Ana Sayfa Blog Sayfa 124

Koza Altın’ın Eskişehir’de açmak istediği atık barajı mahkemeden döndü: Çevre felaketine neden olabilir

Eskişehir‘in Sivrihisar ilçesine bağlı Kaymaz mahallesinde Koza Altın İşletmeleri A.Ş. tarafından yapılması planlanan üçüncü atık barajıyla ilgili açılan davada mahkeme yürütmenin durdurulmasına karar verdi.

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ve şirkete karşı açılan davaya Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği ve TEMA da müdahil olmuştu.

Koza Altın İşletmeleri A.Ş. tarafından yapılması planlanan Kaymaz Altın ve Gümüş Madeni Üçüncü Kapasite Artışı ile İlave Maden Atık Depolama Tesisi için Bakanlık tarafından 15 Temmuz 2023’te “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu” kararı verilmişti.

Dava da bu olumlu kararın Anayasaya, çevre hukukuna, usule, hukuka ve bilimsel gerçekler ile kamu düzeni ve kamu yararına aykırı olduğu gerekçesiyle açılmıştı.

Proje kapsamında 2 milyon 700 bin ton cevherin işlenmesi ve 5,6 ton altın ile 5,4 ton gümüş madeni üretilmesi planlanıyordu.

Cevherin Çanakkale, Karapınar köyünde yer alan Koza Altın İşletmelerine ait Altın ve Gümüş Madeni’nden taşınması düşünülüyordu. Ancak Çanakkale’deki madenin ÇED süreci henüz tamamlanmamış ve Çanakkale 1. İdare Mahkemesi’nde açılan davada önce yürütmeyi durdurma, akabinde de dava konusu işlemin iptaline karar verilmişti.

‘Koza’nın projesi Çevre felaketine neden olabilir’

Dava dosyasında da bu sürece işaret edilerek projenin, bahsi geçen hukuki süreçlere rağmen tekrardan hayata geçirilmesi planlanan bir maden projesi için hazırlanmış olmasının ise hiçbir şekilde teknik ve bilimsel bir yaklaşımla açıklanamayacağı vurgulandı.

Ayrıca maden şirketinin asıl amacının ÇED raporunda ifade edilmediği, KOZA Grubu tarafından yapılması planlanan maden projelerinin tamamında zenginleştirme işleminin Kaymaz Altın Madeninde gerçekleştirilmesinin planlanmasına rağmen bu konuya davaya esas ÇED raporunda hiçbir şekilde değinilmediği, nitekim maden ocaklarından getirilecek cevherin taşınması sırasında ortaya çıkacak toz ve gürültünün dahi hesaplanmadığı belirtildi.

ÇED raporunun teknik yönden kabul edilemeyeceği, proje kapsamında toplam 211 adet hareketli aracın trafiğe etkisinin olacağı, atık depolama tesisinde oluşacak sızıntı ve kaçakların Kaymaz mahallesine ait içme ve kullanma suyunu kirletebileceği ve çevre felaketine neden olacağı da ayrıca vurgulandı.

‘Çevre ve insan sağlığı için telafisi güç zararlar doğuracak’

Ek olarak bölgede deprem olması durumunda, yapılmış ve yapılacak olan atık havuzlarında oluşacak tahribat sonucu yeraltı suyu, bölgede bulunan içme ve kullanma suyunun yüksek risk altında kalacağı ve bu suretle çevre felaketine sebebiyet verilebileceği, davaya konu ÇED raporu incelendiğinde raporda depremsellik konusunda birbiri ile çelişen ifadelerin yer aldığı bildirildi.

Projenin insan ve çevre sağlığını tehdit edeceği üzerinde durulan davada mahkeme, Bakanlığın ÇED Olumlu kararında hukuka uygunluk bulunmadığına hükmetti. Bu hükmün verilmesinin gerekçesi ise maden tesisinin ‘entegre projeler şeklinde parçalara ayrılması’ydı.

Mahkeme projenin, hayata geçmesi durumunda çevre ve insan sağlığı açısından telafisi güç ve imkânsız zararlar doğuracağını bildirdi.

Öğrenciler, Eskişehir’e yapılacak ikinci siyanür havuzuna ‘hayır’ diyor

[İklim Masası] G7 öncesi 1,5°C hedefi için yeterli kararlılık sağlanamadı

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Doç. Dr. İzzet Arı’nın yazdığı ve g7 Bakanlar Deklarasyonu’nda ele alınan konuları ve iklim mücadelesi için yetersiz görülen noktaları tartıştığı yazısını yayımlıyoruz.

*

G7 Zirvesi öncesi İtalya ev sahipliğinde gerçekleşen G7 İklim, Enerji ve Çevre Bakanları toplantısında yayınlanan deklarasyonda, küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefi olumlu bir işaret olarak dikkat çekti. Ancak Deklarasyon’daki bazı eksiklikler, 1,5°C hedefi için hâlâ yeterli kararlılığın sağlanamadığını gösteriyor.

Öncelikle kömürden çıkış için mutabık kalınan 2035 yılı, Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) çalışmalarına göre, hedefe ulaşabilmek için geç bir tarih. Deklarasyon’da fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması karşısında yeterince kararlı bir tutum izlenmemesi ve özellikle imalat sanayi kaynaklı emisyonların azaltılmasında karbon yakalama teknolojilerine umut bağlanması da 1,5°C hedefinin ne ölçüde gerçekçi olduğuna dair soru işaretleri yaratıyor. Azaltım ve uyum politikaları için gereken iklim finansmanı hakkında şeffaflıktan uzak bir tutum izlenmesi ve adil geçiş için yeterli vurgu yapılmaması da dikkat çekiyor. G7 Bakanlar Deklarasyonu önemli bir ilerlemeye işaret etse de, somut adımların gecikmeden atılması, 1,5°C hedefi için acil görünüyor.

1,5°C hedefi vurgusu umut verici

29-30 Nisan tarihlerinde İtalya’da gerçekleştirilen G7 İklim, Enerji ve Çevre Bakanları toplantısında, sera gazı emisyonları, sürdürülebilir enerji, biyolojik çeşitlilik ve çevresel kirlilik gibi önemli gündemleri konu alan bir deklarasyon yayınlandı. Haziran ortasındaki G7 Zirvesi öncesi düzenlenen bakanlar toplantısının ve yayınlanan deklarasyonun odağında, küresel iklim değişikliği ile mücadele yer alıyordu. Deklarasyon, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ve Paris Anlaşması çerçevesinde atılması gereken adımları, G7 ülkelerinin taahhütleri perspektifinden sunuyor ve tüm tarafların küresel hedeflere ulaşmadaki ilerlemesini, atılması gereken adımları ve ihtiyaç duyulan uluslararası işbirliğini içeriyor.

Deklarasyonda, ana amaç olarak küresel sıcaklık artışını sınırlama hedefi 2°C yerine 1,5°C olarak belirleniyor ve bu çerçevede, 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşılması amaçlanıyor. Her iki adım da, iklim değişikliği ile mücadelede açısından umut verici gelişmeler. Metinde ayrıca 2023 yılı sonunda Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenlenen 28. Taraflar Konferansı’nda (COP28) kararlaştırılan hedefler yinelenerek bu kararların takipçisi olunduğu da vurgulanıyor.

G7’nin 1,5 °C hedefine ulaşmak için ekonomi genelinde mutlak emisyon azaltımının gerekli olduğunun altını çizmesi ve 2025 yılında gerçekleştirilecek COP 30’da ve ikinci Ulusal Katkı Beyanlarını (Nationally Determined Contributions, NDC) verme sürecinde de aktif rol oynayacağını gösteriyor.

g7

Küresel sera gazı emisyonlarının neredeyse beşte birinden sorumlu olan G7 ülkelerinin tamamının, mutlak azaltım taahhüdü bulunuyor. Ayrıca İtalya hariç tüm ülkeler (Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Japonya), 2050 yılına yönelik uzun dönemli azaltım stratejilerine sahip. Toplam emisyonlar açısından en fazla sorumluluğa sahip ülkenin açık ara ABD olduğu görülüyor; öte yandan kişi başı emisyonlarda ise Kanada’nın sorumluluğu daha fazla.

Kömürden çıkış tarihinin esnetilmesi, 1,5°C hedefini zora sokuyor

Deklarasyondaki maddeler, G7 ülkelerinin, hem Paris Anlaşması’nın hem de 5. Taraflar Konferansı’nın (CMA-5) kararlarını da etkin biçimde uygulayacağını gösteriyor. Özellikle  2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynakları kurulu gücünün üç katına çıkarılması ve enerji verimliliğindeki iyileşmenin iki katına çıkarılması, iki somut hedef olarak öne çıkıyor. Elektrik üretiminde karbonsuzlaşmanın sağlanması, emisyonları engellenemeyen kömür santrallerinin kapatılması ve enerji dönüşümünün sağlanması, enerji sektöründe net sıfıra yönelik diğer somut taahhütler.

