Ölüm doğadan ve doğallığında geliyorsa başım gözüm üstüne…
Ama kimi ölümler var ki: kabullenemezsiniz, içinizi acıtır, utanırsınız insanlığınızdan, kahredersiniz elinizden bir şey gelmemiş olmasına, lanet edersiniz yoksulluğa, cehalete ve topluma…
Başka türlü de olabileceğini bilmeniz ayrı bir yük koyar omuzlarınıza ölümün acısının yanında.
İşte Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’ların ölümü de böyle bir ölümdür. Sorarsınız kendinize yoksulluk bu denli büyük olmasaydı organize bir cinayetin azmettiricileri bu kadar kolay tetikçiliği üstlenecek birini bulabilir miydi? Bu toplumsal adaletsizlikte benim payım ne? Katledilen dostlarımın yanında daha çok bulunabilseydim koruyabilir miydim onları? Ekoloji mücadelesine omuz verseydim, bir avuç yaşam savunucusunu yalnız bırakmasaydım gözü korkmaz mıydı cellatların? Yüzler, binler değil de onbinler olsaydık başka türlü bir hukuk düzeni olacağı için çekinir miydi azmettiriciler? Adına “bireycilik” denen ama özellikle çağımızda konformizmin gerekçesi haline gelen her şeyin dışında kalma maharetim olmasaydı biraz olsun engel olur muydum rant sisteminin çarklarına ve onun fütursuzluğuna?
Öldüren düzen
Babanız işçiyse, köylüyse, yoksulsa, devrimciyse, ekoloji aktivistiyse kendiliğinden ölmez hiçbir zaman! Ölümün adı: “devlet şefkatidir” bu insanlar için. Aşırı çalışmadır, sakatlıktır, yetersiz beslenmedir, ilaç bulamamadır, karşı koyduğunuzda nefesinizin kesilmesine, adının gelişme karşıtlığına, düşmana çıkmasıdır. Hep kutsanır ekonomi, tüm canlı yaşamı yok etme pahasına. Türkiye’nin mermer ticaretinde dünyada 1. sırada zaman zaman da 2. sırada olduğunu biliyor muydunuz? Dönen rantı siz düşünün artık. İşte bu cinayetin sırrı da burada. Siz nasıl olur da bu kapitalist izinli hunhar işleyişe çomak sokarsınız? Bilmez misiniz tüm kan emiciler bu leşten beslenir? Taviz verilmez rant uğruna sizin bu barışçıl mücadelenize bile.
Yaşamı savunanı savunmak boynumuzun borcu
Biliyoruz ki ölüm siyaseti ve mezbaha düzeni hep varolageldi ama kendi ölümü pahasına yaşam siyaseti ve ekotopya* peşinde koşanlar da hep varolageldi. Bundan sonra da varolacak. Çünkü yaşam boşluk tanımaz.
Herkes bir gün ölüm döşeğine uzanacak şu veya bu sebeple. O an geldiğinde keşke yeniden yaşayabilseydim mi diyeceksiniz yoksa yaşadığım hayattan memnunum bir daha gelsem belki küçük farkla aynı hayatı mı yaşardım diyeceksiniz? Belki de felsefe tarihinin en önemli sorusu budur. Ölümü nasıl karşıladığınız sorusu.
İnsan düşündükleriyle, varolmanın temelini hazırlarken asıl varlığı, yapıp ettikleriyle gerçekleşiyor. Goethe‘nin de dediği gibi “fiil her şeydir.” Sevgili Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu kendilerince doğruyu söylemekten ve eylemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Tehditlere boyun eğmedi. Ölüm karşısında bile gerçeği inkar etmedi. Peki bizi konforlu alanlarınızdan alıkoyan ne? Ne zaman harekete geçeceğiz aldığımız nefesi tümüyle borçlu olduğumuz gezegen için? Dostlarımız ve tüm canları korumak için?
Dost acı söyler. Evinde oturup ağlıyorsan yoksun! Kolektiflere küsüp sorumluluktan kaçmanın günahını onlara yıkıyorsan yoksun! Bireyi yok eden toplumu dönüştürmeye en ufak bir katkın yoksa yoksun! Varlığın, kendi içine hapsolmuş entelektüelizminden ibaretse yoksun! Rahatsızlık, huzursuzluk ve eleştiri, sorumluluk doğurur, olandan kaçma “özgürlüğü ” değil. Kaldı ki bir şeyler yapmak için birçok yol bulunabilir. Üç kişi bir araya geldiğinde bile çok şey yapabilecek bir kolektif oluşturabilir. Bazen sayınızın çok ötesine geçen bir etkide bulunabilirsiniz. Tıpkı şimdilik kazanılan Phaselis direnişi örneğinde olduğu gibi. Velhasılı düşündüğümüzü eylemek ve sorumluluğumuzu gönüllü olarak yerine getirmek için elimizi uzatmak yeterli. İlla ki o eli tutacak birileri çıkar.
Sevgili Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun ölümlerinin ve mücadelelerinin 7. yılının anısına saygıyla!
*Ekotopya: Özgür Ekolojik toplum hayali. Murray Bookchin’den etkilenerek Ernest Callenbach’ın yazdığı felsefi roman.
Not: Babamı Kim Öldürdü son zamanlarda okumayı çok sevdiğim yazar Edouard Louis’in kitabının ismi. Niyetim sadece babalar üzerinden olay anlatımı değil. Zira bir önceki yazımı da ” Canım Annem” başlığıyla kadınların kayıp hayatları üzerine yazmıştım.