Ana Sayfa Blog Sayfa 1664

Sudan karaya, yosundan ağaca: Ormanın evrimi-Anadolu ormanları-3[1]

Anadolu ormanlarından söz edebilmek için önce Anadolu’dan söz etmek gerekiyor. Hatırlayanlar olacaktır, bu yazının önceki bölümlerinde dünya karalarının önceleri Pangea adı verilen bir bütün olduğunu ve kıtaların oluşumunun yavaş yavaş gerçekleştiğini belirtmiştim. Anadolu, kıtaların oluşmasına olanak tanıyan jeolojik hareketliliğin oldukça yakın dönemlerinde ortaya çıkmış bir kara parçasıdır. Aşağıda yeryüzü karalarının değişik dönemlerdeki durumu gösterilmektedir.[2]

Görsellerden de anlaşılacağı üzere Anadolu dediğimiz kara parçası bundan yaklaşık 20 milyon yıl öncesinde bugünkü haline yakın bir yapıya kavuşmuştur. Dolayısıyla Anadolu ormanlarının tarihinden de ancak son 20 milyon yıllık dönem baz alınarak söz edilebilir. Hemen belirtmek gerekir son 20 milyon yılın tamamında şimdiki gibi bir Anadolu’dan söz etmek doğru değil. İç denizler ve sular altında olan bölümler var ki, bu yazıda böylesine detaya girmek gereksiz.

Dev sekoyalar Anadolu’da yaşadı

Miyosen devresinde (günümüzden 25 milyon yıl öncesi ile 5 milyon yıl öncesi arası) Anadolu’da volkanik patlamaların çok fazla olduğunu ve sıcaklıkların önce artıp sonra düşmeye başladığını biliyoruz. Sıcak dönemlerde Anadolu ormanlarının sedir, ardıç, ladin, çam, sekoya, mamut ağacı, ginkgo ve bataklık servisi gibi açık tohumlu türlerle birlikte akçaağaç, kızılağaç, gürgen, kestane, sığla, kayın, çınar, meşe, kayın, kavak ve söğüt gibi kapalı tohumlu ağaçlardan oluştuğunu ortaya koyuyor bilimsel araştırmalar. Ancak sıcaklıkların giderek azalması soğuğa dayanıksız olan sekoya, ginkgo ve bataklık servisi gibi ağaç türlerinin Anadolu’dan (aynı zamanda da Avrupa’dan) çekilmesine yol açtı. Burada dikkate değer nokta, günümüzde yalnızca Kuzey Amerika’da sınırlı bir bölgede doğal olarak bulunan sekoyaların geçmişte Anadolu’da da yaşamış olması.

Anadolu’da (ve dünyanın değişik yerlerinde) değişik dönemlerde yaşamış olan ağaçlarla ilgili en sağlıklı bilgiler palinolojik[3] araştırmalarla birlikte fosilleşmiş ağaçlar üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda elde ediliyor. Fosilleşmiş ağaçlar konusunda yaptığı araştırmalarla yurt dışında da saygın bir yeri olan değerli dostum Prof. Dr. Ünal Akkemik’in değişik ekiplerle birlikte yaptığı pek çok araştırma sonucunda miyosen devresinde Anadolu’da yaşadığı saptanmış ve günümüzde pek bilinmeyen bazı ağaçlar şunlar: Bataklık servisi (Taxodium), sapindus (Sapindus), mahonya (Mahonia), zelkova (Zelkova), sekoya (Sequoia), Engelhardia, Glyptostrobus, Nyssa. Elbette yalnızca bunlar değil. Şu anda Anadolu’da yaşamayan pek çok ağacın miyosen devresinde Anadolu’da yaşamış olduğunu biliyoruz.

Ağaç cins ve türleri yerine ormanların yayılışına bakmak istediğimizde ise biraz daha yakın zamanlara gelmek gerekiyor. Bu konuda da öğrencisi olmaktan onur duyduğum, saygı ve rahmetle andığım hocalarım Prof. Dr. Burhan Aytuğ ile Prof. Dr. Ertuğrul Görcelioğlu’nun palinolojik çalışmalarına göz atmak yararlı olur.  Aşağıya onların bir makalesinden[4] dört harita aktarıyorum:

Birinci harita bundan 18 bin ila 16 bin, ikinci harita 12 bin ila 11 bin, üçüncü harita 8 bin ve dördüncü harita da bundan 4 bin yıl önce ormanların ve diğer bitki örtüsü çeşitlerinin (ağaçlık, step-orman, step) Anadolu’daki yayılışını gösteriyor. Haritalar 1993 tarihli bir yayından alındığı için ne yazık ki pek kaliteli olmasa da durumu ana hatlarıyla ortaya koymak açısından yeterli. Zaman içerisinde haritalara yansıyan orman örtüsündeki artışın temel nedeni, bundan yaklaşık 11 bin yıl önce son buzul çağının bitmiş olması. Yükselen sıcaklıklar ve artan yağışlar Anadolu’nun çok büyük bir bölümünün ormanlarla, kalan kısmının da diğer bitki örtüsü çeşitleriyle kaplanmış olması sonucunu doğurdu.

Antropojen stepler

Son 4 bin yılda ise Anadolu ormanları, büyük bölümü son 500 yılda olmak üzere ciddi bir azalma ile karşı karşıya kaldı. Yapılan başka bir bilimsel araştırma[5] Anadolu’nun potansiyel ve aktüel orman alanlarını ortaya koyuyor. Bu çalışmadan da iki haritayı aşağıya aktarıyorum:

Görüldüğü üzere Anadolu’nun mevcut orman varlığı, bundan 4 bin yıl önceki orman yayılışı ile oldukça uyumlu olan potansiyel orman varlığından yaklaşık 30 milyon hektar daha az. Buna karşılık mevcut stepler potansiyel (doğal) steplerden %10-15 kadar daha çok. Yani insan eliyle oluşturulmuş, bilimsel tabir ile antropojen stepler. Elbette ormanların yalnızca stepe dönüşmediğini, yerleşimden tarım alanına sanayi bölgesinden turizm tesisine farklı pek çok tür arazi kullanımına dönüştüğünü akılda tutmak gerekir.

Özetlemek gerekirse, dünya genelinde de Anadolu özelinde de değişen doğal koşullara göre orman varlığı, yayılışı, bitki örtüsü yapısı zaman içerisinde bolca değişti. Ancak bu değişimler uzun süren periyotlarda ve yavaş yavaş gerçekleşti, doğal süreçler de buna göre yeniden şekillendi. Son birkaç bin yılda yaşanan ve insan etkisiyle gerçekleşen değişim ise son derece hızlı oldu/olmaya devam ediyor ve büyük doğal yıkımlara yol açıyor. Elbette değişmeyen tek şey değişim. Fakat değişimin de kendi içinde bir dengesi var ve insan işin içine girince, ne yazık ki bütün dengeleri alt üst ediyor.

