çakalır‘ın Başka Dünya Mümkün Mü? kitabındaki Kenya’da yetiştirilen gül ve yaklaşan Sevgililer Günü metaforlarını birleştirmek istedim. Sevgililer günü  küresel düzeyde ticari günlerden biri. Ancak sevginin ifadesi olarak görülen gülün değişik anlamları mevcut. Sapının uzun ya da kısa olması, rengi ve sunuş biçimi vb anlamları kültürden kültüre değişebiliyor. Örneğin Ekmek ve Gül emeği ve işçi sınıfı odaklı bir mücadeleyi çağrıştırırken, dikenli kırmızı gül fransız devrimini anımsatıyor. Şimdi biz gülümüzün suyu nereden geliyor derdindeyiz.

Kenya’nın gülü ve suyu

Kenya’dan Türkiye’ye çiçek  ithalatı olduğunu biliyor muydunuz? Kenya tarımsal ürün olarak bahçe bitkileri üretimine önem vermiş. Bu bitkilerin sulanması özellikle yazın ülkenin en önemli içme suyu ihtiyacı karşılanan bir gölden sağlanıyormuş. Kısacası sevgilinizin size aldığı gülün nereden geldiğini ve nasıl yetiştirildiğini soruverin bakalım. Burada yalnızca eril kişiye değil sorum, hepimize.

‘Başka Dünya Mümkün Mü?’ kitabının girişinden bir alıntıyla devam edersek, Süs Bitkileri İhracatçılar Birliği Başkanı Osman Bağdatlıoğlu, Türkiye’deki çiçek üretimini Kenya’nınkiyle karşılaştırarak, “Türkiye’nin çiçek ihracatında rakibi Kenya ile beş yıl önce aynı seviyede idik. Kenya’nın şimdi 1 milyar dolarlık çiçek ihracatı var. Kenya devleti gerekli teşvikleri vermiş. Süs bitkileri sektörü az yatırımla çok işçi çalıştırabiliyor” diyor.

Bu demektir ki bize göre daha ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olan Kenya’ya gitmeyi tercih etmiş hükümetimiz. Peki biz o gülün kokusunu içimize çekerken ve estetiğini seyrederken Kenyalı kaç kişinin  içme suyunu çalmalarına alet olduğumuzu fark ediyor muyuz?

Kısacası bir mamul maddenin/ bitkinin elimize ulaşana kadarki çabanın (ki buna gömülü enerji diyoruz) etiği, ekolojik ayak izinde en önemli noktayı teşkil etmelidir. Ekolojik ayak izi genel anlamıyla belirli bir nüfusun üretim ve tüketim faaliyetleri sonucu doğa üzerinde bıraktığı yükü hesaplamak ve ekosisteme ne kadar geri kazandırması gerektiğini belirleyebilmek için geliştirilmiş bir yöntemdir. Ancak yukarıda belirttiğimiz Kenyalı çocuğun içme suyunu neden çaldığımızı sorgulatmaz. Her şey bir enerji ve su mamülü olduğuna göre kullandıklarımızı ve yediğimiz içtiğimizin etik olması yurttaşlık bilinci gereği sorumluluğumuzdur.

Suyu kullanmak varlığımızın yansıması

Su konusu 20 yılı aşan ekolojik uğraşlarımın odak noktasını oluşturuyor diyebilirim. Yaşadığım başka ülkelerde de özellikle yapılı alanlara su gözüyle bakmaya çalıştım. Kurak alan bitki ve ağaçlarına tutkum olduğu kadar, arazi bazlı su tutma ve yağmur suyu hasadı uygulamalarına da tutkuluyum. Çünkü suyu nasıl kullandığımız ona nasıl davrandığımız varlığımızın yansımasıdır… Suyun hafızası olduğuna inanıyorum. O hafıza da insanların yaşadığı alanlara yansıyor zaten… Bu gidişle dünyada öngördüğümüz ‘su savaşları’ çok daha erken başlayabilir. Sizi yeraltı su tabakasının akiferi nasıl besleyebileceğimizi olabildiğince detaylı kafa yormaya davet ediyorum. Çünkü hayat orada.

Akiferi beslemek

NASA’nın uzaydan aldığı verilere göre, akiferin sadece seviyesinin düşmesi önem taşımıyor. Aynı zamanda yerçekimi nedeniyle üstteki tabakaların kuruluğuna da dikkat çekiliyor [Gravity Recovery and Climate Experiment Follow On (GRACE-FO)].  2019 yılında Avustralya’da aylarca söndürülemeyen yangınları anımsayalım. O sırada Avustralya’da yangınların ortasında idim diyebilirim. Bir dizi korku hikayeleri duydum ve yaşadım. Ekonomisi madenciliğe dayalı ‘gelişmiş’ bir ülkenin vahametini aylarca yaşadık. İklim değişimine uygun stratejiler geliştirmeyen hükümet politikalarını eleştirdiğim bir yazı da kaleme almıştım. 

