Ana Sayfa Blog Sayfa 1663

Günden güne büyüyen tehlike: Mikroplastikler

Pandemi günlerinde unuttuğumuz tehlikelerden biri de günden güne yaşantımıza daha çok giren mikroplastikler. Çevre ve insan sağlığı açısından günden güne büyüyen bir tehdit olan mikroplastikleri ve onların çevre ve insan sağlığı üzerine etkilerini son yapılan bilimsel çalışmalar ışığında Science Dergisi 12 Şubat tarihli son sayısında yeniden gündeme taşıdı.

Dergide yer alan ve iki Hollandalı araştırmacı; Amsterdam’da bulunan Vrije Üniversitesi’nden Dick Vethaak ve Utrech Üniversitesi’nden Juilette Legler’in yazdığı makaleye göre biyosferdeki mikro plastiklerin hemen hemen her yerde bulunması, miktarının günden güne artması bunların insan sağlığı üzerindeki etkileri konusunda gün geçtikçe endişeleri de büyütüyor. Araştırmacılara göre son bilimsel kanıtlar insanların sürekli olarak mikroplastikleri soluduğunu ve yuttuğunu gösteriyor. Solunan veya yutulan bu mikroplastikler hücrelere zarar vererek veya iltihaplanma ve bağışıklık reaksiyonlarını indükleyerek insan sağlığını olumsuz etkileyebilir. Ancak mikroplastiklerin insan sağlığı açısından oluşturduğu tehlike hala tartışmalı… Yazarlara göre mikroplastiklere maruziyet ve bunun oluşturduğu tehlikeye ilişkin hala veri eksikliğimiz ve bilgi boşluğumuz var.

Çevremizdeki mikroplastikler, vücuda giriş yolları ve olası sağlık etkileri (Kaynak: https://science.sciencemag.org/ ).

Genellikle partikül boyu 0.1-5000 µm arasında bulananlar mikroplastik olarak, 0.1µm> olanlar ise nanoplastik diye isimlendiriliyor. Bu büyüklükleri daha iyi canlandırabilmeniz için insanın bir saç telinin çapının yaklaşık 70 µm, bir kum tanesinin çapının ise 50 µm olduğunu belirtelim. Ultraviyole radyasyon, rüzgar, deniz dalgaları gibi dış etkilerle plastik atıkların parçalanması sonucu ortaya çıkabileceği gibi mikroplastikler insanlar tarafından çeşitli amaçlar için de üretiliyor ve bunlar bir süre sonra özellikle sular yolu ile doğaya ulaşıyor.

Hücre zarlarını geçebiliyor

Nanoplastikler ise her geçen gün endüstriyel kuruluşlarda daha fazla üretilmekte ve boyalar, yapıştırıcılar, ambalaj malzemeleri, elektronik ürünler gibi her maddenin içinde kullanılmakta. Günümüzde yapılan çok sayıda çalışma kentlerin atık su sistemlerinde önemli miktarda mikro ve nanoplastiklerin yer aldığını gösteriyor. Üstelik bugün artık nanoplastiklerin mikroplastiklerden farklı olarak tüm insan dokularına ulaşabildiği de biliniyor. Mikroplastiklerin hem solunum hem de ağız yoluyla insan vücuduna girdiği artık yadsınamaz bir gerçek…Partikül maddelerle ortaya çıkan hava kirliliğiyle karşılaştıracak olursak; bilindiği gibi havada bulunan büyüklükleri 2.5 µm ve altındaki partikül maddelerin akciğerlerden kolaylıkla kan dolaşımına katılabildiği ve hücre zarlarını geçerek insanda kalp-solunum sistemi, mide-barsak sistemi ve üreme sistemi hastalıkları başta olmak üzere çeşitli hastalıklara neden olduğu biliniyor. Bu durum da özellikle 2.5µm ve altındaki mikroplastik parçacıkların oluşturabileceği potansiyel sağlık riskleri hakkında daha fazla bilgi toplamak zorunda olduğumuzu gösteriyor.

Peki, mikroplastiklerden kaçınmak mümkün mü? Bu soruya verilecek yanıt, kesinlikle hayır… Yapılan çeşitli çalışmalarda çeşme ve şişe sularının litresinde ortalama 0-104 mikroplastik partikülü bulunduğu, Londra’da açık ortamda yapılan bir araştırmada ise mikroplastiklerin ince tozun önem önemli bir parçası olduğunu göstermiş. Bu araştırmada kent merkezinde, günde metrekare başına 575 ila 1008 mikroplastik arasında değişen çökelme oranları bulunmuş. İç ortamda ev tozları, plastik şişeler, özellikle bebek biberonları gıda ambalajları mikroplastik maruziyeti için önemli kaynaklar. 

Ömür boyu vücutta birikiyorlar 

İnsan vücut sıvıları ve dokularındaki plastik parçacıkların maruziyet ölçümleri ise henüz emekleme aşamasında… Elimizdeki sınırlı veriler, mikroplastiklerin yalnızca küçük boyutta olanlarının akciğerler ve bağırsakların epitel hücre bariyerlerini geçebildiğini ve partikül boyutu küçüldükçe vücuda alımının artırdığını gösteriyor. Aslında düşük gibi görünen mikroplastik alım oranı ömür boyu maruz kalma düşünüldüğünde ve dokularda ve organlarda olası birikim nedeniyle hiç de önemsiz seviyede değil. İnsan hücre kültürlerinde, kemirgenlerde ve sucul canlılarda yapılan çalışmalar mikroplastiklerin karaciğer, böbrek ve beyin dahil olmak üzere dokularda sistemik maruziyetini ve birikimini gösterdi. En küçük mikroplastik partikülleri (<0,1 µm) tüm organlara, hücre zarlarına, plasentaya ve ayrıca beyine erişebiliyor. Ancak insanlarda mikroplastiklerin doza bağlı etkilerinin olup olmadığı ise henüz kesin olarak bilinmiyor.

İnsan hücre kültürüyle yapılan birkaç in vitro çalışma solunan veya yutulan mikroplastiklerin immün reaksiyonlara neden olduğunu ve DNA hasarı yaptığını, ayrıca nörotoksik ve metabolik etkiler de yaptığnı göstermiş. Gözlemlenen bu etkiler genellikle mikroplastiklerin yüksek maruziyet konsantrasyonlarında ortaya çıkmış. Ayrıca sınırlı sayıdaki epidemiyolojik çalışma ise plastik ve tekstil endüstrisinde çalışıp yüksek miktarda plastik lifli toz solumak zorunda kalan işçiler arasında akciğerlerde iltihaplanma, akciğer dokusunda sertleşme ve kalınlaşma ile alerjik tablolar ortaya çıktığını görülmüş. Science dergisindeki makalenin yazarlarına göre bazı bilgi boşlukları insanlar için mikroplastik maruziyetin sağlık risklerinin kapsamlı bir değerlendirmesini şimdilik engelliyor. Bununla birlikte, devam eden araştırmalar ve sayıları günden güne artan yeni araştırmalar önümüzdeki birkaç yıl içinde insan vücudu sıvıları ve dokularında mikro plastiklerin, özellikle nano boyutlu mikroplastiklerin insan sağlığı üzerine etkileriyle ilgili yeni bilgiler verebilir.

