Ana Sayfa Blog Sayfa 1676

İklim değişikliği SARS-CoV-2’nin ortaya çıkmasına neden olmuş olabilir

Yukarıdaki başlık ‘Science of the Total Environment’ isimli bilimsel dergide geçtiğimiz hafta içinde yayınlanan bir makaleye ait. İngiltere’deki  Cambridge Üniversitesi’nin web sayfasında da yorumlanan çalışmaya göre iklim değişikliği Covid-19 salgınına neden olan sars-CoV-2 virüsünün ortaya çıkmasında doğrudan rol oynamış olabilir.

Science of the Total Environment’da yayınlanan bu çalışma, son yüzyıl içinde Güney Çin bölgesinde bulunan Yunnan eyaleti ve Myanmar ile Laos’a komşu bölgelerde bitki türünde büyük ölçekli değişiklikler ortaya koymuş. Çalışmaya göre sıcaklık, güneş ışığı değişimleri ve atmosferdeki karbondioksit artışları olarak ortaya çıkan iklim değişiklikleri bölgedeki bitki ve ağaçların büyümesini ve gelişmesini etkiliyor. Araştırmacılar tarafından başta tropikal çalılık, tropikal savana ve yaprak döken ormanlık alanlar olmak üzere doğal habitatların son yüz yıllık dönemde değiştiği gözlemlenmiş. Bu değişiklik ise ağırlıklı olarak ormanlarda yaşayan birçok yarasa türü için daha uygun bir ortam oluşturmuş. Bir bölgedeki koronavirüslerin sayısı, mevcut farklı yarasa türlerinin sayısıyla yakından ilişkili…

Yarasalarla beraber virüs de göç ediyor

Bu çalışma son yüzyıl içinde Çin’in güneyindeki Yunnan eyaletine 40 yeni yarasa türünün daha taşındığını gösteriyor. Günümüzde bölgede yaklaşık 100 değişik yarasa türü var ve çalışmaya göre bunlar koronavirüs barındırıyor. Yapılan genetik çalışmalar bu bölgedeki yarasalarda SARS-CoV-2 olabileceğini de açıkça ortaya koyuyor.

Cambridge Üniversitesi Zooloji Bölümünde araştırmacı olarak çalışan ve bu çalışmanın da araştırma ekibinde yer alan Dr. Robert Bayer ‘Son yüzyılda yaşanan iklim değişiminin Çin’in Yunnan Eyaletinde habitatı çok sayıda yarasa türü için çok daha uygun hale getirdiğini’ söylüyor. Dr. Bayer; küresel iklim değişikliği sonucu yarasa türlerinin yaşam alanlarının değişmesini izlemenin Covid-19 salgının kökenini doğru olarak anlamak için önemli bir adım olduğunu da belirtiyor.

Çalışmada araştırmacılar sıcaklık, yağış ve bulut örtüsünün kayıtlarını kullanarak, 1900’lerdeki dünyanın bitki örtüsünün bir haritasını oluşturmuşlar. Daha sonra 1900’lerin başında her türün küresel dağılımını ortaya çıkarmak için mevcut yarasa türlerinin bitki örtüsü gereksinimleri hakkında bilgi toplayarak; geçmişteki yarasa dağılımını ortaya koymuşlar. Bu dağılımı mevcut dağılımlarla karşılaştırarak, yarasa ‘tür zenginliğinin’ iklim değişikliği nedeniyle son yüzyılda dünya genelinde nasıl değiştiğini ortaya koymuşlar.

İklim değişikliği habitatları değiştirdiği için, türlerin bazı bölgeleri terk edip diğerlerine taşındığı çalışma sonucu net olarak ortaya çıkmış. Bu durum virüslerin de yer değiştirmesine neden olmuş. Araştırmacılara göre bu durum sadece virüslerin bulunduğu bölgeleri değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda hayvanlar ve virüsler arasında yeni etkileşimlere de izin vererek daha fazla zararlı virüsün bulaşmasına veya evrimleşmesine de yol açtı; açmaya da devam ediyor.

Temas azaltılmalı

Dünyadaki yarasa popülasyonun yaklaşık 3.000 farklı koronavirüs türü taşıdığı biliniyor. Çalışma ekibine göre iklim değişikliğinin yol açtığı belirli bir bölgedeki yarasa türlerinin sayısındaki artış, insanlar için zararlı bir koronavirüsün mevcut olma, bulaşma veya orada gelişme olasılığını da artırıyor. Araştırmacılar tarafından yarasa türlerinin zenginliğine ve iklime dayalı bir artış için önemli bir coğrafya olarak tanımlanan bölge, ayrıca SARS-CoV-2’ye ara konakçılık yapmış olduğu öne sürülen pangolinlere de ev sahipliği yapıyor. Virüsün yarasalardan bu hayvanlara atlamış olması kuvvetle olası ve bu hayvanlar Wuhan‘daki bir vahşi yaşam pazarında da satılıyor. Çalışmada Çin, Myanmar ve Laos dışında son yüzyılda iklim değişikliği nedeniyle Orta Afrika, Orta ve Güney Amerika çevresindeki bölgelerde de yarasa türlerinin sayısında artışa yol açıldığı belirtiliyor.

Bu çalışma sonuçlarına dayanarak araştırmacılar tüm dünyadaki politika yapıcıları viral hastalık salgınlarında iklim değişikliğinin rolünü kabul etmeye davet ediyor ve iklim değişikliğini önlemeye dönük çalışmaları desteklemeleri için bir kez daha çağrıda bulunuyor. Araştırma ekibinde yer alan Hawaii Üniversitesi’nden Prof. Camilo Mora ise ‘İklim değişikliğinin doğal yaşamda bulunan bulaşıcı hastalık etkenlerinin insanlara bulaşmasını hızlandırabileceği gerçeği, küresel emisyonları azaltmak için tüm politika yapıcılar için acil bir uyandırma çağrısı olmalıdır’ diyor. Çalışmanın acil alınması gereken öneriler bölümünde ise, insanlar ve hastalık taşıyan hayvanlar arasındaki teması azaltmak için kentsel alanların, tarım arazilerinin ve av alanlarının doğal habitata genişlemesinin bir an önce durdurulması yer alıyor.

Son bir yıldan bu yana yaşadığımız Covid-19 pandemisi şu ana kadar dünya 2.322.005 kişinin yaşamını yitirmesine ve özellikle dünyanın her tarafında yoksul kesimlerin büyük sosyal ve ekonomik kayba uğramasına yol açtı. Yaşadığımız bu pandemi özetlediğimiz bilimsel çalışmanın da açık olarak gösterdiği gibi kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan küresel iklim değişikliğinin habitatlar üzerinde yarattığı değişimin sonucu.  Habitatlardaki değişim, hayvan türlerinin de yaşam alanlarını değiştiriyor. Bu değişim yeni bulaşıcı hastalık etkenlerinin doğal yaşamdaki hayvanlardan insanlara daha kolay ulaşmasına yol açıyor. Acil çözüm kentsel alanların, tarım arazilerinin ve av alanlarının doğal habitata genişlemesinin bir an önce durdurulmasından geçiyor. Fakat kesin çözümü için küresel iklim değişikliğinin; hem de zaman kaybetmeksizin durdurulması gerekiyor. Bu da küresel iklim değişikliğinin temel nedeni olan kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerini bir an önce sorgulamaktan geçiyor.

Bunu yapmadığımız takdirde yeni ve belki de daha ürkütücü olabilecek pandemiler için pek uzun bir süre beklememiz gerekmeyecek. 