Ağustos 2020’de yayımlanan bir BBC Türkçe haberine göre, sondaj yaparak yeraltı sularına yönelinmesi sonucu toplam alanı Van Gölü’nün üç katı büyüklüğünde 60 göl kurutuldu. Diğer kalan göller de kuruma tehlikesi altında. Madencilik ise yeraltı suyunu en fazla çeken endüstri olarak biliniyor. Türkiye’de alınan binlerce ruhsata ek olarak korona dönemindeki şeffaf olmayan yapılar ve belirsizlik döneminde daha kaç yeni madene izin verildi tam olarak biliyor muyuz?

Yapılı çevre dediğimiz insan yerleşimlerinin olacağı yerlerde ilk olarak su konusu göz önünde bulundurulmalı. Oysa Türkiye’de karayollarının  geçtiği her yer yapılaşmaya, bir başka deyişle betonlaşmaya açılmış görünüyor.  Betonların suyu çekip akifere ulaştıramadığı ortada. Tam aksine toprağın kirliliği filtre etmesi  sağlanmadığından kimyasal ve zehirleri içeren su denizlere ve okyanuslara ulaşıyor. Bu da denizlerdeki asit oranının artması ve biyoçeşitliliğin katli demek anlamına geliyor. Elbette bu noktada endüstri kirliliği yanında tarım ve hayvancılıkta kullanılan kimyasallar ve zehirleri de göz önünde bulundurmalıyız. İşte Avustralya’da dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Great Barrier Rif böyle can çekişir hale getirildi. Bizde ise Tuz gölü, Beyşehir gölü vb…

Dünyanın en güzel su depoları dağlardır. Yalnızca ormanlık alanlar olarak yağmuru daha çok çekmesi itibariyle değil. Aynı zamanda biriken kar yavaş yavaş erir. Bitkilerin kökleri vasıtasıyla yerin değişik katmanlarında su depolanır. Akıllıca yerel  uygulamalarla ekosistemin onarımını sağlamak mümkün. Bunlardan biri beton yüzeyleri olabildiğince azaltıp geçirimli yüzeyler yapmak. ABD’nin bir dizi eyaletinde yağmur suyu hasadı yapana teşvik olduğu gibi kamusal alanlardaki betonlar sökülerek geçirimli yüzeyler yapılmaya 2009’dan itibaren başlandı.

İklim değişimiyle artan kuraklık ve su kıtlığı nedeniyle dünyanın en kurak çöllerinde dahi çiğ hasadı yapılabilen geleneksel yöntemler var. Biyomimikri dediğimiz doğal canlı yapıların ilmeyiş biçimlerinden esinlenilerek su hasadı yapma ve suyu sistemde birkaç kez döndürmek de mümkün.

Yağmur suyu hasadı ve yerel yönetimler

Yağmur suyu hasadı hakkında Çaycuma ve Ankara belediyelerin ciddi adım attığı haberlerini aldık. Ancak bu durum tarım ve hayvancılıkta ve en önemlisi endüstride ciddi tedbir olarak göz önüne alındığında etkili olabilir. Hatta endüstrinin kirletici ve zehirleriyle toprağın tuzlanmasını da önleyecek yöntemlere hemen başlanmalı.

Olası bir yerleşim yeri planlarken ilk kriterin su gözüyle bakmak olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Çünkü su olmadan hayat olmuyor. Ancak eski uygarlıkların doğa şekillerine göre havza modeliyle su ve gıda gereksinimlerini karşıladıklarını görüyoruz. Kariya, Likya Mezopotamya medeniyetlerini göz önüne alalım…  100km ötedeki suya göz dikenler oluş mu? O zaman teknoloji bu denli gelişmiş olsaydı yine de göz dikerler miydi orası elbette insan merkezli mantık çerçevesinde tartışılabilir. Ancak şu bir gerçek ki yereli canlandırabildiğimiz sürece var olabileceğiz ortada.  Kaliforniya’nın Santa Kuruz kasabası neredeyse çöl iklimine sahiptir. Ancak su  konusuna kafa yoran ekolojistler yerel yönetimle birlikte çalışarak yağmur suyu hasadıyla suyu alanda emdirip gezdirerek suya doygun hale getiren bir örnek yarattılar. Brad Lancester bu konunun liderlerinden.

Hasankeyf ve Nil nehri kenarında kurulan  uygarlıklar o nehrin o dağ ve vadilerin şekline göre şekillendirilmiş… Kısacası insanı doğaya uydurmaya çalışmışlar. Doğayı insana göre şekillendirmemişler. Ancak günümüzün doğaya nesne gözüyle bakan insan merkezli yaşamı böyle değil. Örneğin Bodrum’daki yarı kurak Akdeniz ikliminde golf sahasının ne işi var?  O golf sahasının yanındaki köyler, yeraltı sularının seviyesinin hızla azalmaya başladığını belirtiyor.  Sonra Datça gibi en kuru bir yarımadada akiferi besleyen dere yatakları, vadiler sulak alanlar gibi su yutaklarının yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemesi lazım. Çünkü oralar aynı zaman da biyoçeşitliliğin habitatlarıdır. Ekolojistler korona virüs gibi hastalıkların en temelde biyoçeşitlilik azaltılmasından kaynaklandığı üzerinde durmakta iken, bu gerçeği görmemek aptallık olacaktır.