Soluduğumuz havada…

İnsanlar her gün, günden güne artan oranda, dünyanın önde gelen çevresel risk faktörlerinden biri olarak kabul edilen partikül madde hava kirliliğiyle karşılaşmakta ve özellikle de günden güne daha çok miktarda insan eli ile üretilmiş, doğal olmayan partikülleri de solumakta. Soluduğumuz havadaki partiküllerin mikroplastiklerin insana ulaşımındaki rolü ise çok açık. Kalıcılıkları, geniş boyut aralıkları ve karmaşık yapıları nedeniyle, mikroplastikler, diğer partiküllere kıyasla farklı ve daha geniş bir toksisite profiliyle farklı özellikler sergiliyor. Nano boyutlu plastiklerin plasentayı, fetüsü ve beyni etkileyip etkilemediği henüz tam olarak bilinmiyor. Bu potansiyel sağlık tehlikesinin üstesinden gelmek için çevre ve tıp sektörlerinden bilim adamlarının yanı sıra kimya ve mühendislik alanından da bilim adamlarını içeren çok disiplinli araştırmalara gereksinim var.

Mikroplastikler için kapsamlı bir risk değerlendirmesinden hala çok uzaktayız.  Fakat mikroplastiklerin yaratacağı olası sağlık sorunlarını bir taraftan araştırırken, diğer taraftan bugünden plastik kullanımını ve mikroplastiklerin çevre ile insana maruziyetini azaltıcı önlemlerin alınması için kararlı için adımlar da atmalıyız, yoksa yarın geç olabilir. Unutmayalım, özellikle 2.5 µm ve daha küçük partikül maddelerin oluşturduğu hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki öldürücü etkileri son on yıllık dönem içinde daha iyi anlaşılabilmiştir. Bilindiği gibi günümüzde hava kirliliği Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği seviyenin altına indirilemediği, gerekli önlemler alınamadığı için her yıl dünyada sekiz milyon insan yaşamını yitiriyor.

Milas’ta yeni baraj projesi: Halk kuraklığa ve göçe mahkum ediliyor

Muğla Milas’ın Kayaderesi Mahallesi sınırları içerisinde Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından yapılması planlanan baraj için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci başlatıldı.

Barajın Beçin Dağı ve Kavak Dağı’nın yamaçlarının suyunu toplayarak oluşan ve Milas’ın güney batısında yer alan tarım alanlarını sulayarak, Güllük Körfezi’ne ulaşan Kayaderesi Çayı üzerine yapılması planlanıyor.

Eğer baraj yapılırsa, 83 milyon metreküp kapasitesiyle bölgedeki en büyük baraj olacak. Ancak Milas’ın çevre köylerinde büyük bir tahribata yol açacak barajın yalnızca Bodrum ilçesine su sağlaması planlanıyor.

‘Milas kurusun istiyorlar’

Proje dosyasında paylaşılan bilgilerde 2065’te Bodrum nüfusunun 730 bine ulaşacağının tahmin edildiği, bu sebeple bölgedeki su kıtlığının çok daha artacağı belirtiliyor.

Sunulan bu sebebin oldukça hatalı olduğunu belirten Muğla Çevre Platformu’ndan (MUÇEP) Umay Karabaş Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada “Bodrum’un nüfusunu durdurmayalım, havuzların sürekli doldurulup boşaltılmasına engel olmayalım, çimleri sulamaya, lüks tüketime devam edelim istiyorlar. Bunun yerine ise Milas’ın köylerinin ve doğasının kurumasını tercih ediyorlar” dedi.

‘Termik santral Milas’ın iki buçuk katı su tüketiyor’

Milas’ta yaşanan su sıkıntısının en büyük sebebinin termik santraller olduğunu hatırlatan Karabaş, “Hali hazırda su kullanım önceliği termik santral olmasa buradaki köylerin de suyu var. Yeniköy Termik Santrali soğutma tankı yüzde 90 dolacak diye insanlar İkizköy’de aylarca susuz kaldı” dedi.

MUÇEP’ten Deniz Gümüşel ise “Yeniköy Termik Santrali yeraltı sularını ve geyik barajı sularını kullanıyor. 15 yer altı kuyusundan su çekiyor. Bir yılda 135 bin nüfuslu Milas’ın iki buçuk katı su tüketiyor” bilgisini paylaştı.

Kayaderesi Mahallesi’nde toplantı

‘Bodrum’a su taşıyan ana boru sürekli patlıyor’

Bunun dışında mevcut su yönetiminin de oldukça hatalı olduğunu aktaran Gümüşel, DSİ aynı zamanda Bodrum’a su getiren 15 kilometrelik ana boru hattını yapan kuruluş. Bu boru işletmeye alındığından beri sürekli patlıyor. Sürekli bir zarar var. Arıtılmış su, patlayan boru sebebiyle sürekli akıyor. Bunu düzeltmek yerine başka bir baraj yapmaya kalkıyorlar” ifadesini kullandı.

Gümüşel açıklamasında “Bizim talebimiz alt yapı sorunlarını gidermeleri ve termik santraller için bunca su harcanmaması. Eğer bunlar yapılırsa buradaki su varlıkları oldukça yeterli olacak ve Milas’taki kırsal nüfusu göçe zorlayacak bir baraja ihtiyaç olmayacak” dedi.

Baraj yapılması planlanan bölgede anıt ağaçlar bulunuyor.

‘Haneler su altında kalacak’

Barajın yapılması durumunda su altında kalacak haneler olduğunu aktaran Gümüşel, “Çamlıca Köyü’nde 20 hane sular altında kalacak. Kayaderesi Mahallesi’nde de su altında kalacak yerler olacak” dedi.

Kayaderesi Mahallesi’ndeki insanların yeni bir yerleşim yerine geçmek için DSİ ile anlaşma yapmış olabileceğini belirten Gümüşel “Ancak Çamlıcı Köyü’ndekiler köylerini bırakmak istemiyor” ifadesini kullandı.

‘İnsanlar geçim kaynaklarını kaybedecek’

Kayaderesi Çayı üzerine kurulması planlanan barajın tek zararı sular altında kalacak bölgelerle de sınırlı değil. İkizköy Çevre Komitesi’nin yaptığı açıklamaya göre baraj yapılırsa Kayadere, İkizköy, Karacahisar, Çamköy, Çamovalı, Gökçeler, Yakaköy, Akyol ve Ekinanbarı köylerindeki su varlığı ve tarımsal üretim olumsuz etkilenecek.