Alaattin Çakıcı’dan Melih Bulu’ya mektup: Sakın istifa etmeyiniz

Organize suç şebekesi liderliğinden hüküm giyen ve Nisan 2020’de infaz düzenlemesiyle cezaevinden tahliye olan Alaattin Çakıcı, kendisine yönelik protestolar bir ayı aşkın süredir devam eden Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Melih Bulu‘ya destek mektubu yayınladı.

Çakıcı’nın el yazısıyla kaleme aldığı mektupta “Sayın rektöre şunu hatırlatmak isterim, sakın istifa etmeyiniz. İstifa ederseniz, bu terörist eylemcilerin önünü açarsınız. Bu kutlu ittifakta gedik açmaya hakkınız yok” ifadeleri kullanıldı.

Mektupta, “Muhalefet, HDP, PKK’lı, DHKP-C’li sempatizanlar Boğaziçi Üniversitesi’nin de İstanbul’un değişik yerlerinde ve Türkiye genelinde sokak faaliyetleri yürütmektedirler. Devletimizin teminatı olan Devletimiz kurumları ve Cumhur ittifakına zarar vermek için, Rektör’ü istifaya davet etmektedirler” ifadeleri yer aldı.

Çakıcı, Melih Bulu’ya “Bu kutlu ittifaka gedik açmaya hakkkınız yok. Arkanızda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Aziz milletimizin olduğunu unutmayınız” şeklinde seslendi.

‘Boğaziçi Üniversitesi’ne iki yeni fakülte kurulmasının amacı Truva atı görevi yapmak’

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Boğaziçi Üniversitesi‘ne rektör olarak Melih Bulu‘yu atamasına yönelik protestolar bir ayını geride bırakırken,  Resmi Gazete‘de Boğaziçi Üniversitesi’ne ilişkin yeni bir karar açıklandı.

5 Şubat 2021 tarihli Erdoğan imzalı kararda, 13 üniversiteye çeşitli fakültelerin kurulmasına ilişkin duyuru yapıldı. Kararda Boğaziçi Üniversitesi’nde ise iletişim ve hukuk fakülteleri açılacağı belirtildi.

 

‘Kadrolar bu fakülteler üzerinden verilecek’

Kararı sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla değerlendiren Prof. Dr. Yaman Akdeniz, “Boğaziçi Hukuk ve İletişim Fakültelerinin ana amacı Truva Atı görevi yapmak olacak. Rektörü meşru kılmak için gerekli kadrolar bu Fakülteler üzerinden verilecek. Gelecek yeni isimler, rektör yardımcılığı ve vekaleten ‘görevini ihmal eden’ fakülte dekanlarının da yerine atanacak” ifadelerini kullandı.

“Boğaziçi Senatosu bu fakültelerin açılması için geçmişte karar aldı mı?” sorusunu yönelten Akdeniz, “Senato kararı olmadan YÖK’ün kapısını çalamazsınız. Bu ancak uzun bir sürecin sonunda ortaya çıkabilirken, damdan düşmüş bir düğün hediyesine maalesef çok benziyor. Senatonun yer, mekan, bina, yatakhane, öğrenci sayısı, eğitim planı, eğitim dili ve ilgili gerekli kadroları değerlendirmeden böyle bir başvuruya imza atması kesinlikle mümkün değil. Varsa bu yönde bir değerlendirme ve karar, zaten yakında ortaya çıkar” dedi.

‘Maliyetli bir süreç’

Kendisinin 4 sene boyunca rektör yardımcılığı yapmış olduğunu da kaydeden Akdeniz, “Hem üniversite içi süreçler yeni fakülte açmak için uzun sürer, hem de YÖK tarafı uzun sürer. Vakıf üniversitelerinde bu tip operasyonları finanse etmek bir nebze daha kolay olabilir, fakat işin yatırım maliyetini de unutmamak gerekir. Ancak devlet desteği ile bir devlet üniversitesinde hukuk ve iletişim fakülteleri açılabilir. 5-6 bölümü olacak bir İletişim Fakültesi maliyetli bir operasyondur. Önce Boğaziçi’ne tepeden Rektör arkasından ise bu 2 fakültenin hediye edilmesi, o zaman hiç şaşırtıcı değil” ifadelerini kullandı.

‘Cumhurbaşkanı’na çok geniş yetki verilmiş’

Resmi Gazete’deki kararda, Erdoğan’ın fakülte açma yetkisini 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 13’üncü maddesi ile 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 2’nci, 3’üncü ve 7’nci maddelerine dayandırdığı belirtilmişti.

Akdeniz bu durumu, “2809 sayılı Kanun’da cumhurbaşkanına o kadar geniş yetki verilmiş ki yarın ODTÜ’de tıp fakültesi açabilir, Boğaziçi’nin tüm fakültelerini kapatabilir, geriye sadece iletişim ve hukuk fakültelerini bırakabilir. Yetkiyi almış ve kullanıyor” sözleriyle değerlendirdi.

Atalay: Birbirleriyle çelişen yasalar var

Eski Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay ise yaptığı paylaşımda kararın hukuki yönünü değerlendirdi.  Fakültelerin nasıl kurulacağı konusunda hem 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda (Md.5/f), hem de 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Kanunun ek 30. maddesinde düzenleme yapıldığını belirten Atalay şunları söyledi:

Birincisinde açıkça ‘kanunla kurulur’ diyor. Diğerinde ‘Cumhurbaşkanı fakülte kurmaya yetkilidir’ diyor.Görüldüğü gibi aynı konuda birbiriyle çelişen iki farklı yasal düzenleme, hukuk normu var.”

Çelişen kanunlar olduğu durumda iki yöntemin kullanılabileceğine dikkat çeken Atalay, “Normlar hiyerarşisi gereğince üstte (üstün) olan mevzuat, altta olan mevzuatı ilga etmiş (yürürlükten kaldırmış) sayılır. Örneğin Anayasa yasadan, yasa yönetmelikten üsttedir. Ama bazen eşit hukuki statüdeki iki düzenlemenin birbiriyle çeliştiği durumlar söz konusu olabilir. İki ayrı yasada, aynı konuda iki farklı yasal düzenleme olabilir. Bu durumda ise sonraki tarihli olanın önceki tarihli olanı, özel kanunun genel kanundaki düzenlemeyi yürürlükten kaldırdığı kabul edilir” dedi.

‘Yasal dayanağı yok’

Gerekli değerlendirmeyi yaptığında fakülte kurulmasını Cumhurbaşkanının kararıyla mümkün kılan yasa normunun fakülte kurulmasının ancak kanunla olabileceğini düzenleyen sonraki tarihli yasa normuyla yürürlükten kaldırıldığını belirten Atalay şu ifadeleri kullandı:

Belirtilen bu hukuki durum karşısında, Boğaziçi Üniversitesine iki yeni fakülte kurulmasına dair Cumhurbaşkanlığı kararının geçerli ve yürürlükte bir yasal dayanağı bulunmamaktadır.”

248 STK’den hedef gösterilen LGTBİ+’lara destek: Beraberiz, vardık, var olacağız

Sivil toplum örgütleri, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Melih Bulu‘ya karşı başlatılan protestolar sırasında, siyasiler tarafından hedef gösterilen LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi, Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması ve polis şiddetine karşı imza kampanyası başlattı.

‘Beraberiz, vardık, varız, var olacağız’

Şu ana kadar 248 STK’nin imzaladığı kampanyada yer alan ifadeler ise şöyle:

Beraberiz, vardık, varız, varolacağız! Biz eşitlik, adalet, özgürlük ve haklarımız için mücadele eden sivil toplum örgütleri olarak, 1 Ocak itibari ile Boğaziçi Üniversitesi Rektör atanma süreci sonrasındaki gelişmeleri takip ediyoruz.