Sonuç yerine…

Temiz suya ulaşma her canlının hakkıdır. Suyu metalaştıran kapitalist sistem neredeyse  havayı da tüplerde satma pazarlarını hazırlamış durumda. Derelere vadilere sulak alanlara yapılan evlerin pazarlanmasıyla manzara değil ekosistem hırsızlığı pazarlanıyor. O ev sahiplerine de yaramayacak bir hırsızlık bu. Oysa su en önemli müşterektir.

Öyleyse konuya yerel olduğu kadar küresel etik çerçevesinde bakmamız gerektiği açıktır. Çünkü küresel iklim değişimi gerçeği aynı gökyüzü  altında olduğumuzu kuraklığıyla, sel baskınlarıyla, kıtlıkla tekrar tekrar anımsatıyor. İnsan merkezli düşünce ve sosyal sistemler, ekosistem yıkımlarının ve dolayısıyla biyoçeşitlilik kaybının sorumlusudur. Ekosistemde her canlının geleceği birbirine bağlı olduğuna göre yerel ve küresel su politikaları da birbirine bağlıdır. Su politiktir!

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Penguenlere giysi: Bir deniz yıldızı hikayesi

Denizyıldızının öyküsünü duymuşsunuzdur. Bu anonim hikâye, kıyıya vuran denizyıldızlarını toplayıp denize geri atan bir adamı anlatır. Adam, sabahın erken saatlerinde sular çekilmeden denizyıldızlarını toplayıp denize geri yollamanın telaşındadır. Ama sahil çok uzundur ve baştan aşağı denizyıldızlarıyla doludur. Adamın çabasını izleyen başka biri bu çabanın beyhude olduğunu düşünür ve “Ne fark eder ki” diye sorar. Adam bir denizyıldızı daha alır ve denize doğru fırlatırken cevap verir: “Onun için fark etti ama…”

Tıpkı Penguenlere Giysi kitabında anlatılanlar gibi… Yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenen bu hikâyede, bir petrol tankeri kaza yapınca petrol denize dökülür ve pek çok penguenin tüylerine petrol bulaşır. Dökülen petrol çok fazladır, zarar gören penguenler de öyle.

İşin güçlüğüne, denizyıldızlarının sayısına aldırmadan denizyıldızlarını kurtarmaya çalışan adam gibi küçük Mat de felaketin büyüklüğüne ve yapılması gerekenin zorluğuna aldırmaz. Penguenleri kurtarmak için o da bir şey yapmak ister. Ve penguenler üşümesinler, petrol bulaşmış tüylerini yalayıp da zehirlenmesinler diye penguenlere kazak örmeye karar verir. Mat ve büyükannesi komşularını, arkadaşlarını örgütleyip bir örgü seferberliği başlatırlar. Evet, maalesef belki bütün penguenleri kurtulamaz ama hayata devam edebilenler için çok şey fark eder.

Çoğu zaman hayatın zorlukları ve insanın doğa karşısındaki yıkıcılığı bize çaresiz hissettirir. “Elimden ne gelir ki?” diye sorarız. Ama bir canlının hayatına dokunduğunuzda en azından onun için bir şeyler değişir. Bu da az şey değildir ki! İşte okuduğumuzda içimizi ısıtan Penguenlere Giysi kitabı çaresizlik duygusu karşısında bir denizyıldızı olsun kurtarmak için bize ilham veriyor.

*

Künye: 

Yazan: Andrée Poulin
Resimleyen: Oussama Mezher
Çeviren: Belgin Çınar
Yayınevi: 1001 Çiçek Kitaplar

 

 

 

 

 

 

Demirtaş hakkında 8 yıla kadar hapis istemi

Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş‘ın, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı döneminde Yüksel Kocaman‘a yönelik sözleri nedeniyle açılan davada Demirtaş’ın 8 yıla kadar hapsi istendi.

Demirtaş hakkında yargılandığı davada yaptığı savunma sırasında söylediği sözler nedeniyle “tehdit” ve “terörle mücadelede görev alan kamu görevlilerini hedef göstermek” suçlamalarıyla dava açılmıştı.

‘Siyasi bir darbe’

Demirtaş, Ankara 25’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya Demirtaş tutuklu bulunduğu Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’nden Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile katıldı.

Savunma yapan Selahattin Demirtaş, HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekillerinin tutuklanmasının siyasi darbe olduğunu ifade ederek, “Bu AİHM kararıyla kesinleşmiş bir yorumdur” dedi.

‘Adil yargılanma hakkı ihlali var’

Bir önceki celse duruşmada hazır bulunarak savunma yapmak istediğini bildirdiğini ancak mahkeme heyetinin talebini kabul etmediğini dile getiren Demirtaş, gerekçe olarak da Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi’nde alınan bir kararın sunulduğunu vurguladı.

Demirtaş, “Adil yargılanma hakkı ihlali var. Mahkeme de hazır bulunmam sağlanmalıydı. Pandemi koşullarında mümkün görünmese de gelip, gelmeme koşullarımın olup olmadığı bana bırakılmalıydı. O yüzden savunmama bir hak ihlali tespiti ile başlamak istiyorum. Mecbur kaldığım için duruşmaya SEGBİS ile katılıyorum” dedi.