*

[1] Bu yazıda belirtilen tarihler değişik kaynaklarda küçük de olsa farklılıklar gösterebilmektedir. O nedenle bu tarihlerin fikir vermek amacıyla kullanıldığı unutulmamalıdır.
[2] Görselin alındığı kaynak: https://www.britannica.com/science/plate-tectonics/Continental-reconstructions. Bu kaynakta karaların son 650 milyon yıllık hareketini ve gelecekte alacağı durumu görmek mümkün.
[3] Botaniğin polen ve sporlar üzerinde yoğunlaşan alt dalı.
[4] Aytuğ, B., Görcelioğlu, E. 1993. Anadolu Bitki Örtüsünün Geç Kuaterner’deki Gelişimi. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi B 43 (3-4), 27-46.
[5] Çolak, A.H., Rotherham, I.D. 2006. A review of the forest vegetation of Turkey. Its status past and present and ıts future conservation. Biology and Environment: Proceedings of the Royal Irish Academy. Vol 106B, No 3, 343-354.

 

Konya’da çöken gelecek

Tarlasında mısır hasadı yaparken büyük bir gürültü ile işini yarım bırakmak zorunda kalan Konyalı tarım işçisi el birliği ile Konya’nın ve Türkiye’nin tahıl ambarı olması itibariyle, hepimizin geleceğinin nasıl çökertildiğini;  oluşan obruktan derinlere doğru bakarken düşünmekten kendini alamamış olmalı. Çünkü aklıselim her insan bunu yapar.

Bilinçsiz yer altı suyu kullanımının ve kaçak artezyen kuyularının (izinli olandan farkını anlamak mümkün değil) yer altı suyunu sömürmesi ve oluşan akifer boşluklarının üzerindeki fazla yükü taşıyamayıp çökmesi sonucu oluşan devasa çukurlar, uzun zamandır gündemi meşgul ediyor. Benim hayatım boyunca gördüğüm tek obruk -ki o da obruk sayılır mı bilemiyorum ama- bir meteor çukuru. Ancak Konya’dakileri görünce benim gördüğümün bir hiç olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Üstelik bağlamları da farklı! Birisi uzaydan gelen serseri bir taş nedeniyle, diğeri ise bizzat insandan kaynaklı oluşmuş.

İklim krizi ve plansızlık en önemli neden

Obruklar kuraklığın getirdiği su ihtiyacının yarattığı aşırı yer altı suyu kullanımının nelere mal olabileceğini bize açıkça gösteriyor. Bu durum tabii ki sadece yer altı suyu kullanan Konyalının değil, hepimizin sorunu. Halihazırda gündemdeki yerini hep koruyan küresel iklim krizine neden olan her şey, Konya ovasının bu haline neden olan etmenlerin de ortağı.

Bunun yanında tüm bu olacaklar için hiçbir önlem almayan yönetici elitinin sorumluluğu hepsinden daha önde duruyor. Her zaman olduğu gibi bu meselede de yumurta kapıya dayandığında önlemlerden bahsedilmesi nasıl bir yönetim planlaması(zlığı)na sahip olduğumuzu ortaya koyuyor. Kuraklıkla mücadele eden tüm dünya risk haritası çıkartıp önlem almaya çalışırken, biz afetin yaşanmasını bekleyip afet sonrası çözüm planları üretmekle meşgulüz. Nitekim Konya ovası bunun en büyük göstergesi.

2010’lara kadar yıllık yaşanan 1-2 metre seviyesinde olan yer altı suyu çekilme oranı, şimdilerde daha da artmış durumda. Bu durum obruk felaketlerinin daha da artacağının göstergesi! Şimdiden sayıları 600’den fazla olan obrukların yerleşim yerleri yakınlarında da görülmesi güvenlik endişesi de yaratıyor. İnsanın yarattığı bu problemin tekrar insana ulaşmayacağını beklemek zaten saflık olurdu.

Şimdilerde bu problem jeolog perspektifiyle araştırılıyor ve olası yeni obruk noktaları tespit edilerek önlemler alınması için çeşitli girişimlerde bulunuluyor. Güvenlik riskinin ortadan kaldırılması için işlevsel olan bu uygulamanın sorunun çözümüne ya da alınması gereken önlemlere dair herhangi bir etkisi olmadığını belirtmekte fayda var.

Hiçbir su ‘boşa’ akmaz!

Konya ovasında yer üstü su kaynaklarındaki azalma ve küresel iklim krizinden kaynaklı olarak çiftçi, ekilen ürün için yer altı suyunu kullanmaya devam ediyor. Bunun yanında alternatif üretim yöntemlerine yönelenler de var. Ancak bütünsel olarak ortada Konya havzasında sürdürülebilir (bu kavrama alternatif bir kavram olarak Hülya Denizalp’ten “bereketli” kavramını öğrendim ve daha uydu gibi) su kullanımını teşvik edecek geniş çaplı etkili bir program olduğu söylenemez. Bunun yanında halen vahşi sulama mevcut sulamanın büyük bir kısmını teşkil ediyor. Mera olması gereken alanlar tarımsal alan olarak kullanılmaya devam ediliyor ve hala su tüketimi az olan ürün yetiştirmek yerine geleneksel uygulamalara devam ediliyor. İşte tüm bu uygulamalar için de yer altından çekilen su kullanılınca yıkım daha çabuk ve etkili oluyor.

Bir zamanlar Konya ovası için zihni sinir baraj projeleri filan öneriliyor, Akdeniz’e “boşa” akan suların Konya ovasına yönlendirilmesi planlanıyordu. Bu akıl dışı yaklaşımların bir kısmı rafa kaldırılırken, bir kısmı da formu değiştirilerek uygulanmaya çalışılıyor. Ne yazık ki hala doğanın bir bütün olduğu ve hiçbir nehrin bir yere boşa akmadığı fikrinden bihaber olunması durumu söz konusu. Bu anlamda ortada ciddi bir zihniyet problemi olduğunu söylersek yanlış yapmış olmayız. Nitekim “boşa akan” neredeyse bütün nehirlerin ülkenin enerji ihtiyacı adı altında hidroelektrik santraller ile talan edilmesi boşuna değil. Ancak gözden kaçan bir nokta var ki o da doğanın bütünselliğinin göz ardı edildiği gerçeği. Milyonlarca yılda oluşmuş bir sistem, insan müdahalesine ne kadar dayanabilir ki? Nitekim Konya örneği bunun en iyi göstergesi.

Konya tecrübesi ülkenin su geleceği açısından oldukça önemli bir yerde duruyor. Aşırı tüketim, doğaya olan kaba ve hasmane yaklaşımlar, sınırları zorlayan kaynak sömürüsü ve beraberindeki kısa vadeli çözüm(süzlük)ler bizi su açısından karanlık bir geleceğe doğru hızla sürüklüyor. Artık barajların doluluk oranlarının şeceresini tutanlar, aynı şeyi yer altı su rezervleri için de yapsa iyi eder. Çünkü yer üstü suları bugünün, yer altı suları da geleceğin su bütçesinin önemli bir göstergesi.  Artık su kullanımı için tasarruf, eğitim ya da telkinlerle önlem alınacak eşiği çoktan geçtik. Zaman yaptırım ve zorunluluk zamanı! Aksi takdir de Konya’da çöken sadece topraklar olmayacak aynı zaman da gelecek de olacak.