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri başta olmak üzere anayasal demokratik haklarını kullananlara polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamalar, LGBTİ+’lara üst düzey kamu görevlilerinin öncülük ettiği nefret kampanyaları ve Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması hiçbir koşulda meşru değildir ve kabul edilemez. Öğrencilerin demokratik üniversite taleplerinin yanındayız. LGBTİ+’ların hak mücadelesi hepimizin mücadelesidir.

Yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırıyoruz.”

STK’ler kampanyaya imza atmaya devam ediyor. İmza kampanyasına buradan ulaşılabiliyor.

Boğaziçi protestoları: 4 kişi eyleme katıldıkları, 1 kişi sosyal medya hesabı için tutuklandı

Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından rektör olarak atanan Melih Bulu’ya yönelik protestolar kapsamında beş kişi hakkında daha tutuklama kararı verildi.

4 Şubat’ta Kadıköy’de yapılan Boğaziçi öğrencilerine destek eyleminden sonra gözaltına alınan altı kişi Cumartesi gece savcılığa çıkarıldı. Savcılık, bir kişiyi adli kontrol, beş kişiyi de tutuklama talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk etti.

Necmettin Erdem, Akın Karakuş, Ömer Şengel ve Murat Can Demirci hakkında tutuklama kararı verilirken, adli kontrol istenen bir kişi ve Yunus Emre Karaca için ise ev hapsi verildi.

Beyza Buldağ’a tutuklama kararı

Bunlara ek olarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sinema ve Televizyon bölümü öğrencisi Beyza Buldağ da Boğaziçi Dayanışma hesabında yayımladığı “12. Cumhurbaşkanına Açık Mektup” nedeniyle tutuklandı.

Gerekçe olarak “Halkı kin nefret düşmanlığa tahrik” ve “Suç işlemeye tahrik” suçlamalarının gösterildi. Suçlamada Boğaziçi Dayanışma hesabı ile kendi telefon numarasının son iki hanesinin aynı olması delil olarak gösterildi.

Buldağ, İzmir’deki evinden sabah pazar günü saat 05.00 sularında gözaltına alındıktan sonra Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’ne getirilmiş ve savcılık tarafından tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmişti.

Cumhurbaşkanına mektup

Beyza Buldağ’ın tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilen mektup Boğaziçi Dayanışması sayfasından yayınlanmıştı. Mektupta öğrenciler taleplerini bir kez daha hatırlatmış ve cuma günü yaptığı konuşmada “Yürekleri yetse Cumhurbaşkanı istifa etsin diyecekler” diyen Erdoğan’a cevap vermişlerdi.

Mektupta “Bizi size koşulsuz itaat edenlerle karıştırmayın. Siz padişah değilsiniz, biz de tebaanız değiliz. Ama madem yürek demişsiniz kısaca ona da cevap verelim. Bizim hiçbir dokunulmazlığımız yok! Sizse 19 senedir bir dokunulmazlık zırhının altında esip gürlüyorsunuz” ifadeleri yer almıştı.

Rapor: Türkiye, koronavirüsle mücadeleye en az nakit desteği ayıran iki ülkeden biri

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR)  “Dünyada ve Türkiye’de Covid-19’un Sosyal ve Ekonomik Etkileri ile Mücadeleye Ayrılan Kaynaklar” isimli bir rapor yayımladı. Rapora göre, Türkiye’nin koronavirüsle mücadeleye dünyada en az nakit desteği ayıran iki ülkeden biri olduğu açıklanırken, milli gelirin ise sadece yüzde 1,1’i düzeyinde nakit destek ayrıldığı belirtildi.

Salgın için dünyada 7,9 trilyon dolar nakit destek yapıldı

Raporda, koronavirüs salgınının ekonomiye olan yıkıcı etkisine karşı hazırlanan destek paketlerinin iki temel bileşenden oluştuğu, birincisinin doğrudan vatandaşa dönük nakit destekler iken, ikincisi ise işletmelere, şirketlere ve bankalara sağlanan finansal destek ve çeşitli mali kolaylıkların sağlanması olduğu vurgulandı ve şu ifadelere yer verildi:

Covid-19 döneminde (2020) dünyada toplam 7,9 trilyon dolar nakit destek harcaması yaparken, nakit desteklerin ülke gruplarına göre dağılımında büyük
eşitsizlikler söz konusudur. Covid-19 küresel eşitsizliği daha da derinleştiriyor. Zengin ülkeler vatandaşlarına gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 12,7’si düzeyinde nakit harcama ve gelir desteğinde bulunurken, orta gelirli ülkelerde bu oran yüzde 3,6, yoksul ülkelerde yüzde 1,6’dir. Türkiye’de ise yüzde 1,1’dir. Türkiye’nin toplam gelir ve harcama desteği sağlık harcamaları dahil sadece 7,6 milyar dolar olmuştur.

Türkiye, G20 ülkeleri içinde ise gelir ve harcama desteği olan en düşük ülke.

En az nakit destek ayıran iki ülke: Meksika ve Türkiye

Rapora göre, koronavirüs salgını döneminde nakit harcama ve gelir desteklerinin Gayri Safi Yurt içi Hasıla (GSYH) içindeki payının en fazla olduğu ülke yüzde 19,1 ile Yeni Zelanda. Yeni Zelanda’yı yüzde 16,7 ile ABD, yüzde 16,2 ile Birleşik Krallık ve yüzde 16,1 ile Avustralya izledi.

Salgın döneminde hükümetler tarafından yapılan nakit harcama ve gelir
desteklerinin GSYH içindeki payının en az olduğu üç ülke ise Meksika, Türkiye
ve Arnavutluk oldu:

Meksika’da nakit harcamaların ve gelir desteklerinin GSYH içindeki payı yüzde 0,7’dir. Türkiye ve Arnavutluk’un Covid-19 döneminde nakit harcamalarının GSYH içindeki payı yüzde 1,1 düzeyindedir. Böylece Türkiye, salgın döneminde nakit harcama ve gelir desteğinin GSYH içindeki payının en az olduğu iki ülkeden biri oldu.

En çok sağlık dışı nakit harcamaları yapan ülke Yeni Zelanda

Raporda, sağlık dışı nakit harcamaları yani salgın döneminde yapılan ek sağlık harcamaları haricindeki doğrudan vatandaşa dönük nakit destek harcamalarının GSYH içindeki payının en fazla olduğu ülke yüzde 17,9’luk payla Yeni Zelanda:

GSYH içindeki payının en fazla olduğu ülke yüzde 17,9 ile Yeni Zelanda’dır. ABD, Japonya, Avusturya, Kanada ve Birleşik Krallık’ta bu oran yüzde 10,9 ile 15,3 arasında değişmektedir.

Almanya, Polonya, Fransa, İtalya, Belçika gibi AB ülkeleri ile Güney Afrika’da toplam sağlık dışı nakit harcamaların milli gelire oranı yüzde 5 ile 10 arasındadır.

Romanya, Pakistan, Danimarka, Finlandiya, Endonezya, Rusya, Bulgaristan, Kore, İsveç, Norveç, Arjantin, İspanya, Hollanda, Çekya, Çin ve İsviçre’de sağlık dışı nakit harcama ve gelir destekleri ülkelerin GSYH’si içinde yüzde 1 ile 5 arasında değişiyor.

Meksika, Nepal, Arnavutluk ve Türkiye’de ise sağlık dışı nakit harcamaların GSYH içerisindeki payı yüzde 1’in altındadır. Türkiye, Nepal ve Meksika’dan sonra ülkeler arasında Covid-19 döneminde çalışanlara nakdi desteği en az yapan ülke olmuştur. Türkiye’de bu oran yüzde 0,8 düzeyinde kalmaktadır.”