Hat üzerinde yaşayanların geçimini tarım ve hayvancılık ile sağladığını belirten Gümüşel, “O dere ortadan kalkınca insanlar tarım yapamayacak, hayvanlarını besleyecek su bulamayacak” dedi.

Bunun dışında bölgede çam balı üretimi yapıldığını söyleyen Gümüşel, “Türkiye’nin dört bir yanından 500 tıra yakın kovan yazın buraya bırakılıyor. Yüzlerce arıcı işinden olacak” ifadelerini kullandı.

‘Çayın suyu yeterli değil’

Deniz Gümüşel bütün bu etkileri dışında da baraj projesinin akılcı bir yatırım olmadığını söyledi. Sebebi ise barajın kurulmak istediği çayın suyunun oldukça az olması.

Bölgedeki köylülerin çayın mevsimlik bir suyu olduğunu anlattığını aktaran Gümüşel, “Kasım’daki yağışlarla başlıyor, Mayıs ortasına kadar devam ediyor. 12 ay akan bir suyu yok. Hatta sürekli su olmadığı için köylü bile su ihtiyacını yüksek bir tepeden karşılıyor. Bu barajda nasıl su tutmayı düşünüyorlar? Akılcı bir yatırım gibi durmuyor” değerlendirmesinde bulundu.

‘Havza Yönetim Planı yok’

Muğla Büyükşehir Belediyesi ve MUSKİ tarafından Havza Yönetim Planı yapılması gerektiğini söyleyen Gümüşel, “İçme suyu havzalarının bir planı yapılmalı ki Bodrum’a böyle bir yatırım gerekli mi değil mi öğrenilsin. Eğer gerekliyse bunun ekosisteme en az zarar verecek şekilde nasıl yapılacağını öğrenmek için de plan gerekli” dedi.

Böyle bir planın yapılmadığını aktaran Gümüşel, “Belediye’nin burada öne çıkıp ‘Biz bir planlama oluşturmadan DSİ olarak böyle bir yatırıma girmeyin’ demesi gerekiyor” değerlendirmesinde bulundu.

‘Halkın katılımı gözetilmedi’

4 Şubat Perşembe günü Çamköy Ortaokulu Konferans Salonu’nda Halkın Bilgilendirme Toplantısı yapıldı. Sonraki aşamada ise Bakanlığın buradaki itirazları da değerlendirerek ÇED raporunu açıklaması bekleniyor.

Bu toplantı düzenlenirken halkın katılımının gözetilmediğini öne süren Umay Karabaş, etkilenecek köylerde yaşayanların dahi toplantıdan son anda haberleri olduğunu söyledi.

Halkın Bilgilendirme Toplantısı

‘Siz hiç boğularak öldünüz mü?’

Halkın Bilgilendirme Toplantısı’nda söz alan MUÇEP Bodrum Meclisi üyesi Itri Levent Erkol, barajın bölgede koruma altındaki birçok hayvan türünün de yok olmasına sebep olacağını söyledi. Bu durumun Türkiye’nin taraf olduğu Bern Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu belirten Erkol konuşmasında şu soruyu sordu:

Proje dosyasında bölgede kaplumbağalar da olduğu belirtiliyor. Kaplumbağa zaten nesli yok olmak üzere olan bir tür. Ve dosyada diyor ki ‘Kaplumbağa zaten yavaş yürür ve sular altına kalacak.’ Siz hiç boğularak öldünüz mü hayatınızda? Veya bir canlının boğularak ölüşünü izlediniz mi?”

 

Gara’yla ilgili paylaşımlarından dolayı Milletvekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’na soruşturma

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, dün akşam saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin (TSK) Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırlarında yer alan Gara‘ya yürüttüğü operasyon neticesinde hayatını kaybeden 13 asker ve polis hakkında sosyal medya üzerinden yapılan bazı paylaşımlarla ilgili soruşturma başlattı.

Haklarında soruşturma başlatılanlar arasında Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu da bulunuyor.

Başsavcılık soruşturmayla ilgili, “Paylaşım yapanlar hakkında 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 7/2 maddesi kapsamında terör örgütü propagandası yapmak, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 301. maddesi kapsamında Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama suçlarından soruşturma başlatılmıştır” açıklamasını yaptı.

Kaya ve Gergerlioğlu’na soruşturma

Başsavcılığın açıklamasının hemen ardından HDP Milletvekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında soruşturma başlatıldığı duyuruldu.

Hüda Kaya’nın konuyla ilgili bazı paylaşımları ise şöyle:

Ömer Faruk Gergelioğlu’nun paylaşımı ise şu şekilde:

Kimler hayatını kaybetti?

TSK’nın Gara bölgesine düzenlediği hava operasyonunda bir mağarada ölü bulunan çoğunluğunu asker ve polisin oluşturduğu 13 kişiden 10’unun kimlikleri belli oldu. Kimlikleri belli olan bazı isimler şöyle:

13 Ağustos tarihinde Diyarbakır-Bingöl karayolunda yolcu otobüsünden indirilerek alıkonulan Uzman Çavuş Hüseyin Sarı,

28 Temmuz 2015’te Diyarbakır-Lice-Bingöl yol ayrımında alıkonulan Urfa İl Emniyet Müdürlüğü‘nde görevli polis memuru Sedat Yabalak,

18 Eylül’de Tunceli-Erzincan yolunda alıkonulan Astsubay Çavuş Semih Özbey,

2 Ekim 2015’te Ağrı’daki birliğine katılmak için yola çıkan ve Tunceli Pülümür karayolunda alıkonulan Tankçı Er Adil Kabaklı,

24 Temmuz 2016’da Lice’de alıkonulan İstanbul Emniyet Müdürlüğü‘nde görevli polis memuru Vedat Kaya,

15 Ağustos 2015 tarihinde Diyarbakır karayolunda alıkonulan Jandarma Er Süleyman Sungur,

21 Eylül 2016’da Hakkari’de alıkonulan Uzman Erbaş Mevlüt Kahveci,

2 Ekim 2015’te Tunceli’de alıkonulan topçu er Müslim Altıntaş,

Adıyaman nüfusuna kayıtlı olan Aydın Köse ve  Samsun nüfusuna kayıtlı olan Muhammet Salih Kanca.

Düzenlenen basın toplantısında hayatını kaybedenlerin kimliklerini açıklayan Malatya Valisi Aydın Baruş, üç kişinin kimliğinin belirlenmesi için de çalışmaların sürdüğünü söyledi.

Ne olmuştu?

Milli Savuna Bakanlığı, 10 Şubat tarihinde TSK’nın Irak’ın Gara bölgesine “Pençe Kartal-2 Harekatı” adı altında askeri operasyon başlatıldığını duyurmuştu.