‘Mahkeme heyetinin reddedeceğini düşünmüştüm’

Söz konusu iddianamenin usul yönünden reddedilmesi gerektiğini ve bunu mahkeme heyetinden de beklediğini söyleyen Demirtaş, “İlk defa bir iddianameyi mahkeme heyetinin reddedeceğini düşündüm. Bu kadar sahte delillerle oluşturulan ve kumpasa dayalı bu iddianame kabul edilmez diye düşündüm. Avukatlarım iyi niyetli düşündüğümü söylemişti ve ki keza sizde iddianameyi kabul ettiniz. Ben Ankara hukuk mezunu ve 21 yıllık hukukçuyum. Bu ülkede hem yasa uygulayıcı olarak avukatlık görevini yürüttüm hem de yasa koyucu olarak 12 yıl milleti temsil ederek, faaliyetlerde bulundum. O yüzden geçen celse beraat talep ettim çünkü herhangi bir tehdit yok” ifadelerini kullandı.

‘Suç tespitinde bulunulmadı’

Suçlamaya konu olan sözlerini Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davada savunma sırasında sarf ettiğini hatırlatan Demirtaş, “Orada bir cumhuriyet savcısı ve 3 kişilik mahkeme heyeti yer alıyordu. Ne savcılık makamı ne de mahkeme heyeti savunmamda suç tespitinde bulunmadı ve suç duyurusu gerçekleştirmedi” dedi.

Demirtaş konuşmasında “O mahkeme salonunda sözlerim de tehdit tespit edilseydi, mahkeme başkanı Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’na yönelik sözleriniz tehdit içeriyor, diyerek benim sözlerimi keserdi. Ama beni susturmadı” hatırlatmasında bulundu.

‘Anayasa ihlal edildi’

Mahkeme salonunda sarf ettiği sözleri okuyan Demirtaş, Mahkeme salonunda; ‘Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın bana bir kumpas yaptığını ve bu yüzden tutuklandığımı, bunun hesabını da soracağım’ dedim. Halen yapacağız diyorum” ifadelerine yer verdi.

Türkiye’de ağır bir siyasi müdahale gerçekleştiğini belirten Demirtaş “Ben ve arkadaşlarım tutuklanarak, 16 Nisan 2017 referandumu ve 2018 Haziran seçimlerinde biz içeride tutulduk. Parlamentonun üçüncü büyük partisi Eş Genel Başkanları ve Grup başkanvekillerimizle 10 milletvekili içeride tutulduk. Seçme ve seçilme hakkı elimizde alındı. Müdahale edildi. AİHM kararıyla kesinleşmiş bir yorumdur. Türkiye’de seçimlere, siyasete müdahale edilmiş, seçimlerin meşrutiyeti zedelenmiştir. Seçim kampanyasından mahrum bırakıldık. Siyaset yönlendirilmiş ve Anayasa açıkça ihlal edilmiştir. Siyasete darbe yapılmıştır” ifadelerini kullandı.

AKP’li siyasetçilerle görüntülerini sundu

Demirtaş, savcı Kocaman’ın AKP’li siyasetçilerle ilişkilerine dair fotoğrafların yer aldığı belgeleri mahkeme heyetine sundu. Demirtaş, şu ifadeleri kullandı:

Bütün AKP’li siyasetçilerle fotoğraf çekiyor ve yerel basında kullanıyor. Yüksel Kocaman, AKP’li siyasetçilerle görüntü vermekten çekinmeyen, ismen ve cismen bilinen tek savcıdır. Ben mi teşhir etmişim. Yüksel beyin kendisi medyatik olmak için elinden geleni yapmış. Ülkede kaç başsavcıyı insanlar ismen ve cismen tanıyor. Samsun, Antalya, İzmir Cumhuriyet Başsavcısını tanıyan var mı? Savcılar kararlarıyla konuşur. Bu savcı Türkiye’deki en önemli siyasi davalardaki kararıyla bilinecek, AKP ile bu kadar içli dışlı olacak, bende bunu delil olarak mahkemeye sunacağım. Bunlar siyasi kararlardır diyeceğim, AİHS aykırı olduğunu söyleyerek, bunu duruşmada ispat edeceğim. Uyduruk, kime ait olmadığı belli olmayan bir hesaptan atılan tehditle bana dava açacak.

İddianame de, ‘Var olan varsayılan suç örgütlerinin korkutucu gücünden yararlanarak’ diyor, yargı suç örgütü, terör örgütü müdür, bunun neresi terör örgütüne hedef göstermedir. Ben çocuk değilim. Burası çocuk mahkemesi değil. Ben iki defa Cumhurbaşkanı adayı oldum. Ben hangi cümlemle ile vücut bütünlüğüne saldırı gerçekleştireceğimi söylemişim. Buna dair hangi delil var. Bu kadar açık kumpas, iftira nasıl kabul edilebilir. Ben nasıl sanık olurum? 12 yıl vekillik yaptım, halkın iradesini temsil ettim. Duruşma salonunda ismini zikrettim. Haber bile olmadı. Benimle ilgili soruşturma başlattığında haber oldu. O zaman duyuldu ifşa oldu. Savunmayı duyuran başsavcının kendisidir.”