Nakdi destek bütçeden değil İşsizlik Sigortası Fonu’ndan

Söz konusu raporda Türkiye toplam destekler içinde en az nakit destek ve harcama yapan ülke olurken, toplam ekonomik destek ve kolaylıkların yüzde 89’u işletmelere,
şirketlere ve bankalara yapıldı.

Türkiye tarafından yapılan sağlık hariç nakit harcama desteklerinin 6 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor:

Bakanlık verilerine göre, Türkiye’de Covid-19 kapsamında 2020 yılında yapılan toplam nakit desteği 42,8 milyar TL’dir. 6,4 milyon haneye Sosyal Koruma
Kalkanı kapsamında 1000 TL nakdi destek yapılırken, 2 milyon aileye “Biz Bize Yeteriz” kampanyasından yine 1000 TL destek sağlandı. Böylece Mart-Aralık
2020 döneminden 8,4 milyon haneye bir defaya mahsus olmak üzere 1000 TL (toplam 8.4 Milyar TL) yardım yapıldı.

İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ise 2,2 milyonu aşkın işçiye ayda 1.168 TL nakdi ücret desteği (ücretsiz izin ödeneği), 3,6 milyon işçiye kısa çalışma ödeneği ve 913 bin işsize ise işsizlik ödeneği olmak üzere toplamda 6,7 milyon işçiye Covid-19 salgını ile mücadele kapsamında sınırlı nakit destek sağlandı.

İşsizlik sigortası tarafından 6,7 milyon işçiye sağlanan toplam destek tutarı yaklaşık 35 milyar TL oldu.”

Raporda yer bulan bir diğer çarpıcı veri ise Türkiye’de yapılan toplam 42,8 milyar TL’lik nakit transferin 35 milyar TL’si işsizlik sigortası fonundan, yaklaşık 6,4 milyarı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu‘ndan ve 2 milyar TL’si ise bağış
kampanyasından sağlanmış olması. Türkiye’de nakit desteklerde bütçeden doğrudan ayrılan bir kaynak söz konusu değil.

 

Maya Özbayoğlu: Activism is the most powerful tool [Climate Generation-18]

Maya Özbayoğlu is a 17-year-old climate activist born in the US,  raised in Poland and Turkey. She is active in FFF Poland and Youth For Climate Turkey. She started her activism journey at the age of 15. Since then she has participated in and organized several strikes, worked on multiple campaigns, attended many lectures, workshops and camps such as Greenpeace Changemakers Action Camp.

She is also very passionate about the philosophical aspects of the climate crisis and has been writing about it for a while. Her works have been published in the local newspaper as well as the national one. On a more fun note, she is a happy dog owner, her name is Zelda and if she doesn’t do work for school or activism you can find her going on a walk or playing with her.

‘Doing the best we can is no more an option, we have to strive towards the impossible’ – Greta Thunberg. I’m not sure if this is the exact wording, although the sense is the same. I love this quote so much, because it truly reflects the challenge we’re facing – either we achieve a utopian world or we sentence all life on Earth to a life in hell. 

Atlas: What was the motive and the inspiration of your activism when you decided to become a climate activist?

Maya: I am not able to point out an exact period in my life, in which I decided to become a climate activist. It wasn’t like I watched a documentary or read a terrifying article about how bad it actually is, it was more of a process of educating myself, meeting new people and me realising that I am actually becoming a climate activist.

Of course, after watching Al Gore’s ,,Inconvenient Truth” or Leonardo di Caprio’s ,,Before the Flood” I was so overwhelmed with everything, I couldn’t believe that we had already contributed to this much harm, but at the time, I wasn’t really familiar with the word activism and didn’t really know a lot of ways in which I could actually contribute to change, to be honest.

‘Activism is the single most powerful tool’

After a while of getting myself more educated, meeting other activists and attending different workshops, I realised that activism is the single most powerful tool anyone can utilise in order to help humanity tackle the climate crisis.

I couldn’t believe that our own species have contributed to a disaster on such a scale, but to an even greater extent, I couldn’t believe that despite the fact that all the necessary science was laid in front of us decades ago, we still haven’t treated this existential crisis as an emergency. I just couldn’t bear this thought and as I educated myself more and more I realised that the only way I can address this paradox is through activism. So when I finally got to a point of knowing what activism actually meant, the real work started.

‘The police are acting more brutally’

What kind of challenges do you face about your activism?

The political situation in Poland is really unstable at the moment. With more and more people taking to the streets opposing the government, the police are acting more brutally. Often very young people, people my age, are getting arrested, beaten up or treated with pepper spray only because of the fact that they were protesting against the anti-human rights government.

I have also been written down by the police after attending a climate strike. One of our activists from FFF Poland has been recently sentenced in detention due to breaking an environmental law, whereas he was only speaking from a megaphone for a short period of time. The situation is so unstable, that you just never know the day and the hour in which the police can come into your house and inspect whether you have any confidential news.

Do you get support from your family, friends and school, if so how do they support you? 

Yes! I definitely do get support from my family and my friends, mostly activist friends. They lift me up whenever I feel down or more climate depressed than usual.

They also provide me with such great support when it comes to stressful police situations. They are just the best, and I couldn’t be more grateful for having such people by my side.

You are half Polish half Turkish, active both in FFF Poland and YFC Turkey and you have been active with a lot of campaigns and working groups. How has your life changed since you became a climate activist? What are the cons and pros of being so active in the movement?

My life has changed drastically. I don’t want to scare anyone, although if you really want to become an active youth activist, you have to devote most of your free time to do activism work, because school already takes us a lot of time and work. I consider myself more of an introvert, so making the transition to becoming a climate activist and spending more time on calls, thinking about campaigns, writing press releases, etc. wasn’t that challenging for me as I didn’t have much of a social life even before.

Although the truth is that there are moments where I feel like having a family movie night or something similar to that, but the work that has to be done stops me from doing so. It’s overwhelming at times, BUT it is so worth it, trust me. To be honest, with the knowledge I have today, I couldn’t not be a climate activist, because otherwise I would just complain about the inaction of politicians and might get into a sort of climate depression. Although the best advantage you can get out of becoming a climate activist is the bonds you make, the other tremendously inspiring people you meet and from whom you take out life’s most important lessons. Climate activism is a wonderful journey, the benefits far more outweigh the cons, so I welcome anyone to join our ride.

‘The government doesn’t treat us seriously’

What is the perception of the government for climate activists like you? Are you in contact with decision makers for climate issues? What are your demands for them? 

The Polish government doesn’t treat us, climate activists, seriously, despite us gaining a lot of attention and recognition in the public’s eye. As FFF Poland, we have sent several letters and pledges to politicians although to most of them we haven’t even received an answer. That is how the Polish government treats the climate emergency – it basically ignores the issue, moves it to the second background.

Our demands have been the same since the forming of our movement – immediate climate action in line with the best available science and factoring in justice. The sad truth is that, until we don’t gain recognition in the eyes of those in power, our demands will only remain as demands.

‘I try to focus on the time being’

How do you envision yourself and the world in general in 2030? Do you think we will be successful in turning this wrong system around?

This is a very tough question. I haven’t really thought about this to be honest. I try not to think about the future and focus on the time being, because ultimately we won’t tackle the climate crisis by thinking of and setting far off dates, but by taking real action today.

That’s why I try not to even imagine what the world might look like in 5 years time or even 10 years, as it is stated in the question. To answer this I would have to declare whether I am an optimist or a pessimist, although I really don’t want to do that so that I don’t disencourage anyone to become a climate activist.