Mili Savunma Bakanı Hulusi Akar ise dün yaptığı açıklamada, operasyonda farklı tarihlerde PKK tarafından alıkonulan 13 asker ve polisin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Akar, “Barınak, sığınak ve mühimmat depoları ile sözde karargah yerlerinden oluşan 50’den fazla hedef başlangıçta hava harekatı ile başarılı bir şekilde tahrip edilmiştir” ifadelerini kullandı.

Ekonomide yapısal reform

Yapısal reform sözünü bu aralar eminim çok duyuyorsunuz. Özellikle ekonomiyle ilgili olarak kullanılıyor ama eğitim, dış politika, imar, adalet ve seçim sistemi gibi birçok alan için de aynı ölçüde geçerli ve önemli bir kavram. Ekonomide sıkıntılar artmaya başladığında ve kriz dönemlerinde bu terimi daha da yoğun bir şekilde duyarız. Nedir bu yapısal reformlar? Yapısal reform, bir mekanizmanın sürdürülebilir bir şekilde işlevini görebilmesi için günlük veya kısa vadeli palyatif önlemler yerine ilgili sistemi (kurumlar ve kurallar bütününü) düzenleyerek veya iyileştirerek o mekanizmanın kalıcı ve etkin bir şekilde amacı doğrultusunda çalışmasını sağlayacak yapının kurulmasıdır.

Hipotetik iki örnek vereyim. İlki günlük hayatımızdan çok basit bir örnek. Çatlamış bir pencere camınız var. Bantla yapıştırarak idare ediyorsunuz. Sonra başka bir yerden daha çatlıyor. Bir bant daha yapıştırıyorsunuz. Sonra bir bant daha. Bir gün artık yeter deyip yeni bir cam taktırıyorsunuz. Hatta, eğer çerçeveniz de eskimişse onu da yeniliyorsunuz. İşte bu yapısal bir eylem. Meseleyi kökten çözüp camın kırılıp dağılarak insanlara zarar verme riskini ortadan kaldırıyorsunuz.

İkinci örnek ekonomiden. Türkiye’de toplanan vergilerin önemli bir kısmı KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerden oluşuyor. Bu vergiler gelire bağlı olmayıp tüketim üzerinden alındığından son derece adaletsiz vergi kalemleri. Diğer yandan, kayıt dışı ekonominin büyüklüğü nedeniyle birçok kişi ve kurum vergi vermiyor, ayrıca yüksek kazançlı kesimler de düşük vergi ödüyor. Bu durum vergi ve gelir adaletini sürekli bozmakta, ayrıca devletin vergi gelirleri son derece yetersiz kalmakta. Böyle bir vergi sisteminin sürdürülmesi pek mümkün değil. Bu sorunu geçici bir dönem için ilave vergi koyarak veya ÖTV gibi bir vergiyi belli kalemlerde artırarak palyatif bir şekilde çözmek olası değildir. İşte vergi alanında bu soruna neşter vurarak, gerekli mevzuatı çıkarıp, vergi idaresi gibi kurumları buna göre yapılandırarak sistemi etkin ve adaletli bir şekilde çalışır hale getirmek bir yapısal reformdur.

Yapısal reform ve kurumlar

Yapısal reformlar ile kurumsallaşma arasında çok yakın bir ilişki var. Yapısal reformların ortaya çıkması için gerekli kuralların konması kadar o kuralları etkin ve müdahalesiz bir şekilde uygulayacak kurumsal yapıların oluşturulması da şart. Örneğin, yukarıdaki hipotetik örneğimizde gerekli vergi yasalarını yaptıktan sonra vergi idaresini yetkileri sınırlı, vasıfsız elemanlarla dolu ve tamamen hükümetin emriyle iş yapar bir yapıda kurarsanız, ayrıca düzenlemeleri sık sık değiştirerek sürekli istisna ve farklı uygulamalar getirirseniz, yani orada reformun gereği olan kurumsal yapılanmayı ve sürekliliği sağlayamazsanız yapılan yapısal reform kağıt üzerinde kalacaktır. Çünkü hükümetin talimatıyla uygulamalarda farklılıklar ortaya çıkabilecek veya denetim ve ceza uygulamalarında kişiye özgü kararlarla hareket edebilecektir. Bunu engellemek için ilgili kurumun yapılanmasının politik müdahalelere imkan vermeyen ve söz konusu kurumun ilgili yasa ve düzenlemeler uyarınca işinin gereğini yapacak şekilde ve buna imkan verecek nitelikteki elemanlarla ve teknik imkanlarla donanmış olarak oluşturulması gerekmekte.

Türkiye, kurumları zaten son derece yetersiz olan bir ülke çünkü siyasal iktidarlar karşılarında kendi yasal çerçevesi ve görevi doğrultusunda belirli bir özerkliği olan ve uzman insanların çalıştığı kurumsal yapıları pek sevmiyorlar. Dolayısıyla kurumlar hep müdahale edilen, başına uygun bir yönetici getirilerek iktidarın isteği doğrultusunda hareket etmesi sağlanan yerler oluyor. Özellikle yasa değiştirilerek bir kurumun işlevleri değiştirilemediğinde, yandaş yönetici ve kadrolarla düzenlemelerin açıklarından ve yoruma açık hükümlerinden yararlanarak söz konusu kurumun iktidarca tercih edilen doğrultuda çalışması sağlanmaya çalışılıyor.

2001-2002 yapısal reformları

Biliyorsunuz Türkiye 1999 yılındaki büyük deprem felaketinden sonra 2000-2001 yıllarında bir de ekonomik kriz yaşadı. Krizin hemen ardından ciddi bir yapısal reform süreci başladı. 1990’larda biriken ekonomik sorunların üzerine gelen ve ülkenin birçok alandaki aczini ortaya seren 1999 depremi, yapısal reformların yapılabilmesi için gerekli psikolojik ve sosyolojik koşulları sağlamış gibiydi. 1999’da başlamış olan AB üyelik sürecinin yarattığı olumlu hava yanı sıra Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların da desteğiyle süreç başarılı bir şekilde ilerledi ve ekonomide dişe dokunur yapısal reformlar yapıldı. AKP’nin ilk yıllarında bu reformların yaşama geçirilmesiyle sağlanan başarı ve güvenle ekonomide “altın çağ” diyebileceğimiz çok olumlu bir dönem de yaşandı.