Öte yandan, küresel olarak 1,5°C hedefine ulaşamama riskini artıracak sorunlar da mevcut. Ülkelerin hali hazırda sunmuş oldukları NDC’ler ve 2030’lu yılların ortasını hedefleyen kömürden çıkış hedefleri, 1,5°C hedefi ve Paris Anlaşması’nın amacına hizmet etme konusunda yetersiz kalabilir. Kısacası kömürden çıkışın, 2030 sonrasına bırakılmaması gerekiyor. Oysa Deklarasyon’da, 2030ların ilk yarısına ertelendiği görülüyor. Ayrıca enerji sistemlerinde emisyonları engellenemeyen kömüre dayalı santrallerin devreden çıkarılması da ülkelerin inisiyatifine bırakılıyor.

2050’de net sıfır emisyon hedefine ulaşabilmek için hiçbir yeni termik santral yapılmaması gerekiyor. Ayrıca küresel ölçekte kömürle çalışan ve emisyonları engellenemeyen termik santrallerin 2030 yılına kadar yıllık ortalama yüzde 10 emisyon azaltımı yapması gerekiyor. Japonya ve ABD dışındaki G7 ülkelerinin tamamının 2030 yılından önce kömürden çıkma hedefi var. Yine de, G7 deklarasyonunda 2030 yılı öncesi için net bir hedef yılının belirlenmemiş olması endişe verici.

Tüm fosil yakıt sübvansiyonları kaldırılmalı

Bu çerçevede bir diğer önemli konu da fosil yakıt sübvansiyonları. 2050 net sıfır hedefine ulaşabilmek için, başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere, tüm ülkelerin bu konuda daha kararlı bir tutum izlemesi şart. Fosil yakıtlara sağlanan verimsiz sübvansiyonların kaldırılması, G7’nin göstermeye devam ettiği bir irade. Ancak 1,5°C hedefinin başarılabilmesi için yalnızca “verimsiz sübvansiyonların” değil, tüm sübvansiyonların kaldırılması gerekiyor.

Ne yazık ki G7 hâlâ bu kararlılığı göstermekten uzak. Oysa sübvansiyonların kaldırılması, G7 ülkelerinin iklim değişikliği ile mücadelede atabilecekleri en somut adımlardan biri. Bunun açıkça belirtilmiyor olması, 1,5°C hedefi için gerekli temel iklim politikalarının tam anlamıyla ana akımlaştırılamadığı sonucunu çıkarmamıza neden oluyor.

g7

İmalat sanayiinde karbon yakalama teknolojilerine umut bağlanıyor

Emisyonları azaltmanın güç olduğu ve engellenemeyen emisyonların yer aldığı bir diğer sektör ise imalat sanayi. Başta demir-çelik, alüminyum, çimento, kimyasallar ve cam olmak üzere birçok sektöre enerji dışı prosesler sonucunda emisyonlar ortaya çıkıyor. Bu emisyonların azaltılması ve karbonsuzlaşmanın sağlanması; hammadde tedariği, teknolojik dönüşüm ve ürünlerin değer zincirindeki değişim nedeniyle küresel ticareti etkileyecek.

Ancak imalat sanayi kaynaklı emisyonların azaltımında karbon yakalama, depolama ve kullanma teknolojilerine dair beklentilerin yüksek olduğu görülüyor. Başka bir ifadeyle, sorunu ortaya çıkmadan engellemek yerine, oluştuktan sonra giderme umudu taşınıyor. Bu da araştırma-geliştirme, inovasyon ve alternatif hammadde kullanımı gibi yöntemlerin, sanayi sektörü emisyonlarını yakın zamanda sıfırlamak için yeterli olmayacağını gösteriyor.

Bununla birlikte, Deklarasyon’da, ağırlıklı olarak imalat sanayinden ve üretilen ürün ile malların tüketiminden kaynaklanan florlu sera gazlarını (F gazlar) sınırlamaya yönelik Kigali Değişikliği’ne atıf yapılması, iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında bütüncül resmin korunduğunu gösteriyor.

Özellikle fosil yakıtların çıkarılması ve dönüştürülmesinde açığa çıkan metan emisyonlarının azaltılması olmak üzere karbondioksit dışı emisyonların da sınırlandırılması için Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) girişimlerini destekleyen açıklamalar, G7 ülkelerinin bu konuda da emisyonları azaltma stratejilerini, uluslararası kuruluşlarla eşgüdüm içinde takip ettiğini göstermektedir.

Ulaşımda yeşil dönüşüm, kritik minerallere bağımlı

Ulaştırma sektörü de yoğun nihai enerji kullanımı nedeniyle önemli. Bu çerçevede, karayolu ulaştırma, uluslararası havacılık ve denizcilik faaliyetlerine ilişkin fosil yakıtlardan çıkış stratejilerinin, G7 ülkelerince benimsendiği görülüyor. Özellikle karayolu ulaştırmada ülkelerin araç parkı, elektrikli araçlara doğru evriliyor ve elektrik şarj altyapısı genişletiliyor. Ayrıca batarya ve diğer depolama üniteleri alanında araştırma-geliştirme ve inovasyon özendiriliyor.

Bu dönüşüm için kritik minerallere duyulan gereksinim, Deklarasyon’da da yer buluyor. Kritik minerallerin çevresel, sosyal, yönetişim boyutlarının ele alındığını ve bu minerallerin işlenerek enerji sektörünün kullanımına hazır hale getirilmesinin öneminin vurgulandığını görüyoruz. Bu durum, batarya ve depolama teknolojilerinin, hammadde olarak kritik minerallere bağımlılığını da ortaya koyuyor.

Diğer taraftan, depolama teknolojilerinin desteklenmesi ve çevreye olan zararının azaltılmasına çalışılması, karbonsuzlaşma için ulaştırma-enerji-sanayi bağının yetersiz kaldığını da gösteriyor. Özellikle elektrikli araçlar için, sanayinin daha verimli araçlar üretmesi ve çevresel açısından daha az zararlı kritik minerallerin süreçlere dahil edilmesi, başta elektrik şarj altyapısı olmak üzere enerjiye güvenli ve güvenilir bir biçimde erişilmesi, ulaştırma sektöründe emisyon azaltımını doğrudan etkileyen faktörler. Bu faktörlerde ilerleme olmadığı müddetçe, ulaştırmada 1,5 °C hedefine katkı düşük kalıyor.

Arz güvenliği ile iklim değişikliği arasında mücadele sürüyor

Deklarasyon’da, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) azaltım stratejileri arasında yer alan nükleer enerji ve füzyon enerjisine yönelik  destekleyici ifadeler, çok açık bir şekilde yer alıyor. Rusya-Ukrayna savaşındaki durum ve Rusya’ya enerji bağımlılığının azaltılması gerekliliği ilgili olan bu durum, dikkat çekici. G7 ülkeleri, enerji arz güvenliği ve emisyon azaltımı mesajlarını birlikte veriyorlar; hatta arz güvenliği, iklim değişikliği gerekçesinin önüne geçmiş görünüyor.

Hem nükleer enerjide hem de füzyon enerjisinde, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) koordinasyonunda bir araya gelen ülkelerin gösterdiği işbirliğinin vurgulanması da, G7’nin bu gibi  hükümetler üstü yapıları desteklediğini gösteriyor.

Ayrıca Uluslararası Enerji Ajansı’nın temiz enerjiye geçişte ve net sıfır emisyon hedeflerine ulaşmada üstlendiği yol gösterici rol, hem çok taraflılığın artan krizlere cevap vermesi hem de 1,5°C hedefine dair somut öneriler içermesi açısından, G7’nin taahhütlerini destekler nitelikte. Örneğin yakıt dönüşümü çerçevesinde doğal gaz kullanımı, karbon yoğunluğu nispeten düşük bir fosil yakıt olması nedeniyle, kısa vadeli bir azaltım tedbiri olarak yineleniyor.

Ancak Rusya’nın doğal gaz tedariğindeki baskın durumunun, önümüzdeki dönemde G7 ülkelerinin sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) gibi alternatifler üzerinde yoğunlaşmasını daha da  hızlandıracağı söylenebilir. Böylelikle doğal gaz tedariğinde yaşanan ekonomik ve politik riskler azaltılmak isteniyor. Orta vadede ise yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmiş hidrojenin (yeşil hidrojenin) yaygınlaşmasıyla, G7 ülkeleri tamamen emisyon azaltımına yoğunlaşabilecek.

2030’dan sonra doğal gazdan elektrik üretiminin azaltılması ve doğal gaz kaynaklı termik santrallerden kaynaklanan, engellenemeyen emisyonların da, tıpkı kömürde olduğu gibi, 2050 yılında sıfıra inmesi gerekiyor. Dolayısıyla mevcut durum, enerji arz güvenliği ve iklim değişikliğiyle mücadele arasında dengeli bir politika izleme sürecinin devam ettiğini gösteriyor.