‘We should inform people about green-washed solutions’

What do you think is necessary to bring people awareness about the climate crisis? What do you think we should do individually and as a movement for this?

I think the awareness about the climate crisis itself is quite high among our communities nowadays. This has happened thanks to the hard work of so many individuals, movements and organizations throughout the last decades. What I think is necessary today is informing the public about the loopholes hiding behind politicians’ greenwashed solutions and empty words.

Right now what I see as a more dangerous phenomenon is that by setting goals for 2030 and 2050 world leaders give the impression that sufficient action is being taken, although that’s not the case. I see our role as climate activists and as whole movements in uncovering those hidden loopholes, educating our societies of the actual state that such policies might put us into and widening our view on the climate crisis by connecting the dots and seeing the climate crisis as an intersectional crisis as it is.

‘Biggest issues are water shortages and drought’

What do you think is the biggest climate issue in your country where you reside? 

I think the biggest issues would include water shortages and the bigger frequency of droughts. This opinion of mine comes from the fact that Poland has very little water resources and is one of the countries facing a deficit.

We know that water is essential to maintain any sort of life, that’s why the deprivation of it will lead to catastrophic consequences.

 

 

‘Fırtınaya karşı başını dik tut’

[email protected]

Sanırım ortaokuldayken gördüğüm bir filmin son sahnesi hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Filmin adı (oyunun adı da aynı) Liliom’du. Ferenc Molnár’ın bu oyunu sanırım sayısız defa sahnelenmiş ve filme alınmıştır.

Filmin son sahnesindeki, ölüm kadar vahim ve ağır acı veren bir durum karşısında Liliom’un yakınlarının bu durumla baş etmek için söyledikleri “fırtınaya karşı başını dik tut” şarkısı çok dikkatimi çekmişti. “Böylesine zor bir durumda bile insanın başını dik tutabilmesi ve alnı açık, cesaretle ve onurla meydan okuması söz konusu olabiliyormuş demek” diye düşünmüştüm. Ama henüz insanların başlarına neler gelebileceği ve buna karşı nasıl direnebilecekleri, bu direnişin çoğu kez ne kadar zor olabileceği hakkında hiçbir fikrim yoktu bir yeniyetme olarak…

Bu sahneyi unutmadım. Baş eğdirilmesi kolay olmayan bir insan olmak istedim, meydan okuyan ve direnen, her zaman, akıntıya karşı durabilmeyi bir erdem sayan, akıntının o korkunç bulanık ve kirli seline kendimi kaptırmamayı önemseyen… Böyle bir yaşam kurma isteğini, biraz da bu şarkı vermişti bana: “Fırtınaya karşı başını dik tut.”

*

Baş eğmek ve baş eğdirmek, her iki durumda da mücadelesiz ve karşı koymasız, dolayısıyla barışçıl ve huzur getiren bir yolmuş gibi duruyor ilk başta. Oysa incitmemek için/ karşınızdakini rahatsız etmemek için bakışlarınızı eğmeniz, bazı durumlarda gerekli olabiliyor bazen. Bu, sizi nezaketli ve erdemli yapan bir özellik olmakla birlikte bir zorbalık, haksızlık veya adaletsizlik karşısında hatta doğru bilmediğiniz bir durum karşısında başınızı eğmeniz sizi yer ve bitirir. Kim ister böyle bir kişiliğe sahip olmayı? Ufka/ geleceğe bakmak varken kim ister başını eğmeyi?

Oysa toplum genellikle karşı çıkışlardan ve protestolardan pek hoşlanmaz. Eğer bıçak kemiğe dayanmamışsa çoğunluk, haksızlık ve zorbalık karşısında başını eğmeyi/ görmezden gelmeyi seçebilir/ seçer. Kolayına gelen budur. Mücadelenin yaratacağı bilinmezlikten ve karmaşadan korkar. Gündelik düzeninin, rutinlerin, garanti edilmiş konforun uzağına düşebilme riski endişelendirir toplumları. Özellikle de mevcut işleyişlerin bir ucundan iyi-kötü yararlanabilen/ getiri sağlayan insanlar, gruplar seslerini çıkartmazlar.

Ama nereye kadar?

Bazen, bazı gözü pek ve ufka bakan toplum kesimleri aşar bu korku duvarını…

*

Marx, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların” bu karşı çıkışa/ isyana en yakın toplum kesimi olduğunu düşünüyordu. Ancak bütün tarih boyunca isyanlar, ayaklanmalar ve en önemlisi akıntıya karşı dik duranlar sadece işçi sınıfından çıkmadı. İşçi sınıfıyla birlikte ya da kendi başına varoluşsal olarak ya da etik olarak kişiliğini ve “kendisi olma” ve “kendi olmak istediği gibi olma” hakkını savunanlar, düşünenler-düşünürler/ entelektüeller, dolayısıyla zincirlerinden başka kaybedecekleri olanlar arasından da çıktı. Bu nedenle dünyanın bütün kentlerinde ve toplumlarında, kadın hareketi, ayrımcılığa karşı direnişler ve öğrenci hareketleri bu kadar çok ve etkili ve devrimci biçimde ve dünyayı değiştirebilme potansiyeliyle ha-bire akıntıya karşı ilerliyorlar.

Başını dik tutma davranışı, sadece bu kadarı bile alnı açık bir biçimde dünyanın bütün çirkinliğine ve haksızlığına gözünü dikip bakabilmek başlı başına bir cesaret, duru bir bilinç, onur, gönenç ve kişilik göstergesi. Baş eğdirme çabası ve komutu ise bu saydıklarımın tam tersi. Hatta daha da kötüsü korkaklık ve ancak zorbalıkla/ şiddetle ilişki kurabilecek kadar niteliksizlik göstergesi… Bunu, LGBT+ kulübünün gizlice kilidini değiştirerek de gösterebilirsiniz, dayakla korkutarak da veya kışkırtıcı yalan haberleri yayınlayarak da… Böyle yaptığınız için de yüzünüzün çirkinliğinin ve göz çukurlarınızdaki karanlığın görülmesine cesaret edemezsiniz ve herkesi “aşağı baktırmak” istersiniz.

Zorbaya baş eğmemek, fırtınaya karşı başını dik tutmak ve cesaret, fiziksel olarak ne kadar donanımsız ve olursanız olun, 7 ya da 17 yaşında bir çocuk olsanız bile, sizi hem güçlü ve erdemli yapar hem de tarihi değiştiren aktörlerden biri…

*

“Kentler isyancıdır, kır ise uyumlu” diye kurmayı düşünüyordum bu yazının başlığını. Ama düşündükçe isyanın ve karşı duruşun her yerde ve her insan topluluğu için söz konusu olduğunu hemen anladım. Feodaliteden modern zamanlara geçişte, Avrupa’nın her tarafındaki köylü ayaklanmaları/ isyanlar ilk aklıma gelenler oldu. Anadolu’daki isyanların tarihini düşündüğümde (daha öncesi de vardır) Bizans’a (ilk akla gelenler Pauluscular ve ikonalarla ilgili çatışmalarda ki taraflar vb.) ve Selçuk’a (başta Babailer), daha sonra da Osmanlı’ya karşı (Bedrettin’den, Celâlilerden, Pir Sultan’a ve en sonunda Çapanoğlu’na kadar) o kadar çok isyan var ki kırda, bu fikirden vaz geçtim.