Daha sonraki yıllarda, özellikle 2010 sonrasında, bu yapısal reformların nasıl seyrettiğine bakıldığında manzara sevimsiz bir hal alıyor. Bunlardan bazılarına göz atalım:

Kamu bankalarının yeniden yapılandırılması çerçevesinde 2001 öncesinde görev zararları altında ezilen kamu bankalarının bilançoları 2001 sonrasında temizlenmiş ve sermaye yapıları güçlendirilmişti. Ama son 9 yılda düşük faizle konut/araba kredisi vermek, belirli şirketlere kredi aktarmak ve döviz satışı yaparak kurları kontrol etmek gibi siyasi görevler verilerek kamu bankaları tekrar zararlara uğratıldı. Yine bu dönemde getirilen TCMB bağımsızlığı son yıllarda tamamen ortadan kalktı. Artık Merkez Bankası Başkanının faiz indirmedi diye görevden alındığının gururla televizyonlarda açıklandığı bir döneme girildi. Devlette şeffaflık adına ciddi adımlar atılmıştı. Hepsi rafa kaldırıldı ve devlet sadece iktidarın amaçları ve hedefleri doğrultusunda hareket eden, her şeyi kapalı kapılar arkasında yapan ve kimseye hesap vermeyen bir noktaya getirildi. 2003’de yürürlüğe giren ve kamu alımlarında şeffaflık ve rekabet getirmeyi amaçlayan Kamu İhale Yasası Ekim 2020 itibarıyla tam 191 kez değiştirildi. Kevgire dönen bu yasayla yapılan ihalelerin her birimize yüklediği maliyeti hepimiz uzun yıllar boyunca ödeyeceğiz.

20 yıl sonra ekonomide yapısal reform gereksinimi

İki yılı aşkın bir süredir devam eden ekonomik kriz ekonomide yapısal reformların tekrar gündeme gelmesini kaçınılmaz kılıyor. Diğer birçok alanda da benzer bir durum var ama ben ekonomi üzerine yoğunlaşacağım. Ekonomideki yapısal reformların birçoğu aslında 2000’li yılların başında yapılıp daha sonra ortadan kaldırılanların tekrar yerine konması şeklinde olmak durumunda. Merkez Bankası bağımsızlığı, kamu ihale yasası ve kamu bankaları reformu bunlar arasında. Ayrıca, özellikle son 10 yılda yaşananlar ve ülkemizin erozyona uğrayan kurumları ve ekonomide yaşanan kriz ışığında gündeme gelen yeni yapısal reform alanları da mevcut.

Yapısal reform alanlarının neler olduğunu tespit için aslında temel ekonomik sorunlarımızın neler olduğuna bakmak yeterli. En önemli sorunlarımızdan birisi yüksek enflasyon. Bu sorunu doğuran ana etkenler ise yüksek kur ve tarımda artan maliyetler. Buradan kurların yükselmesine yol açan ekonomi yönetimindeki sorunlu kurumsal yapının reforme edilmesine ve tarım sektöründe yaşanan sorunları çözecek yapısal reformlara geliyoruz.

Bir diğer sorunumuz cari açık. Bu da hem üretim yapımızla, dolayısıyla ithalat ihtiyacımızla hem de yatırım politikalarıyla ilgili. Bu sorun, yatırımların sadece bina ve altyapıya değil üretime ve inovatif alanlara yönelmesini sağlayacak yapısal reformları işaret ediyor. Bu sorunun bir başka boyutu da enerji konusu çünkü enerji ihtiyacımızın önemli kısmını ithal ediyoruz. Son yıllarda payı artan yenilenebilir enerji kalemlerini desteklemeye devam edecek reformlara gereksinim var. Bir başka sorunlu alan vergi adaletsizliği. Yukarıda örnek verirken belirttiğim alan olduğundan burada ayrıntıya girmeyeceğim. Bir diğer konu sosyal güvenlik boyutu. Türkiye artık genç bir nüfusa sahip olan bir ülke olmaktan çıktı. Toplanan sosyal güvenlik primleri emekli maaşlarını ve sağlık giderlerini karşılamaktan çok uzak. Devletin bütçeden ciddi katkılar yapması gerekiyor. Bu sorunu uzun vadeli olarak çözmek için meselenin gelir ve gider cephelerine odaklanan yapısal reformlara gereksinim var.  Bu liste daha uzayıp gider ama en önemlileri yukarıda işaret ettiğim alanlar diye düşünüyorum.

Günümüz ortamında yapısal reform nasıl yapılır?

Türkiye’nin 9 Temmuz 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS)’ne geçmesinin getirdiği yeni siyasi kurumsal yapıda ekonomide yapısal reformlar yapmak oldukça zorlaşıyor. CHS ile devletin yönetiminde çok ciddi bir merkezileşme ortaya çıktı ve TBMM, bakanlıklar ve diğer kamu kurumlarının alanları yasal ve/veya fiili olarak daraltılmış oldu. Bu durum sadece kamu kurumlarıyla sınırlı olmayıp, zaman zaman diğer toplumsal kurumlara da yansımakta. Bu yeni yapılanmada temel kararlar esas olarak Cumhurbaşkanlığı bünyesinde alınmakta, diğer kurumlar icracı olarak görev yapmakta. CHS, var olan işleyiş mekanizmasıyla ülkenin yıllar içerisinde büyük emeklerle ve özveriyle oluşturmuş olduğu kurumsal yapıda da önemli bir gerileme ve boşluk ortaya çıkarmış durumda.

Ekonomide yaşanan darboğaza karşı yapılması gereken yapısal reformların bu koşullar altında nasıl yapılacağı ciddi soru işaretleri içeriyor. Bu noktada ülkenin önünde üç seçenek bulunduğunu düşünüyorum. Ya hiç yapısal reform yapılmayacak, ya yapılıyormuş gibi adımlar atılıp aslında ciddi bir şey yapılmayacak, ya da ciddi yapısal reformlar yapılacak ve bunun sonucunda CHS’nin hareket alanının bir ölçüde daralmasına razı olunacaktır. Ülke için doğrusu elbette ki sonuncu seçenektir. Dilerim o yönde adım atılır.

 

 

Habertürk: Boğaziçi Hukuk Fakültesi’nin yeni dekanı Prof. Dr. Selami Kuran olacak

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi‘ne Melih Bulu‘nun rektör olarak atanmasına yönelik tepkiler devam ederken Resmi Gazete’de yayınlanan kararla kurulan Hukuk Fakültesi’nin yeni dekanın kim olacağı netleşmeye başladı.

Habertürk’te yer alan haberde yeni fakültenin dekanının Marmara Üniversitesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Selami Kuran olacağı belirtildi.

Haberde “Türkiye’de önde gelen milletlerarası hukuk uzmanı olan Kuran’ın Boğaziçi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ağırlıklı olarak milletlerarası hukuk alanında öne çıkan akademisyenlerle çalışacağı ve fakülteyi bu alanda araştırma fakültesi haline getirmeyi hedeflediği öğrenildi” ifadeleri yer aldı.

Eski AKP milletekili aday adayı

Rektör olarak atanan Melih Bulu gibi Kuran’ın da 2015 yılında yapılan genel seçimlerde AKP milletvekili aday adayı olduğu belirtiliyor.