 

Okumak yavaşlatır ve yaşatır

Sürekli bir şeyler yapma halindeyiz. Durmak dinlenmek yok. Seyrediyoruz, biriktiriyoruz, spor yapıyoruz, seyahate çıkıyoruz , görmediğimiz yapmadığımız hiçbir şey kalmaması için bütün imkanlarımızı kullanıyoruz. Hep bir yapma halindeyiz ve yapmama halini hiç düşünemiyoruz. Ya da düşünüyorsak bile yapmamayı yapamıyoruz. Ve yavaşlayamıyoruz pandeminin zorunlu bıraktığı haller dışında.

Modernizmin bize dayattıklarına ışık hızında yetişmeye çalışıyoruz. Daha çok kitap okuyabilmek için hızlı okuma kurslarına gidiyoruz. Öyle ya internet sitesinden kitap aldığımızda editörün gör dediği kitapları okumak için çok ihtiyacımız var buna. Oldum olası hızlı okuma işi hiç yatmamıştır kafama. Woody Allen’ın yaşadığı çok güzel bir örnek var bununla ilgili. Woody Allen hızlı okuma kursuna gidiyor ve sonrasında Karamazov Kardeşler’i okuyor. Kitap nasıldı? diye sorduklarında ise “Olay Rusya’da geçiyor”  diye yanıtlıyor.

Şimdilerde o kadar hızlı okuma kursuna gitmiyordur insanlar. Çünkü neredeyse her önemli edebiyat eseri sinemaya uyarlanıyor. Bir kitapçı olarak, okura kitap önerdiğinizde ben onun filmini seyrettim deyiveriyor size. “Aynı şey değil” diyecek oluyorsunuz ama karşınızdaki başka türlü tükettiği bir esere karşı ilgisini çoktan kaybetmiş durumda. Yenisi lazım. Belki beş on günde okuyabileceğiniz bir kitap iki saatlik bir filmle sunulmuş size. Hız çağında bundan büyük hizmet mi olur?

Buradan şu anlaşılmasın edebiyat eserleri kesinlikle sinemaya uyarlanmasın demiyorum. Ancak aynı şey değil diyorum. Örneğin Frankenstein romanını okuduğunuzda tarif edilen ve sizde oluşan karakterle sinemaya uyarlanan arasında hiçbir benzerlik olmayabilir. Ve hatta canavarın adı Frankenstein bile değildir. Canavarın yaratıcısı Doktor Victor’un soyadıdır o.

Bir eseri okuduğunuzda sahneleri kendiniz kurarsınız, üzerine düşündüğünüz ve hayal ettiğiniz karakter size özgü bir nitelik kazanır, kendi yorumunuzla yerleşir muhayyilenize: “Okumak ışığa duyarlı bir kâğıdın bir aydınlatma kaynağını yakalaması kadar istemsiz, kendiliğinden olagelen bir olay değil; şaşırtıcı, dolambaçlı, ortak olmakla birlikte kişiye özel bir yeniden kurgulama sürecidir.”[1]

İzlemek hızlandırır

Hiç unutmam uzun yıllar önce babam köyden gelip bende kaldığında, verdiğim anahtarla eve giren arkadaşım ışıkları açtığında hava kararmış olmasına rağmen babamın karanlıkta oturduğunu görünce şaşkınlık geçirmişti. Işık da televizyon da kapalı. Belli ki o zaman seksen beş yaşında olan babam bu hıza ayak uydurmaya direniyor kendi düşüncelerine dalmak için yalnız kalmayı tercih ediyordu. Düşünüyorum da babam başkasının ne yaptığıyla çok ilgilenmez kendi yaptıklarına odaklanırdı. Yemeği büyük bir hazla tıpkı hedonistler gibi tek çeşit yer ve başka çeşnileri tüketme peşinde koşmazdı. Bunun hayatın bütününü kapsayan bir eylemin parçası olduğunu düşünüyorum.

Tabii babam bunu bir entelektüel bilinçle değil kendiliğinden böyle yapıyordu. Biz ise bu entellektüel sorgulamaları ve soyutlamaları yapıyor olabilmemize rağmen kendimizi , dışarıya maruz kalmaktan, onunla gereğinden fazla ilgilenmekten alıkoyamıyoruz. Uzaya gittik, Mars’ta yaşam var mı yok mu araştırıyoruz. Dünya gezegenini tüketip başka gezegenlerde yaşam hayalleri kuruyoruz ama kendimizle bu kadar ilgilenmiyoruz. Antropoloji, etnoloji geçmiş tarihsel bağlamlarıyla yer ediyor sadece hayatımızda, şimdinin bir sorgulama aracı olamıyor. Doğanın bir parçası olarak kendi yerimizi ve sorumluğumuzu anlamaya çalışmaktansa onu da izleyerek haz alacağımız bir pastoral olarak görüyoruz. Hızla görüntüyü tüketip yeni pastoraller peşinde koşturuyoruz. Görüntü, dokunacağımız hayatları, inceleyeceğimiz hayatlara dönüştürüyor. Görmediğimiz egzotik yer ve yaşam kalmasın istiyoruz. Tıpkı yaşamak yerine elinde gezdirdiği cihazla her gördüğünü kaydeden Japon turistler gibi.

Doğal tarımı keşfeden ve ölene kadar dededen kalma kendi toprağını “benim için dünyanın her yeri aynıdır” düsturuyla hiç terketmeyen Masanobu Fukuoka’nın ise Hayao Miyazaki ve Akira Kurosawa ile birlikte hayatımda iz bırakan müthiş Japonlar olduğunu da anmadan geçmek istemem.

Okumak ütopyadır ve yaşamaktır

Kitapçılara soruyorlar pandemi döneminde kitap satışlarınız arttı mı diye? Ben emin olamıyorum. Netflix izleme oranı mı arttı okuma oranı mı? Herkesin eline aldığında hapsolarak takip ettiği birkaç dizisi birkaç da sosyal medya hesabı var. Kolay olan, zor olanın meşakkatli olanın her zaman yerine daha da hızla geçiyor. Sürekli duygu atmosferini yüksek tutan dizi ve filmleri izlemek, düşünüp kendini yavaşça müşahede ederek okumanın yerini alıyor. Burada bir sınıflandırma yapmıyorum tabii. Düşünmeye sevk eden filmlerin hakkını yemek istemem, ayrıca insana eğlence de lazım.

Bahsettiğim şey izlemenin hayatımızda ciddi bir ağırlık kazanması durumudur. Derinliğin ve düşlere dalmanın  yerini zaman geçirme dürtüsünün almasıdır. Nietzsche, “Ecce Homo/İnsan Nasıl Kendisi Olur” kitabında bir insanın filozof olabilmesi için günde sekiz saat düşünmesi gerekir diyordu. Tabii  burada okumanın ve yazmanın da bir düşünme biçimi olduğunun altını çizmeliyiz. Herkesten filozof olmasını bekleyemeyiz ama aynı zamanda her insan kendi hayatının filozofudur. Bu nedenle insanın kendiyle ve yaşamla uğraşısına ciddi bir zaman ayırması gerekir. 