‘Vereceğiniz karar adaletin timsali olsun’

Demirtaş, savunmasında “Savcı Doğan Öz’ün katledilmesinde sorumlu kişi şuan iktidarın ortağı partinde MYK üyesidir. Geçtiğimiz günlerde bir siyasetçi darbedilmesi ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcı yardımcısı açıklaması nedeniyle tehdit edildi. Hukuki takip yapacağım dediğim için beni yargılıyorsunuz. Ben sadece ben değilim milletin iradesini temsil ediyoruz. 15 milyona yakın insan bizi takip ediyor. Bunları izleyip adalete güveni sarsılıyor. Burası bizim ülkemiz siyaset yapmaya çalışıyoruz” dedi.

Savunmasını “12 metrekare 4 yıldır umudu mu büyüterek, uğraşıyorum. Cezada verseniz hukuki takibini yaparım. Şiddetten, silahtan, çatışmadan arındıracak bir şeyler yapalım. Sembolik de olsa burada vereceğiniz karar adaletin timsali olsun” çağrısıyla sonlandırdı.

Kavala yine bırakılmadı: Casusluk davası Gezi davasıyla birleştirildi

1193 gündür tutuklu bulunan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı ve hak savunucusu Osman Kavala‘nın tutuklu yargılandığı dava bugün İstanbul Çağlayan Adliyesi‘nde görüldü.

Kavala’nın “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” ve “casusluk” suçlamalarıyla yargılandığı davanın ikinci duruşması İstanbul Adliyesi 36. Ağır Ceza Mahkemesi‘nde görülürken, duruşmayı çok sayıda yabancı gözlemci ve milletvekili takip etti. Osman Kavala duruşmaya Silivri Cezaevi‘nden Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile katıldı.

İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi, “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” ve “siyasal ve askeri casusluk” suçlamalarıyla açılan davanın Gezi davasıyla birleştirilmesine karar verdi. Karar, 30. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.

Duruşmada tanık olarak Leyla Alaton, Leman Özbay, Filiz Çapa Ak, Gamze Coşkun ve Osman Ereli dinlendi.

Leyla Alaton iddialara cevap verdi

Evrensel‘den Meltem Akyol‘un haberine göre, duruşmada tanık olarak dinlenen Leyla Alaton, bir önceki celsede tanık olarak dinlenen Cem Fadıl Bozkurt‘un ‘Leyla ve İshak Alaton darbeyi Henri J. Barkey’den öğrendi’ iddialarına da yanıt verdi. Bozkurt’un şirketlerinde genel müdür olarak çalıştığını ve 2015 yılında Bozkurt tarafından dolandırıldıklarını söyleyen Alaton, Bozkurt ile dolandırıcılık davalarının olduğunu da ekledi:

 Kendisi bunun üzerine iftirada bulunuyor. Kendisi ile hiçbir ilişkimiz yok, darbeden 1,5 sene öncesine kadar ilişkimiz bitti. Görüşmedik, yani darbeden önce kendisi ile görüşme imkanımız yok, yalan, iftira. Böyle bir şey mümkün değil. Kendisi devam eden davamız nedeniyle iftira ediyor.”

Mahkeme Başkanı, Leyla Alaton’a Açık Toplum Vakfı‘nı ve Osman Kavala’yı sorması üzerine Alaton şöyle cevap verdi:

Babam kendi iş hayatına Osman Kavala’nın babasının yanında başlamıştır, o nedenle Osman Kavala sevdiği bir genç adamdı. Açık Toplum Vakfında da birlikte çalıştılar. Babam öldükten sonra ben de iki toplantısına gittim, onlar da Suriyeli mülteciler için yapılan toplantılardı. Sonra gitmedim.”

Osman Kavala’nın avukatlarından Deniz Tolga Aytöre de Alaton’a  “Henri J. Barkey ile Osman Kavala’yı tanıyorsunuz, ikisini hiç birlikte gördünüz mü?” sorusunu yöneltti. Alaton “İkisini hiçbir zaman bir arada görmedim” dedi.

Dış İlişkiler Konseyi (CFR) kıdemli uzmanı Henri Barkey de Osman Kavala’yla birlikte “casusluk” ve “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamalarıyla yargılanıyor.

Osman Kavala’nın beyanı

Osman Kavala, mahkemede şu beyanda bulundu:

Üzerime atılan sanal, kurgulanmış suçlardan dolayı 39 aydır aralıksız tutuklu bulunuyorum. İlk olarak Gezi olaylarını finanse ettiğim ve 15 Temmuz darbe girişimini organize ettiğim iddiasıyla tutuklandım. İki olayla ilgili aynı anda tutuklanmış olmam savcının bu iki olay hakkında ilişki kurduğunu göstermektedir. Oysa daha sonra 15 Temmuz ile ilgili re’sen tahliyeme karar verilmiş, dosya Gezi davasını finanse ettiğim iddiasıyla devam edilmiştir. Mantık kurallarına aykırı olarak süren tutukluluğum belki ideolojik yaklaşımlar ve iyi niyet eksikliği ile açıklanabilir. 15 Temmuz darbe girişimi suçlamasından iki defa tahliye olmamın gösterdiği gibi, iddia makamı bu suçlamalara dayanak olacak olgu ve bulgu olmadığının farkındadır. Olayları nesnel biçimde değerlendiren tarafsız bir gözlemcinin, hiçbir dayanağı olmayan ve yasadaki tanımına aykırı biçimde kullanılan casusluk suçlamasının AİHM’in derhal tahliye edilmem yönündeki kararını boşa çıkartmak için kurgulanmış olduğunu anlayamaması olası değildir.