20’inci yüzyıl ortası yerel edebiyatın/ romanların önemli bir bölümü de bu isyancıları ya da başını her halde dik tutan kahramanları anlatıyorlar. İlk akla gelen örnekler, İnce Mehmet ya da Cemo ve sonra Memo roman dizileri olabilir ama Fakir Baykurt’un Tırpan’ındaki Uluguş Nine’yi ve Dürü’yü, çok canlı olarak hatırlıyorum.

Yine de dünyayı ya da toplumların düş gücünü etkileyen, düşüncesini ve gündelik rutinlerini radikal bir biçimde değiştiren protestolar, direnişler ve karşı duruşlar, dik başlılıklar o kadar çok ki, “kentin, bu radikal oluşumlardaki etkisi nedir acaba?” diye sormadan geçemiyor insan…

Belki şu tür düşünceler söz konusu olabilir:

  • Kentler öylesine çok katmanlı ve birçok ölçüte göre hiyerarşik veya hiyerarşik olmayan parçalara bölünmüş bir toplumsallığa/ sosyolojiye sahiptir ki belki de çelişkiler ve karşıtlıklar için en uygun zemin her zaman kolayca oluşabildiği içindir?
  • Bu yarılmaların en kritik alanlarını belirleyen mülk ve serveti elinde toplayan sınıfların/ toplum kesimlerinin talep etiği oranda lüks ve gösterişli (ve gösterişçi) tüketimi/ konforları ve teknolojik olanakları güçlü ve parlak bir biçimde sunabilecek kışkırtıcı ortam ve mekanlar ancak kentlerde (ya da kentlerin en ayrıcalıklı yaşamları sağlayabilen kesimlerinde) oluşuyordur belki?
  • Karşı çıkışın merkezi olan iktidarlar modern zamanlarda sadece kentlerde olduğu ve (“politik olan” kavramların zenginliği kentlerde biriktiği) karşı çıkışları besleyen politik ortam/ politik arayışlar da burada geliştiği için, kentler belki de kaçınılmaz bir biçimde başkaldırı arenasına dönüşmektedir?
  • Karşı çıkışlar için gerekli toplumsal büyüklük ve yoğunluk, örgütlenebilme ve bağ kurma olanakları, belki ancak kentlerde oluşabiliyordur?
  • Olayların doğası üzerinde geliştirilen arayışlar düşünceler, bilgi belki de kentlerde öylesinde çoğalıyor, çeşitleniyor ve birikiyordur ki kentliler dik durmak ve direnmek için daha çok nedene ve elverişli olanağa sahip oluyorlardır?

Bu tür düşünceleri çoğaltmak olası. Her kentin bunların dışında da daha öznel tarihleri/ geçmişleri ve yerel nitelikleri olabilir. Bunlar üzerinde durmadan neden kentlerin isyanların arenası olduğunu tam olarak tanımlayamayız.

Önce serfliğin egemen olduğu dönem Avrupası’nda, kent kapısının üzerinde yazılı olduğunu varsaydığımız “kent insanı özgürleştirir” sözünü anımsayalım. En özgür yer olmanın (gerçi tam tersine “kent insanı yabancılaştırır” da denilebilir?) yanı sıra, kentin o çoğul/ çok katmanlı ve çok parçalı yapısı/ coğrafyası ve kültürü de her hangi bir nedenle dik duruşu/ protestoyu ve direnmeyi gerektirecek çok sayıda neden yaratmakta olduğunu da söyleyebiliriz.

Özgürlüğümüzü ve ileri düzeyde insan haklarına dayalı bir demokrasiyi gerçekleştirmek için kentsel yaşam bizleri ha-bire hazırlıyor, kışkırtıyor ve akıntıya karşı dururken alnımıza çarpan rüzgar düş gücümüzü ve daha özgür, yaratıcı ve adil bir yaşam umudunu durmadan tazeliyor…

Yaşasın kentlerde başını tehditlere ve eziyetlere karşı dik tutan her yaştan kadınlar ve erkekler. Yaşasın bize verdikleri taze ve diriltici esin ve değiştirme özlemi ve gücü… Kent en çok onların başkaldıran yüreğinde çarpıyor…

Maya Özbayoğlu: Aktivizmin en güçlü araç olduğunu fark ettim [İklim Kuşağı-19]

Maya Özbayoğlu, Polonya ve Türkiye‘de büyümüş, ABD doğumlu 17 yaşında bir iklim aktivisti. FFF Polonya ve Youth For Climate Turkey‘de aktif olarak yer alıyor.

Aktivizm yolculuğuna 15 yaşında başladı. O zamandan beri de çeşitli grevlere katılıp, çeşitli kampanyalarda çalıştı, Greenpeace Fark Yaratanlar Eylem Kampı gibi birçok konferans, atölye ve kampa katıldı.

Aynı zamanda iklim krizinin felsefi yönleri hakkında da çok tutkulu ve bir süredir bu konuda yazıyor. Eserleri hem yerel hem de ulusal gazetede yayınlandı. Maya hakkında daha eğlenceli bir not ise, mutlu bir köpek sahibi, adı Zelda ve okul ya da aktivizmden arta kalan zamanlarında, onu yürüyüşe çıkarıyor ya da onunla oynuyor.

‘Elimizden gelenin en iyisini yapmak artık bir seçenek değil, imkansıza doğru çabalamalıyız’ – Greta Thunberg. Anlam aynı olsa da, kelimenin tam olarak bu olduğundan emin değilim. Bu alıntıyı çok seviyorum, çünkü karşı karşıya olduğumuz zorluğu gerçekten yansıtıyor – ya ütopik bir dünyaya ulaşacağız ya da dünyadaki tüm yaşamı, cehennemde bir hayata mahkum ediyoruz.

Atlas: İklim aktivisti olmaya karar vermendeki sebep ve ilham kaynağın neydi? 

Maya: Hayatımda bir iklim aktivisti olmaya karar verdiğim bir dönemi tam olarak belirtemiyorum. Aslında iklim değişikliğinin ne kadar kötü olduğu hakkında bir belgesel seyretmiş ya da korkunç bir makale okumuş değildim, daha çok kendimi eğittiğim, yeni insanlarla tanıştığım ve aslında bir iklim aktivisti olduğumu fark etmem gibi bir süreçti bu.

Elbette, Al Gore‘un “Uygunsuz Gerçek”’ veya Leonardo di Caprio‘nun “Tufandan Önce” adlı belgesellerini izledikten sonra, her şeyden o kadar bunalmıştım ki, bu kadar zarara hali hazırda katkıda bulunuyor olduğumuza inanamadım ama o zaman.. Aktivizm kelimesine gerçekten aşina değildim ve dürüst olmak gerekirse değişime gerçekten katkıda bulunabileceğim herhangi yol da bilmiyordum.

‘Aktivizmin en güçlü araç olduğunu fark ettim’

Kendimi daha fazla eğittikten, diğer aktivistlerle tanıştıktan ve farklı atölyelere katıldıktan bir süre sonra, ‘aktivizmin’ insanlığın iklim kriziyle mücadelesine yardımcı olmak için herkesin kullanabileceği en güçlü araç olduğunu fark ettim.

Kendi türümüzün bu kadar büyük bir felakete katkıda bulunduğuna inanamıyorum, ancak gerekli tüm bilimin önümüze onlarca yıl önce dikkat çekmiş olmasına rağmen daha da büyük ölçüde, zarar vermeye devam ettiğimize ve hala bu varoluşsal krize bir acil durum olarak bakılmamasına, inanamıyorum. Bu düşünceye dayanamadım ve kendimi daha fazla eğittikçe, bu paradoksu ele alabilmemin tek yolunun aktivizm olduğunu fark ettim. Böylece nihayet aktivizmin gerçekte ne anlama geldiğini anladığım noktada, gerçek çalışmalarım başladı.