1850’lerin İspanyol işgali altındaki Küba’sında işçiler, kurduğu sendika ve kimi küçük puro üreticilerinin de katılımıyla uzun çalışma sürelerinde kitap dinleyerek zihinlerini ve düşlerini canlı tutuyordu. “ İşçilerden biri resmi lector ( okuyucu ) oluyor ve işçiler onun emeğini cebinden ödüyorlardı…14 Mayıs 1866’da Küba valisi bir bildiri yayınlayarak fabrikalarda kitap okunmasını yasakladı. Yasaklara rağmen gizli okumalar değişik biçimlerde sürdü ve bazı lectorlar kitapları noktasına virgülüne kadar ezberledi. ABD, İspanyollar ile anlaşmazlığa düşüp puro işçilerini kabul etmeye başladığında ise işçiler lectorlarını yanlarında götürdüler.” 2

Küba’daki puro işçilerinin hikayesi ve daha birçok hikayede olduğu gibi gerçek hayat bize ne kadar kaba görünürse görünsün aynı zamanda içinde ütopyalar barındırır. Bu kaba ve çekilmez gerçekliğin gerçeküstüne, ütopyaya evrilmesinde kitaplar muhteşem bir yer tutar. Örneğin Huxley’in Ada’sını, Ursula’nın Mülksüzler’ini ya da Callenbach’ın Ekotopya’sını okuduğunuzda ütopyanın cini kaçar içinize. Bir daha çıkmamacasına…

*

  1. Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, Yapı Kredi Yayınları 2001 syf.56
  2. a.g.e syf.137-138

                                           

Tea Mäkipää’nın ekolojik sanatı: Yüzleşme ve umut- Ahunur Özkarahan

Son on yıllardır dünya çapında kaygı verici düzeyde artış gösteren ekolojik sorunlar, sanat üretiminin de gündemine girmekte gecikmedi. “Ekolojik sanat”, çevre sorunlarını eserlerinde işleyen sanatçıların diğer uzmanlık alanlarıyla işbirliği yaparak yarattığı, çağdaş bir sanat ekolü.

Farklı fikirlerin üretildiği ve çözüm önerilerinin de yer aldığı sanat eserleri arasında kimileri sürdürülebilirlik için yeni yaklaşım önerilerini ön plana alırken, bazıları da  hasarlı ortamların geri kazandırılması, onarılması veya iyileştirilmesine hizmet etmeyi amaçlıyor. Alanda üretim yapan sanatçılar, sanat ve ekolojinin politik, ekonomik, kültürel ve sosyal unsurlarla da yakından bağlantılı olduğuna inanıyor. 

‘Ekolojik sanat’ denildiğinde akla gelen önemli isimlerden olan, tanınmış sanatçı Tea Mäkipää, lisans eğitimini  1988’de Helsinki‘de Finlandiya Güzel Sanatlar Akademisi’nde tamamladı; ardından 1998-1999 yıllarında Konst & Arkitektur, Kungl. Konsthögskolan, Stockholm, İsveç’te de bulundu. Yüksek lisans eğitimini 2003’te Londra’da bulunan Royal College of Art’ta alan sanatçı, birçok kişisel ve karma sergiye katıldı. Önemli bazı koleksiyonlarda çalışmaları yer alan Mäkipää’nın kamusal alanda enstalasyon çalışmaları da bulunuyor. 

Film, performans, fotoğraf, enstalasyon, video ve heykellerden oluşan ve çoğunlukla ekolojik felaketler ve doğa ile teknoloji arasındaki ilişkiye değinen eserlerinde Mäkipää’nın ana konularını bireylerin, diğer canlı türleri ile birlikte yaşayan bir bütün olarak insan türünün hayatta kalma yöntemleri ve sosyal davranışları oluşturuyor. Çevre sorunları ve Batılı yaşam tarzını eleştirel bir şekilde ele alan Tea Mäkipää , aynı zamanda izleyicisine çare için büyük umutlar da veriyor. 

Aşağıda sanatçının önemli çalışmalarından bazıları olan Atlantis, Eden (Cennet) II, Bir Dev’in İtirafları ve Evcilleştirilmiş Düşler hakkında notlar yer alıyor: 

Atlantis

Bu enstalasyon serisinde, suyun yüzeyinde evin bir köşesi görülüyor ve hayat hiçbir sorun yokmuş gibi normal bir şekilde devam ediyor izlenimi verilmiş. . Atlantis’in bazı sakinleri, çevredeki suyu görmezden gelerek günlük yaşamlarına devam ediyor. Eserde, tehlike altındaki duruma rağmen evin içinden müzik sesi geliyor, bu bakış açısı tam da küresel ısınmaya genel bakışı mükemmel bir şekilde yansıtıyor: Herkes böyle bir gerçek yokmuş gibi davranıyor ve hayat her zamanki gibi devam ediyor.  Tea Mäkipää’nın çalışmaları dünyaya, çevreye ve tüm canlılara karşı sorumluluklarımızın da bir hatırlatıcısı. 

Tea Mäkipää, Atlantis Wanas 1, 2007 (Görseller sanatçının izni ile kullanılmıştır).

EDEN (Cennet) II

Eden (Cennet) II, kamusal bir sanat eseri ve ABD‘deki Indianapolis Sanat Müzesi‘nin arazisinde bulunuyor. Bu enstalasyonda, farklı tekniklerle yapılmış bir gemi ve bir de bekçi evi yer alıyor. Eser, gerçek ve kurgusal bir şekilde inşa edilmiş. Bekçi kulübesi terk edilmiş durumda ve gemi de hareketsiz. Yine de yaşam belirtileri izleyiciye ses ve görüntüler aracılığıyla veriliyor ve bekçi evinde bekçinin koltuğuna sarılmış bir ceket, sahibinin geri dönmesini bekliyor. Mäkipää, Eden (Cennet) II’nin yolcularını, ekolojik hasar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan mülteciler olarak hayal ediyor. 

Tea Mäkipää, EDEN II, Water Half Profile (Su – Yarım Profil), 2010.

Bir Dev’in İtirafları

Tea Mäkipää, “Bir Devin Ayak İzleri” adlı çalışması için bir parkta insan ayak izlerini anımsatan izler bırakmış.  Kendi ayaklarının daha büyük ölçekte ahşaptan yapılmış modellerini üreten sanatçı, bunun için de bir web sitesi yardımıyla boyut oranlarını hesap hesaplamış. Ekolojik ayak izi sadece bireylerin bıraktığı iz olarak değil, aynı zamanda topluluklar veya ülkeler için de oluşturulabiliyor. Tüm insanlık dünyanın kaynaklarını fazlasıyla tüketiyor, bu nedenle dünyanın insanlığın ihtiyaçlarını bir yıl boyunca karşılaması için 1.6 yıl gerekiyor.  

Tea Mäkipää, Footprints of a Giant (Bir Devin Ayak İzleri), 2014.

Evcilleştirilmiş Düşler

“Evcileştirilmiş Düşler” adlı çalışmada, canlı salyangozlar tarafından tüketilmek üzere sebze, mantar ve meyvelerden oluşan bir sofra düzeni oluşturulmuş. Bir video ekranı, kaygılı seyircilerini ağır çekimde gösteriyor: Kesilmeyi bekleyen tavuklar. Çalışma, insanların istekleri uğruna hayvanların evcilleştirmesiyle ilgili bir sorgulama niteliğini taşıyor. Sanatçı,  Giuseppe Arcimboldo’nun natürmort resim geleneğinden de ilham alarak yemek masasını, mum ışığı, meyve, sebze ve diğer unsurlar ile düzenlemiş. 