Suçlamalara dayanak olacak somut delil yokluğunda, iddia makamı bir takım komplo teorileriyle ve suçlamaları birbirlerinin kanıtıymış gibi iç içe geçirerek algı yaratmaya, bu şekilde yargıyı yönlendirmeye çalışmaktadır. Tahliye talebimin reddedilmesinde gerekçe olarak sayılan delillerin karartılacağı şüphesi makul bir şüphe değildir. Var olmadıkları için bugüne kadar bulunamayan delillerin karartılacak olmaları gerçeklikten tamamen kopuk sanal bir ihtimaldir.

‘Tahliye edilmemem ağır insan hakları ihlaline dönüşecek’

Kavala, tahliye talebinin her reddedilişinin bir öncekinden daha ağır bir hak ihlaline neden olduğunu belirtti ve şunları söyledi:

Geçen zaman paralel bir cezalandırmaya dönüşen bu hukuksuz uygulamanın vahametini sıradanlaştırmamakta, daha da arttırmaktadır. Özgürlüğümden mahrum yaşadığım her geçen gün benim için daha önemli bir kayıp haline gelmektedir. Bana yöneltilen suçlamaların dayanaksız olduğu gittikçe daha fazla aleniyet kazanırken, tahliye talebimin her reddedilişi bir öncekinden daha ağır bir hak ihlali oluşturmaktadır. Tahliye olduğum halde adaletten kaçacağım iddiası önyargılı bir görüştür, bu söz konusu olamaz. Bu aşamada tahliye edilmemem, özgür yaşama hakkımın gasp edilmesine yönelik bu süreci çok daha ağır bir insan hakları ihlaline dönüştürecektir.

‘Ne zaman tahliyesine giden bir süreç olsa bir şey çıkıyor’

Kavala’nın avukatlarından Deniz Tolga Aytöre, beyanınn ardından söz aldı:

Birleştirme kararı ilginç bir karar. İstinaf kararı aslında beraat kararını bozuyor ama sadece birleştirme istiyor. Aman diyor bu dosyaları birleştir. Biz buna alıştık, ne zaman Osman Kavala’nın tahliyesine giden bir süreç işlese o zaman bir şey çıkıyor. İstinaf kararında fiili ve hukuki irtibat var diyor, neye göre diyor, yanıt yok. Sayın heyetinizin dosyanızda tespit ve değerlendirmeler var diyor. İyi de sizin dosyanızdaki iddialar Gezi dosyası iddianamesinin kopyası zaten. Bir karmaşa yaratıp Osman Kavala’nın tutukluluğunu sürdürmek amaçlanıyor. İstinaf mahkemesinin kararı imkansızı aramaktır. İrtibat var deniyor, tek ortak noktası Hasan Yılmaz, bu 3 iddianamenin sahibi. Bu iddianamelerin hukuki ve siyasi tek irtibatı odur.”

 Aytöre ayrıca “Osman Kavala’nın tahliyesini engelleyecek bu durum, ceza hukuku prensiplerine ihanettir. Lütfen bana Osman Kavala’nın Henri Barkey’le görüştüğüne ilişkin tek bir kanıt gösterebilir misiniz dosyadan?” diye sordu.

Aytöre, Kavala’nın tahliyesini talep ederek savunmasını sonlandırdı.

Kavala’nın avukatlarından Köksal Bayraktar ise “Mahkemeniz tutuklamanın devamı kararlarında hep soyut olgular kullanıyor. Adalet Bakanlığı bunu kabul etmiyor somut öğeler istiyor. 3 yıl 4 aydan beri tutuklu olan Osman Kavala’nın hürriyetine bir an önce kavuşturulması lazım. Rehin muamelesi ile karşı karşıyayız” dedi.

Duruşma sonunda Kavala’nın tutukluluk haline devam edilmesine ve  birleştirme kararı verilen Gezi Davası’nın 21 Mayıs 2021’de, 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. 

Erdoğan rica etti halk kırmadı: #Cumhurbaşkanıİstifa etiketi ilk sıraya yerleşti

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan  gündemdeki Boğaziçi protestolarına ilişkin gazetecilere açıklamalarda bulundu.

Bazı televizyon programlarında kendisi tarafından rektör olarak atanan Melih Bulu‘ya istifa çağrısı yapıldığını belirten Erdoğan, “Yürekleri yetse ‘Cumhurbaşkanı da istifa etsin’ diyecekler” ifadesini kullandı.