Kuran aynı zamanda AKP’ye yakınlığıyla bilinen 24 TV, A Haber, Ülke TV gibi kanalların düzenli konukları arasında yer alıyor.

Öncesinde ise Milliyetçi Hareket Partisi’nde (MHP) Merkez Yönetim Kurulu’nun yedek üyesi olduğu öğrenildi.

Barış Akademisyenleri’ne soruşturma

Aynı zamanda Kuran’ın Marmara Üniversitesi’ndeki “Barış İçin Akademisyenler” metnine imza atan 32 akademisyen hakkında başlatılan disiplin soruşturmasında etkin rol oynadığı biliniyor.

Kendisinin de yer aldığı üniversite bünyesinde kurulan Soruşturma Komisyonu, akademisyenlerin “devlet memurluğundan çıkarılmasını” önermiş, 32 isim hakkındaki bu öneriyi Rektörlük de uygun bularak YÖK’e göndermişti.

Soruşturma komisyonunda Prof Dr. Selami Kuran’ın yanı sıra Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr. Turan Yıldırım, Prof. Dr. Ahmet Gökcen ve Prof. Dr. Talat Canbolat ile Aile Hekimliği Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Mehmet Akman yer alıyordu.

Selami Kuran hakkında

Prof. Dr. Selami Kuran lisans, yüksek lisans ve doktorasını İsviçre‘de Zürih Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesi’nde tamamladı. Doçentlik ve profesörlük unvanlarını Marmara Üniversitesi’nin akademik kadrosundayken edindi.

Fakültenin Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı Başkanı olan Kuran, aynı zamanda İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat.

Alman-Türk Hukukçular Birliği Kurucu Üyesi olan Prof. Dr. Kuran’ın, Alman-Türk Sanayi ve Ticaret Odası ile Türk Alman İş İnsanları Derneği üyeliği de bulunuyor.

Donald Trump azil davasında aklandı

Amerika Birleşik Devletleri‘nde (ABD) 6 Ocak tarihinde eski Başkan Donald Trump taraftarlarının Kongre binasını basmasına ilişkin Senato Genel Kurulu’nda azil istemiyle yargılanan Trump, yapılan oylama sonucunda aklandı.

Kongre baskınındaki rolü gerekçesiyle Demokratların suçladığı ve ikinci kez azil istemiyle yargılanan ilk başkan olan Trump, Senato’da yapılan yargılamasının beşinci gününde suçsuz bulundu.

57 senatör Trump aleyhinde oy kullandı

Yapılan oylamada 57 senatör Trump aleyhinde oy kullanırken, 43 senatör ise Trump’ın suçsuz olduğu yönünde oy verdi. Böylece 100 sandalyeli Senatoda suçlu bulunabilmesi için en az 3’te 2 çoğunluğun oyu (67 senatör) gereken Trump, hakkındaki “halkı isyana teşvik” başlıklı azil suçlamasından aklanmış oldu.

Oylamada, 50 Demokrat senatörün yanı sıra Cumhuriyetçi 7 senatör de Trump aleyhinde oy kullandı. Trump’a yönelik daha önce aleyhte açıklamalar yapan Richard Burr, Bill Cassidy, Susan Collins, Lisa Murkowski, Mitt Romney, Ben Sasse ve Patrick Toomey, oylamada Demokratlarla birlikte hareket eden isimler oldu.

Trump: Hareketimiz yeni başladı

Senato’daki oylamanın lehine sonuçlanmasının ardından açıklama yapan Trump, avukatlarına teşekkür etti ve aktif olarak siyaset yapmaya devam edeceği mesajı verdi. Trump, “Amerika’yı yeniden harika bir hale getirmek için tarihi, vatansever ve güzel hareketimiz daha yeni başladı” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden ise oylamadan sonra yaptığı açıklamada, Trump’a yöneltilen suçlamaların “tartışmasız” olduğunu vurguladı. Biden, “Tarihimizin bu üzücü bölümü bize demokrasinin kırılgan olduğunu, her zaman savunulması gerektiğini hatırlattı” ifadelerini kullandı.

Beş kişi yaşamını yitirmişti

Joe Biden‘ın 3 Kasım tarihinde yapılan seçimlerde kazandığı oyların tescil edileceği ve başkanlığının onaylanacağı gün, Donald Trump taraftarları Washington DC‘de kongre binasını işgal etmişti.

Seçimlerde hile olduğunu iddia eden protestocular, bütün güvenlik önlemlerini aşmış ve dört saat boyunca binayı işgal etmişti. Çıkan olaylar sonucunda beş eylemci yaşamını yitirirken, 17 polis yaralanmış, 52 kişi ise gözaltına alınmıştı.

 

 1950 kuşağının önde gelen yazarlarından Demir Özlü yaşamını yitirdi

İsveç‘in başkenti Stockholm’de yaşayan Türkiye edebiyatının önemli isimlerinden öykü, deneme, gezi, anı ve roman yazarı Demir Özlü, geçirdiği kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirdi.

Özlü, iki aydır kalp yetmezliği tedavisi görüyordu. Gazeteci-Yapımcı Ayda Özlü Çevik‘in babasıydı ve gazeteci Ulla Lundström ile evliydi.

TYS: Anısı ve kitaplarıyla aramızda yaşayacak

Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) tarafından yapılan açıklamada “Düşünceye dayalı edebiyatı savunan Demir Özlü, ilk yapıtlarında bireyci ve içe dönük bir edebiyat anlayışında iken süreç içerisinde toplumcu gerçekçi edebiyata yönelmiştir” dedi.

Açıklamada “Öykü ve romanlarında kendi yaşamından güçlü izler vardır. Demir Özlü’nün anlatılarında 50’li ve 60’lı yılların İstanbul’u bütün güzelliği ve gerçekliğiyle gözler önüne serilir. Demir Özlü’nün hayata veda etmesi, edebiyatımızda hiç şüphe yok ki büyük bir kayıptır. Anısı ve kitaplarıyla aramızda yaşayacaktır” ifadeleri kullanıldı.

Pen: Yaşamı boyunca ‘sakıncalı’ etiketini omuzladı

Pen Yazarlar Derneği ise Özlü’yü “50’lerde Türkiye’nin politik koşullarını sorgulayan, geleneksel kalıpları kıran, bunu bireysel varoluş sorunlarıyla harmanlayan; 60’ların varoluşçuluk, gerçeküstücülük, İkinci Yeni akımlarıyla besleyen bir kuşağın temsilcisiydi” sözleriyle tanıttı.

Yapılan açıklamada “Adnan Özyalçıner, Ferit Edgü, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Orhan Duru, Onat Kutlar, Erdal Öz, Bilge Karasu‘ların kuşağı. Onlar edebiyatımızda modernist akımlara yol açtılar; öyküleriyle şiir dünyamızı etkilediler. Düşünceye dayanan, felsefeyle beslenen öykülerin, romanların yazarı Demir Özlü 60’dan sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin ilk üyelerinden biriydi. 12 Mart’ta yargılandı ve yaşamı boyunca ‘sakıncalı’ etiketini omuzladı. Uzun yıllar yurtdışında yaşasa da hep Türkçe yazmayı ve eserleriyle edebiyatımızı zenginleştirmeyi sürdürdü denildi.