‘Polonya’da polis gittikçe daha acımasız’

Aktivizmle ilgili ne tür zorluklarla karşılaşıyorsun?

Polonya‘daki siyasi durum şu anda gerçekten istikrarsız. Gittikçe daha fazla insanın hükümete karşı çıkmasıyla, polis daha da acımasız davranıyor. Çoğu zaman çok genç insanlar, benim yaşımdaki insanlar, yalnızca insan hakları karşıtı hükümeti protesto ettikleri için tutuklanıyor, dövülüyor veya biber gazı ile karşılık görüyor.

Bir iklim grevine katıldıktan sonra polis tarafından da ismim alındı. FFF Polonya’dan bir aktivistimiz yakın zamanda çevre yasasını çiğnediği için hapis cezasına çarptırıldı, oysa o sadece kısa bir süre megafondan konuşmuştu. Durum o kadar istikrarsız ki, polisin evinize gelip gizli bir bilgi saklayıp saklamadığınızı kontrol edeceği günü ve saati asla bilemezsiniz.

Ailenden, arkadaşlarından ve okuldan destek görüyor musun, eğer öyleyse seni nasıl destekliyorlar?

Evet! Ailemden ve arkadaşlarımdan, çoğunlukla aktivist arkadaşlarımdan kesinlikle destek alıyorum. Ne zaman kendimi kötü hissetsem veya her zamankinden daha fazla iklim endişesi yaşasam, beni çekip çıkarıyorlar umutsuzluğumdan.

Ayrıca stresli polis durumları söz konusu olduğunda bana çok büyük destek sağlıyorlar. Onlar gerçekten en iyisi ve böyle insanları yanımda olduğu için bundan daha minnettar olamazdım.

‘Aktivist olmasam iklim depresyonuna girebilirdim’

Yarı Polonyalı yarı Türkiyelisin. Hem FFF Polonya’da hem de YFC Türkiye’de aktifsin ve pek çok kampanya ve çalışma grubu ile çalışma fırsatı buluyorsun. İklim aktivisti olduğundan beri hayatın nasıl değişti? Hareket içinde bu kadar aktif olmanın eksileri ve artıları neler?

Hayatım büyük ölçüde değişti. Kimseyi korkutmak istemem, ancak gerçekten aktif bir aktivist olmak istiyorsan boş zamanının çoğunu aktivizm çalışması için ayırmalısın, çünkü okul zaten  çok zaman ve çalışma gerektiriyor. Kendimi daha çok içe dönük olarak görüyorum, bu yüzden bir iklim aktivisti olmaya geçiş yapmak ve zoom toplantılarına daha fazla zaman harcamak, kampanyalar hakkında düşünmek, basın bültenleri yazmak vb. benim için o kadar da zor olmadı çünkü çok fazla bir sosyal hayatım yoktu daha öncesinde de.

Gerçek şu ki, bir aile sinema gecesi veya buna benzer bir şey yapmak istediğimi hissettiğim anlar olsa da, yapılması gereken iş beni bunu yapmaktan alıkoyuyor. Bazen bunaltıcı oluyor, ANCAK buna çok değer, güvenin bana. Dürüst olmak gerekirse, bugün sahip olduğum bilgilerle bir iklim aktivisti olamazdım, çünkü aksi halde politikacıların eylemsizliğinden şikayet eder ve bir tür iklim depresyonuna girebilirdim. Bir iklim aktivisti olmanın en büyük avantajı, kurduğunuz bağlar, tanıştığınız ve hayatın en önemli derslerini çıkardığınız diğer muazzam ilham veren insanlardır. İklim aktivizmi harika bir yolculuk, faydaları eksilerden çok daha ağır basıyor, bu yüzden herkesi yolculuğumuza katılmaya davet ediyorum.

‘Polonya hükümeti iklim aktivistlerine ciddiyetle davranmıyor’

Senin gibi iklim aktivistleri için hükümetin algısı nedir? İklim sorunları için karar vericilerle temas halinde misiniz? Onlardan talepleriniz neler?

Halkın gözünde çok fazla ilgi ve takdir görmemize rağmen Polonya hükümeti bizlere, iklim aktivistlerine ciddiyetle davranmıyor. FFF Polonya olarak politikacılara birkaç mektup ve taahhütler gönderdik, ancak onların çoğuna bir yanıt bile alamadık.

Polonya hükümeti iklim acil durumunu böyle ele alıyor – temelde konuyu görmezden geliyor, ikinci plana atıyor. Hareketimizin oluşumundan bu yana taleplerimiz aynı – mevcut en iyi bilim ve adalet doğrultusunda acil iklim eylemi. Üzücü gerçek şu ki, iktidardakilerin gözünde tanınmayana kadar, taleplerimiz sadece talepler olarak kalacaktır.

‘Şimdiki zamana odaklanmaya çalışıyorum’

2030’da kendini ve genel olarak dünyayı nasıl görüyorsun? Bu yanlış sistemi tersine çevirmede başarılı olacağımızı düşünüyor musun?

Bu çok zor bir soru. Dürüst olmak gerekirse bunu gerçekten düşünmedim. Gelecek hakkında düşünmemeye ve şimdiki zamana odaklanmamaya çalışıyorum, çünkü nihayetinde iklim krizini uzak tarihler düşünerek ve belirleyerek değil, bugün gerçek anlamda harekete geçerek çözeceğiz.

İşte bu yüzden, soruda da belirtildiği gibi, dünyanın 5 yıl hatta 10 yıl sonra nasıl görünebileceğini hayal bile etmemeye çalışıyorum. Buna cevap vermek için iyimser mi yoksa kötümser mi olduğumu beyan etmem gerekir, ancak bunu gerçekten yapmak istemiyorum, böylece kimseyi iklim aktivisti olmaktan caydırmayayım.

‘Yeşil badana hakkında bilgilendirmeliyiz’

 İnsanları iklim krizi konusunda bilinçlendirmek için ne gerekli? Bunun için bireysel ve hareket olarak neler yapmalıyız sence?

Bugünlerde toplumlarımızda iklim kriziyle ilgili farkındalığın oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Bu, son on yıllar boyunca pek çok kişi, hareket ve kuruluşların sıkı çalışması sayesinde gerçekleşti. Bugün gerekli olduğunu düşündüğüm şey, politikacıların yeşil badana çözümlerinin arkasına saklanan yasal boşluklar ve boş sözler hakkında kamuoyunu bilgilendirmek.

Şu anda daha tehlikeli bir olgu olarak gördüğüm şey, 2030 ve 2050 için hedefler belirleyerek, durum böyle olmasa da, yeterli önlemin alındığı izlenimini veriyor olmaları. Rolümüzü iklim aktivistleri ve iklim hareketleri olarak bu gizli boşlukları ortaya çıkarmak, toplumlarımızı bu tür politikaların bizi içine sokabileceği fiili durum konusunda eğitmek ve noktaları birleştirip iklim krizini bir kesişimsel kriz olduğunu göstermek olarak görüyorum.

‘En büyük sorun su kıtlığı ve kuraklık’

Yaşadığın ülkedeki en büyük iklim sorunu sence nedir?

Bence en büyük sorunlar arasında su kıtlığı ve daha sık yaşanacak kuraklıklar olarak düşünüyorum. Bu görüşüm, Polonya’nın su kaynaklarının çok az olmasından ve bu açıkla karşı karşıya kalan ülkelerden biri olmasından kaynaklanıyor.

Suyun her türlü yaşamı sürdürmek için gerekli olduğunu biliyoruz, bu yüzden ondan yoksun bırakılmanın feci sonuçlara yol açacağını biliyoruz.