Tea Mäkipää, Domesticated Dreams (Evcileştirilmiş Düşler), 2000 (Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır)

Yaşadığımız ekolojik sorunlarla ilgili farkındalık yaratmada sanatın oldukça büyük bir rolü bulunuyor. Bu sanat eserleri bize, küresel ve yerel sorunlara karşı kayıtsız kalışımızı ve bilgisizliğimizi hatırlatıyor. Sanat, ekoloji ve çevre kavramları bugün iç içe geçmiş durumda ve ayrıca politik, ekonomik, kültürel ve sosyal unsurlarla da çok yakından bağlantılı.

Tea Mäkipää, doğanın yok edilmesinde bireysel veya sosyal rollerimizle direkt veya dolaylı yoldan yüzleşmemize izin veren, aynı zamanda bize daha iyi yaşamlar için büyük umutlar sunan, günümüzün en önemli çağdaş sanatçılarından biri olarak  bunu büyük bir ustalıkla yapıyor, böylece izleyici de tüm mesajlarını incelikle kabul edebiliyor. 

*

Kaynaklar

Tea Mäkipää resmi web sitesi: https://tea-makipaa.eu/
Tea Mäkipää, IMMA sayfası: https://imma.ie/artists/tea-makipaa/#the_content
Tea Mäkipää, Künstlerhaus Bethanien sayfası: https://www.bethanien.de/en/artists/tea-makipaa/

Prof. Dr. Murat Türkeş: Hortumlar hem iklim değişikliğinin hem insan etkisinin sonucu 

İzmir‘in Çeşme ilçesinde, dün denizde meydana gelip karaya çıkan hortum, kenti kırdı geçti. Yetkililerin açıklamalarına göre, 16 kişi ve pekçok hayvan yaralandı, onlarca araç, ev hasar gördü, ağaçlar köklerinden söküldü, kiremitler yerlerinden fırladı. 

Balıkesir‘in Ayvalık ilçesinde de kısa süreli bir hortum etkili oldu. Hortum nedeniyle mahalledeki bazı binaların çatıları ve araçlar zarar gördü. 

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu ve TEMA Vakfı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, hortumların neden çıktığını, hangi mekanizmaların işlediği, hortum esnasında neler yapılması gerektiğini Yeşil Gazete’ye anlattı.

Yerkürenin ısınması bir etken

Hortumu “İyi gelişmiş derin bir konvektif fırtına bulutunun tabanından siklonik bir sirkülasyonla birlikte yeryüzüne ulaşan küçük ama şiddetli-derin bir alçak basınç alanının çevresinde hızla dönen bir hava sütunu” olarak tanımlayan Prof. Türkeş, daha önceleri sık görmediğimiz hortumun Türkiye’de neden görülmeye başlandığını şöyle açıkladı:

Doğal iklimsel değişmelere ek insan kaynaklı iklim değişikliğinin beklenen bir sonucu olarak Yerküre iklimi giderek daha sıcak olmaktadır . Yeryüzünün ve alt atmosferin ısınmasının önemli sonuçlarından biri, buharlaşma ve terlemenin (evapotranspirasyon) artmasıdır. Hava sıcaklığı arttıkça o hava kütlesinin nem kapasitesi, nem içeriği artar. Bu ise hidrolojik döngünün kuvvetlenmesine ve/ya da hızlanmasına, bu da gök gürültülü fırtınaların, süper hücre sistemlerinin, süper hücreler ise son 10 yıllık dönemde Türkiye’de de çok açıkça görüldüğü gibi kara ve deniz üzerinde daha fazla hortum olaylarının, gök gürültülü sağanak ve dolu fırtınalarının oluşmasına neden olmaktadır.”

İnsan etkileri de önemli bir faktör

Yaşanan hortum olaylarını insan etkilerinin de şiddetlendirdiğini hatırlatan Türkeş şunları söyledi:  

Son 30 yıllık dönemde, özellikle son 10 yılda, Türkiye’de gözlenen şiddetli hava
olayları, taşkın ve seller ile kuraklıkları -yanlış arazi kullanımı, yanlış yerleşme yer seçimleri, doğanın bozulması, özellikle ormanların ve çalılıkların yok edilmesi, fiziki coğrafyasının (ör. yüzey özelliklerinin, bitki örtüsünün, havza jeomorfolojisinin ve üst toprağın, vb.) bozulması, dere, çay vb. akarsuların, sel ve selcik yarıntılarının azalması, zayıflaması ya da ortadan kaldırılması, kentsel alanların, asfalt ve beton gibi geçirimsiz yüzeylerin su havzalarında geniş yer tutması, vb. gibi- çeşitli doğrudan ve dolaylı insan etkilerinin de şiddetlendirdiğini unutmamak gerekir.

Uygun yüzey ve yüksek atmosfer koşullarında tam gelişme olanağı bulan şiddetli bir gök gürültülü fırtına, özellikle bir ya da birden fazla hortumla birlikte geliştiğinde,
kara üzerinde çok yıkıcı ve afet boyutunda hava koşulları oluşturabilir.”

Prof. Türkeş gelecekte en fazla hortum olayının görülebileceği yerlerin Güneybatı Anadolu, Batı Akdeniz ile özellikle de Antalya Körfezi olacağını söyledi. 

Son 10 yıllık dönemde hortum olaylarının sıklığı arttı

Özellikle son on yıllık dönemde hemen her etkili hortum olayından sonra, ‘Türkiye’de giderek daha fazla hortum olayı oluşmakta’ olduğuna ilişkin çeşitli görüşler ve açıklamalar yapıldığını belirten Prof. Dr. Murat Türkeş, böyle bir yorumun yapılabilmesi için Türkiye’de gerçekleşen hortum olaylarının alansal ve zamansal değişimlerini incelemek gerektiğini söyledi ve şu noktalara değindi:

En doğru yaklaşım ise, hortum olayı sıklıklarına ilişkin zaman dizisi verilerinin alansal ve zamansal değişmelerinin istatistiksel çözümlemeleridir.

Henüz Türkiye’de bu tür ayrıntılı klimatolojik ve istatistiksel çözümlemeleri yapabilecek bir hortum veri tabanı ne yazık ki henüz yoktur. Bugünkü koşullarda, bu tür bir temel analiz ancak Şiddetli Hava Avrupa merkezinin tüm Akdeniz ve Avrupa ülkeleri için topladığı ve doğrulamasını yaptığı hortum olayları veri tabanından yararlanılarak yapılabilir.

Türkiye’de oluşan hortum olaylarının alansal dağılışı
(Türkeş, 2019 ve 2020)

Bu veri tabanına dayanarak gerçekleştirdiğimiz bir ilk çalışmada, geçen yaklaşık son 10 yıllık dönemde (Ocak 2010-Şubat 2019) gözlenen hortum sayısının, ondan önceki 10 yıllık dönemde (Ocak 2000-Aralık 2009) gerçekleşen hortum olayı sayılarından belirgin olarak daha fazla olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, son 10 yıllık dönemde hortum olaylarının sıklığında önceki yıllara göre belirgin bir artış söz konusudur.

Çözümleme sonuçları incelendiğinde, başka bir dikkat çekici durumun varlığı da göze çarpmaktadır. Bu ise asıl olarak son 10 yıllık dönemde daha önce hiç hortum olayı kaydı olmayan Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu bölümlerinde artık hortum olaylarının oluşmakta oluşudur.”