Vatandaşlıktan çıkarılmıştı

Hukuk eğitimi gören Demir Özlü, fakültede asistanlık yaptığı sırada sosyalist fikirleri yüzünden sakıncalı bulunduğundan akademik kariyerini kesmek zorunda bırakılmıştı.

1960’tan sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin ilk üyelerinden olan Demir Özlü, sosyalist fikirleri yüzünden sürekli takibe uğramış, askerlik görevini de yedek subay olarak yerine getirmesine izin verilmemiş, sakıncalı piyade olarak görev yapmıştı.

Özlü, 12 Mart askeri muhtırası döneminde tutuklanmış, 1979’da Stockholm’e yerleşmiş ve 12 Eylül darbesi sonrası ise vatandaşlıktan çıkarılmıştı.  1950 kuşağının önde gelen yazarlarından Demir Özlü ülkesine ancak 1989 yılında dönebilmişti.

Eserleri

İlk şiiri Kabataş Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Dönüm, daha sonra Türk Dili dergisinde yayınlandı. Öykü, deneme, eleştiri ve çevirileri Mavi, A, Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Soyut, Somut, Yeni Edebiyat, Gösteri ve Adam Öykü dergilerinde yayımlandı. 1980’den sonra roman, anlatı, anı ve gezi kitaplarına ağırlık verdi.

Hayatını İstanbul ve Stockholm’de geçiren Demir Özlü, “Bir Uzun Sonbahar” (1980), “Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları” (1979), “Ne Mutlu Ulyses Gibi” (1994), “Tatlı Bir Eylül” (1995) gibi romanların yanısıra “Bunaltı” (1958), “Öteki Günler Bir Gün” (1974), Aşk ve Poster (1980), Stockholm Hikayeleri (1989) gibi hikayelere de imza attı.

 

 

Tek yetkilinin Cumhurbaşkanı olduğu üç yeni şirket kuruldu: Şirketler, birçok yasadan da muaf

Cumhurbaşkanı kararı ile BOTAŞ (Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi) ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bağlı ortaklığı olan Turkish Petroleum Overseas Company Limited (TPOC) tarafından, Kamu İhale Yasası‘nın da bulunduğu birçok yasanın uygulanmayacağı üç yeni şirket kuruldu.

Şirketlerin ortaklık yapısı, yeni şirket kurabilmesi veya ortak olabilmesi konularında tek yetkili ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Cumhuriyet‘ten Mustafa Çakır‘ın haberine göre, söz konusu şirketlerden Ankara merkezli ve şirketin hakim ortağının BOTAŞ olduğu Turkish Petroleum International Anonim Şirketi‘nin sermayesi 11,7 milyar TL.

Yine Ankara merkezli ve hakim şirketin de BOTAŞ olduğu bir diğer şirket olan BOTAŞ International A.Ş’nin sermayesi 3,5 milyon TL.

Turkish Petroleum Off-Shore Technology Center A.Ş’nin sermayesi ise 21,4 milyon TL. İstanbul merkezli bu şirketin hakim ortağı TPOC.

Şirketler, birçok yasadan muaf olacak

Birçok yasadan da muaf olacak şirketlerde, aralarında kanun hükmünde kararnamelerin de olduğu 11 yasa sayesinde bazı mevzuatlar ya kısmi uygulanacak ya da hiç uygulanmayacak.

Ayrıca, bu şirketler Kamu Kuruluşlarının Yurtdışındaki İhalelere Katılması Hakkında Yasa‘ya tabi olmadan yurtiçi ve yurtdışında faaliyet gösterebilecek.

Tek yetkilinin Cumhurbaşkanı olduğu şirketler hakkında Harcırah Yasası, Taşıt Yasası, Devlet İhale Yasası, Kamu İhale Yasası, Kamu İhale Sözleşmeleri Yasası, Türk Ticaret Yasası’nın bazı hükümleri ve bazı kanun hükmünde kararnameler uygulanmayacak.

‘Şirketlere geniş bir hareket serbestisi sağlanıyor’

Yaşanan gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulunan Makine Mühendisleri Odası (MMO) Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, 2 Aralık’ta Resmi Gazete’de yayımlanan Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun‘a dikkat çekerek şu açıklamalarda bulundu:

Bu yasanın 9. maddesi ile Doğalgaz Piyasası Yasası’na ‘şirket kurulumu ve devir’ başlıklı yeni bir madde eklendi. Yeni şirketler de bu maddeye göre kuruldu. Bu şirketler en geç 6 ay içerisinde yurtdışındaki şirketlerin her türlü haklarını, taşınırlarını, taşınmazlarını, gemilerini, taşıtlarını, personelini devralabilecek. Şirketlere geniş bir hareket serbestisi sağlanıyor, denetim dışına çıkarılıyor.”

Taşeronlaştırmanın söz konusu olduğunu kaydeden Türkyılmaz, “TPOC ve Turkish Petroleum International Company’nin (TPİC) TPAO ile ilişkilendirilmesi gerekiyor. Bir taşeronlaştırma var. Oysa bunlar ana şirkete yani TPAO’ya bağlı olsunlar” ifadelerini kullandı.

Fukuşima Nükleer Faciası’nın yıldönümünde Fukuşima ve Ermenistan’da deprem

Fukuşima Nükleer Santral Faciası’nın yıl dönümüne haftalar kala Japonya’nın kuzeydoğusundaki Fukuşima eyaletinde ve Ermenistan’ın Metsamor Nükleer Santrali’nin yakınlarında iki deprem meydana geldi.

Japonya Meteoroloji Ajansı‘ndan (JMA) yapılan açıklamada cumartesi günü saat 23.08’de yaşanan depremin büyüklüğü ilk olarak 7.1 daha sonra ise 7.3 olarak açıklandı. 60 kilometre derinlikte gerçekleşen deprem Miyagi, İwate, Akita, Gunma, Saitama, Aomori ve başkent Tokyo‘da hissedildi.

48 kişi yaralandı

Eyalet yayın kuruluşu NHK, Fukushima ve Miyagi’de en az 48 yaralanmanın bildirildiğini ancak herhangi bir can kaybı olmadığını aktardı. Ayrıca bölgedeki 950 bin hanede elektrik kesintisi yaşandığı belirtildi.

Japan Times’ın aktardığına göre Fukuşima kıyılarında dalgalanmaların yaşandığı ifade edilen açıklamada, tsunami tehlikesinin bulunmadığı kaydedildi.