Sudan karaya, yosundan ağaca: Ormanın evrimi-2[1][2]

Geçen haftaki yazıda ilk canlıların oluşmasından ormanların ortaya çıkmasına kadar geçen süreci özetlemiştim. Böylelikle bundan yaklaşık 300 milyon yıl önceye kadar gelmiştik. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

O sıralarda iklim öylesine nemli ve tropikti ki, mevsimler olmadığı için ağaçlarda yıllık halka oluşmuyordu. Bu döneme karbon içeren anlamında karbonifer adı verildi. Çünkü ormanların büyük kısmı bataklık ormanı niteliğindeydi ve buralarda biriken odunların zaman içinde sıkışmasıyla çok büyük kömür tabakaları oluştu. Bugün, yakılarak enerji elde edilmesiyle başımıza iklim krizi ve hava kirliliği açısından büyük dertler açan dünya kömür rezervlerinin önemli bölümü de işte o dönemde, karboniferde oluştu. Aşağıdaki fotoğrafta o dönemde yaşayan ve daha sonra yok olan Lepidodendron sternbergii ağacının uç sürgünlerinin bir kayaçta bırakmış olduğu iz görülmektedir.[3]

Yaklaşık 250 milyon yıl önce dünya bugüne kadar görmüş olduğu en büyük ikinci felaketi yaşadı. O zaman için var olan canlı türlerinin %95’ini yok eden bu felakete Büyük Ölüm ya da Büyük Yok Oluş (Great Dying) deniliyor. Büyük oranda bir göktaşı çarpması sonucu meydana geldiği düşünülen bu yok oluşla ilgili olarak en büyük belirsizlik çarpan göktaşının oluşturması gereken kraterin yeriydi. Bu belirsizlik Falkland Adaları yakınında okyanusun dibinde bulunan 250 km genişliğindeki krater izleriyle çözülmüş gibi.

Göktaşı dünyaya çarptığında kutuplarda tundralar, geri kalan kısımlarda ise bataklık ormanları vardı. Göktaşından sonra artan kuraklık ve iklimsel farklılıkların oluşması bataklık ormanlarının sonunu getirdi. Dünyadaki bitkisel yaşamı artık eğreltiler, tohumlu eğreltiler, kozalaklılar ve yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ginkgolar temsil etmeye başladı.

Dünya bölünürken…

O sıralarda henüz şimdiki gibi kıtalar yoktu. Yeryüzü Pangea adı verilen tek bir kara parçası halindeydi. Pangea’nın iç kesimleri kurak çöl benzeri bir durumdaydı. Aynı zamanda karaların birbirinden ayrılışı, kıtaların oluşması ve yüksek dağ silsilelerinin ortaya çıkışı sürüyordu. İklimsel farklılıklar giderek arttı. Pangea’nın kıyı bölgeleri sık ormanlarla kaplıyken orta kısımlar daha seyrek bitki örtüsüne sahipti. Açık tohumlu bitkiler, özellikle kozalaklılar hâkimdi. Ancak yavaş yavaş kapalı tohumlu (çiçekli) bitkiler evrimleşiyordu.

Bundan 150 milyon yıl öncesinden itibaren, bir yandan karaların birbirinden ayrılması devam ederken bir yandan da daha ılık ve yağışlı bir iklim egemen olmaya başladı. Kutuplarda buzullar yoktu ve deniz seviyesi çok yüksekti. Denizlerin örtmediği karaların büyük bölümü yeniden ormanlarla kaplandı. O dönemde dünya karasal alanlarının durumunu aşağıda görmeniz mümkün.[4]

Son 100 milyon yıl içerisinde kapalı tohumlular da yavaş yavaş dünya üzerinde kendini ciddi biçimde göstermeye başladı. Çam, sedir, servi, sekoya, göknar ve ardıç gibi açık tohumlu ağaçlar geniş ormanlar oluşturuyorsa da meşe, sığla, akçaağaç, manolya, karaağaç, çınar, huş, kavak, söğüt ve dişbudak gibi kapalı tohumlular da yayılmaya başladı. Ayrıca açık tohumlu türlerin egemenliğindeki ormanların alt tabakasında kapalı tohumlu türlerden çalılar ve otsu bitkiler yayılmaya başladılar.

En büyük felaket: İnsan

Yaklaşık 65 milyon yıl önce yaşanan bir diğer göktaşı vakası Büyük Yok Oluş kadar olmasa da canlı çeşitliliğine oldukça önemli ölçüde zarar verdi. Bu olayla tüm canlı türlerinin %60-80’inin yok olduğu tahmin ediliyor. Elbette en büyük darbeyi dinozorlar aldı. Fakat yaşam ve evrim yeni oluşan koşullarda yolculuğuna ara vermeden devam etti. Otsu bitkilerin egemen olduğu geniş otlakların oluşması memelilerin evrimini hızlandırdı.

Yavaş yavaş sahneye kedigiller, köpekgiller ve maymunlar çıkmaya başlıyordu. Son 20 milyon yılın ilk yarısında iklim sıcak olduğu için ağaçlar ve ormanlar yine epey yayılmıştı. Ne var ki ikinci yarıda yeniden soğumalar, buzul çağları, suların çekilmesi, denizlerin kuruması ile birlikte ormanların azalmasına şahit oldu yeryüzü. Son 5 milyon yılın büyük bölümünde Akdeniz yoktu örneğin ve denizin yerinde düzlük alanlar, otlaklar bulunuyordu.

Son iki milyon yılda dünyanın başına bu kez en büyük felaket gelmeye başladı. Artık karaların durumu neredeyse bugünkü gibiydi. İklim çok sıcak olmasa da biraz ılıklaşmıştı. Ve o en büyük felaket gerçekleşmeye, insan evrimleşmeye başladı. Ormanlar soğuk dönemlere nazaran biraz daha geniş alanları kaplamaya başlarken insanın atalarının insana doğru evrimi de olanca hızıyla sürüyordu.

Yaklaşık 20 bin yıl önce 10 bin yıl kadar süren kısa bir buzul çağının ardından dünya artık bugünkü halini aldı. O zaman ormanların yeryüzünü kaplama oranı bugünkünün yaklaşık iki katıydı. Ne var ki artık insan denilen bir canlı vardı yeryüzünde. Tarımı 10 bin yıl önce keşfedince her şey çok değişti. İnsan çoğalıyor, insan yayılıyor ve insan yok ediyordu…

Bundan sonrasını aşağı yukarı herkes biliyor. Böylelikle ilk canlının ortaya çıkmasından günümüze kadar ormanın hikâyesinin özetinin özetini aktarmış oldum. Bir dahaki sefere Anadolu ormanlarının evrimine göz atarız. O zamana kadar bir noktalı virgül daha koyayım.

*

[1] Bu yazıda belirtilen tarihler değişik kaynaklarda küçük de olsa farklılıklar gösterebilmektedir. O nedenle bu tarihlerin fikir vermek amacıyla kullanıldığı unutulmamalıdır.

[2] Yazının bu bölümünde geniş ölçüde değerli dostum ve meslektaşım Prof. Dr. Ünal Akkemik’in “Ağaçların Dilinden” adlı kitabından yararlanılmıştır (Çekül Vakfı Yayınları, 2014).

[3] Fotoğrafın alındığı adres: https://ucmp.berkeley.edu/carboniferous/carboniferous.php

[4] Görselin alındığı kaynak: https://www.britannica.com/science/plate-tectonics/Continental-reconstructions. Bu kaynakta karaların son 650 milyon yıllık hareketini görmek de mümkün.