G7 ülkeleri, 2035’e kadar kömürden çıkmak için anlaştı
Yenilenebilir enerji küresel elektrik üretiminin üçte birini geçti
Küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için karbondioksit giderme çalışmaları yetersiz

Finansman sorunları devam ediyor

1,5°C hedefi ve 2050’de net sıfıra doğru giden yolda emisyon azaltımını hızlandıracak ana faktörlerden biri de finansman. G7 Bakanlar Deklarasyonu’nda, 2022 yılında 100 milyar dolarlık finansman taahhüdünün karşılandığını belirtilse de, bu miktarın ne kadarının kamu ne kadarının özel sektör finansmanı olduğu belirtilmiyor. Ayrıca, sağlanan finansmanın hibe, kredi ve ayrıcalıklı kredi oranlarının da paylaşılmamış olması, kaygıları artırıyor.

Bir diğer önemli mesele ise azaltım ve uyumun finansmandan aldığı pay. İklim finansmanının, azaltım ve uyuma dengeli bir şekilde ulaşması gerektiği, hem COP kararlarında hem de G7 Deklarasyonu’nda açıkça ifade ediliyor. Ancak uygulamada bu dengenin henüz sağlanamadığı da ortada: Uyum konusunda verilen taahhütler, azaltım ile aynı ölçekte değil. Dolayısıyla, G7 Uyum Hızlandırıcı Merkezi’nin (G7 Adaptation Accelerator Hub) kuruluyor olması, gelişmekte olan ülkeler için iyi örnekleri bulma, ulusal uyum planlarını uygulama ve finans aktörleriyle işbirliği yapma adına kayda değer bir adım.

Yeni kurulan Kayıp ve Zarar Fonu’na G7’nin sağladığı 792 milyon dolarlık katkı da, gelecek toplantıların gündemine dair bir işaret olarak görülebilir. İlerleyen yıllarda, bu fon için G7 öncülüğünde yeni ve ilave finansman taahhütleri verilmesi, G7 toplantılarının gündem maddeleri arasına girebilir.

Finansmanla ilgili bir diğer önemli konu ise, bir yandan azaltım ve uyum için finansman bulunurken, diğer yandan emisyon yoğun yatırımların finansmana erişimini kısıtlama gerekliliği. G7’nin emisyon yoğun yatırımları için çok taraflı finans kuruluşları tarafından verilen kaynakları kısıtlaması, iklim finansmanından daha bile etkili olabilir.

Adil geçiş taahhütleri yetersiz

Deklarasyondaki bir diğer eksiklik ise “yeşil işler” yerine “iyi işler” vurgusunun yapılmış olması. Ayrıca adil ve kapsayıcı bir geçişin önemi; bu süreçte toplumun en dezavantajlı kesimlerinin desteklenmesi gerekliliği; istihdam yaratarak yoksulluğun ortadan kaldırılması gibi önemli konulara da yer verilmediği görülüyor. Bu da sürdürülebilir kalkınma amacına tam olarak hizmet edilmediğini düşündürüyor.

Adil ve kapsayıcı geçişteki somut beklentilerin yansıtılmaması ve bu durumu perdelemek için kimseyi geride bırakmama düsturuyla toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve yerli halkların haklarının öncelenmesi konularından destek alınması da dikkat çekici. Bu nedenlerle, Deklarasyon’da adil ve kapsayıcı geçiş süreçleriyle ilgili yer alan taahhütlerin üretimde, tüketimde ve karar alma süreçlerinde yeterli olmadığı görülüyor.

G7 Bakanlar Deklarasyonu’nu, küresel iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir adım olarak değerlendirmek mümkün. Deklarasyon, sıcaklık artışını 1,5 °C  ile sınırlama ve 2050’ye kadar net sıfır emisyona ulaşma hedeflerine katkı vermeye çalışıyor. Ancak Deklarasyon’daki bazı eksiklikler, 1,5 °C hedefi için hâlâ yeterli kararlılığın sağlanamadığını gösteriyor. Kömürden çıkış için tüm G7 ülkelerinin mutabık kaldığı 2035 yılı, hem IEA hem de IPCC’nin çalışmalarına göre geç bir tarih.

Ayrıca geçiş sürecinin adil ve kapsayıcı olabilmesi için yeterince somut eylemler öne sürülmemesi ve elle tutulur taahhütlerde bulunulmaması, bu konuda nasıl bir ilerleme kaydedileceği konusunda düşündürücü. Finansman konusundaki belirsizlikler, iklim finansmanı alanında daha fazla şeffaflık gerektiğini gösteriyor. Enerji arz güvenliği her ne kadar temiz enerjiyle birlikte anılsa da, getirdiği endişeler, 1,5 °C hedefi için gereken performansı kısa ve orta vadede etkileyeceğe benziyor. Sonuç olarak, G7 Bakanlar Deklarasyonu önemli bir ilerlemeye işaret etse de, somut adımların gecikmeden atılması, 1,5 °C hedefi için acil görünüyor.

İzmir’deki ‘Carbon-Forward Konferansı’nda kendini aklayan şirketlere tepki

Carbon-Forward Konferansı, dünyanın dört bir yanından pek çok ekokırım projesine imza atmış şirketlerin de aklanmasına araç olan karbon piyasası aktörlerini İzmir‘de bir araya getirdi. Cease Ecocide grubu tarafından konferansla birlikte yapılan yeşil aklamaya (greenwashing) ilişkin basın açıklaması yapılarak ‘adaletsiz bir sistemde değişim yaratma umuduyla’ katılımcılara seslenildi.

Karbon piyasalarının, aslen iklim kriziyle mücadelede kritik bir araç olabilirken, aynı zamanda bazı güçlü aktörler tarafından kendi çıkarları için manipüle edildiğine dikkat çekilen açıklamada, “Bu manipülasyon, özellikle küresel güneydeki egemen kesimleri ve şirketleri daha da zenginleştirirken, gerçek çevresel ve sosyal faydaları gölgede bırakıyor. Bu durum, karbon piyasalarının adil ve etkin bir şekilde işlemesini engelliyor ve sistem üzerindeki güveni sarsıyor” denildi.

Söz konusu manipülasyona örnek olarak verilen ekokırım noktası ise Akbelen oldu. Akbelen’de koca bir ormanı yok eden Limak Enerji‘nin de hidroelektrik santralleri işlettiği için karbon piyasalarında hem aklandığına hem de milyonlarca dolar kazandığına işaret edildi.

“Rızamız ve iklimimiz satılık değil” diyen grup, açıklamasında ek olarak şunlara yer verdi:

“Türkiye’deki ve dünya genelindeki çatışmalı projeler, karbon piyasalarından yararlanarak halkın rızası olmadan ilerliyor, yerel topluluklar üzerindeki sosyal ve çevresel maliyetleri artırıyor. Limak Holding‘in Akbelen Ormanı‘nda gerçekleştirdiği ekokırım suçu bunun somut örneğidir. Bu konferansın, sesi duyulmayan halklar adına gerçek değişim yaratmasını ve karbon piyasalarını daha adil ve etkin bir araç haline getirmesini talep ediyoruz. Sadece adil bir sistem bizi gerçek çözümlere ulaştırabilir ve iklim kriziyle mücadelede başarı sağlayabilir.”

Bugün (9 Mayıs) başlayan konferans yarın son bulacak.

Açıklamanın tamamı ise şöyle:

“Karbon piyasaları, küreselde bir çevre yönetim metodu ve mekanizması olarak 1960’lı yılların başlarına dayanan ve etkinliği ve kapsamı açısından asit yağmurları ve ozon tabakası gibi sorunlarla baş edilmesi noktasında aktif olarak kullanılmış ve başarı ile sonuçlanmış bir geçmişe sahiptir.

Bu olumlu geri dönüşlerden yola çıkan Bileşmiş Milletler de bir esneklik mekanizması formunda ve piyasa temelli olarak 1990’ların başında, o dönemin tabiri ile, küresel ısınma ile, mücadele ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine erişim açısından bir yapı ortaya çıkardı. Bu yapı bir karbon fiyatlandırma sistemi olarak, günümüzde, küresel, ulusal, bölgesel, ve yerel bazda, farklı uygulamalar, karbon vergileri, karbon denkleştirme mekanizmaları gibi, ile kendini gösteriyor.

Karbon fiyatlandırma çatısı altında değerlendirilen ve genel tabirle karbon piyasaları diye anılan yapının temel kuruluş amacı aşağıdaki şekilde tanımlanabilir:

‘Normal şart ve koşullarda ekonomik olarak fizibıl olmayan, küresel güneyde faaliyete geçen ve/veya geçirilen emisyon azaltan ve/veya engelleyen, bunu yaparken de Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine pozitif katkı sağlayan projeleri ekonomik olarak fizibıl hale getiren küresel ek finansal teşvik mekanizmalarıdır ve belirli regülasyon ve kurallara bağlı olarak faaliyet gösterirken, serbest piyasa temelli bir yapıdadır’.