Bu açıklamanın ardından sosyal medyada pek çok kullanıcı “#Cumhurbaşkanıİstifa” etiketi üzerinden paylaşım yapmaya başladı. Kısa sürede 10 binden fazla paylaşım yapılan etiket Twitter’da gündemin ilk sırasına yerleşti.

‘Olayın öğrenciyle alakası yok’

Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasının ardından başlayan yüzlerce öğrencinin gözaltına alınması ve dört öğrencinin tutuklanmasına neden olan protestolar hakkında konuşan Erdoğan, “Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olayları, oradaki öğrencilerimizin bir olayı olarak tanımlamak, o şekilde kabul etmek mümkün değil. Bunun bir defa oradaki öğrencilerimizle yakından uzaktan alakası yok. Bu işin başını maalesef hem siyasetin bir boyutu çekiyor” dedi.

HDP’nin, Kadıköy’de yapmış olduğu çağrı ve orada yapmış olduğu gösterilerin bunun çok açık ve net ifadesi olduğunu belirten Erdoğan, “Aynı şekilde ana muhalefet partisinin başının bu işte üstlendiği görev ortadadır. Bütün bunlarla beraber ortak hareket ettikleri akademisyenler de maalesef bu işin içinde yer alıyor” ifadelerini kullandı.

Ayşe Buğra’yı hedef gösterdi

Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyen Prof. Dr. Ayşe Buğra‘yı da hedef gösteren Erdoğan, “Osman Kavala denilen, Soros’un temsilcisi olan kişinin karısı da aynı şekilde bu provokatörlerin içerisinde yer alıyor” dedi.

Erdoğan konuşmasında “Ana muhalefet partisi bunun içinde, dağdan beslenen malum HDP bunun içinde, ne yazık ki İP de bunun içinde. Karıştırmanın gayreti içindeler. Bu işi bir daha Gezi olaylarıyla aynı yere getiremeyecekler. Bunların çoğu mikser ya. Bizim mikserlerle işimiz yok. Oradaki yavruları teröre peşkeş çekmeyecekler. Dikkat edin, içeride bir şey yok. Siz rektörün odasını işgale yeltenirseniz ona da ‘hoş geldin’ demezler” ifadelerini kullandı.

Irkçılık eleştirisi sırasında ırkçı söylem

Cumhurbaşkanı Erdoğan, protestolarla ilgili olarak Avrupa Birliği  ve ABD‘den gelen tepkileri de eleştirerek “Amerika ve AB ne diyorlar? ‘Biz Boğaziçi’nde olanları kınıyoruz.’ Amerika’ya ben şunu söylerim, şurada seçim öncesinde Amerika’daki olaylardan demokrasi adına hiç utanç duymuyor musunuz?” dedi.

Siyah vatandaşlar için kullanılması politik olarak doğru olmayan ‘zenci’ kelimesini kullanan ABD’yi ırkçılık ile suçlarken “Oradaki olaylarda herkes birbirini nasıl tehdit etti, ırkçılıkta tavan yaptınız. Zenci vatandaşlarınızı, orada polisler nasıl yere yatırıp öldürdüler? Nasıl izah edeceksiniz?” ifadesini kullandı.

Fotoğraf: DHA

‘Aile kırmızı çizgimizdir’

Erdoğan, gündeme ilişkin açıklamalarını Adıyaman-Edirne-Erzurum-İzmir-Kırşehir-Mersin-Osmaniye 6’ncı Olağan İl Kadın Kolları Kongresi’ne yaptığı canlı yayın bağlantısında da sürdürdü.

AKP olarak iki kırmızı çizgileri olduğunu belirten Erdoğan, “Birincisi Rabia’mızdır, hep birlikte tüm Türkiye’ye seslenelimİ tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bu ilkelerimizde sorunu olmayan herkese gönlümüz de partimizin tüm kademeleri de açıktır. İkinci kırımız çizginimiz, inancımızın da bedenimizin de ruhumuzun da nüvesini oluşturan ailelerimizdir. Ailelerimiz çok kutsaldır. Her fırsatta ailenin, aile kurumunun önemine işaret ediyoruz” dedi.

‘Lezbiyenlerin söylediklerine takılmayalım’

Erdoğan açıklamasında “Türkiye olarak bugüne kadar maruz kaldığımız saldırılara karşı koyup geleceğimize güvenle bakabilmemizi aile yapımızın sağlamlığına borçluyuz, ailenin direği annedir” dedi.

LGBTİ+’lere yönelik de eleştiride bulunan Erdoğan “Bu lezbiyenlerin, mezbiyenlerin söylediklerine takılmayalım. Biz analarımıza bakalım. Ailenin direği anne. Annelerimizle geleceğe emin adımlarla yürüyeceğiz” ifadelerini kullandı.

Tozkoparan’da tencere-tava adil kentsel dönüşüm talebi için çalınıyor

Tozkoparan, İstanbul‘un Güngören ilçesine bağlı 11 mahalleden birisi. Yeni yapılan yerleşim yerlerinin aksine yaşayanların mahalle kültürüne sahip çıktığı yeşil alanlarının bol olduğu bir mahalle.