‘Hem iklim krizinin hem insanın etkisi’

Murat Türkeş, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin büyük bölümünde, daha fazla ve şiddetli yağış, gök gürültülü fırtına ve hortum olayının görüleceğini söyledi:

Tüm bu olanlar hem iklimin tüm alan ve zaman ölçeklerindeki kendi değişkenliğinin ve insanın küresel iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkilerinin, hem de insanın yerel ve bölgesel iklimler, jeomorfoloji (eğim, eğimin şekli, yamaç ve toprak kararlılığı, vb.), bitki örtüsü, etkili yağış (buharlaşma-terleme, toprağa sızma ve yüzey akışı arasındaki denge), hidroloji ve hidrolojik ağ deseni (sıklığı, biçimi, rölyef enerjisi, vb.) üzerindeki olumsuz etkilerinin sonuçlarıdır.

Model çalışmaları da gelecekte iklimimizin dünyanın birçok bölgesinde yüksek olasılıkla daha fazla değişken (oynak) olacağını gösteriyor. Değişkenliğin artması ise, özellikle Akdeniz Havzası ve Türkiye’nin büyük bölümünde, daha fazla ve şiddetli yağış, gök gürültülü fırtına ve hortum olayı, daha fazla ve şiddetli sel, taşkın ve kütle hareketi, daha fazla ve şiddetli sıcak hava dalgası, kuraklık ve orman yangını ile karşı karşıya kalacağımız anlamına geliyor.”

Hortum esnasında ne yapılmalı?

Hortum sırasında neler yapmak gerektiğine de değinen Prof. Dr. Türkeş, hortumun ilerleme ve sapma yönünün tersine doğru uzaklaşmak gerektiğini kaydetti:

Tüm fırtına ve gök gürültülü fırtına olaylarında yapılması gerektiği gibi, bir hortum
olayı oluştuğunda, olabildiğince hortumun ilerleme ve sapma yönünün tersine doğru olay yerinden uzaklaşmak, eğer bu yapılamıyorsa, hortumun zarar veremeyeceği sağlam yapıların camlardan uzak iç bölümlerinde saklanmak gerekir.

Eğer hortum olayı anında hortuma yakında ve açıktaysak, bir yandan hortumdan kaçmaya çalışmak bir yandan da ağaçlardan ve ahşap ya da eski çatılı ve balkonlu ev vb. yapılardan uzak durmak gerekir. Hortum ile birlikte gelişen alçak basınç ve yerel fırtına koşulları, basit çardak, ev, barınak, köy evi vb. yapıların parçalanmasına, havalanmasına, insanların havaya kaldırılmasına ya da savrulmasına da yol açabilir.

DİSK-AR: Ümidini kaybeden işsiz sayısı 1,7 milyona yaklaştı

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) araştırma birimi DİSK-AR tarafından hazırlanan “İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu” yayınlandı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kasım ayında işsizlik oranının 0,4 puanlık azalış ile yüzde 12,9 seviyesinde gerçekleştiğini açıklamıştı. DİSK-AR raporuna göre ise geniş tanımlı işsizlik oranı bir yılda yüzde 20,1’den yüzde 28,8’e yükseldi.

TÜİK’e göre Türkiye genelinde işsiz sayısı da 2020 Kasım döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 303 bin kişi azalarak 4 milyon 5 bin kişiye inmişti. Yeni raporda geniş tanımlı işsiz sayısı 10 milyon 382 bin olduğu açıklandı.

‘Çalışmaya hazır 3 milyon 153 bin kişi’

İşgücüne dahil olmama nedenleri kategorisinde yer alan ve son dönemlerde artış eğiliminde olan ümitsiz işsizler ve iş aramayıp çalışmaya hazır olanların  sayısı Covid-19 nedeniyle artmaya devam ediyor.

Son bir yılda ümitsiz işsizlerin sayısı 959 bin kişi artarak 1 milyon 674 bine ulaştı. İş aramayıp çalışmaya hazır olanların toplamı ise 3 milyon 158 bine yükseldi.

Bu durum iş arama eğiliminin azalmasına işaret ediyor. Raporda ‘Dar tanımlı işsizliğin düşük görünmesinin önemli nedenlerinden biri işsizlerin iş bulamayacaklarını veya iş olmadığını düşünerek iş arama eğiliminde olmamalarıdır’ ifadeleri yer alıyor.

‘TUİK raporları gerçeği yansıtmıyor’

DİSK-AR’ın raporunda, TÜİK’in açıkladığı dar tanımlı işsizlik oranı ve işsiz sayısının Covid-19’un istihdam üzerinde yarattığı tahribatı yansıtmadığı, tersine sakladığı belirtildi.

Raporda, “Nisan 2020’den bu yana uygulanan işten çıkarma yasağı nedeniyle TÜİK’in dar tanımlı/standart işsizlik verileri işgücü piyasalarındaki gerçek tabloyu yansıtmıyor. TÜİK’in verileri perdelenmiş verilerdir” ifadesine yer verildi.

‘Genç işsizliği yüzde 43,5’

DİSK-AR’ın raporundan özet bulgular şu şekilde:

  • Geniş tanımlı işsizlik yüzde 28,8, geniş tanımlı işsiz sayısı 10 milyon 382 bine yükseldi.
  • İstihdam bir yılda 1 milyon 103 bin kişi azaldı.
  • İşbaşında olanların sayısı 2 milyon 217 bin geriledi.
  • Covid-19 etkisiyle revize geniş tanımlı işsizlik 11 milyon 768 bin olarak gerçekleşti.
  • Ümidini kaybeden işsiz sayısı 1,7 milyona yaklaştı.
  • Genç işsizliği geniş anlamda yüzde 43,5’e çıktı.
  • Geniş anlamda kadın işsizliği yüzde 37,7’ye yükseldi.

AB Konseyi 672,5 milyar euroluk Kurtarma ve Dayanıklılık Paketi’ni onayladı

Portekiz Başbakanı António Costa, Avrupa Birliği Konseyi adına, üye devletlerin ulusal kurtarma planlarını finanse etmek için kullanılacak 672,5 milyar Euro değerindeki Kurtarma ve Dayanıklılık Paketi’ni (RRF) onayladı.

Bu onay sayesinde üzerinde aylar süren tartışmaların yaşandığı RRF resmi olarak yürürlüğe girmiş oldu. AB üyeleri Avrupa Komisyonu’na kurtarma planlarını sunabilecek.

Avrupa ekonomisini dirençli hale getirmek için

Söz konusu paket, ülkelerin Covid-19 pandemisinin ekonomik ve sosyal etkileriyle mücadele etmek ve Avrupa ekonomisini gelecekteki krizlere karşı daha dirençli hale getirmek amacını taşıyor.

Toplamda 672,5 milyar euroluk paketin 312,5 milyar eurosu hibe, geri kalan 260 milyar eurosu ise krediler için ayrıldı.  RRF fonları, ulusal planlarının Avrupa Komisyonu ve AB Konseyi tarafından onaylanmasının ardından Üye Devletlere verilecek. Fonlar, bu planlarda yer alan reformları ve yatırımları finanse etmek için kullanılacak.