Küresel çapta, kapsam ve içerik açısından daha güncel tabiri ile, ‘iklim krizi’ne karşı mücadelede elimizdeki en önemli ve en güçlü araçlardan biri olması ve giderek artan ilgi ve Pazar payı açısından da gündem olarak ciddi bir yer tutmuyor.

Ulusal ve uluslararası şirketlerin her geçen gün kendilerine karbon hedefleri koyduklarını görüyor ve izliyoruz. Bu minvalde, raporlar yayımlanıyor ve hedeflerine ulaşmak için izledikleri stratejileri kamuoyu ile paylaşıyorlar.

AB ise 2050 yılında karbon nötr bir kıta olma yolunda, Paris İklim Anlaşması paralelinde yeni uygulamalara, ki bunlardan biri Sınırda Karbon Vergi Mekanizması olarak bilinen Carbon Border Adjustment Mechanism’dir.

Ülkemizin de belirlenmiş sektörlerinin bu vergi sisteminden ciddi olarak etkileneceği ön görülüyor.

Eş zamanlı olarak ülkemizde de hayata geçirilmeye çalışılan zorunlu karbon piyasaları çalışmaları sürdürülüyor. Bugün ülkemiz ilk defa uluslararası düzeyde tanınırlığı olan Carbon-Forward aktivitesine İzmir’de ev sahipliği yapıyor. Bunun ülkemiz ve sektörleri açısından öneminin ziyadesi ile farkındayken, sesimizi yükseltmek ve eleştirilerimizi net bir şekilde masaya koymak istediğimiz belli başlı konuları dillendirmek için size ulaşıyoruz ve burada toplanıyoruz.

Karbon denkleştirme mekanizmalarının pratikte uygulanmasında, ne yazık ki, sıklıkla ekonomik eşitsizlikleri derinleştiren ve çevresel hedeflerden sapmaları teşvik eden durumların ortaya çıktığını gözlemliyoruz.

Özellikle küresel güneyde, bu ve benzeri mekanizmalara erişimi görece çok daha kolay olan, yerleşik ve egemen kesimler ve şirketler, bu piyasaları zaten karlı olan konvansiyonel yenilenebilir enerji projeleri için bir ek finansman ve imajlarını yeşile boyama araçları olarak kullanıyorlar.

Bu durum, karbon piyasalarının bütünlüğünü ve etkinliğini ciddi şekilde tehlikeye atıyor, sistem üzerindeki güveni zayıflatıyor ve bu mekanizmaların geleceğinin üzerine bir gölge düşürüyor.

Bu basın açıklaması, özellikle Küresel Güney‘de, baskılanmış ve sesi duyulmayan halklar, yani bu mekanizmalar ve projelerin kadim paydaşları, adına yapılıyor.

Bu piyasaları, kişisel zenginliklerini artırmak için bir araç olarak kullanan zenginlerin ve güçlü şirketlerin karanlık ve kirli faaliyetlerine ve eylemlerine dikkatlerinizi çekmek istiyoruz.

Türkiye’de ve dünya genelinde, ana ve/veya yan işkollarında çevre katliamları gerçekleştiren ve yerel toplulukların haklarını hiçe sayan projelerin sahiplerinin o veya bu biçimde karbon piyasalarından faydalanmasına karşı çıkıyoruz.

Bir eli çevre kırımı gerçekleştirirken, bir diğer elinde de çevreci ve kalkınmacı imaj veren iki yüzlü sahtekarları burada istemiyoruz ve onların, ne kadar yeşil olursa olsun, projelerinin bu mekanizmalardan faydalanmalarına rıza göstermiyoruz.”

Büyüknohutçu çifti mezarı başında anıldı: Davanın üstü örtülmek isteniyor

Antalya‘da mermer ocaklarına karşı verdikleri mücadeleyle tanınan Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin 2017’de katledilmesinin yedinci yılında çiftin mezarı başında anma töreni gerçekleştirildi. Aynı zamanda İstanbul, Kadıköy‘de de ülkenin ekoloji aktivizminin önemli isimleri Büyüknohutçu çifti anıldı.

Aysin ve Ali Büyüknohutçu’nun anı ve mücadelesini yaşatmak üzere başta çevre ve ekoloji hareketleri olmak üzere tüm yaşam savunucuları bugün hem Antalya’da hem de İstanbul’da bir araya geldi.

Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu Dostları‘nın yanı sıra anmaya katılanlar arasında CHP Kadıköy Kadın Kolları Başkanı Yasemin Özsaraç ve TKP’li Fatih Maçoğlu da yer aldı.

Davanın avukatı Tuncay Koç, çiftin mezarı başında yaptığı konuşmada “Yargı adına utanıyorum” derken İstanbul’da yapılan anmada yürütülen dava sürecindeki adaletsizliklere işaret edilerek “Şiddetle korkutulduk” denildi.

Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu Dostları tarafından iki aynı şehirde basın açıklaması gerçekleştirildi. Büyüknühutçu çiftinin katledilmesinin ardından yedi yıl geçmesine ve bunun organize bir cinayet olmasına karşın olayın azmettiricilerinin yargılanmadığı yeniden vurgulandı.

‘Büyüknohutçu davasının üstü örtülmek isteniyor’

Antalya’nın Finike ilçesi Kızılcık Yaylası’nda, tüm canlı yaşamı mahveden taş ve mermer ocaklarına karşı mücadele verip, bölge insanında ekolojik bir bilinç oluşturmaya çalışan Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu 9 Mayıs 2017’de katledilmişti. Bugün yapılan anmada söz konusu cinayetin ardından yürütülen dava süreciyle ilgili olarak şunlar dile getirildi:

“Şurası bizce çok açıktır ki Büyüknohutçu davasının üstü örtülmek isteniyor. Baştan beri adeta ‘gizli bir el‘ delilleri karartmaya çalışmıştır. Bütün bu gelişmeler sonucunda aile davayı Anayasa Mahkemesi’ne taşımak zorunda kaldı ve AYM süreci halen devam ediyor.”

‘Davanın peşini bırakmayacağız’

Bu davanın peşini bırakmayacaklarını belirten Aysin ve Ali Ulvi’nin dostları, “Davada, en küçük bir sır perdesinin dahi ortadan kaldırılıp, gerçeklerin tüm yönleriyle açığa çıkması için elimizden ne geliyorsa yapacağız. Adalet talebimizi tüm sağır kulaklara haykıracağız. Ve bunu yaparken yalnız olmadığımızı çok iyi biliyoruz. Yüreği, en büyük erdem olan adaletten yana atan her bir insanın bu davaya sahip çıktığından ve çıkacağından eminiz. Tek tek hepinizden çıkan her ses, yaşam savunucusu insanların ve değeri kendi içinde saklı olan her canlının, canına can katacak! Ve gezegeni adeta bir mezbahaya çevirmek isteyen sistemin çarkları öyle kolay işlemeyecek!” dedi. Açıklamanın devamında şu ifadelere yer verildi:

“Aysin ve Ali Ulvi dostlarımızı, bize mücadele azmi veren duruşlarının ışığında sevgi ve saygıyla anıyor, boşuna ölmediklerini attığımız her adımda göstereceğimize söz veriyoruz!”

Bir cinayetin ardından…

Cinayetin arkasından tutuklanan Ali Yamuç, yaşam savunucuları Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu’yu para için öldürdüğünü söylemişti. Arkasından ise, eşi Fatma Yamuç’un üzerinde, bir mermer şirketi sahibine hitaben yazılan “10 gün içerisinde param gelmezse görüşürüz. İpleriniz cebinizde haberiniz olsun” ifadeleri bulunan bir mektup yakalanmıştı. Bu mektuba ve cinayet delillerini saklamasına dayanarak Fatma Yamuç cinayete iştirakten tutuklanmıştı.

9 Mayıs 2024 – Büyüknohutçu anmasından bir kare, Antalya

Ancak tüm bu süreçlerin, derinleştirme ve etkili bir soruşturmadan yoksun işletildiğine dikkat çekilen bugünkü basın açıklamasında, “Deliller yeterince toplanmadı ve telefon kayıtlarına bakma ihtiyacı bile duyulmadı. Geçen yıl öğrendiğimiz ve daha önce basınla paylaştığımız, çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir bilgiyi de buradan yine duyurmak istiyoruz. Cinayet sonrası Jandarma, cinayet sanığı Ali Yamuç’u olay yerine götürüp, ‘Cinayeti nasıl gerçekleştirdiğini anlat’ dediğinde Yamuç ‘Tel örgüden atlayıp içeri girdim ve sonrasında ateş ettim’ diyor. Oysa biz teyzesinden öğreniyoruz ki, Ali Yamuç’un bacağında protez varmış.Yani öyle bir yükseklikten atlaması mümkün değil. Üstelik Yamuç’un teyzesi ve annesi, yüksekliklere dikkat etmesi gerektiğine dair doktor uyarısı olduğunu da belirtiyor” denildi. 