Ancak bu mahallede bulunan 900 konut şu anda 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile kentsel dönüşüme girme tehdidi altında. Gerekçe olarak ise bu binaların depreme dayanıklı olmaması gösteriliyor.

‘Sağlam raporu aldık’

Ancak mahalle sakinlerinden Dilek Enmutlu, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada “Depreme dayanıklı değil diyorlar. Daha önce riskli alan ilan edildi. Ancak biz sağlam raporu aldık ve 2008 yılında riskli alan ilanını iptal ettirdik” ifadelerini kullandı.

Geçtiğimiz ayda mahalle sakinlerine bir tebligat gönderilerek 30 gün içerisinde evlerini boşaltmaları istendi. Söz konusu binaların sağlam olduğunu ve 6/A uygulamasının bu alanda yapılamayacağını belirten Enmutlu, bu tebligatların ve bölgenin 6 /A kapsamına alınmasının durdurulması için İdare Mahkemeleri’ne 30’un üzerinde bina için dava açtıklarını aktardı.

‘Henüz yıkımı durdurmuş değiliz’

Mahkemenin 14 Ocak’ta açıkladığı karar ile kendilerini haklı bulduğunu belirten Enmutlu, “Elektrik, doğal gaz ve suyu keseceklerdi. Şu anda bu tebligat durdurulmuş oldu” dedi.

6/A’yı konu alan ana davada ise mahkeme Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na 30 gün içerisinde savunma yapması ve gerekli raporları sunması için süre verdi. Dilek Enmutlu, “Henüz yıkımı durdurmuş değiliz” açıklamasında bulundu.

‘Sunulacak kira yardımı çok yetersiz’

Mahallenin yenilenmesine karşı olmadıklarını ancak 6/A maddesi kapsamında değerlendirilmesine karşı olduklarını belirten Tozkoparan Mahallesi sakini, “Çünkü o zaman hiçbir hakkımız olmayacak” dedi.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un dönüşümün bir buçuk senede tamamlanacağını söylediğini aktaran Enmutlu, “Bu süre için 1.500 lira kira yardımı ödeyeceklerini söylüyorlar. Ancak oturduğumuz semt için bu çok komik bir rakam” dedi.

‘Kendileri kar ederken bizi borçlandıracaklar’

Kentsel dönüşüm sonrasında da bir sürü borca gireceklerini belirten Enmutlu, “Şu anda beş katlı binalar yerine diyelim ki 8 katlı binalar yapılacak. Üzerine, alt katlara dükkanlar yapılacağını söylüyorlar. Buna rağmen bizden fark istemeleri çok mantıksız. Biz müteahhite versek fark istemeyi bırakın bize iki daire verirdi” dedi.

900 konutun kentsel dönüşümü sonucunda 1538 daire elde edilmesi planlanıyor. Daire altlarında ise 63 ticari alan yapılması ve bu ticari alanların kira ve satışları sonucunda ekstra gelir elde edilmesi bekleniyor.

Bu konu hakkında detaylı bilgi almak istediklerini ancak herhangi bir muhatap bulamadıklarını söyleyen Enmutlu, “TOKİ merkezi kuruldu ama hiçbiri bilgi sahibi değil. ‘1,5 sene sonra 180 bin gibi bir fark ödersiniz. Eğer ödemezseniz eski evlerinizin değerini size vereceğiz’ dediler. Ancak bu da kesin değil. Herhangi bir sözleşmemiz yok ve bu bizde güven uyandırmıyor” bilgisini paylaştı.

‘Yeşil alanlarımız elimizden alınmasın’

Tozkoparan Mahallesi sakinlerinin ikinci endişe ettiği durum ise yeşil alanlarının ellerinden alınacak olması. Daha önce Milli Eğitim Bakanlığı’na ait boş arazide örnek bloklar yapıldığını aktaran Enmutlu, “Yemyeşil bir alanı beton yığınına dönüştürdüler” dedi.

Şu anda mahallelerinin İstanbul geneline kıyasla çok yeşil olduğunun altını çizen Enmutlu, “Bu yeşil alanların elimizden alınmasından endişe duyuyoruz” ifadelerini kullandı.

Adil dönüşüm için mahalleliden ortak tepki

Mahalledeki mevcut durumu da paylaşan Dilek Enmutlu, kiracıların kira yardımı almak için mahalleden taşındıklarını ancak ev sahiplerinin toplu olarak mücadele ettiğini söyledi. Enmutlu’nun aktardığına göre ev sahiplerinden henüz bu belirsiz kentsel dönüşüm şartlarını imzalayan olmadı.

Şu anda bir yandan mahkemeden gelecek sonucu bekleyen bir yandan da hükümete seslerini duyurmaya çalışan Tozkoparan Mahallesi kentsel dönüşüme karşı olmadıklarını ancak bunun adil bir şekilde ve mahallelinin istekleri göz önünde bulundurularak yapılmasını talep ediyor.

Mahalle halkı dayanışma içerisinde düzenli olarak ellerinden alınmasını istemedikleri parklarda toplantı ve eylemler düzenliyor. Akşamları ise mahalleden bu adil olmayan dönüşüme karşı mahalleden tencere tava sesleri yükseliyor.