Yüzde 37’sini yeşil dönüşüm için kullanma şartı

Sunulacak ulusal kurtarma planlarının ise belirli kurallara uyması bekleniyor. Planlarda sunulan bütçenin yüzde 37’sinin iklim ve doğa dostu yatırımlara, yüzde 20’sinin ise dijital yatırımlara ayrılma zorunluluğu bulunuyor.

Buna ek olarak üye devletlerin planlarında yer alan tüm tedbirlerin, AB’nin çevre hedeflerini korumak için “önemli bir zarar vermeme” ilkesine uyması gerekiyor.

Tüm bunların yanı sıra üye devletlerin yolsuzluğu, dolandırıcılığı ve çıkar çatışmalarını önlemek, tespit etmek ve düzeltmek için yeterli kontrol sistemlerinin kurulmasını sağlamaları gerekecek.

Başvuru için son tarih 30 Nisan

Avrupa Birliği Konseyi’nin aktardığına göre üye devletlere iyileşme ve dayanıklılık planlarını Komisyon’a sunmaları için 30 Nisan’a kadar süre verildi. Komisyon’un bu planları değerlendirmek için iki ay, planların onayına ilişkin kararı kabul etmesi için de dört hafta süresi olacak.

2021’de onaylanan planlar için üye devletler, planlarında sağlanan hibe ve kredilerin yüzde 13’üne kadar ön finansman alabilecekler. Fonların geri kalanı, üzerinde anlaşmaya varılan kilometre taşlarına ve hedeflere ulaşılmasına göre ödenecek.

Hopa halkı İlave ve Revizyon İmar Planı’nı istemiyor: Bu bir rant planıdır

Haber: Gençağa KARAFAZLI

Artvin Hopa’da geçen ay Hopa Belediye Meclisi‘nde onaylanan ancak 700 yurttaşın karşı çıktığı İlave ve Revizyon İmar Planı tartışması sürmeye devam ediyor.

Hopa Belediyesi tarafından hazırlanan İlave ve Revizyon İmar Planı 06.12.2019 tarihinde toplanan belediye meclisinde, halktan gelen tepki üzerine oy çokluğuyla reddedilmişti.

İmar planının kabul edilmesine tepki

2019 yılında reddedilen imar planının, bazı kısımları değiştirilerek, 2020 yılının kasım ayında yapılan meclis toplantısında oy çokluğuyla kabul edildi. 12 Kasım 2020 tarihinde de askıya çıkarıldı.

Askıya çıkarılan bu plana Hopalı vatandaşlar tepki gösterdi ve yaklaşık 700’e yakın kişi konuyla ilgili itiraz dilekçesi verdi.

Vatandaşların dilekçelerinin on beş gün içinde incelenerek belediye meclisinde karara bağlanması gerekirken, bu hükme uyulmadı ve Ocak 2021’de yapılan meclis toplantısında dilekçeler, İmar Komisyonu’na havale edildi. Komisyon, itiraz dilekçelerinden sadece 200’ü aşkın dilekçeyi uygun buldu. Geriye kalan 400’ü aşkın dilekçeyi de uygun bulmayan komisyon, “İmar komisyon raporunun mecliste oylanması arz olunur” diyerek, raporu 4 Şubat 2021 tarihinde yapılan Hopa Belediye Meclis toplantısına getirdi.

Toplantıda yaşananlar

Geçen hafta, Hopa Ticaret ve Sanayi Odası toplantı salonunda yapılan Hopa Belediye Meclisi toplantısına vatandaşların yoğun ilgisi vardı.

Yapılan imar planın rant planı olduğu, halkın yararına bir plan yapılmadığı ve buna karşı olduklarını belirten bölge halkından Şükrü Mısırlı, Hazan Azaklı ,Kamil Ustabaş Meclis toplantısında yaşananları şöyle anlattı:

İmar planına itirazlar hususundaki gündeme sıra geldiğinde ilk sözü İmar Komisyonu Başkanı ve Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akkaya aldı. Akkaya, imar planına ilişkin yapılan itirazlarla ilgili komisyon raporunu genel cümlelerle ve teknik terimlerle üstü kapalı şekilde okudu.

Belediye Başkanı Taner Ekmekçi de bunun komisyon başkanının hazırladığı ve detaylı açıklanmayan raporunu toplu olarak mecliste onaylatmaya çalıştı.

Bu hareketin üzerine söz alan meclis üyelerinden Taylan Kaya, imar komisyonunun meclise emir verme yetkisinin olmadığını, komisyon raporunda okunan ve oylamada dayatılan ‘İmar komisyon raporunun mecliste oylanması arz olunur’ ibaresinin yanlış olduğunu ifade etti.

Meclisteki hararetli tartışmaların ardından ‘İmar komisyon raporunun mecliste oylanması arz olunur’ ifadesi metinden çıkarıldı.”

İmar planında Belediye Başkanının da hissesi var

Bölge sakinlerinden Kamil Ustabaş, Başkan ve Başkan yardımcısına hitaben, Hopa Belediyesi tarafından yaptırılan bu imar planında vatandaşların yoğun olarak mağdur edildiğini, bu planda Belediye Başkanının kendisinin de hissesi bulunduğunu hatırlatarak şu soruları sordu:

Sundura Mahallesi Naşeni bölgesine nasıl özel bir planın uygulandı? Hiç kimseye uygulanmayan bir durum Başkanın arsasına nasıl uygulandı? Başkan Yardımcısı Osman Akkaya, Sundura Mahallesi, Hopa Şehir Stadı çevresindeki arsalara nasıl emsal işlenmeyerek ayrıcalıklı birer plan yaptı?

Bu hususlarla ilgili olarak da Belediye Başkanı Taner Ekmekçi kendi arsasına konulan “günübirlik tesis alanı”nın tamamen tesadüf olduğunu ifade etti.

Başkan: ‘Toplantıda halkın söz hakkı yok’

Toplantıda yurttaşların tepkileri artınca Hopa Belediye Başkanı Taner Ekmekçi, meclis toplantısında halka söz hakkı vermeyeceğini söyleyerek toplantıya katılan halkın belediye kanununa göre söz hakkının olmadığını belirtti.

Vatandaşlar Hopa Belediye Başkanı ve yardımcısının burada bir tiyatro oynadığını belirterek, salonu terk etti.

İmar itirazları bir sonraki toplantıda görüşülecek

Salonda ortamın gerilmesi üzerine Komisyonca olumsuz görüş bildirilen 400’ü aşkın dilekçenin tekrar imar komisyonuna havale edilmesine ve imar itirazlarının bir sonraki toplantıda görüşülmesine karar verilerek toplantı gergin bir ortamda sonlandırıldı.

Başkandan açıklama

5393 sayılı belediye kanunun 27.maddesi “belediye başkanı ve meclis üyeleri münhasıran kendileri, ikinci derece dahil kan ve kayın hısımları ve evlatlıkları ile ilgili işlerin görüşüldüğü meclis toplantısına katılamazlar, şeklindeki yasanın başkan Taner Ekmekçi’ye hatırlatılması üzerine başkan Ekmekçi, ilgili yasa maddesinin yer aldığı metni de paylaşarak şu açıklamalarda bulundu:

Değerli Meclis üyelerimiz,

Son yapılan şubat ayı meclis toplantımızda toplu oylama nedeniyle şehven hata yaptık. Toplu oylanan itiraz dilekçeleri arasında yukarıda belirtilen niteliği sahip olan ben dahil meclis üyelerimiz de var sanırım. Bu niteliğin toplu oylamayı kapsayıp kapsamadığı konusunu hukukçulara danışıyorum. Net bilgi edindiğimde sizlerle paylaşacağım. Sizlerden ricam bu niteliği taşıyan dilekçeleriniz varsa en geç pazartesi gününe kadar bilgi vermenizi rica ediyorum.”