Öte yandan daha sonra Ali Yamuç, can güvenliği gerekçesiyle Elmalı Cezaevi’nden, Alanya L Tipi Cezaevi’ne sevkedilmişti. 20 Eylül 2017’de ise Ali Yamuç cezaevinde ölü bulunmuştu. Söz konusu ölüme değinilen açıklamada ayrıca şu ifadelere yer verildi:

Alanya Savcılığı’nın hazırladığı rapora göre, Ali Yamuç’un kaldığı koğuşun banyosunun penceresine eşofman lastiğiyle kendini astığı belirtildi. Oldukça şüpheli olan bu ölüm, intihar olarak kayıtlara geçti ve dosya kapatıldı. Ali Yamuç, öldüğü için hakkındaki dava düşerken, 17 Kasım 2017’den itibaren Fatma Yamuç cinayete yardım etme içerikli iddianameyle yargılanmaya başladı. Ancak Fatma Yamuç, yargılandığı Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nde cinayete yardım etmek suçundan beraat etti. Mahkeme, dosyanın durumuna göre, olası azmettiriciler hakkında ve Fatma Yamuç da delilleri kararttığı için suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.”

9 Mayıs 2024 – Büyüknohutçu anmasından bir kare, Kadıköy

Bunun ardından Büyüknohutçu Ailesi, mahkeme kararına dayanarak soruşturmanın derinleştirilmesi için Finike Cumhuriyet Savcılığı’na ihbarda bulunmuştu.

‘Kovuşturmaya yer yok’ kararı: Dosya tamamen kapatıldı

Ancak Finike Cumhuriyet Savcılığı, eski görüşlerini tekrarlamış ve  yeni delil toplanmadan azmettiriciler yönünden “kovuşturmaya yer olmadığına” karar vermişti. Dava sürecine ilişkin bugün yapılan açıklamada şunlar aktarıldı:

“Ailenin itirazı üzerine dosya, Elmalı Sulh Ceza Mahkemesi’ne gitti. Mahkeme maalesef azmettiriciler hakkında hiçbir değerlendirme yapmadan bu kararı onadı ve itirazı reddetti. Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nin daha önceki suç duyurusu kararına rağmen azmettiriciler yönünden yeni soruşturma yapılmadı ve böylece dosya tamamen kapatılmış oldu.”

Denizli’de JES sondajı sırasında meydana gelen patlamada, 11 gündür çevreye hidrojen sülfür yayılıyor

Denizli‘nin Sarayköy ilçesinde 10 gün önce jeotermal santrali sondaj çalışması sırasında yerin 850 metre altında meydana gelen patlamanın ardından hidrojen sülfür gazı çevreye yayılmaya devam ediyor.

Bölgede çalışmalara devam eden AFAD gazın zararsız olduğunu öne sürerken,  ilçede yaşayanlar yayılan koku ve beyaz örtü tabakası nedeniyle tedirgin olduklarını söyledi.

Sarayköy ilçesi yakınında, Babadağ kara yolu kenarında bir firma tarafından yapılan jeotermal santrali sondaj çalışması sırasında, 29 Nisan’da meydana gelen hidrojen sülfür patlamasında yeraltı suyu metrelerce yükseğe fışkırmış, sülfür gazı da çevreye yayılmıştı. Kaynaktan fışkıran sıcak suyun, zaman zaman 100 metreye kadar yükseldiği görülmüştü.

Bölgeye itfaiye ile İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü (AFAD) ekipleri sevk edildi. Bölgede güvenlik önlemi alan jandarma ve polis ekipleri de Babadağ ilçesine giden kara yolunu trafiğe kapattı. Çevreye yayılan sülfür gazının ölçümünü yapan itfaiye ekipleri, yanma riskinin bulunmadığını tespit etti. Ekiplerin kuyuya, gaz basıncının yüksek olması nedeniyle müdahale edemedikleri öğrenildi. Basıncın düştüğü zamanlarda ise kuyu içine beton dökülüyor.

Halk tedirgin

Kuyunun bulunduğu yere yakın evlerde yaşayan vatandaşlar ise çevreye yayılan koku ve beyaz örtü tabakası nedeniyle tedirginlik yaşıyor. Gazın zararsız olduğu iddia edilse de vatandaşlar bir an önce kuyunun kapatılmasını istiyor.

DHA‘ya konuşan vatandaşlardan Ahmet Üremiş, “Bu gazın yayılması 10 gündür devam ediyor. Burada bahçelerimiz ve hayvanlarımız var. Bize net bir açıklama yapan yok. Tehlikesi yok dediler ama yayılan koku nedeniyle tedirgin oluyoruz. Kuyunun bir an önce kapatılmasını istiyoruz” dedi.

Şener Güldal ise “Yayılan kokunun zararlı olmadığı söylendi ancak biz yine de korkuyoruz. Bu şekilde ne zamana kadar devam edecek. Herkes tedirgin, bir an önce yapılması gerekenler yerine getirilsin. Akşamları koku daha fazla oluyor. Ayrıca kuyunun yakınındaki evlerin çatıları, araçlar ve bahçeler beyaz örtü tabakasıyla kaplanıyor” diye konuştu.

Soruşturma sürüyor

Sarayköy Cumhuriyet Savcılığı konuyla ilgili soruşturma başlattı ve yetkili kurumlardan gazın etkileri konularında bilirkişi raporları istedi.

Denizli Cumhuriyet Başsavcılığından yapılan açıklamada ise, şu ifadelere yer verildi:

“Özel bir şirket tarafından jeotermal sahasından sondaj kuyusu açma işlemi esnasında 1200-1250 metre derinliğinde jeotermal kaynağa ulaşılmasıyla yeraltında oluşan basınçla beraber su içerisinde bulunan gazların açığa çıktığı ve havaya dağıldığı olayla ilgili olarak Sarayköy Cumhuriyet Başsavcılığınca ‘Çevrenin Taksirle Kirletilmesi’ suçundan soruşturma başlatılmış olup soruşturma halen devam etmektedir.”

 

Gümüşhane’deki peri bacaları için ‘acil önlem’ çağrısı

Haber: Cevahir TOPALOĞLU

*

GÜMÜŞHANE- Doyduk Mağarası, Keçideresi, Gökdere-Nazlıçayır mevkinde bulunan peribacalarının, bölgedeki taş ocakları ve maden faaliyetleri nedeniyle tahrip edildiği ve bu faaliyetlerin ekosistemin bozulmasına yol açtığı belirtilerek acil önlem çağrısı yapıldı.

Gümüşhaneli Mühendis ve Mimarlar Platformu İl Temsilcisi Mukaddem Ülker yaptığı yazılı açıklamada son yıllarda Gümüşhane’de yaşanan çevre tahribatına dikkat çekerek, “Gümüşhane’nin eşsiz doğal güzellikleri ve zengin doğal mirası, bizler için büyük bir değer taşıyor. Ancak son zamanlarda yaşanan gelişmeler, bu değerli mirasın tehlikeye girdiğini gösteriyor’’ dedi.

‘Ekosistemin bozulmasına yol açıyor’

Gümüşhane’de Doyduk Mağarası, Keçideresi, Gökdere-Nazlıçayır mevkinde bulunan peribacalarının, Gümüşhane’nin doğal mirasının önemli bir parçasını oluşturduğunu belirten Mukaddem Ülker, “Keçideresi jeolojik oluşumları, halk arasındaki adıyla; peri bacaları olarak bilinir ve anılır. Bu peri bacası benzeri oluşumlar değişik boy ve yükseklikte olup, jeolojik yapı ve aşınım farklılıklarının birlikte ve uzun süreçler sonunda oluşmuş yapılardır. Sanıldığı gibi tek bir yerde toplanmış şekiller olmayıp, Keçideresi vadisinin her iki yamacı boyunca düzensiz bir şekilde serpilmiş belki sayıları yüzleri bulabilecek oluşumlardır. Ancak bölgedeki taş ocakları ve maden faaliyetleri, bu doğal alanların tahrip edilmesine ve ekosistemin bozulmasına yol açıyor” dedi.

‘Doğal alanların korunması için acil önlemlerin alınmasını talep ediyoruz’

Diğer yanda Doyduk Mağarası mevki nesiller boyunca UNESCO somut olmayan kültür varlıkları listesinde olan Hıdırellez bayramının kutlandığı yer olduğunu ifade eden Ülker, “Maalesef ki burada da tüm doğal güzellik yok edilmiştir. Ayrıca, bu faaliyetlerden en çok etkilenenler arasında bölgede yaşayan Gümüşhane’mizin yaban hayatının simgesi yaban keçileri de bulunuyor. Gümüşhane’nin doğal mirasının korunması, sadece şehrimizin değil, aynı zamanda tüm insanlığın ortak sorumluluğudur. Bu nedenle, taş ocaklarının faaliyetlerinin doğaya verdiği zararın en aza indirilmesi ve bölgedeki doğal alanların korunması için acil önlemlerin alınmasını talep ediyoruz” diye konuştu.