Kabine Başsekreteri Kato Katsunobu, düzenlediği basın toplantısında, Başbakanlık Ofisinde görev gücü oluşturulduğunu söyledi. Kato, deprem sonrası elektrik kesintisi sebebiyle Tokaido, Tohoku, Hokuriku, Joetsu‘da hızlı tren faaliyetlerinin durduğu bilgisini verdi.

https://twitter.com/meowthxxiv/status/1360637091269365761

Fukuşima Nükleer Santral Faciası

Deprem, 11 Mart 2011 tarihinde gerçekleşen ve 14 metre yüksekliğinde tsunami dalgaları oluşturarak Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde nükleer faciaya sebep olan 9 büyüklüğündeki deprem ile aynı bölgede meydana geldi.

Bu faciada 18 bin kişi yaşamını yitirmiş, yüz binlerce insan yaralanmış ve 380 bin kişi evlerini terk etmek durumunda kalmıştı. Nükleer santralin üç reaktörüne erime meydana gelmiş, tsunami dalgaları soğutma suyu sistemini bozmuş ve bu durum patlamalara yol açmıştı.

10 yıldır söküm işlemi yapılamadı

Yaşanan bu felakete rağmen reaktörlerin sökülmesi ise yüksek radyasyon sebebiyle hala tamamlanabilmiş değil. Reaktör muhafaza kabının dışına yapışmış olan radyoaktif eriyik maddenin temizlenmesi gerektiği ve bunun için özel ekipmanların mevcut olmayışı sebebiyle söküm işlemine başlamanın 2022 yılına erteleneceği belirtilmişti.

nukleersiz.org Koordinatörü Pınar Demircan ise Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada Fukuşima nükleer felaketinin başlamasıyla gerekli görülen radyoaktif kirlilik bertaraf süreçlerinde karşılaşılan zorlukların insanlığın nükleer teknoloji karşısındaki aczini gösterdiği şeklinde yorumlamıştı.

Suga: Nükleer santraller etkilenmedi

CNN’in aktardığına göre pazar sabahı erken saatlerde, Japonya Başbakanı Yoshihide Suga, depremden sonra bölgedeki nükleer santrallerin hiçbirinde “anormallik” bildirilmediğine dair halka güvence verdi.

Gazetecilere konuşan Suga, hasarın hala değerlendirildiğini ve etkilenen bölgedeki sakinlerden içeride kalmalarını ve artçı sarsıntılara hazırlıklı olmalarını istedi.

Ermenistan’da 4.7 büyüklüğünde deprem

Türkiye‘nin Ermenistan sınırı bölgesinde ise cumartesi günü 4.7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. AFAD verilerine göre merkez üssü Armavir olan depremin derinliği 21 kilometre olarak belirlendi.

Prof. Dr. Naci Görür yaptığı paylaşımda “Bu deprem olasılıkla hemen sınırımız dışında beyaz kareler ile gösterdiğim sağ yönlü doğrultu atımlı fay üzerinde oldu. Bu bölge uzun süredir aktif. Bölgede bu fayla aynı nitelikli Iğdır Fayı var. Dikkatli olunmalı” ifadelerini kullandı.

 

Metsamor Nükleer Santrali fay hattı üzerinde

Iğdır merkeze 15 kilometre, sınır köylere 100-200 metre uzaklıkta bulunan Ermenistan’da yer alan Metsamor Nükleer Santrali’nin fay hattı üzerinde yer alması uzun zamandır büyük bir endişe kaynağı.

Bu santralde meydana gelecek olası bir sızıntının Iğdır, Kars ve Ağrı illerimiz başta olmak üzere, Erivan, Nahçıvan, Gürcistan, İran gibi sınıra komşu ülkeleri de doğrudan etkileyeceği düşünülüyor.

Söz konusu nükleer santral, 1977 yılında Çernobil ve Fukuşima ile aynı teknoloji kullanılarak Rosatom tarafından inşa edilmişti. 2005 yılında ömrünü tamamlamasına rağmen santal ısrarla faaliyetine devam ettiriliyor.

 

Şiddet, ayrımcılık ve mobbingle suçlanan Filmmor kapanma kararı aldı

Filmmor Kadın Kooperatifi, 2016-2020 yıllarında çalışan veya gönüllü olan 13 kadın+’nın Filmmor’da çalışma süreçleri boyunca emek sömürüsüne, mobbinge, şiddet-ayrımcılık içeren söylem ve eylemlere maruz bırakıldıklarını anlatan bir metin yayımlamasından sonra kapanma kararı aldı.

Metinden birkaç gün sonra kapandıklarına dair bir bildiri yayımlayan Filmmor, “10 Şubat’tan beri dayatılan söz söyleme mecburiyetini de dijital ‘cadı mahkemelerini’ de reddediyoruz’ ifadesini kullandı.

‘Bu kavga bizim kavgamız değil’

Filmmor, sosyal medya hesabında yayımladığı metinde kapanma kararını şöyle duyurdu:

Filmmor’dan veda,

10 Şubat’tan beri dayatılan söz söyleme mecburiyetini de dijital “cadı mahkemelerini” de reddediyoruz. Çünkü feminist hukuk ve kooperatif dahilinde herhangi bir gündem, itiraz, talep, mekanizma söz konusu olmaksızın sanal ortamda örgütlenen bu ‘kavga’ bizim kavgamız değil.

Bu nefret ikliminin parçası olmamak için Filmmor’u kapatma kararı aldık. Kooperatifin tüm mali ve idari belgelerini açık hale getireceğimiz tasfiye işlemleri ile birlikte, kişisel hak arama sürecini resmi mahkemelerde devam ettireceğiz.

19 yıl süren bu yolculuğu mümkün kılan yol arkadaşlarımıza böyle veda etmek istemezdik ama kurumlar, kişiler gelir geçer, düş sürer.

Yeter ki iyilik, sağlık, esenlik olsun.”

‘Susma Bitsin’den açıklama

Sinema, televizyon, tiyatro alanlarından kadınların kurduğu dayanışma platformu olan ve sektördeki erkek şiddetine karşı mücadele eden Susma Bitsin, dayanışma içinde olduğu Filmmor’da yaşanan süreçle ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada, “Sektördeki emek ilişkilerinde haksız muamele ve mobbinge maruz kalan tüm kadın ve LGBTİ+’ların yanındayız” denildi.

Ne olmuştu?

Filmmor’da çalışan veya gönüllü olan kadın+’ların çalıştıkları süre boyunca yaşadıklarını anlatması sosyal medyada da oldukça ses getirmişti. “nomorefilmmor” etiketiyle farklı zamanlarda çalışan birçok kişi, Filmmor’da yaşadıkları mobbingi ve emek sömürüsünü anlatmıştı.

Benzer bir metni 2015 yılında Filmmor’dan ayrıldığını bildiren 14 kişi de kamuoyuyla paylaşmıştı.