Öte yandan, Hopa’nın girişinden sahil boyu çıkışına dek kıyı şeridinde tek bir yer depo alanı olarak belirlenmiş ve bu alan Cengiz Holding tarafından özelleştirme sonucu devletten alınmıştı. Bu alan, Hopa Belediyesi tarafından hazırlanan imar planında Cengiz Holding için  “depolama alanı” olarak plana işlendi.

Ancak, hemen yanı başındaki vatandaşın arazileri komple mesire alanı olarak gasp edilirken, Cengiz Holding’in yerinden bir metre bile yeşil alan veya sosyal donatı kesintisi yapılmadı.

Ege İhracatçı Birlikleri: Bisiklet, yeni dünyada makam aracı olacak

Yeşil üretimle bu yıl 15 milyar dolar ihracat hedefleyen Ege İhracatçı Birlikleri (EİB), ocak ayındaki ‘EİB Sürdürülebilirlik Günleri’nin ardından 12 Şubat tarihinde düzenlenen Kışın İşe Bisikletle Gitme Günü’ne de katılım sağladı.

EİB Genel Sekreteri Cumhur İşbırakmaz ve çalışanların bir bölümü 12 Şubat’ta evlerinden Ege İhracatçı Birlikleri’ndeki mesailerine bisikletleriyle geldi.

Koordinatör Başkanı Jak Eskinazi ise çalışanlarının diğer günlerde de büyük oranda bisiklet kullandığını söyledi. Eskinazi açıklamasında İzmir’in coğrafi yapısı ve iklim yapısının bisikletin yaygın kullanımına izin verdiğini belirtti.

‘Bisiklet ihracatının artmasını bekliyoruz’

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kentte bisiklet kullanımını geliştirmek için hayata geçirdiği bisiklet yolları ve BİSİM Projesi’nin ve yeni yapılan bisiklet yolu güzergahlarının meyvelerinin toplanmaya başladığına değinen Eskinazi şu ifadeleri kullandı:

Dünya’da da bisiklete bir talep artışı var. 2020 yılında bisiklet ihracatımız 92 milyon dolara ulaştı. Dünya genelinde iklim değişikliği ile ilgili bilinç arttıkça bisiklet kullanımının ve ihracatının artmasını bekliyoruz.”

Organizasyonda ön sırada yer alıyor

İzmir, Kışın İşe Bisikletle Gitme Günü organizasyonunda ön sıralarda yarışıyor ve şu anda üçüncü sırada yer alıyor.

2017 yılında Avrupa’da 52 kentin bisiklet kullanımında birbirine meydan okuduğu Avrupa Bisiklet Yarışması’nda (ECC) İzmir’in birincilik elde ettiğini hatırlatan Eskinazi, buradaki başarının bir benzerinin Kışın İşe Bisikletle Gitme Günü’nde de elde edileceğini beklediklerini söyledi.

Belarus’taki nükleer santral arızaları AB’yi tedirgin etti: Enerji ithalatı kısıtlanabilir

Belarus’ta yer alan nükleer santralde meydana gelen ve komşu ülkeleri tedirgin eden arızaların ardından Avrupa Komisyonu, bloğun güvenlik standartlarını ihlal eden Avrupa Birliği dışındaki nükleer santrallerden gelen enerji ithalatını kısıtlamayı gündemine aldı.

Belarus’ta 4 Kasım 2020 tarihinde operasyona başlatılmış olan Ostravets Nükleer Santrali’nin birinci reaktörü elektrik iletim hatlarında oluşan bir problem nedeniyle devreden çıkarılmış tekrar devreye alındıktan bir ay sonra ise bu kez soğutma suyu sistemde bir arıza meydana gelmişti.

Litvanya başkentine 50 km uzaklıkta

Avrupa ülkelerini tedirgin eden durum ise santralin Litvanya’nın başkenti Vilnius’a yalnızca 50 kilometre uzaklıkta bulunması. Yaşanan arızalar Litvanya hükümetinin acil gıda, su ve şeker stoku yapmasına neden olmuştu. 

Litvanya, buradaki nükleer santralde yaşanan çok sayıda kazaya atıfta bulunarak komşu ülkenin AB tarafından belirlenen güvenlik standartlarına uygun olmadığını söylüyor.

İnşaatı Rosatom üstlendi

2.4 GW kapasitesindeki nükleer santral, Türkiye’de de Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin yapımını üstlenen Rusya devletine ait Rosatom tarafından inşa edildi. Finansmanı ise çoğunlukla Moskova tarafından sağlandı.

Nükleer santralin önümüzdeki ay ticari faaliyete başlaması bekleniyor. Ancak Sovyet döneminden bu yana Belarus ve Rusya’ya hizmet veren bir ağa bağlı olan Litvanya, Letonya ve Estonya Minsk ile enerji ticaretini durdurdu.

Üç ülke 2025 yılında enerjisini Avrupa Birliği’nden almayı planlıyor. Böylece ülkeler kendi enerji güvenliklerini ve Rusya’ya bağlılıklarını azaltmayı amaçlıyor.

Komisyon talebi incelemeye aldı

Ostravets’e ilişkin endişeler yüzünden AB ülkeleri Komisyon’a aralık ayında bir başvuru yaparak bloğun güvenlik standartlarına uymayan nükleer santrallerden enerji alımının yasaklanmasını istedi.

Avrupa Enerji Komiseri Kadri Simson perşembe günü yaptığı açıklamada, Komisyon’un bu tür tedbirlerin kapsamını uluslararası hukuk kapsamında analiz ettiğini söyledi. Simson, Belarus yetkililerinin gerekli düzenlemeleri yapmadığı taktirde Komisyon’un ‘artan baskı uygulamaya hazır olduğunu’ belirtti.

AB nükleer güvenlik düzenleyicileri ikinci bir inceleme için bu hafta Ostravets’i ziyaret etti. Sonuçların tesis enerji ticaretine başlamadan önce açıklanması bekleniyor.

Perşembe günü oylama yapılacak

Avrupa Parlamentosu ise santraldeki operasyonların mevcut arızalar giderilene ve santralin AB yönetmeliğine uygunluğuna dair bolca kanıt bulunana kadar durdurulmasını isteyen bağlayıcı olmayan bir kararı önümüzdeki perşembe günü oylayacak.

Şu anda Avrupa Parlamentosu’nda yer alan eski Litvanya Başbakanı Andrius Kubilius yaptığı açıklamada “Nükleer santral ulusal güvenliğimiz için açık ve mevcut bir tehdit” ifadelerini kullandı.

Belarus Enerji Bakanlığı ise konuyla ilgili açıklama yapmayı reddetti. Bakanlık Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamanın ardından açıklama yapacaklarını söyledi.