Ayrıca Gümüşhaneli Mühendis ve Mimarlar Platformu (GÜMÜP) Başkanı Yasin Kadakal önderliğinde Gümüşhane’yi ilgilendiren her türlü probleme çözüm önerileri sunmak adına gerekli çalışmaların yapıldığını söyleyen Ülker, “Gümüşhane’nin doğal mirasını korumak ve gelecek nesillere aktarmak için elimizden geleni yapmaya hazırız. Doğanın bize sunduğu bu değerli mirası korumak, bizim en önemli görevimizdir” ifadelerini kullandı.

Araştırma Komisyonu’nun İliç’teki incelemesi sonlandı: Bakanlıklar topu taca attı

TBMM İliç Maden Kazasını Araştırma Komisyonu üyeleri, dokuz kişinin liç kayması sonucu toprak altında kaldığı İliç’te incelemelerini sonlandırdı. Anagold tarafından işletilen Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen facianın tüm yönleriyle araştırılması ve benzer kazaların önlenmesine yönelik tedbirlerin belirlenmesi amacıyla kurulan meclis araştırma komisyonunun üyeleri 7 ve 8 Mayıs tarihlerinde yerinde incelemede bulundu.

Komisyonun CHP’li üyesi Muğla Milletvekili Cumhur Uzun, İliç’de yapılan incelemelere dair açıklamada bulunarak  “İlk toplantımızı felaketten 67 gün sonra yaptık” dedi.

‣ Faciadan 3 ay sonra Araştırma Komisyonu İliç’te: Yeraltı sularımızı etkiliyor mu, etkilemiyor mu?

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Devlet Su İşleri ve AFAD yetkililerini dinlediklerini aktaran Uzun, “Felaket göz göre göre gelmiş ve liç yığını denetlenmemiş” ifadelerini kullandı.

‘Bakanlıklar topu taca attı’

“Faciaya neden olan liç yığınının denetimlerinde büyük bir eksiklik olduğu ortada” diyen Muğla Milletvekili Uzun, şu ana kadar komisyonda dinledikleri üç bakanlığın da yığın liçini denetleme yetkisinin kendilerinde olmadığını belirterek adeta topu taca attığını vurguladı.

Toplamda 58 milyon ton kapasiteli dört faza 68 milyon ton liç döküldüğünü belirten Cumhur Uzun, üç bakanlığın da yetkileri olmadığını düşünerek alanı denetlemediğini söyledi. Uzun, “Kazadan hemen önce radar görüntülerine alanda bir çatlağın oluştuğu ve üç gün boyunca hızla yayıldığı görülmekte. Daha önce de siyanür borularının patladığı ve birçok kez farklı nedenlerle şirkete cezai işlem uygulandığı biliniyor. Facia adeta göz göre göre gelmiş.” dedi.

İliç’le ilgili komisyon görüşmeleri başladı: ‘Çok büyük ve hayati eksiklikler var’
Çevre Bakanlığı’ndan İliç itirafı: Denetim boşluğunu yeni fark ettik, şirket kendini denetlemeli!
İliç’te liç yığını altında kalan dokuz işçiyi arayan taşeron işçiler ‘Allah’a emanet’

Ailelerin tek talebi var ‘İhmaller ve sorumluları ortaya çıkarılsın’

İliç’te yaptıkları çalışmalar sırasında toprak altında kalan işçilerin aileleri ile de görüştüğünü ifade eden Uzun, “Şu ana kadar dört işçimizin cansız bedenine ulaşıldı ve beş kardeşimizin toprak altından çıkarılması için çalışmalar devam ediyor. İliç’de yapmış olduğumuz taziye ziyaretlerinde cansız bedenlerine ulaşılan ve hala toprak altında olan işçilerimizin ailelerinin ortak talebi ‘bu faciaya neden olan ihmallerin ve sorumluların ortaya çıkarılması'” dedi ve ekledi:

“Bu talep komisyonumuzun hem kaybettiğimiz canlara hem de bundan sonra böyle faciaların yaşanmaması için tüm Türkiye’ye karşı sorumluluğudur. Bu sorumlulukla çalışmalarımıza devam edeceğiz.”

TTB’den İliç faciasında sorumlu olan tüm yetkililer hakkında suç duyurusu
İliç’te çöken liç yığınına Çakmaktepe’den de yığın taşınmış
İliç’te işçiler tedirgin: Adı olacak Babagold, kişiler aynı, tabelalar farklı
[Bir konu/k] Av. Arif Ali Cangı İliç’teki denetim sürecini anlattı: Harcı öde, ruhsatı al, doğayı katlet

Bir mücadele ve kazanım örneği olarak Validebağ Savunması

Haber: Ufuk ÇERİ

*

Son yıllarda, İstanbul‘un merkezindeki büyük yeşil alanlardan biri olan Validebağ Korusu, doğal güzelliğinin yanı sıra betonlaşma ve talanla mücadele eylemleriyle de kamuoyunun sık sık gündemine geldi.

İstanbul’un Üsküdar ilçesinde bulunan ve 354 bin m2’lik bir alana yayılan bu koru, kentin Anadolu yakasındaki en büyük ikinci yeşil alan. Koşuyolu semti ile Altunizade ve Barbaros mahallesinin kesiştiği bölgede yer alıyor.

Korunun doğal yapısı yıllar boyunca tehdit altındaydı ancak 1990’ların ortalarından itibaren betonlaşma tehdidi daha da arttı. Çevre sakinleri, bir yandan hukuki yollara başvururken bir yandan da iş makinelerinin koruya girişini de engelledi. Uzun yıllar boyunca, bölge halkının tabandan örgütlenerek sürdürdüğü koruyu koruma mücadelesi, en sonunda yargı kararlarıyla kazanıldı.

‣ Validebağ davası görüldü: Koru kazandı

Yeşil Gazete olarak, uzun yıllara yayılan koruyu koruma savaşımlarını kendilerinden dinledik..

Validebağ
Fotoğraf: Ufuk Çeri

‘Yeğenlerimin hepsi burada büyüdü’

Validebağ Savunması’ndan  Aysel Okan, 30 yıldır korunun yanındaki mahallede oturduğunu söylüyor. 

Tüm boş vakitlerini koruda geçirdiğini belirten Okan, “Yeğenlerim hepsi burada büyüdü diyebilirim. Koru benim için çok önemlidir. Bu mahalleye taşındığımdan beri çalışırken her hafta sonu mutlaka burada beş-altı saat geçirirdim. Şimdi ise her fırsatta buraya geliyorum” diyor.

Aysel Okan - Fotoğraf: Ufuk Çeri - Validebağ
Aysel Okan – Fotoğraf: Ufuk Çeri

1998 yılında korunun bir kısmının Marmara Üniversitesi’ne tahsis edilmesiyle beraber mücadeleye başladıklarını söyleyen Okan koruyu koruma mücadelelerinin başlangıcını şöyle anlatıyor:

“Bu koruyu korumak için ne yapacağımızı yakın arkadaşlarla konuşmaya başladık. Büyük bir toplantı organize ettik. Eşim o zaman hayattaydı ve bir bildiri yazmıştı. Biz tek tek evleri dolaştık. Mahalle sakinleriyle yüz yüze görüştük. Öğretmenevi’nin salonunda büyük bir toplantı organize ettik. Toplantı sabahı evden erkenden çıktığımızda yolda eşime, ‘Nihat, insanlar öğretmenevine doğru gidiyor. Bunlar  bizim toplantıya gelmiş olmasın’ demiştim. Eşim de gülümsedi, ‘abartma’ diye yanıtlamıştı. Bir geldik baktık tıklım tıklım salon. Buranın nasıl korunması gerektiği konuşuldu. Uzmanlara danışalım kararı çıktı”

Validebağ Savunması – Fotoğraf: Ufuk Çeri

‘1999’da SİT alanı ilan ettirdik’

Korunun korunması için öncelikle sit alanı ilan edilmesi gerektiğini öğrendiklerini belirten Okan, “Tek tek  ağaçların envanterlerini çıkardık: Ne kadar ağaç var, kaç yaşında, kaç tür var. O zaman ekolojik sorunlar çok fazla gündemde değildi. 98 yılından bahsediyoruz. Ondan sonra kuşları saydırdık. 99 yılında burayı SİT alanı ilan ettirdik. Mücadelemiz böyle başladı” diyor.

Validebağ Korusu, 2014 yılında iki yıllığına İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) devredildi. O dönemde, korunun çevresinde birçok cami olmasına karşın girişlerinden birine de cami yapıldı. Polisin sert müdahalelerde bulunduğu o günlerde caminin bir cemaatinin olmamasına karşın yapıldığı belirtilmişti.

2018 yılında ise koru için ‘Millet Bahçesi projesi’ hazırlandı ancak bu proje de hayata geçmedi. Üsküdar Belediyesi Meclisi Mart 2020’de, yani salgının başında ‘olağanüstü’ gündemle toplandı ve mülkiyeti Hazine’ye ait olan korunun 261 bin metrekarelik bölümünü bakım ve onarım gerekçesiyle Üsküdar Belediyesi’ne tahsis etti.

Yaklaşık bir yıl sonra de dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, 24 Nisan’da Üsküdar’ı ziyaretinin ardından sosyal medya hesabından Validebağ Korusu’nda Üsküdar Belediyesi’yle ‘Düzenleme ve Rehabilitasyon Projesi’ni hayata geçireceklerini duyurdu.

Bu sırada Validebağlıların açtığı davalar da devam ediyor; yargıdan ardı ardına “yürütmeyi durdurma” kararları çıkıyordu.

Okan, korunun bugüne kadar korunmasını sivil toplum örgütleri ve halkın mücadelesiyle olduğunu vurguluyor.

Validebağ Korusu - Fotoğraf: Ufuk Çeri
Validebağ Korusu – Fotoğraf: Ufuk Çeri

Geziden sonra İstanbul’daki en büyük yeşil alan direnişi oldu

Doğma büyüme mahalleli olan Figen Küçüksezer de korunun korunması mücadelesine 2014’te katıldığını belirtiyor:

“Validebağ Savunması, Gezi direnişinden sonra oluşan forumlar sonucu ortaya çıktı. 2014 yılında Üsküdar Belediyesi 1200 metrekarelik korunun otopark olarak kullanılan alanına cami yapmak istedi. Yapmak istedikleri cami, dini tesis yasasına da uygun değildi, o dönemde 2500 metrekareden küçük alana dini tesis yapılması mümkün değildi. Ayrıca yeşil alan olarak tescilli bir alandı. Ama zorbalıkla ve tomalar eşliğinde insanları gazlayarak, coplayarak koruya girmeye çalıştılar. Halk burada büyük bir direniş gösterdi.  Gezi’den sonra İstanbul’daki en büyük yeşil alan direnişi olduğunu söyleyebilirim. 2014’ten beri de Validebağ’ı korumak için her şeyi yapmaya çalışıyoruz.”

Figen -Fotoğraf: Ufuk Çeri validebağ
Figen Küçüksezer – Fotoğraf: Ufuk Çeri

Üçüncü direniş

Bakanlıklardan yerel yönetimlere devredilen koruda sürekli yapılan “çılgın projeler”in son adımı “Millet Bahçesi olduğunda ve Bakan Kurum, 2021 yılının haziran ayında “Pazartesi çalışmalara başlıyoruz” dediğinde, Validebağ Savunması bileşenleri koruda nöbet eylemi başlattı.

Küçüksezer , “Bakanın çalışmalara başlıyoruz dediği günün ertesinde muazzam bir kalabalık ile geldiler. Belediyenin park ve bahçeler çalışanları sivil çalışanları ve anladığımız kadarıyla mahalle teşkilatlarından da insanların olduğu yüzlerce kişi, polis eşliğinde koruyu işgal etti. Validebağ için üçüncü direniş süreci de böyle başladı” diyor.

Halktan ‘ekosistem tabanlı yönetim planı’

Covid-19 pandemisinin devam ettiği bu süreçte, Savunma, uzmanların da desteğiyle  “Biz ne istiyoruz” sorusunu yanıtlamak üzere çevrimiçi toplantılar düzenledi; akademisyenler ve meslek odalarından bilgilendirme seminerleri talep etti. Bu seminerler Mayıs 2021’de kitap haline de getirildi. Koruyu koruma çalışmaları ve nöbetler devam ederken, bir de çalıştay düzenlendi ve bunun sonucunda “Ekosistem tabanlı yönetim planı” ortaya çıktı.

Zekiye Demirer - Fotoğraf: Ufuk Çeri - Validebağ
Zekiye Demirer – Fotoğraf: Ufuk Çeri

Validebağ Savunması’ndan emekli öğretmen Zekiye Demirer, korularını belediyeye karşı korumak için kurdukları nöbet masalarından bir saat bile ayrılmadıklarını ifade ediyor:

“Koru’nun Koru olarak kalmasını istediğimiz için koruduk. Nöbet masalarına gelenler arasında koru içine yollar yapılsın, banklar, masalar konulsun, daha çok çay bahçeleri olsun diyenler de vardı. İşte o nöbet masalarının en büyük yararı böyle diyenlere karşı bizim onlara bıkmadan, usanmadan neden böyle kalması gerektiğini anlattık. Bunun çok büyük faydası oldu. Gençlere, yaşlılara, hatta nöbete denk gelen AKP’lilere anlattık. Arada tartışmalar olsa da asla vazgeçmedik.”.

Validebağ Korusu - Fotoğraf: Ufuk Çeri
Validebağ Korusu – Fotoğraf: Ufuk Çeri

Belediye Başkanı Sinem Dedetaş, koruyu ziyaret etti

CHP’li Sinem Dedetaş, 31 Mart yerel seçimlerinde Üsküdar Belediyesi’ni kazandıktan sonra Validebağ Korusu’nu ziyaret etti.

Seçim öncesinde de Validebağ’ın yeşil kalacağını sık sık dile getiren Dedetaş, hazırlanan ekosistem tabanlı yönetim planı”nı zikrederek, halkın taleplerine uygun davranacaklarını söyledi.

Validebağ Savunması: Siz giderken ağaçlar size selam duracak demiştik!
Sinem Dedetaş’ın ziyaretinden bir kare.

‘Yurttaşlarla beraber Validebağ’ı korumaya devam edeceğiz’

İBB ve Üsküdar Belediye Meclis üyesi Bülent Kaygun, koruyla ilgili bundan sonraki gelişmelere ilişkin Yeşil Gazete’ye değerlendirmede bulunarak “Doğa tahribatına ve ekolojik dengelerin altüst edilmesine yol açan politikaların karşısında olacağız. Toplumun ortak varlıklarının ve halkın kuşaklardan beri yararlandığı doğanın gaspına izin vermemek görevimiz. İstanbul’un oldukça sınırlı kalan doğal su toplama havzalarından birinin daha kaybedilmesi sonucunda, kuraklık ve hava kirliliğinin artacağı, doğal ekosistemin ve biyolojik çeşitliliğin zarar göreceğini biliyoruz. Bu sebeple yurttaşlarla beraber Validebağ’ı korumaya devam edeceğiz” dedi.

Bülent Kaygun - Fotoğraf: Ufuk Çeri
Bülent Kaygun – Fotoğraf: Ufuk Çeri

2023’ün Ocak ayında korunun millet bahçesi yapılmasına karşı bölge halkının açtığı dava, vatandaşların lehine sonuçlandı ve mahkeme , 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’nı iptal etti.

‣ Validebağ Korusu’nda millet bahçesi yapmak isteyen Bakanlığın istinaf talebi reddedildi
‣ Validebağ’da belediyenin ihalesine iptal kararı

Aralık’ta ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği BakanlığıKültür ve Turizm Bakanlığı tarafından açılan ve Üsküdar Belediye Başkanlığı ile İBB’nin de müdahil olduğu istinaf davasında; İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 4. İdare Dava Dairesi kararın hukuka aykırı olmadığını bildirdi. Böylece 6. İdare Mahkemesi‘nin verdiği millet bahçesi yapılamaz” kararıyla ilgili temyiz yolu da kapanmış oldu.

Validebağ Savunması, halen korunun tahrip edilmesine karşı çalışmalarını sürdürürken, aynı zamanda İstanbul da yaşanan doğa tahribatına karşı da mücadele ediyor.

Yatay bir biçimde örgütlenen mahalle sakinleri, Validebağ Korusu içerisinde rehberli geziler de düzenliyor.

DEVA’dan Bakan Özhaseki’ye İstanbul’daki hava kirliliğini sorusu: Yönetmeliğe ne oldu?

DEVA Partisi İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’ye İstanbul’daki hava kirliliğine ilişkin soru önergesi vererek konuyla ilgili alınan herhangi bir önlem olup olmadığını sordu.

İstanbul’un çok ciddi hava kirliliği baskısı altında olduğuna işaret edilen soru önergesinde İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bünyesinde yapılan ve havadaki kaba partikül madde PM10 oranının incelendiği çalışmaya da yer verildi. Bu çalışmaya göre, İstanbul’da hava kirliliği 2023’te bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 3 artış gösterdi.

Kaba partikül madde PM10 kadar riskli olan havadaki daha ince partikül maddeler için kullanılan ve kanserojen ilan edilen PM2,5 değerinin de halk sağlığı için risk oluşturduğuna ayrıca dikkat çekildi.

DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Doğa Hakları ve Çevre Politikaları Başkanı Evrim Rızvanoğlu, Özhaseki’nin şu sorulara yanıt vermesini istedi:

  1. Dış Ortam Hava Kalitesinin Yönetimi Yönetmeliği’nin güncellenmesine ilişkin taslak kapsamında PM2.5 parametresi için öngörülen yıllık ve 24 saatlik ortalama sınır değerler nelerdir? Dış Ortam Hava Kirliliği Yönetimi Yönetmeliği taslağının tamamlanması ve yönetmeliğin yayınlanması için takvim nedir?
  2. Bakanlığınıza ait istasyonların verileri hangi sıklıkla incelenmektedir? Bakanlığınız tarafından İstanbul özelinde yapılan, hava kalitesini inceleyen araştırmalar bulunmakta mıdır? Var ise 2023 yılında, İstanbul’daki hangi istasyonlarda Dünya Sağlık Örgütü’nün hava kirletici parametreler için (kaba partikül madde PM10, ince partikül madde – PM2.5, kükürt dioksit – SO2, azot oksitler – NO2, NO, NOx, karbon monoksit, ozon – O3) önerdiği sınır değerlerinin üzerinde ölçüm tespit edilmiştir?
  3.  Kamuoyuna yansıyan araştırmalar ince partikül madde PM2,5 seviyelerinin Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği sınır değerlerinin üzerinde olduğu belirtilmektedir. Bu durumda, halk sağlığını korumak adına Bakanlığınızca alınan önlemler nelerdir?
  4. Kirliliğin yoğun olduğu ve Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği sınır değerlerin üzerinde olduğu bölgelerde hava kirliliği ile mücadele kapsamında “koruma bölgesi” ilan ettiğiniz ve ilan etmeyi düşündüğünüz bölgeler bulunmakta mıdır? Eğer ilan edilmiş “koruma bölgesi” var ise bu kapsamda hava kalitesini iyileştirmek için hangi önlemler alınmıştır ve önemler sonucunda hava kalitesinde ne düzeyde bir iyileştirme sağlanmıştır?

Önergede ayrıca söz konusu araştırmaya konu edilen İstanbul’daki 37 adet hava kalitesi izleme istasyonundan alınan verilerin yedi yıl boyunca incelenmesini içeren çalışmada, şehir merkezlerinden uzak, kırsal alanlarda bile ince partikül madde PM2,5 seviyelerinin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün önerdiği sınır değerlerinin üzerinde olduğunun ortaya koyulduğunun altı çizildi.

9 Mayıs 2024, İstanbul’un Hava Kalitesi haritası – Kaynak: UHKIA

‘Dış Ortam Hava Kalitesinin Yönetimi Yönetmeliği’nin yayınlanması gerekiyor’

Son olarak önergede şu ifadelere yer verildi:

“Araştırmanın bulguları, hava kirliliğinin sadece şehir içi bölgelerle sınırlı olmadığını, aynı zamanda çevre kırsal alanları da etkilediğini göstermektedir. PM2,5 gibi ince partiküller solunum yolu hastalıkları, kalp-damar hastalıkları ve hatta yaşam süresinde azalma gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Bu nedenle kaba partikül madde PM10 değeri kadar PM2,5 gibi ince partikül maddelerin ölçümü ve incelenmesi halk sağlığı açısından önem taşımaktadır. Aksi takdirde bu ince partiküller, solunum sistemi yoluyla kolayca vücuda alınmakta ve derin dokulara kadar ulaşarak ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor. Ancak, güncel mevzuatta halk sağlığı açısından oldukça tehlikeli olmasına rağmen ince partikül madde PM2,5 değerine ilişkin herhangi bir sınır değer bulunmuyor. Bu nedenle 2021 yılında taslağı görüşe açılan fakat aradan geçen üç yıla rağmen yayınlanmayan Dış Ortam Hava Kalitesinin Yönetimi Yönetmeliği’nin yayınlanması gerekiyor.”

Bir sitem ve çağrı yazısı: ‘Babamı Kim Öldürdü!’

Ölüm doğadan ve doğallığında geliyorsa başım gözüm üstüne…

Ama kimi ölümler var ki: kabullenemezsiniz, içinizi acıtır, utanırsınız insanlığınızdan, kahredersiniz elinizden bir şey gelmemiş olmasına, lanet edersiniz yoksulluğa, cehalete ve topluma…

Başka türlü de olabileceğini bilmeniz ayrı bir yük koyar omuzlarınıza ölümün acısının yanında.

İşte Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’ların ölümü de böyle bir ölümdür. Sorarsınız kendinize yoksulluk bu denli büyük olmasaydı organize bir cinayetin azmettiricileri bu kadar kolay tetikçiliği üstlenecek birini bulabilir miydi? Bu toplumsal adaletsizlikte benim payım ne? Katledilen dostlarımın yanında daha çok bulunabilseydim koruyabilir miydim onları? Ekoloji mücadelesine omuz verseydim, bir avuç yaşam savunucusunu yalnız bırakmasaydım gözü korkmaz mıydı cellatların? Yüzler, binler değil de onbinler olsaydık başka türlü bir hukuk düzeni olacağı için çekinir miydi azmettiriciler? Adına “bireycilik” denen ama özellikle çağımızda konformizmin gerekçesi haline gelen her şeyin dışında kalma maharetim olmasaydı biraz olsun engel olur muydum rant sisteminin çarklarına ve onun fütursuzluğuna?

Öldüren düzen

Babanız işçiyse, köylüyse, yoksulsa, devrimciyse, ekoloji aktivistiyse kendiliğinden ölmez hiçbir zaman! Ölümün adı: “devlet şefkatidir” bu insanlar için. Aşırı çalışmadır, sakatlıktır, yetersiz beslenmedir, ilaç bulamamadır, karşı koyduğunuzda nefesinizin kesilmesine, adının gelişme karşıtlığına, düşmana çıkmasıdır. Hep kutsanır ekonomi, tüm canlı yaşamı yok etme pahasına. Türkiye’nin mermer ticaretinde dünyada 1. sırada zaman zaman da 2. sırada olduğunu biliyor muydunuz? Dönen rantı siz düşünün artık. İşte bu cinayetin sırrı da burada. Siz nasıl olur da bu kapitalist izinli hunhar işleyişe çomak sokarsınız? Bilmez misiniz tüm kan emiciler bu leşten beslenir? Taviz verilmez rant uğruna sizin bu barışçıl mücadelenize bile.

Yaşamı savunanı savunmak boynumuzun borcu

Biliyoruz ki ölüm siyaseti ve mezbaha düzeni hep varolageldi ama kendi ölümü pahasına yaşam siyaseti ve ekotopya* peşinde koşanlar da hep varolageldi. Bundan sonra da varolacak. Çünkü yaşam boşluk tanımaz.

Herkes bir gün ölüm döşeğine uzanacak şu veya bu sebeple. O an geldiğinde keşke yeniden yaşayabilseydim mi diyeceksiniz yoksa yaşadığım hayattan memnunum bir daha gelsem belki küçük farkla aynı hayatı mı yaşardım diyeceksiniz? Belki de felsefe tarihinin en önemli sorusu budur. Ölümü nasıl karşıladığınız sorusu.

İnsan düşündükleriyle, varolmanın temelini hazırlarken asıl varlığı, yapıp ettikleriyle gerçekleşiyor. Goethe‘nin de dediği gibi “fiil her şeydir.” Sevgili Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu kendilerince doğruyu söylemekten ve eylemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Tehditlere boyun eğmedi. Ölüm karşısında bile gerçeği inkar etmedi. Peki bizi konforlu alanlarınızdan alıkoyan ne? Ne zaman harekete geçeceğiz aldığımız nefesi tümüyle borçlu olduğumuz gezegen için? Dostlarımız ve tüm canları korumak için?

Dost acı söyler. Evinde oturup ağlıyorsan yoksun! Kolektiflere küsüp sorumluluktan kaçmanın günahını onlara yıkıyorsan yoksun! Bireyi yok eden toplumu dönüştürmeye en ufak bir katkın yoksa yoksun! Varlığın, kendi içine hapsolmuş entelektüelizminden ibaretse yoksun! Rahatsızlık, huzursuzluk ve eleştiri, sorumluluk doğurur, olandan kaçma “özgürlüğü ” değil. Kaldı ki bir şeyler yapmak için birçok yol bulunabilir. Üç kişi bir araya geldiğinde bile çok şey yapabilecek bir kolektif oluşturabilir. Bazen sayınızın çok ötesine geçen bir etkide bulunabilirsiniz. Tıpkı şimdilik kazanılan Phaselis direnişi örneğinde olduğu gibi. Velhasılı düşündüğümüzü eylemek ve sorumluluğumuzu gönüllü olarak yerine getirmek için elimizi uzatmak yeterli. İlla ki o eli tutacak birileri çıkar.

Sevgili Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun ölümlerinin ve mücadelelerinin 7. yılının anısına saygıyla!

*Ekotopya: Özgür Ekolojik toplum hayali. Murray Bookchin’den etkilenerek Ernest Callenbach’ın yazdığı felsefi roman.

Not: Babamı Kim Öldürdü son zamanlarda okumayı çok sevdiğim yazar Edouard Louis’in kitabının ismi. Niyetim sadece babalar üzerinden olay anlatımı değil. Zira bir önceki yazımı da ” Canım Annem” başlığıyla kadınların kayıp hayatları üzerine yazmıştım.